Bu hafta yazısı yok.
1676 Okunma, 18 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 

 

Mahir Kaynak 13 Mayıstan beri yazmıyor.

DÜŞEN UÇAK

Türkiye’den kalkan bir uçak Suriye deniz sınırında uçarken düşürülmüş ve iki pilotu kaybolmuştur. Suriye hükümeti düşürdüğünü kabul etmiş ama Türk uçağı olduğunu bilediklerini beyan etmişlerdir.

Türkiye hükümeti de uluslararası hukuk alanında kendisine bir savunma alanı aramaktadır. Uluslararası hukuk diye bir şey yoktur. Bir şeyin uluslararası hukuk olabilmesi için uluslararası sözleşmelerde bu konuyla ilgili bir anlaşmanın olması gerekir. Buna dair bir anlaşma yoktur. İkincisi de uluslar asrı adil yargı sisteminin olması gerekir. Hakemlerden oluşan böyle yargı sistemi yoktur. Atanmış yargı vardır. On dan az beşten sonra kara verir.  O halde Davutoğlu’nun uluslararası hukuk demek sermayenin bu husustaki buyruklarım üzerinde durmaktadır. Uluslararası siyasi desteği aramak başkadır. Uluslararası hukuk başkadır.

Önce Adil düzene göre yani şeriata göre  yani Kuranın çağımızı yorumuna göre durum nedir?

1- Herkes savunma hakkına sahiptir. Haklarına tecavüz edilen kimse kendisini savunur. Bu onun bir hakkıdır. O halde kendi sınırları içine giren bir yabancı uçağı düşürme hakkı her devletin vardır. Eğer bu uçak Suriye sınırlarında düşürülmüşse değişik ihtimaller vardır.

 a) Uçak mekan itibarı ile Suriye dışında idi, ancak uçak Suriye’yi gözetliyordu. Suriye’nin hukukuna saldırıyordu demektedir. Suriye’nin o uçağı düşürme hakkı vardır. Yine de uçağı ödemek zorunda da değildir.   

b) Uçak Suriye sınırları dışındadır ve Suriye’yi gözetlememektedir. O halde Suriye bu uçağı düşürmekle onu tazmin eder.

2- Herkesin kişiliği korunmuştur. Savaş dışında mahkeme kararı olmadan kimse kimseyi şartlar ne olursa olsun öldüremez. Ölümüne sebebiyet verse bile haklı veya haksızlığına bakılmaksızın diyetini öder. Bu durumda Suriye şartları ne olursa olsun iki pilotumuzun ailesine ağır diyeti ödemek durumundadır. Bu da yüz  araçtır. Birer milyon dolar civarında bir meblağdır.

3- Uçağın Sınır ihlalinde bulunup bulunmaması önemli değildir. Uçağın Suriye içini gözetleyip gözetlememesi önemlidir. Bunun ispatı da gayet kolaydır. Uçak gözetleme uçağı ise gözetliyordu demektir. Gözetlemediğinin ispatı Türkiye hükümetine düşer. Uçak gözetleme uçağı değilse o zaman gözetlememesi asıldır. Gözetlediğine dair isnat Suriye hükümetine düşer. Bu hükümet uçağın tazmin edilmesi ile ilgilidir. Pilotların da iyi niyetlerine  karar verilmelidir.

4- Bütün bunların tespiti birleşmiş milletlerin, Güvenlik konseyi, güçlü devletlerin değil, tarafların seçecekleri iki hakem ile hakemlerin seçeceği bir baş hakem tarafından karara bağlanır. Hakem kararlarına taraflar uyarlar. Böyle bir davada bu hususta bilen birisi olarak hakemliği kabul edenin hakemliğini kabule hazırım. Bu bana farzdır. Çünkü Allah ıslah edin diyor. Benim başka gücüm olmadığı için, kimsenin okumadığı bu yorumu da yazmakla yetiniyorum.

5- Hakemler karar verdikten sonra hakem kararlarına Suriye uymazsa ne yapılacaktır. İşte şimdi Davutoğlu’nun yaptıklarını o zaman yapacaklardır. Hakemler kararı çıktı. Buna rağmen Suriye karara uymuyorsa. İşte uluslararası baskı o zaman gerekir.  Yoksa şimdi zaten herkes Türkiye ile Suriye’nin kapışmasını kardeş oluşlarını unutarak birbirini kırmasını, bu güzel toprakları Sevr’e göre paylaşmasını istemektedir. Şimdi Davutoğlu’nun sorması ve yardım istemesi yanlıştır. Daha haklı olduğu belirtilemedi ki yardım talep ediyoruz. Kendi kendimize haklılığımızı ilan ediyoruz. Sonra dünyayı yardımımıza çağırıyoruz. Haklısınız diyorlar. Bizi kapıştırıyorlar.

6- Türkiye Başbakanı hiç bir sebep yokken Suriye’nin iç işlerine karışmış, halkıyla yöneticilerin arasını açmış,  ve hasım hane beyanlarda bulunmuştur. Yetmedi bir de keşif uçakları ile sahillerini gözetlemeye başlamıştır. Onun bu davranışı nefsi müdafaa değildir.

7- Davutoğlu asıp kesiyor. İsrail’in yaptıkları ortadadır. Türkiye’nin acziyeti de ortadadır. Çünkü uluslar arası güç İsrail’i korumaktadır. Suriye’yi ise korumamaktadır. Güçlü devlet küçük devletleri daima müsamaha eder. Abdülhamit Kıbrıs’ı İngilizlere kiraladı. Batum’u aldığımda senden de Kıbrıs’ı alırım dedi. Türkiye’de İsrail’den hakkını aldıktan sonra Suriye’den de hakkını alma hakkını kazanır.

8- Yukarıda beyan ettiğim hususlar, bu işin hukuki tarafıdır. Hukuk sebeplere değil fiillere bakar ve hükümleri fillerde verir. Olay nedir? Siyasi boyutu nedir?

Olayın iç yüzü.

Sermayenin istediği Türkiye ile Suriye arsında savaşın ortaya çıkmasını sağlayarak, Türkiye’nin Suriye’ye girmesini sağlamaktır. Akasından İsrail de güneyden Suriye’ye saldıracak o da İslam ülkelerini işgale başlayacaktır. Buna dayanamayan İran da Türkiye’ye saldıracaktır. Böylece iki güçlü İslam devleti arasında kanlı boğuşma başlayacaktır. Sermaye batı aracılığı ile Türkiye’yi, doğu aracılığı ile de İran’ı destekleyecektir. Bunlar yıllar yılı savaşacak ve ölüme yaklaştıkları zaman sermaye kendi istediği gücünü Orta doğuya yerleştirecek ve insanlığı orta doğudan yönetecektir. Bu sermayenin planıdır.

İşte sermaye bu uçağı düşürerek bu savaşa zemin hazırlamaktadır. Türkiye’ye keşif yaptırmış, Suriye’ye de düşürtmüştür. Bu hususta Suriye ve Türkiye hükümetlerinin haberleri olması gerekmez. Buradaki görevlilere gizli ajanslar tarafından telkin edilerek yaptırmaktadır. Doğudaki  Uludere olayları da aynen gerçekleşmiştir.  Türkiye batılıların istihbaratına alet olmuş ve tuzağa düşmüştür. Suriye’de uzaklaştıracağına vurmuştur.  Yapacağımız iş sabırlı olmak İsrail’le kozumuzu paylaştıktan sonra Suriye ile nasıl olsa uzlaşırız.

Sermaye Orta doğuyu kana boyamak istemektedir. AK Parti sınırda gezmektedir. Diğer partiler susmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisinin Saadetin devreye girmesi AK Parti Milletvekillerini uyarması gerekir.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
24.06.2012
19:01

ANADOLU YAKASI "İLMÎ VE İKTİSADÎ ADİL DÜZEN ÇALIŞMALAR I. İSTİŞARE TOPLANTISI" YAPILDI...

*

Gürsoy EROL kardeşimiz milletvekili olduktan sonra yani bir yıldan beri Anadolu Yakasında yapamadığımız HAFTALIK SEMİNERLERİN ve toplantıların (İLMÎ VE İKTİSADÎ ÇALIŞMALAR İSTİŞARE TOPLANTISI) birincisini bugün (PAZAR SABAHI; TOPLANTI VE KAHVALTI) gerçekleştirdik...

*

Avrupa yakasından sadece HASAN ÖZKET HOCA ile MEHMET HİKMETUMUT katıldı...

SÜLEYMEN KARAGÜLLE HOCA ile LÜTFİ HOCAOĞLU -özellikle- katılmadı...

*

Şimdilik...

HER AYIN İLK PAZAR GÜNLERİ ANADOLU YAKASINDA TOPLANMAYA KARAR VERDİK...

(Ben HER HAFTA (PAZAR GÜNÜ) da isteyenlerle toplanabilirim... REŞAD)

*

1 TEMMUZ PAZAR SABAHI -şimdiden- DAVETLİSİNİZ...

SELAM, SEVGİ, SAYGI ve de DUA ile...

ADİL DÜZEN ÇALIŞANI REŞAD

Reşat Nuri Erol
24.06.2012
19:06

Star yazarı MAHİR KAYNAK 41 gün sonra köşesine döndü

www.gazeteciler.com

Dün 20:33 Cumartesi

Star yazarı 41 gün önce yazdığı son yazısından sonra hastaneye kaldırılmıştı. Bugün döndü ve Cumhurbaşkanı ile yaptığı gizli görüşmeyi yazdı... MİT eski görevlisi Mahir Kaynak, tam 41 gün önce Star Gazetesi'ndeki yazılarına ara vermişti. Kaynak'ın aradan sonra ilk yazısı bugün Star'da yayınlandı. Aranın nedenini ve gelişmeleri Kaynak'ın kızı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, sosyal paylaşım sitesi Twitter'da açıkladı. Prof. Dr. Mahir Kaynak, son yazısını 13 Mayıs günü yazmış ve rahatsızlığı nedeniyle köşesine ara vermişti. Kaynak, dün gece itibariyle hastaneden taburcu edildi. Gelişmeyi kızı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, sosyal paylaşım sitesi Twitter'da paylaştı. Kaynak'ın 41 gün sonra Kaynak'ın ilk yazısı da Star'da yayınlandı. Kaynak yazısında merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la 1991 yılında Köşk'teki gizli görüşmesini yazdı. İşte Mahir Kaynak'ın terörle ilgili o yazısından bir bölüm: 1991 yılında Turgut Özal, Kürt sorununu konuşmak için beni Köşk'e davet etti. Buluşma pazar günüydü ve etrafta çok kimsenin bundan haberdar olmaması isteniyordu. Konuşma süresince de radyo yüksek sesle açık tutuldu. Bu, o dönemde dinlemeleri engellemek için kullanılan bir metottu ve devletin başı bile bu endişeyi taşıyordu. Yüksek bürokraside Özal'a nasıl bakıldığına dair izlenimlerim olduğu için yapılanı yadırgamadım. O sırada telefon çaldı ve Turgut Bey konuştu. Dönüşünde Adnan Kahveci'nin de benim gibi düşündüğünü ve sıradan halka tahsis edilmek üzere 80 bin işçi kadrosu açtığını söyledi. İki şeye karşı olduğumu söyledim. Birincisi olaya diğer sol örgütlerin yaptığı gibi sıradan bir asayiş sorunu olarak bakılması, ikincisi Güneydoğu'daki yapının değiştirilmesi için önlem alınması gerekirken bunu bir soy çatışmasına çevirmek olduğunu söyledim. Bunun sadece bireye hizmet için yapılan yatırımlarının artırılması ile sağlanamayacağını, oradaki aşiret reislerinin ya da başkalarının bireysel yatırımlar yapmasının sağlanması ile mümkün olacağını söyledim. Çünkü o sırada devletin yaptığı yatırımlarda da korucu başlarının etkili olduğu söyleniyordu. Bu sırada olayı bir iç mesele olmaktan çıkarıp, bölünmenin alt yapısını hazırlamak isteyen dış destekli iç güçler ve PKK'yı sosyal bir hareket olmaktan çıkarmak isteyen dış güçler devreye girdi. Doğu'ya gönderdiğimiz insanlara Şark hizmeti yapıyor derken orada sosyal bir sorun olmadığı söyleniyor, bu sorunu tartışmak bir yana, Kürt demek bile bölücülük sayılıyordu. Sorunun çözümü, bir yanda teröristlere hiç müsamaha göstermeden mücadele etmek, diğer yandan bölgedeki sosyal yapıyı çağa uydurmaya çalışmakla mümkün olacaktı. Hareketi bu hale dönüştüren dış ve onların yönlendirdiği iç güçler oldu.

Reşat Nuri Erol
24.06.2012
21:45

Hüsnü Mahalli

Uçak hikayesi Hemen söyleyeyim: İki yıl önceki dostluk olsaydı bu uçak bırakın düşürülmek kesin alkış, slogan ve güllerle karşılanırdı. Ayrıca bu uçak Antakya bölgesinde değil de 900 kilometrelik sınırın herhangi bir yerinde uçmuş olsaydı uyarılır ve rahat bırakılırdı. Ama uçak Antakya civarında uçunca olay değişiyor. Çünkü; 1 - Olaydan iki gün önce Amerikan New York Times gazetesi CIA ajanlarının Antakya'da bulunduklarını ve buradaki Hür Suriye Ordusu kampları üzerinden Suriye'deki silahlı gruplara her türlü ağır silah gönderdiklerini yazmıştı. 2 - Amerikan ve Batı medyası aylardır kampları Antakya'da (yani uçağın düştüğü yere çok yakın bölgede) bulunan Hür Suriye Ordusu militanlarının Türk sınırından sızarak çatışmalara katıldıklarını yazıyor. 3 - Antakya'dan sızarak Suriye içinde ordu ile çatışan silahlı gruplar uçağın düşürüldüğü bölgede çok ciddi varlık gösteriyor ve devletin silahlı güçleri ile çatışıyorlar. Yani uçağın düşürüldüğü bölge Suriye devleti açısından çok sıcak, gergin ve hassas bir bölge. 4 - Yine Batı medyasına yansıyan bilgilere göre Amerikan ve İsrail Predator ve Heronları o bölgede cirit atıyor. 5 - Uçağın düşürüldüğü Lazkiya çevresinde geçen hafta çok ağır çatışmalar yaşanmıştı. Hür Suriye Ordusu'na bağlı silahlı militanlar orada bir kasabayı ele geçirmek istemiş ancak ordunun müdahalesi ile ağır kayıplar vererek çekilmişti. 6 - Eylül 2007'de Suriye'nin doğusunda nükleer tesis olduğu iddiasıyla bir binayı vuran İsrail uçakları Antakya bölgesinden Türk hava sahasını kullanarak girmiş ve geri dönüşünde o bölgede yakıt tanklarını atarak gitmiştir. 7 - Son dönemde uçağın düşürüldüğü bölgede Suriye ve Lübnan güvenlik güçleri Suriye'deki silahlı gruplara götürülmek üzere silah taşıyan gemileri ele geçirmişti. 8 - Son olarak 70-80 ülkenin kendi içişlerine karışmak ve silahlı grupları silahlandırdığını gören Suriye doğal olarak her türlü önlemi alacaktır. Bu önlemler arasında da hava sahasına giren tüm yabancı uçakları vurmak da var. Hele bu uçak Suriye'yi işgal etme eğilimi içinde olan Türkiye'den geliyorsa! 'Eğilim' diyorum çünkü son bir yıllık demeç, tutum, davranış, yorum ve haberlere bakılırsa Türkiye herkesin önüne geçerek Suriye konusunda baş rol oynamaktadır. Şimdi tüm bu gerçekler ortada iken sorulması gereken temel sorulara gelelim.. Bu soruların yanıtı ise mutlak olarak Genelkurmay ve dolayısıyla hükümettedir. Bu uçak o bölgede ne yapıyordu? Amerikan radarlarından dolayı bölgede sicili kötü olan Malatya'dan kalkarak ta Antakya'ya giden bu uçak ne görevle oradaydı? Suriye hava sahasına giren bu uçak neden geri çağrılmadı? Sanıyorum bu soruların yanıtı bulunduğunda Suriye'nin uçağı neden düşürdüğü ve Türkiye'nin bundan sonraki tutum ve davranışlarının ne olacağı çok daha kolay anlaşılacaktır. Aksi takdirde gün ve gece boyu televizyolarda endam gösteren ve maşallah her şeyi bilen o bildik uzman ve azmanlar iki ülkeyi savaştıracaklardır. Oysa bu iki ülke daha bir buçuk yıl önce birleşecek kadar her alanda samimi ve eylemsel dostluk ve kardeşlik ilişkileri kurmuş ve Cumhurbaşkanı Gül'ün deyimi ile 'tüm bölgesel ve uluslararası ilişkilerde herkese örnek olmuşlardı'. Suriye geçen süre içinde ve Ankara'nın tüm düşmanca tavrına rağmen Türkiye'ye karşı olumsuz hiç bir tavır almamış ve eylemde bulunmamıştır. Bugün bile Ankara var olan tavrından vazgeçerse Şam'ın tekrar dost olabileceği ülkelerin başında yine Türkiye olacaktır. Çünkü yapılan tüm kamuoyu yoklamalarında Türk halkının en az % 80'i hükümetin Suriye'ye müdahale etme politikalarına karşı olduğu görülmektedir. Belki de bunun farkına varan, uçak ile ilgili olarak bizim bilmediğimiz herşeyi bilen ve bölgesel ve uluslararası yeni dengeleri iyi okuyan Başbakan Erdoğan savaş tellallarının moralini bozacak kadar çok sakin ve rahat davranıyor. Çünkü savaşın ne anlama geldiğini, Suriye ve dolayısıyla Irak, İran ve Lübnan ile tekrar dost olmanın Türkiye ve bölge için gerekli ve yararlı olduğunu çok iyi bilmektedir. Uçak ile ilgili olarak Şam ve Ankara arasında yeniden işletilen telefon trafiği belki de buna katkı sağlar!

Reşat Nuri Erol
26.06.2012
02:53

Yağmur ATSIZ Çenesini tutamayan ben! yagmuratsiz@stargazete.com

Eski günahların gölgeleri uzun olur. Biz şimdi bir bakıma 1918’de başkalarının işlediği günahların ceremesini çekiyoruz ama kefâretini de ödemek zorunda kalınca insanın kafası bozuluyor. 1918 Birinci Cihan Harbi’nin ve netîceten “İmparatorluk”un bitiş târihidir. 1914’de, yâni ölüm döşeğinde yatarken bile yüzölçümü hâlâ beş milyon kilometrekarenin biraz üzerinde olan Türkiye, o yıl harbe girip de 1918’de “kayıdsız şartsız teslim” bayrağını çekdikden sonra muzaffer Fransa ve Büyük Britanya (İngiltere) Arab Yarımadası’nda (DA!!!) gayrıtabii, zorâki ve daha başından tartışmalı sınırlar çizerek gelecekdeki kanlı kavgaların tohumunu atdılar ki kendileri her seferinde “tarafsızgözlemci” (!) olarak işe burunlarını sokup hâkimiyetlerini devâm ettirsinler. Bugün Afrika ve Ortadoğu’daki bütün ihtilâfların kökeninde bu “dâhiyâne” uygulamanın izlerini bulabilirsiniz. Sizlere iki örnek vereyim: Târih boyunca ne “Irak Milleti” ne de “Sûriye Milleti” diye iki kavim mevcûd olmuşdur! “Lübnan” yâhut “Ürdün” veyâ “Suûdî Arab” milletleri de hâkezâ! Eğer Osmanlı İmparatorluğu, Cennetmekân Sultan Hamîd Hân’ın tasavvurundaki gibi “tabii” bir şekilde kendini tasfiye edebilseydi (Balkanlar ve Kuzey Afrika konumuz dışı!) Arab Yarımadası’nın kuzeyinde, bugünki Irak, Sûriye, Ürdün ve Lübnan’ı kapsayan bir Devlet; ortasında aşağı yukarı Suûdî Arabistan’a tekaabül eden, ama “Suud” Âilesiyle bir alâkası bulunmayan bir başka devlet ve güneyinde ise Yemen’den Bahreyn’e kadar bir güney Arab devleti teşekkül etmiş olacakdı, zîrâ “tabii” olanı buydu. Harita yeniden çizilirken bugünki Kuzey Irak ve Kuzey Sûriye’nin Anadolu’da kalmasından daha normal bir şey de olamazdı zîrâ hem coğrâfî hemn etnik hem ekonomik yönlerden Anadolu’nun devâmıdırlar. Bu yeni düzen daha kurulurken orada bir de “Yahudi Devleti” kurulmasına 1918’lerde Arablar îtirâz etmeyeceklerdi, çünki kendi istiklâl sarhoşlukları içinde Yahudilerin de târihen yurdları olan yere dönmelerini mâkûl karşılamaları bugüne nazaran çok daha kolaydı. Koskoca yarımadayı ve koskoca bir kavmi yamalı bohçaya çevirerek üstelik bir Arab-Yahudi kan dâvâsı ortaya çıkarma “basîreti” Batılı dostlarımızındır. Hakıykaten basîret! Aslında bu gelişmeyi öngörememek için ya kör ya gerzek olmak lâzımdı ama bu devletler için bu iki sıfat da yersizdir. Ne yapdıklarını çok, ama çok iyi biliyorlardı. Üç gündür haklı olarak kamuoyunu meşgûl eden uçak düşürme meselesini biraz da bu arkaplan dikkate alınarak görmek yerinde olur. Ortadoğu’yu boyacı küpü gibi her aklına esenin dalıp çıkdığı bir kargaşalıklar merkezine döndüren âmillerin ucu buralara dayanır. Günümüze dönecek olursak şimdi Türkiye Sûriye’den herhalde esaslı bir tazmînat ve eksiksiz bir özür taleb edecek. Sûriye ise meseleyi sürüncemede bırakmaya uğraşacak. Ama anlaşmaya varılamazsa Türkiye, kendi zannınca bir “büyük devlet” olarak bunu Sûriye’nin fitil fitil burnundan getirebilir mi ondan şübheliyim. Çünki kumandanlarımızın onyıllardır kendi mâlî ve maddî durumlarıyla uğraşmakdan ve bir de siyâsete “ayar” vermekden askerlikle uğraşmaya pek vakitleri olmadı. 25 yıldır daha bir sınır karakollarını düzeltmekden âciz ve bu yüzden PKK’ya mütemadiyen pisi pisine şehid veren bir TSK’nın, dişine kadar silahlı ve pek parlak durumda olmasa dahî yine de idmanlı bir Sûriye Ordusu karşısında öyle aman aman bir başarı sağlayabileceğine ihtimâl vermiyorum. 622 bin küsur adamı silah altında tutmak mârifet değil, mârifet onları eğitip sevk ve idâre edebilmek. PKK’ya karşı “başarılar” (!) ise meydanda. Ben şimdi bunları söylediğim için yine kötü kişi olacağım ama artık alışdım. Bir faydası olacağına inandığımdan değil hiç değilse zabıtlara geçsin diye yazıyorum. Bir de çenemi tutamadığımdan! Şehid pilotlarımızın âilelerine başsağlığı ve sabır dilerim.

Reşat Nuri Erol
26.06.2012
03:19

Mümtaz'er Türköne İmam-Hatip okulları misyonunu tamamladı mı?

İmam-Hatipler, tartışmalı tarihleri boyunca sıradan eğitim kurumları olmadılar. Mezunlarına bir kimlik, kişilik hatta dünya görüşü kazandırdılar. Bugünün muhafazakâr hegemonyası içinde çelik çekirdeği, bugün sayıları yüz binlere varan İmam-Hatiplilerin oluşturması, başlıktaki soruya verilecek cevabı sorunlu hale getiriyor. Türkiye, İmam-Hatip lisesi mezunu bir başbakan tarafından yönetiliyor. Yakın kadrosunda çok sayıda İmam-Hatipli var. Son eğitim reformu İmam-Hatiplerin önünü açacak, itibarını yükseltecek şekilde ilerliyor. 4+4+4'ün ikinci aşaması için bazı okullar İmam-Hatip ortaokullarına dönüştürülüyor. Peki doğru mu? Bu soruya İmam-Hatipleri değil, Türkiye'nin din eğitimi ihtiyacı başta olmak üzere eğitim alanında geçirdiği değişimi merkeze alarak cevap vermemiz gerekmez mi? İmam-Hatiplerin artık misyonunu tamamladığını ve bu okullar üzerine inşa edilecek din eğitiminin ve doğrudan genel eğitimin gelecekte büyük sorunlara yol açacağını düşünüyorum. Bu alan bataklık bir alan. Mevsime göre sular çekiliyor, mevsime göre her adımınız batağa gömülüyor. İmam-Hatip modelinin eğitim sistemi içindeki ağırlığı din eğitimi sorununu çözmüyor, tersine sürekli bir siyasî bir kavga konusu olarak gündemde tutuyor. Devlet iktidarı için verilen kavganın gerekçelerinden birini bu tartışma oluşturuyor. Halbuki İmam-Hatiplerin karşıladığı ihtiyacın artık devletin dışına çıkartılması, yani sivil topluma emanet edilmesi gerekiyor. Önce İmam-Hatip okullarının, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na dayandığını hatırlatalım. Bu okullar, eğitimde devlet tekelinin eseri. Müslüman halk, devletle kavga etmeden din eğitimi ihtiyacını karşılamak için bu kapıyı zorladı. Uzun askerî vesayet dönemlerinde İmam-Hatipler, yıllar boyu halk ile devletin neredeyse yegane uzlaşma alanı olarak kaldı. Bu okulların tamamına yakınının binası doğrudan halk tarafından yapıldı. Yanlarına pansiyonlar inşa edildi. Masrafları hayırseverler marifetiyle karşılandı. Yine bu okullar sayesinde başka türlü tahsil imkânı bulamayacak gençler, toplumun üst katlarına tırmanma imkânı buldu. İmam-Hatipler İslâm ülkeleri de dahil, dünyada bir benzeri olmayan Türkiye'ye özgü din eğitimi modelidir. Bu model başarılı oldu. Yıllar boyu halk, bu okullar üzerinden ceberrut devletle aralarındaki buzları çözmeyi başardı. Tabii her dönemde de bu okullar bitmez tükenmez siyasî kavgaların merkezinde yer aldılar. İmam-Hatip modeli, din eğitiminin genel eğitim ile kaynaştırılmasına dayanır. Hem genel eğitimi almayı hem de din eğitiminden yararlanmayı bu model mümkün kılmıştır. Genel lise eğitimi alanlar için devlet, bu okullar aracılığıyla din eğitimi imkânı sunmaktadır. Bugün bu okullara duyulan ihtiyacı karşılayacak alternatifler var. Toplum, her ara dönemde mağdur edilen bu okullara alternatif eğitim kurumları oluşturdu. Din eğitimi ihtiyacı artık organik ve daha samimi şekillerde karşılanıyor. Sivil toplum gelişti. Devletin himayesine girmeden gelecek nesilleri yetiştirecek sağlam kurumlar ortaya çıktı. Din eğitimi ihtiyacı genel eğitim içinde artan oranlarda doğrudan sivil toplum organizasyonları tarafından karşılanıyor. Diyanet İşleri'nin hafızlık eğitimini sürdürdüğü Kur'an kursları ise geleneksel din eğitimi ihtiyacına tatmin edici bir şekilde cevap veriyor. Söylenecek söz: İmam-Hatipler artık tarihi misyonunu tamamladı. Bu okullar vasıtasıyla toplumun din eğitimi ihtiyacını karşılamak artık doğru değil. Genel eğitim içine sokulan seçmeli dersler, zaten bu okulların gördüğü ihtiyacı karşılayacak. Artık miadını dolduran bu okullarda ısrar etmek, sadece bu okullardan mezun olanların nostaljik özlemlerini tatmin eder. Ne din eğitimine, ne de eğitim sistemine bir katkı sağlamaz. Genel eğitim sistemi, bu modelin baskısı altında ezilir. Daha ötesi din eğitimi ihtiyacını hep devlet iktidarının sınırları içine hapseder. Siyaset bu mevzu üzerinden kutuplaşmaya ve verimsiz tartışmalara sürüklenir. İmam-Hatipler çok hayırlı hizmetler yaptılar. Türkiye'ye çok şey kazandırdılar. Ama artık görev tamamlandı, ömürleri sona erdi. Sayıları meslekî ihtiyacı karşılayacak ölçüde sınırlanmalı ve genel eğitim içinde din eğitimi ihtiyacını karşılayan okul modeli olmaktan çıkartılmalı.

Reşat Nuri Erol
26.06.2012
09:03

HÜSNÜ MAHALLİ

Mısır+(-)Suriye = BOP Türkiye'de herkes düşürülen uçakla ilgilenirken bölgenin geleceğini şekillendirecek ve bu yapısı nedeniyle Türkiye'yi de yakından ilgilendiren Mısır'da İslamcı Muhammed Mursi II.Cumhuriyet'in Cumhurbaşkanı oldu. İlk kutlayan ABD Başkanı Obama 'Ortak çıkarlarımız için beraber çalışalım' dedi. Bir Müslüman Kardeş olan Mursi ise ordu ve yargıya saygı göstereceğini ve onlarla iyi çalışacağını söyledi. Katılım oranının % 51 civarında kaldığı seçimde oyların % 51,6'sını alan Mursi'den ilk istekte bulunan onun gibi Müslüman Kardeş olan Hamas Başbakanı İsmail Haniye'den geldi. Haniye; Mısır'ın Gazze'ye uyguladığı ambargonun derhal kaldırılmasını istedi. Halkın yarısının sandığa gitmeyerek 'devrim'e ilgisiz kaldığı, seçime gidenlerin de yarısının genel tanımıyla 'laik' olduğu ve 80 milyon insanın %15'nin Hıristiyan olduğu bir ülkenin İslamcı Mursi yönetiminde neler yapabileceğini yakında hep birlikte göreceğiz. Mursi'nin en zor test edileceği iç politika alanı asker ve yargıyla ilişkiler olacak. Mursi ve onun Adalet ve Özgürlük Partisi bu iki konuda AKP'nin deneyimlerinden çok şey öğrenecektir. Dış politikada ise Mursi'nin en zor sınavı Gazze ve Filistin konusu olacaktır. Her iki sürecin nasıl işleyeceğini kestirmek pek kolay olmayacak ama ABD'nin eski NASA çalışanı 'uyumlu' Müslüman Mursi'nin başarısı için çalışacağı kesindir. Çünkü Mısır'da başarısız olacak Amerikan projeleri, Arap coğrafyasının doğusuna yani Suriye'ye asla yayılamaz ve tarihi İstanbul-Merc-i Dabık-Ridaniye-Kahire çizgisini tamamlayamaz. İşte bu nedenle Mısır'da Mursi'nin başarısı ne kadar önemliyse BOP açısından Suriye'nin geleceği de bir o kadar önemli. *** Hatta tersinden söylersek Suriye denkleminin çözülmesi sağlanmadan Mursi'nin 'zafer' kazanması hiçbir şey ifade etmeyecektir hatta bu zafer Batı'nın Suriye'de yenilmesinin gölgesinde kalacaktır. Belki de bu nedenle herkes ama özellikle BOP'çular ne pahasına olursa olsun Şam denklemini çözmeye çalışıyorlar. Artık hiç kimse Suriye içi silahlı muhalefete verdiği askeri ve parasal desteği saklamıyor. Bu destek Suriye'yi çok daha kanlı bir iç savaşa doğru sürüklüyor. Yakın gelecekte bunun önüne geçilmezse herkes için çok geç olacaktır. Bu kuru cümlenin neler içereceğini ise yine herkes o zaman görecekitr. Onlarca kez yazıp söyledim: Bu coğrafyada herkes herkesi boğazlayacak ya da boğazlattırılacaktır. Yüzlerce kez örneğini hatırlattırdığım Irak'taki durum, ortaya çıkacak yeni durumla karşılaştırıldığında eğlenceli bir bilgisayar oyunu gibi kalacaktır. İşte böyle bir ortamda Suriye'nin düşürdüğü Türk jeti konusu gündeme oturdu. Bu olayla ilgili dün yazdığım ve yoğun ilgi gören tespitler aslında yaşanan krizin bir boyutunu yansıtmaktadır. Çünkü bu konuyla ilgili onlarca senaryo ve komplo teorisi yazılabilir. Ama Bakan Davutoğlu'nun açıklamalarından sonra bu sorun yeni bir nitelik kazanmıştır. Sayın Bakan elde edilen bilgilerle uçağın Suriye hava sahasını ihlal edip çıktığını ama uluslararası sularda düşürüldüğünü kesin dille vurguladı. Suriye tarafı ise Bakan Davutoğlu'nun söylemlerine dün yanıt verdi. Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olayla ilgili çok ilginç ve önemli detaylar ortaya koydu. Konuyla ilgili üç gündür saatlerce yayın yapan ve onlarca 'uzmanı' konuşturan televizyonlar her nedense bu detayları görmemezlilkten geldi. Şimdi ise ortada ilginç bir durum var. Çünkü Suriyeli sözcücünün verdiği detaylarla Sayın Bakan Davutoğlu'nun bilgileri örtüşmüyor. Bu durumda sorunun çözümü savaşla olmayacağına göre her iki tarafın bilgi ve belgelerini değerlendirecek uluslararası hukuka kalıyor. Her ne kadar Suriye ile ilgili konularda hiç kimse bu hukuka uymuyorsa da! Oysa olayın başlangıcında ortak bir komisyon kurulup konuşulmuş olsaydı belki de sorun bu aşamaya gelmez bu ise Şam ile Ankara arasında yeni bir diyalog kapısını aralayabilir ve Suriye sorunun çözümüne katkı sağlayabilirdi. Nasıl olsa geçen süre herkese önemli bir gerçeği net bir şekilde kanıtladı: Esad bunca dış müdahale ve iç savaşa rağmen devrilemiyor... Devrilmeyince de Mursi'nin büyük zaferi giderek küçülecektir!

Reşat Nuri Erol
26.06.2012
10:42

İyi de Suriye bu çılgınlığı niye yaptı? Radikal yazarı Fehim Taştekin "Suriye bu çılgınlığı neden yaptı?" sorusuyla başladığı yazısında uçak krizi sonrası akıllardaki soruya yanıt aradı.

İlgili Haberler MEDYA KÖŞESİ Ben olsam bu gazetecileri sürerdim cepheye! MEDYA KÖŞESİ Cengiz Çandar'dan Suriye'ye misilleme sinyali! GAZETECİLER.COM

Suriye krizi üzerine yaptığı yorumlarla dikkat çeken Radikal yazarı Fehim Taştekin bugünkü yazısında uçak krizi sonrası akıllardaki soruya yanıt aradı. Suriye Türk jetini neden düşürdü? Böyle bir hamlenin gerçek gerekçeleri ne olabilir? Taştekin, "Suriye bu çılgınlığı neden yaptı?" sorusuyla başladığı yazısında BAAS iktidarının bazı senaryolara inandığını ya da inandırıldığını vurguladı. Yazısında bu senaryoları paylaşan Taştekin spotları tartışmanın Suriye cephesine çevirdi. İşte Taştekin'in yazısınaki ilgili bölüm: Senaryolar Gerçek ya da düzmece, makul ya da mantık dışı ama Suriye’deki refleksin kodlarını çözmeye yarayabilecek bazı spekülasyonları sıralayalım: Şam’daki kaynaklara göre yaklaşık bir ay önce İsrail uçağı Suriye havasahasını ihlal edince uçaksavar bataryalarına ‘tetikte olun’ emri verildi. Bunu ‘vurma yetkisi verildi’ diye aktaranlar da oldu. * Suriyelilerin inandığı ya da inandırıldığı komploya göre son dönemlerde ciddi bir silahlı milis aktivitesi gözlemlendi. Hula ve Haffe katliamlarıyla krizi derinleştirip tampon bölge koşulları oluşturulmak istendi. Haffe’de binlerce silahlı muhalif mevzilenmişti. Haffe’dekiler, Türkiye sınırındaki silahlı muhaliflerle eşzamanlı olarak Lazkiye’ye akın edip burayı kurtarılmış bölge ilan edecekti. Türkiye’nin denizden verdiği koruma desteğiyle tampon bölge oluşturulacaktı. Ancak kısa bir süre önce Lazkiye’nin Kesep bölgesinde kurulan Rus radar sistemi bu planı bozdu. Bu radar ve teknik perdeleme sayesinde Haffe’dekilerin Türkiye sınırındakilerle iletişimi kesildi. Türkiye sınırından gelen çok sayıda silahlı kişi de yakalandı. * Geçen hafta saf değiştiren Suriyeli bir pilot uçakla Ürdün sınırına kaçınca, devamının geleceği endişesiyle Suriye havasahası içinde tüm askeri uçuşlar yasaklandı, ‘havalanan uçak olursa vurun’ emri verildi. Dün Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cihad Makdissi de “Uçak Türk değil de Suriye uçağı olsaydı da vururduk” dedi. Amaç neydi? Suriye’deki bir sıkışmışlık psikolojisi. Uçağın nasıl ve hangi koşullarda vurulduğuna dair sonu gelmez tartışmalar bir kenara Şam yönetiminin bunu kasti yaptığı varsayımından hareket edilirse bunun bir amacı olmalı. Öyle anlaşılıyor ki Şam biri Türkiye, diğeri uluslararası toplum ve ötekisi Suriye kamuoyuna olmak üzere şu 3 mesajı vermek istedi: * Türkiye’ye: “Eğer Suriye rejimini çökertmeye yönelik çalışmalara ve silahlı muhalifleri desteklemeye devam edersen, seni de uçurama çekerim. Bu ateş seni de yakar.” * Uluslararası topluma: “Suriye, Libya değildir, hava savunma kapasitesi caydırıcı boyuttadır. Olası bir dış müdahalenin bedeli de ağır olur.” * Suriye içine: “Eğer hava kuvvetlerinden firar eden uçak olursa vurulur. Rejim güçlü ve kararlıdır.” Suriye’nin Türk uçağını vururken Türkiye’nin savaş çıkarmak gibi askeri bir yanıt vermeyi göze alamayacağı öngörüsünden hareket ettiği anlaşılıyor. Zira Şam’da bir panik havası yok. Hatay’da çatışmalar bizim sınırımızı geçip iki Türk görevli yaralandığında Türkiye, NATO’nun bir üyeye yapılan saldırıyı tüm ittifak ülkelerine yapılmış sayan 5. maddeyi gündeme getirip meseleyi uluslararasılaştırmak isteyince ABD’den ‘sözkonusu olamaz’ yanıtı almıştı. Nitekim Türkiye, Hatay’dakinden çok daha vahim bir durum karşısında bu kez NATO’nun 4. maddesini yani istişare mekanizmasını çalıştırmayı tercih etti. Esad rejiminin Rusya kalkanı önünde durduğu sürece NATO’nun işin içine çekilemeyeceği hesabından hareket ettiği görülüyor.

Reşat Nuri Erol
26.06.2012
12:43

DSP Genel Başkanı Masum Türker vurulan Türk jeti ile ilgili şok bir iddia ortaya attı:

"Uçağımızı Rusya bizzat vurdu!" tv8'de Erkan Tan'ın konuğu olan Türker, "Şu anda Laskiye limanında 2 Rus savaş gemisi ve 1 firkateyn var" açıklamasını yaptı ve ekledi: "Bunlardan 1 tanesinin hem radar hem füze donanımı gördüğü anda sineği bile algılayan hassasiyeti var. Çapanenko gemisi en ufak bir olayda hemen devreye girebiliyor. İlk olayın ortaya çıktığı an; siyaseti iç politikadan ayırarak baktığınız zaman Suriye 'üzgünüz' dedi. Başka bir kişi yapmışsa üzgünüz der." "Uçağımızı vuran gemi: Amiral Çapanenko!" Türker, "Uçağımızı vuran gemi Amiral Çapanenko. Çünkü en donanımlı gemi bu" dedi ve Dışişleri ile istihbarat servislerinin bunu bildiğini öne sürdü. Arama kurtarma çalışmalarına ilişkin ilginç bir iddiada bulunan Türker, "Neden bunlar arama kurtarma çalışmalarına katılmıyor? Uçağın bir süre daha bulunmaması gerekiyor onlar için. Uçakta kokpit kaynamış" şeklinde konuştu. "Milli Savunma Bakanı nerede?" Liderler zirvesinde Milli Savunma Bakanı'nın olmayışına dikkat çeken Türker, "Başbakan'ın 3 lider ile konuşmasını izledim. Peki Milli Savunma Bakanı neredeydi? Bu ülkenin Milli Savunma Bakanı yok mu? Bu ülkede düşürülen uçağın mülkiyetinden Genelkurmay değil Milli Savunma Bakanlığı'dır. Bu olayın hiçbir yerinde yok nedense" ifadelerini kullandı.

Reşat Nuri Erol
27.06.2012
09:56

AHMET TAŞGETİREN

Türkiye sınanıyor

Tamam arkadaşlar, "Elbette, Türkiye Cumhuriyeti büyük devlet, elbette bir kabile devleti değil. Elbette, ülkeler arasındaki her sorun, her kriz, her dalaş bir savaşa dönüşmez. Elbette, büyük devlet tavrı, krizleri başarılı şekilde yönetmeyi gerektirir. Elbette, büyük devletler olaylara ani, duygusal, tepkisel yaklaşmazlar. Sonraki adımları da hesap ederler, ulusal menfaatlerini gözetmek için uzun vadeli ve soğukkanlı planlamalar yaparlar. Elbette, kızmak, bağırıp çağırmak, yanlışa yanlışla cevap vermek Türkiye gibi bir ülkeye yakışmaz." (Yalçın Akdoğan, Star) "Elbette sonuçları düşünülmemiş ve hesaplanmamış adım atılmamalı. Elbette, Türkiye'nin hesabı hesapsız kitapsız olmamalı." (M. Karaailoğlu, Star) "Elbette, Esed rejiminin küçük oyunlarına gelinmemeli." (Mehmet Ocaktan, Star) Tamam, cümlemiz, Türkiye'nin "Büyük devlet olduğu ve bunun da savaş gibi bir maceraya girilmemesini zorunlu kıldığı" kanaatine kilitlenelim. Ama orada hasmane bir tutumla düşürülen bir uçak var arkadaşlar. Şam'ın kehaneti Şu tespite ne dersiniz? "Suriye'nin Türk uçağını vururken Türkiye'nin savaş çıkarmak gibi askeri bir yanıt vermeyi göze alamayacağı öngörüsünden hareket ettiği anlaşılıyor." (Fehim Taştekin, Radikal) Nasıl iyi mi bu Şam kehaneti? Yani peşinen, "Türkiye asla fiili misillemede bulunmaz" gibi bir kampanya yürütmenin, tam da Suriye'nin beklentilerine uygun düşmesi iyi mi oluyor? Hiç olmazsa "Her şey masada" demek yok mu? Hani "Tehdidini ikaaya kadir" olmak diye bir deyim vardı eskiden. Yani tehdit ediyorsa bunu yerine getirmeye muktedir olmak şeklinde... Suriye, Türkiye'ye baktığında "tehdidini ikaaya kadir" bir ülke mi görüyor, yoksa "Ben uçağını vururum, o da diplomatik kanallarda kaybolur" gibi bir değerlendirme mi yapıyor? Hatırlıyorum, 1982'de yaşanan bir Falkland Adaları krizi vardı, Arjantin "Falkland Adaları bana ait" diye adayı işgal etmişti. Hakikaten de ada burnunun dibindeydi. İngiltere, binlerce kilometre öteden gemi gönderdi ve "Falkland benim" diye aldı Arjantin'in elinden... Nasıl, bu bir macera mı oldu İngiltere için? Burada Stratejik Düşünce Enstitüsü'nden Prof. Dr. Birol Akgün'ün "Savaş uçağının düşürülmesinin münferit bir olay olmadığı", "aksine Türkiye'nin bölgeye yönelik politikalarından rahatsızlık duyan bazı güçlerin Türkiye'nin iradesini sarsmak ve güç kapasitesini test etmek için giriştiği eylemler dizisinin bir parçası olduğu" (Zaman), yani, büyük devlet olup olmadığımızın sınandığı tespitinin altını çizmek istiyorum. Başbakan: Türkiye'yi sınamayın! Başbakan Erdoğan, aslında dengeyi doğru kurdu: Bir yandan itidalin, sabrın, soğukkanlılığın altını çizerken, "Türkiye'nin dostluğu düşmanlığı test edilecek bir ülke olmadığı"nın altını çizdi ve daha önemlisi "yerini, zamanını ve yöntemini kendisi tayin ederek uluslararası hukuktan kaynaklanan bütün adımları atacağı"nı bildirdi. Dedi ki: "Savaş çığırtkanlığının tuzağına düşülmeyecek, ancak hasmane bir tavırla uçağımızı düşürenlere karşı eli kolu bağlı da durulmayacaktır." Ayrıca Başbakan, Suriye yönetiminin Türkiye'ye karşı da açık tehdit haline geldiğinden hareketle söylediği "TSK'nın angajman kuralları değişmiştir. Suriye sınırında yapılacak tüm ihlallere karşılık verilecektir. Bundan böyle Türkiye'ye yaklaşan her askeri unsur hedef alınacaktır" ifadesi de Suriye ile ilişkilerde yeni bir safhayı oluşturacak gibi görünüyor. Başbakan'ın konuşmasında, Esed yönetimine karşı öfke çok net ifadelerle dile getirilirken, Suriye halkına ve bölgenin akraba-kardeş halklarına karşı muhabbetin seslendirilmesi ayrı bir hassasiyet olmuştur.

Reşat Nuri Erol
27.06.2012
10:06

iBRAHİM KARAGÜL'ÜN bugünkü yazısının son kısmı:

VUR EMRİ!

...

Dünkü konuşmadan anladığımız şu: Suriye ile siyasi kriz askeri krize dönüştü. Askeri karakter her geçen gün daha da öne çıkacak. Suriye Türkiye için 'açık ve yakın tehdit' kategorisine girdi. Bu da 'sıcak çatışma' kapısını araladı. Dün söylediğimiz gibi, 'örtülü savaş' çok daha sert ve yıpratıcı hal alacak. 'Uçak krizi' gibi yeni örnekler yaşanma ihtimali eskisine göre çok daha arttı. Bundan sonraki saldırının örtülü savaşı açık çatışmaya dönüştürme riski hiç olmadığı kadar yüksek. Önümüzdeki günler ne getirir bilinmez. Umarız 'savaş' seçeneği, ihtimali tamamen ortadan kalkar. Ancak dünkü sözlerden tam tersini anladım. Maalesef, iki ülke çatışmaya doğru sürükleniyor... Örtülü krizden açık çatışmaya gidiyoruz...

Reşat Nuri Erol
28.06.2012
05:24

Mümtaz'er Türköne İmam-Hatip mi, din eğitimi mi?

Mesele zaten hepimizin gündeminde ilk sıraya çıkmayı bekliyor. Yeni öğretim yılı başında bazı okullar "İmam-Hatip Ortaokulları" olacak. Sadece İstanbul için verilen rakam yüz civarında. "4+4+4" adı verilen "kesintili eğitim" reformunun pratik ve somut en önemli sonucu ile karşılaşacağız. Talim Terbiye, dün kesintili eğitimin haftalık programlarını da yayımladı. Ortaokula giden bir öğrenci, günde yedi saat ders alacak. İkili eğitim, öğretmen açığı ve derslik imkânlarıyla okullar bu programın altından nasıl kalkacak? Çizelgeyi inceleyenler görecektir, seçimlik dersler fiili açmazlarla öğrencinin karşısına çıkacak. Uygulama bir yığın soruna gebe. Ama doğru olan yine de bu istikamet. Maksat din eğitimi ise bu mantıkla verilmeli. Ya İmam-Hatiplerin yaygınlaştırılması? Önceki gün, İmam-Hatiplerin tarihî görevini ve dolayısıyla ömrünü tamamladığını yazdım. Çoğu duygusal çok fazla tepki aldım. Arada haklı bulduğum eleştiriler de vardı. İmam-Hatip mezunları arasında benimle aynı kanaatte olanları da zikretmem lâzım. Hareket noktam şu: Merkeze İmam-Hatipleri almak doğru değil. Türkiye'nin maalesef hâlâ çözmediği bir din eğitimi sorunu var. Din eğitiminin demokratik ve özgür bir toplumun standartlarına uygun şekilde çözülememesi, eğitim sisteminin tamamı üzerinde ağır bir baskı oluşturuyor. Sorunumuz ne? İmam-Hatipleri yaşatmak ve büyütmek mi? Yoksa toplumun din eğitimi ihtiyacını örgün eğitim sistemi içinde bütünüyle karşılamak mı? Doğru yöntem ikinci soruya cevap aramak değil mi? İmam-Hatipleri merkeze almak, devletin din eğitimi üzerindeki tekelini olduğu gibi kabul edip sürdürmek anlamına geliyor. Benim çocuğumun alacağı din eğitiminin içeriğini, süresini ve yöntemini neden sadece devlet belirliyor? Bu soru afakî değil. Çoğu kimse İmam-Hatiplerin Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun amir hükmüyle kurulduğunu bile bilmiyor. İmam-Hatip Liseleri yönetmeliğinin 6. maddesine göz atanlar, bu devlet tekelinin ne anlama geldiğini görecektir. İmam-Hatiplerde Atatürk ilke ve inkılaplarına ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı öğrenci yetiştirmek size ne kadar sahici geliyor? İmam-Hatipleri de ihata eden Millî Eğitim Kanunu'nun 10. maddesine uymaya kalkıp İmam-Hatiplerdeki fıkıh ve hadis derslerinin içeriğini Atatürk ilkelerini ve Atatürk milliyetçiliğini temel alarak belirlemeyi deneyin. Kanundaki ve yönetmelikteki bu garabetle nasıl tatmin edici ve kalıcı bir çözüm bulabilirsiniz? Dünün devletle kavgalı Müslüman kanaat önderleri bugün devlet adına konuşuyorlar. "Biz devlet olarak..." diye söze başlamak, "devlet benim" diyen XIV. Louis'den bu yana hep geçici bir durumu ifade etti. Aslolan bütün toplum için kalıcı olan hukuku tesis etmektir. Devlet iktidarını kullanmak devlet olmak için gerekli, ama yeterli değil. Devlet dediğimiz varlık iktidar dışında yukardaki kanunlardan ve bu kanunları uygulayan devlet kurumları ve mahkemelerden oluşuyor. Bu devlet karşısında ben hâlâ aynı soruyu soruyorum: Neden devlet benim çocuğuma aldıracağım din eğitimi konusunda tekel olarak hükmünü sürdürüyor? Devletin elindeki aracı, yani İmam-Hatipleri kullanarak bu tekelin gücünü arttırması din eğitimi sorununu çözüyor mu, yoksa büyütüyor mu? Ben İmam-Hatiplerin geçmişte büyük bir boşluğu doldurduğunu ve imkânsız gibi görünen bir görevi hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. Dün dünde kaldı. Dün, vatandaşın dinini ve din eğitimi ihtiyacını, "bu millet adam olmaz" diyerek vesayet gerekçesine dönüştüren bir zorba azınlık devleti yönetiyordu. İmam-Hatiplere sahip çıkmak, bu halkın dinine diyanetine sahip çıkması ve doğrudan zorbalara direnmesi demekti. İmam-Hatipler aynı zamanda bu zorbalığa karşı muhalefet bilincinin şekillendiği ve kimliğe-kişiliğe dönüştüğü yerler oldu. Peki ya bugün? Dünle bugün arasındaki fark burada yatıyor. Dünün muhalif eğitim kurumlarını bugün devleti ayakta tutan sütunlardan birine mi dönüştüreceğiz? Bugün İmam-Hatiplere hangi misyonu yükleyeceksiniz? Dün devletin zorbalığına direnişin merkezleri olan bu okullarda bugün devlet zoruyla ve devlet teşvikiyle verilecek din eğitimi, tıpkı müzik, resim veya beden eğitimi gibi sonuçlar verir. Dünkü İmam-Hatiple bugünkü arasındaki fark bu kadar açık. Dini sevdirmekle dini öğretmek arasındaki fark kadar açık. İmam-Hatipleri değil, din eğitimini yeniden yapılandıralım.

Reşat Nuri Erol
28.06.2012
14:14

Numan Kurtulmuş AK Parti'ye geliyor

HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve eski DP Genel Başkanı Süleyman Soylu'nun AK Parti'ye geçeceği iddiası gündeme bomba gibi düştü. Başbakan Erdoğan ameliyat olduktan sonra İstanbul'daki evinde dinlenmişti. Erdoğan'ı ziyaret edenler arasında Kurtulmuş da vardı. 'Geçmiş olsun' ziyareti beklenenden daha uzun sürdü hatta taraflar birlikte öğle yemeği yedi. İşte 1,5 saat süren bu yemekli ziyarette Kurtulmuş'un AK Parti'ye geçişinin konuşulduğu ortaya çıktı. Hürriyet Dünyası'ndan Turan Yılmaz, yemekli görüşmenin perde arkasını yazdı. Bu arada Kurtulmuş, bugün gazetecilerin konuyla ilgili sorularına "Olmayan birşey hakkında konuşacak değilim" yanıtını verdi. Başbakan Tayyip Erdoğan, Köşk planları da dahil siyasette yeni yol haritasını çizeceği partisinin bu yıl sonundaki büyük kongresi öncesinde sürpriz adımlara hazırlanıyor. Ak Parti’de Kurtulmuş sesleri Ekim sonu, Kasım başı gibi düşünülen ve Ak Parti’nin büyük bir sürpriz olmaması halinde Erdoğan’lı bu son büyük kongresinde, partiye “taze kan” olabilecek dışarıdan önemli katılımlar planlanıyor. Bu çerçevede, adları daha önce de Ak Parti ile birlikte anılan HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ile eski DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun transferinden söz ediliyor. Ak Parti MYK'da gündeme geldi Kurtulmuş ve Soylu’nun partiye katılımları konusu, Ak Parti’nin Pazartesi günü Erdoğan başkanlığında yapılan ve ağırlıklı gündemini Suriye ile yaşanan “jet krizi”nin oluşturduğu Merkez Yürütme Kurulu’nda (MYK) da gündeme geldi. Erdoğan’ın gündeme getirdiği bu iki isim konusunda MYK üyeleri arasında bölünme yaşandı. Çoğunluğun olumlu baktığı toplantıda, Kurtulmuş’un, 2007 milletvekili seçimlerindeki daveti geriye çevirdiği anımsatılarak itiraz edenler de oldu. Siyaset kulislerinde, Ak Parti’nin Kurtulmuş ile temasının uzun bir süreden beri el altından sürdüğü konuşuluyordu. 2011 seçimlerinde, koptuğu SP’nin de altında kalınca morallerin bozulduğu HAS Parti’de en önemli sıkıntılardan birinin de parti faaliyetlerinin yürütülmesinde çekilen ekonomik sıkıntılar olduğu belirtiliyor. Evde 1.5 saat yemekli görüşme Kurtulmuş’un Ak Parti yolunda olduğuna ilişkin iddiaları ise, geçirdiği operasyon sonucu İstanbul’daki evinde dinlendiği sırada eşiyle birlikte ziyaret ettiği Erdoğan ile yemek de yenen 1.5 saatlik uzun bir görüşme yapması tetikledi. Bu görüşme, her iki partinin kulislerinde de bu transfere ilişkin kulisleri kaynatmaya başlattı. Erdoğan ile en son Sabri Ülker’in cenazesinde yan yana gelen Kurtulmuş’un 12 Eylül’deki Anayasa referandumuna güçlü destek vermesi ve son dönem Ak Parti’ye yönelik muhalefet dozunu düşürmesi de kulislerdeki kaynamayı daha da alevlendirdi. Ak Parti'ye katılım Kasım sonu ya da Aralık başında Özellikle Ak Parti kulislerinde, uzun süredir el altından temasları süren bu transfere ilişkin teklifin büyük kongre öncesinde Erdoğan tarafından Kurtulmuş’a resmen iletileceği konuşuluyor. Ekibiyle birlikte Ak Parti’ye katılımının ardından da Kurtulmuş’un, Kasım sonu ya da Aralık başında yapılması planlanan büyük kongresinde partisinin tüzel kişiliğine son de partinin tüzel kişiliğine son vereceğinden söz ediliyor. Erdoğan sonrası için konuşuluyor Kurtulmuş’un Ak Parti’ye geçmesi halinde kongrede oluşturulacak ve Erdoğan sonrası Ak Parti’nin yol haritası niteliği taşıyacak yeni MKYK’sında yer almasına kesin gözüyle bakılırken, kulislerde adı Erdoğan sonrası parti liderliği için de konuşuluyor. Ancak, geçmişte Erdoğan ve Ak Parti ile ciddi sıkıntılar yaşamış isimlerin varlığına da dikkat çekilerek, Kurtulmuş’un bütün ekibini Ak Parti’ye taşıyıp taşıyamayacağı da merak ediliyor. Bu konuda da, Kurtulmuş’un en yakınındaki iki kurmayı, Genel Başkan Yardımcısı Erol Erdoğan ile İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu’nun isimlerine dikkat çekiliyor. Ak Parti kaynakları, Hürriyet’e, “Evet, Sayın Kurtulmuş ve Soylu’nun isimleri gündemimize geldi. Aramızda tartıştık, destek verenler de oldu, karşı çıkanlar da. Bizim kapımız, ilke ve değerlerimizi benimseyen, ölçülerimize uyan herkese açık, zaten sürekli katılımlarla büyüyoruz, kongrede de partimize yeni katılımlar olması kimse için sürpriz olmaz” derken, HAS Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu ise “Şu an bu konuda ne bizim tarafta niyet, ne de öbür taraftan bir teklif var, onun için bu olay şu an bizim için tümüyle spekülasyon. Bu iddialar gündeme geldiğinde konuyu Sayın Genel Başkana da sorduk, kendisi de spekülasyon olduğunu söyledi” dedi. Yolları yine bir kongrede ayrılmıştı Geçmişte aynı otobanda siyaset yapan Erdoğan ile Kurtulmuş’un yolları, RP’nin kapatılmasının ardından kurulan FP’deki “yenilikçiler” ile “gelenekçiler” arasındaki iktidar mücadelesi sırasında ayrıldı. Kurtulmuş, Erdoğan ve Abdullah Gül’ün başını çektiği “yenilikçiler” yerine Erbakan’ın başını çektiği “gelenekçiler”in safında yer aldı. Kurtulmuş, partinin bölünmesine giden FP’nin son kongresinde, Gül’ün Recai Kutan karşısında yenilgiye uğramasında etkili olan İstanbul kongresinde Erdoğan’ın adayı Mehmet Müezzinoğlu’nun karşısına aday olarak çıkmış ve kongreyi de kazanmıştı. Erdoğan ve Gül, Ak Parti’yi kurarak ayrılırken, Kurtulmuş ise yoluna FP, kapatılınca da yerine kurulan SP’de devam etti. Sıkıntılı bir kongre sürecinin ardından SP’ye Genel Başkan da olan Kurtulmuş, bir süre sonra ise merhum Erbakan ve ekibiyle kriz yaşadı. Erbakan ve ekibinin partinin yönetimine aşırı müdahaleci tutumundan rahatsız olan Kurtulmuş bir süre sonra ekibiyle birlikte SP’den ayrılarak HAS Parti’yi kurdu. Ancak, özelikle son seçimlerdeki başarısızlık, özellikle de partisinin oylarının koptuğu SP’nin bile altında kalması Kurtulmuş’ta büyük hayal kırıklığı yarattığı belirtilirken, SP’den birlikte koptuğu bazı isimler de bu süreçte kendisinden uzaklaştı. Geçmişte Erbakan’a en yakın isimler arasında yer alırken Kurtulmuş ile birlikte hareket eden “Milli Görüş”ün önemli bir ismi, HAS Parti ile arasına neden mesafe koyduğunu Hürriyet’e, “Yıllarca onlar gibi olmamak için mücadele ettiğimiz Ak Parti gibi olacaksak bunca çabamız niyeydi?” dedi. Gözler sürpriz transferlerde Bütün bu gelişmelerin ardından şimdi gözler Ak Parti’nin tarihi önümüzdeki ilk MYKK’sında kesinleşecek büyük kongresine ve bu kongreye gidiş sürecinde Ak Parti’nin Erdoğan sonrası yol haritasına da ışık tutacak sürpriz transferlerine çevrildi. Kurtulmuş'tan açıklama: Olmayan bir şey hakkında konuşacak değilim Ankara'da bulunan Numan Kurtulmuş, Ak Parti'ye geçeceği iddiaları ile ilgili gazetecilerin sorularını yanıtladı. Kurtulmuş, "Bugün bende sabah gazetelerden okudum. Ak Parti'nin içinde konuşulmuş bir konu. Bize intikal etmiş olan bir şey yok" diye konuştu. Kurtulmuş, "Teklif gelirse düşünür müsünüz?" sorusunu ise "Olmayan birşey hakkında konuşacak değilim" şeklinde yanıtladı.

Reşat Nuri Erol
28.06.2012
14:44

BBP, AK Parti’ye katılacak

Başbakan Erdoğan, pazartesi akşamı yapılan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısında arkadaşlarına, epey zamandır pişirilen bu konuyu “Numan Bey ile Süleyman Soylu Bey AK Partili olabilirler. Buna ne diyorsunuz?” diye sorarak gündeme getirdi. Bazılarının özellikle Numan Kurtulmuş’u kastederek, “Daha önce teklif edildi, gelmedi” çıkışları genelde kabul görmedi. Genel itibariyle bu fikre sıcak bakıldı. Zaten Numan Bey de gün içinde kendisine soru sorulduğunda haberi yalanlamadı. “Bana böyle bir teklif gelmedi” dedi. Gelelim asıl bombaya… Kuruluşunun 11., iktidarının 10. yılını kutlamaya hazırlanan AK Parti, yapılacak büyük kongrede isimlerden öte bir parti ile de teşkilat olarak katılması yolunda görüşmeler yürütüyor. Bir noktanın altını çizmeme müsaade edin. Numan Beyve Süleyman Soylu Bey ile kişisel katılım olarak görüşmeler yapılıyor. Bir cümle sonra açıklayacağım oluşum ile ise parti teşkilatı ile birlikte katılma görüşmeleri yürütülüyor. Eğer son anda bir aşılamayacak bir sorun yaşanmazsa Büyük Birlik Partisi, yapılacak büyük kurultayda AK Parti’ye katılacak. Muhtemelen, Genel Başkan Mustafa Destici ve parti yöneticileri bu bilgiyi şu aşamada doğrulamayacak. Ama görüşmelerde engellerin büyüğü olarak görülenlerin hemen hepsi aşıldı. Peki sorun var mı? AK Parti’de görüşmeleri yürüten isimlerin ifadesiyle söylemek gerekirse, “Yok denecek kadar az”.

Reşat Nuri Erol
28.06.2012
14:48

ÖYM'nin kaldırılmasını asker mi istedi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Özel Yetkili Mahkemelerin (ÖYM) kaldırılıp yerine başka mahkemelerin kurulması, düzenlemenin de 1 temmuzdan önce çıkarılacak 3. Yargı Paketi’ne eklenmesi talimatı vermesinde askerin etkisi olduğu belirtiliyor. 28.06.2012 11:36 Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, haftasonunda Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i ziyaret ederek ÖYM'ler üzerine görüş bildirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Özel Yetkili Mahkemelerin (ÖYM) kaldırılıp yerine başka mahkemelerin kurulması, düzenlemenin de 1 temmuzdan önce çıkarılacak 3. Yargı Paketi’ne eklenmesi talimatı vermesinde askerin etkisi olduğu belirtiliyor. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök geçen hafta Başbakan Erdoğan’ı, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ise 23 haziranda Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i ziyaret etti. 3. Yargı Paketi’nin ÖYM’lerle ilgili düzenlemeler eklenerek çıkması halinde tutuklamanın zorlaşması ve buna bağlı olarak da Ergenekon, Balyoz ve İnternet Andıcı davalarında tahliyeler olması bekleniyor. Başbakan’ın ÖYM’lerin kaldırılması ve bunun 3. Yargı Paketi’ne eklenmesi kararı vermesinde etkili olan asker ziyaretlerinin ilki geçen hafta gerçekleşti. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, geçen hafta Başbakan’ı ziyaret etti. Kurmaylarıyla görüştü Genelkurmay Başkanı ise 23 haziranda Adalet Bakanlığı’na giderek Bakan Sadullah Ergin’le görüştü. Her iki zirvede de Ağustos Şûrası’nda Balyoz davası kapsamında tutuklu 68 general ve amiralin durumunun ne olacağının yanı sıra, ÖYM’lerin kaldırılmasıyla ilgili düzenlemenin 3. Yargı Paketi’ne eklenmesi ve bundan sonraki muhtemel soruşturmalarda, MİT’çilere yapıldığı gibi, askerlere soruşturma açılmasının Başbakan’ın iznine bağlanması önerisinin ele alındığı kaydedildi. Öte yandan Başbakan Erdoğan dün akşam saatlerinde kurmaylarıyla biraraya gelerek ÖYM’lerin kaldırılması konusunu görüştü. 17.00 sularında başlayan toplantıya Başbakan yardımcıları Bekir Bozdağ, Bülent Arınç ve Beşir Atalay’ın yanında Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya katıldı. Bekir Bozdağ görevlendirildi Türkiye aylardır ÖYM’lerin kaldırılacağı ya da görev alanlarının darbe ve silahlı terör suçlarıyla sınırlandırılacağı; bu suçlara ilişkin soruşturma, kovuşturma usül ve esaslarının yeniden düzenleneceği yönündeki açıklamalarla yatıp kalkıyor. Ergenekon, Balyoz gibi davaları etkileyeceği gerekçesiyle AKP’de de tartışmalara neden olan ÖYM’lerin kaldırılması konusu, Başbakan Erdoğan’ın partisinin MYK toplantısında, kurmaylarına ÖYM’lerin kaldırılması talimatını verdiğinin duyulmasından sonra gündemdeki yerini aldı. Erdoğan’ın, yardımcısı Bekir Bozdağ başkanlığındaki bir komisyonu bu işle görevlendirdiği dile getiriliyor. CHP’den tam destek 3. Yargı Paketi, cumartesi günü görüşüleceği için süresi çok sınırlı olan Komisyon’un üzerinde çalıştığı seçenekler arasında Ankara’da sadece bu suçlara bakmakla görevli bir mahkeme kurulması, diğer illerde aynı suçlara bakacak ağır ceza mahkemelerinin belirlenmesi var. Daha kuvvetli görülen diğer seçenek ise belli illerde “Bölge Terör Mahkemeleri” kurularak diğer illerin buraya bağlanması. Erdoğan’ın “ÖYM’ler kapatılsın” talimatına ilk ve en önemli destek CHP’den geldi. Anumuhalefet Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu, konuyla ilgili soruları şöyle yanıtladı: “Eğer bir ülkede demokrasi istiyorsak, Özel Yetkili Mahkemelere gerek yoktur. Bunlar operasyon mahkemeleridir, sıkıyönetim mahkemeleridir.” Başbakanlık’ta kritik zirve ÖYM’lere ilişkin gün boyunca bu gelişmeler yaşanırken akşam saatlerinde Başbakan Erdoğan, Başbakan Yardımcıları Bülent Arınç, Beşir Atalay, Bekir Bozdağ ve Bakan Sadullah Ergin’le görüştü. Başbakanlık Resmi Konutu’nda basına kapalı gerçekleşen ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya’nın da katıldığı görüşme 3.5 saat sürdü. Başbakan Erdoğan konuştu, yardımcılarının kafası karıştı ÖYM’lerin kaldırılması konusunda üçü de Başbakan yardımcısı olan hükümet üyelerinden farklı tonda açıklamalar gelmesi kafaları karıştırdı. Bülent Arınç, “Basına bir kulis haberi olarak düşen konuyla ilgili doğrudan bilgilendirilmiş değilim. Doğru olma ihtimali çok zayıf” dedi. Bekir Bozdağ’ın konu hakkındaki sözleri şöyle: “CMK 250. maddeyle ilgili çalışma ayrıca devam ediyor, bittiğinde değerlendirme yapılacak. 3. Yargı Paketi içinde 250. madde ve devamıyla ilgili iki madde var bildiğim kadarıyla.’’ 3. Yargı Paketi için ÖYM’lerle ilgili maddenin şekillendiğini belirten Beşir Atalay ise, “Yeni uygulama ile ilgili karar henüz netleşmedi. 3. Yargı Paketi’ne yetiştirilebilmesi için de o çalışmanın hızlandırılması söz konusu” diye konuştu. 3. Yargı Paketi mühim 3. Yargı Paketi’ndeki düzenlemeler arasında tutuklamanın zorlaştırılması ve tutukluluk yerine geçen Adli Kontrol uygulamasında ceza üst sınırının kaldırılması da var. Buna göre, mahkemeler daha zor tutuklama kararı verebilecekleri gibi, Balyoz, Ergenekon gibi davaların sanıklarına tahliye yolu açılabilecek. Paket, örgüt adına suç işlememekle birlikte örgüt üyesi gibi cezalandırmaya kapı aralayan TCK maddesinde de ceza indirimi öngörüyor. Basın yoluyla işlenen ve üst sınırı 5 yıl olan suçlara ilişkin soruşturma ve davalar üç yıllığına ertelenebilecek, suçun tekrarı halinde ceza infaz edilecek.

Reşat Nuri Erol
29.06.2012
06:46

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

29 Haziran 2012 Cuma

İmam hatiplerin misyonu

Sayın Türköne ile "İmam Hatiplerin misyonu bitti, bitmedi" konusunda karşıt görüşle bir tartışma yapacağım hiç aklıma gelmemişti, demek kaderde bu da varmış. İlgili yazısı bence çok problemli, zorlanarak yazılmış, dalgın ve yorgun bir halde kaleme alınmış, diyeceğini açık seçik diyemeyen bir yazı intibaı veriyor. Bazı noktaları tartışalım: "Bugünün muhafazakâr hegemonyası içinde çelik çekirdeği, bugün sayıları yüz binlere varan İmam-Hatiplilerin oluşturması..." Türkiye'de muhafazakâr hegemonyası varsa bunun tabanı/destekçisi halktır. Ülkeyi muhafazakârlığın dışına çekmek için çabalayan siyasilere ve devrimcilere halk itibar etmemiş, onları gönül ve oy ile desteklememiş, fırsat bulduğunda altlarından sandalyeyi almış ve değerlerini muhafaza edeceğine inandığı kadroları işbaşına getirmiştir. Bu durum 1950 den bu yana böyledir ve önemli bir diliminde henüz İmam Hatipliler yoktur. İmam Hatiplilerin muhafazakârlığı "körükörüne maziden devralınanı korumak ve bunların köklü değişimine karşı çıkmak" şeklinde değildir. İmam Hatiplilerin korumak istediği, mahiyetine aykırı olarak değiştirilmesine karşı çıktığı değer İslam'dır. İmam Hatipliler "İslam'dan uzaklaşmış toplumu yeniden İslam'a götürme" davasını benimsemiş -bu manada- inkılapçı bir nesildir. Bugün Türkiye'de bir "İslami hegemonya"dan söz etmek tutarsızdır. İslam ile ilgisi bulunsun bulunmasın geleneğin korunması söz konusu ise "Türkiye'yi AB'ye sokmak ve demokrasiyi tamamlayıp güçlendirmek için çalışan bir iktidarı ve onu destekleyen tabanı bu manada bir muhafazakarlıkla nitelemek de gerçek dışıdır. Ayrıca nesil olarak İmam Hatipliler, geleneğin korunması bahsinde seçicidirler; İslam'a aykırı olan gelenek bid'attır ve onun sünnetle değiştirilmesi gerekir. Bugün siyasette, bürokraside, ticarette, medyada, akademide... İmam Hatip neslinden pek çok insanımız var; buna kim itiraz edebilir? Ülkenin hukuku meşruiyet tanımış, onlar da bu imkanlara sahip olmuşlardır. Bu makam, mekan ve imkanlara sahip olan İmam Hatipliler özel hayatlarında -genele nispetle- daha dindar olabilirler, bu da onların hakkı, hatta vazifesidir. Ama farklı olanları kendilerine benzetmek için baskı yapmazlar, zor kullanmazlar, şiddete asla yaklaşmazlar. Anlatarak, sevdirerek, ikna ederek İslamlaştırma vazifesi ise yalnızca İmam Hatiplilerin değil, bütün müslümanların vazifesidir; bu misyon İmam Hatiplilerin varlık sebebidir ve bu misyonun sona erdiğini söyleyen ya ne dediğinin farkında değildir veya bu misyona karşı çıkmakta, bunu muhafazakârlık saymakta ve buna karşı mücadele bayrağını açmaktadır. Eh, bu da –mevcut düzende- insanların hakkıdır, yapabilirler, ama neye ve kime karşı mücadele ettiklerini iyi düşünmeleri gerekir. (Konuya devam edeceğim).

Reşat Nuri Erol
29.06.2012
07:15

MAHMUT ÖVÜR

SABAH gazetesi

Başbakan, Kurtulmuş ve Soylu ile görüştü mü?

Başbakan Erdoğan'ı diğer siyasi aktörlerden ayıran bir özelliği de ülkeyi yönetirken, partisini de ihmal etmemesi. Bir yılı değil birkaç yıl sonranın hesaplarını yapıyor. Girdiği her seçimde oyunu yükselterek çıkan AK Parti'nin "üç dönem sınırlaması"ndan sonra başına kimin geleceğini ve nasıl yönetileceğini, sadece AK Parti tabanı değil, siyasetle ilgili herkes merak ediyordu. Aylar önce siyaset kulislerine düşen haberi duyduğumda Başbakan Erdoğan için "Yine büyük düşünüyor" diye düşündüm. Gerçekten de öyleydi. Yaklaşık 4 ay önce mart başlarında Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve eski DP Genel Başkanı Süleyman Soylu ile Başbakan Erdoğan'ın Dolmabahçe'de görüştüklerini öğrendim. O günlerde Başbakan Erdoğan'ın rahatsızlığı gündemdeydi ve bu görüşmelere "Geçmiş olsun" ziyaretleri olarak bakılmıştı. Oysa görüşmelerin içeriği tamamen siyasiydi ve iki siyasi aktöre de Başbakan Erdoğan, AK Parti'ye katılma daveti yapmıştı. Ne olup bittiğini eski DP Genel Başkanı Soylu'ya sordum. Konuşmadan önce bir tek şartı vardı: "Yazmamak koşuluyla şunu söyleyebilirim; evet böyle bir görüşme oldu ve böyle bir teklif geldi." Soylu bugün de aynı çizgideydi ve şöyle diyordu: "Sanırım AK Parti yönetimi bizimle ilgili böyle bir değerlendirme içinde. Kendilerine şu dönemde ancak müteşekkir olabilirim. Çünkü Türkiye ve dünya gündeminde önemli konular varken, şahsi olarak isimlerimizin gündem olması millete haksızlıktır diye düşünüyorum." Aynı şeyi Numan Kurtulmuş'a sormadım ama o konuda aldığım istihbarattan emindim. Zaten Başbakan Erdoğan daha önce de Kurtulmuş'u partiye davet etmiş, hatta Kurtulmuş'u eşine şikâyet ederek bir an önce karar vermesini istemişti. Doğrusu bugün Kurtulmuş'un kalkıp "Böyle bir şey yok" demesi, aradan geçen zaman değiştirmediyse parti içine yönelik bir çıkıştan öte bir anlam taşımıyor. Küçük partilerde çalkantı daha büyük olabilir. Olayın belki zamansız sızdırılmasının da bunda katkısı var. Aylar sonra da olsa Ömer Şahin Radikal'de siyaset kulisleri açısından iyi bir haberciliğe imza attı ve ilginç tartışmaların kapısını araladı. Araladı, çünkü AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de aynı gün bir televizyona çıkıyor ve şu ilginç açıklamayı yapıyordu: "Bu arkadaşlar partimize karşı çok sert eleştirilerde bulundular. Eğer o eleştirilerinden vazgeçmişlerse partimize gelebilirler..." İlginç ve parti içi kaygıyı dile getiren bir tepki... AK Parti içinde, Kurtulmuş ve Soylu gibi isimlerin partiye katılması elbette güle oynaya karşılanmayacaktı ama bu kadar sert çıkışı da farklı yorumlamak gerekiyor. İşin doğrusu tüm bunlar şu gerçeği değiştirmiyor: Başbakan Erdoğan bu girişimiyle genel başkanlığının son kongresinde büyük bir siyasi hamle hazırlığı içinde. Partisinin doğal büyümesiyle yetinmiyor, onu yeni isimlerle takviye ederek siyasi boşluklara izin vermiyordu. Görünen o ki, AK Parti olağan kongresine giderken kolayı değil zoru seçiyor. Mevcut kadrolarla yetinmiyor, yol arkadaşlığı yapan siyasi aktörleri de içine alarak büyük bir hamleye hazırlanıyor. Riski de getirisi de büyük bir hamle bu. Üstelik önünde de, 70'e yakın 3 dönemi dolduran siyasetçinin geleceği, partinin başına kimin geçeceği, cumhurbaşkanıbaşbakan ilişkilerinin nasıl olacağı gibi soru işaretleri varken... Siyasette "büyük düşünmek" böyle bir şey belki de.

Reşat Nuri Erol
30.06.2012
08:15

Müfit Yüksel 30 Haziran 2012 Cumartesi

Mele açılımı ve bölge medreselerinin durumu

Diyanet bu yıl son Mele/Molla Açılımı/Projesi çerçevesinde 1000 kişilik bir kadro açıp, Kürt medreselerinde okumuş olup icâzetli olanların istihdam edilmesinne yönelik imtihanlar gerçekleştirdi. Orada, Selçuklu Veziri ünlü Nizâmulmülk'ün açtığı Nizâmiye medreselerinin günümüze gelen son bakiyesi olarak asırlardır devam eden Kürt medreselerinin 1924'ten sonra ilk defa bu şekilde Diyanet kurumunca sahiplenilmesi son derece önemliydi. Ancak imtihan sonuçlarının, medreselerin geldiği noktayı göstermesi açısından, maalesef hiç de iç açıcı olmadığı görüldü. Oysaki, o medreseler, Kürt medreseleri ne büyük alimler, allâmeler çıkarmıştı. Tarihte, Mukaddime Sahibi İbn Salah, ünlü kıraat âlimi Mevlana Ebu'l-Hayr Muhammed El-Cezerî, ünlü Şeyhülislâm Molla Şemseddin Ahmed El-Gürânî , Mevlâna Hüsameddin El-Bitlisî, Mevlâna İdris-i Bitlisî, Kâtip Çelebî'nin Hocası Ayasofya müderrisi Molla Hoca Kürd Abdullah Efendi örneklerindeki gibi nice âlim/allâme çıkarmıştı. 19. Yüzyıl'da, Mevlana Şeyh Hâlid-î Şehrezorî Bağdâdî Hazretleri, Molla Ahmed El-âdemî , Molla Yahya El-Mizûrî, Şeyh Molla Hâlid ElCezerî, Allame Molla Halîl El-Es'ardi, Şeyh Seyyid Taha El-Hakkârî, Şeyh Abdurrahman Halis Et-Tâlebânî, Büyük Kelâm âlimi Allâme Şeyh Molla Hâlid El-Orekî, Molla Resul Es-Sibkî, Şeyh Mıhammed Ziyâeddin, Şeyh Abdülkahhar Ez-Zokaydî, Şeyh Seyyid Fehim El-Arvâsî, Şeyh Muhammed El-Küfrevî, Bedüzzaman'a lakabını veren hocası Molla Fethullah Hasbî El-Es'ardî, Allâme Şeyh Fethullah El-Verkânisî, Bediüzzaman'ın hocası Allâme Molla Muhammed Emîn El-Kursuncî gibi alimler hep bu medreselerden yetişmişti. 20. Yüzyıl'da Bediüzzaman Said En-Nursî, Şeyh Alaaddin El-Ohînî, Şeyh Ahmed El-Haznevî, Şeyh Selim El-Hezânî, Molla Abdülkerîm El-Parsingî, Molla Hüseyin-i Küçük, merhum pederim Allâme Molla Sadreddin Yüksel, Molla Muhyeddin El-Hâvilî, Allâme Şeyh Abdülkerîm El-Müderris, Allâme Şeyh Osman Halebçevî,Molla Salih El-Buhtî, Said Ramazan El-Butî, Molla Halil İbrahim El-Ayntâbî, Mehmed Emîn Er Hoca, Halil Gönenç, merhum Ali Arslan Hoca, merhum Mehmed Çağlayan, merhum Ahmed Meylanî, merhum Hasip Seven, merhum Mazhar Taşkesenlioğlu, Merhum Nureddin Can Hoca, Molla Şeyh Bedreddin Sancar, Molla Şeyh Burhan Yıldırım, Ahmed Çığman Hoca, tümü ve çok daha fazlası bölgedeki Kürt medreselerinden yetişti. Bu medreseler bölge insanının, kürt insanının yüz akı olarak bugünlere kadar geldi. Halen de, 60 küsur civarında medrese bölgede faaliyetini bir şekilde sürdürmektedir. Ancak bölgede son Mele Açılımı çerçevesinde Diyanetçe gerçekleştirilen imtihanlardaki sonuçlar üzücü bir nitelikte olup, medreselerin son 30-40 yıllık süreçte büyük darbe yemiş olduğunu göstermektedir. Medreseler , 1924'ten beri devletçe Tevhid-i Tedrisât kanunu çerçevesinde yasaklanmış olup, uzun yıllar sürekli takibata uğramışlardır. Buna rağmen bölgenin dindar ve İslami geleneğe bağlı olan halkı tüm zorluklara karşın bu medreseleri kendi imkan ve iâneleriyle koruyup sürdürdü. Devletin yasak, baskı ve takibatının yanısıra, bu kürt medreseleri en büyük darbeyi son 30-40 yıllık modernleşme sürecinde aldı.60'lı yılların sonlarından itibaren İdeolojik Sol/Marxist kürt hareketinin yükselişi, 30 yıllık PKK terörü, bunları bir hayli hırpalayıp darbeledi. Ancak bu medreselere en büyük kötülüğü, Stalinist/Marxist gruplara destek veren bir kısım kendini bilmez medrese mollaları yaptı. Devletin uygulamaları ve PKK'nın yanısıra en büyük zarar onlara ait. Zaten uzun zamandır, Sarf-Nahiv ve bazı âlet ilimleri dışındaki ilimlerin okutulmadığı Kürt medreselerinin bu hale gelmesinde başka önemli faktörler de sözkonusudur. Bunların da başında Türkiye'deki Dinî cemaatlerin, Selçukluların Nizâmiye medreseleri geleneğinden gelip asırlardır hayatiyetini sürdüren bu medreselere hemen hemen hiç sahip çıkmamış olmalarıdır. Bir kısım Dinî cemaatlerin Üniversite vesair Modern Eğitim kurumlarını, neredeyse sadece tıp ve mühendislik mesleğini, Yüceltmeleri, kompleksle adeta kutsamaları, bu çerçevede,Dinî ilimlere değer vermemeleri, medreseleri küçümsemelerinin de bunda büyük rolü oldu. Hem Dinî cemaat olacaksınız, hem de seküler modern eğitim kurumlarını, neredeyse sadece tıp ve mühendislik mesleğini yüceltip, Dinî ilimlere değer vermeyip asırlara varan dini geleneğe sahip,Dinî eğitim kurumları olan medreseleri modern/seküler bir refleksle küçümseyeceksinız. Bu, bir kısım Dinî cemaatler açısından ne yaman bir çelişki... Ebetteki 60 yıllık İmam –Hatip okulları deneyimi ,60'lı yıllarda İmam-Hatip Okulu diploması zorunluluğunun getirilmiş olması ile İlahiyat fakültelerinin de bu çöküşte ciddi rolü sözkonusu oldu. Bu ise başlıbaşına bir makale konusudur. Sadece, Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt medreseleri değil, son 30 yılda, bir zamanlar hâfızlık ve kıraat ilimlerinin önde olduğu, Trabzon'un Of Ve Çaykara ilçeleri başta olmak üzere, Doğu Karadeniz'deki medrese ve Kur'ân Kursları da aynı vahim durumla karşı karşıya kalmıştır. Hafızlık ve kıraat ilimleri, tarihimizde "Dâru'l-Kurra" dediğimiz müessese ve binalarda talim ve tedris olunurdu.Konya'da Hasbey Dâru'l-Huffâzı, İstanbul'un sur içinde, Vefa'da Mimar Sinan yapısı Hüsrev Kethüdâ, Fatih-Malta'da, Şeyhülislâm Sadullah Çelebî ve Şeyhülislâm Es'ad Efendi Dâru'l-Kurraları gibi onlarca Dâru'l-Kurra binaları bulunurdu. Modernleşme ve sekülerleşme süreç ve politikaları bu kurumları da zamanla kaldırdı. Son dönemlere kadar bile Türkiye'de özellikle bazı bölgelerde yaygın olan hafızlık/kıraat geleneği tükenme aşamasına gelmiştir. Bütün eksik, sancılı ve tenkit edilebilecek yönlerine rağmen bu müessese ve geleneklerin devamı da son derece önem arz etmekteydi. 2009 yılı yazında, Trabzon'un Of ilçesine bir vefat vesilesi ile yaptığım ziyarette, ilçenin Merkez camiinde gerçekleştirilen bir hafızlık cemiyeti ile karşılaşmıştım. Koca camideki hafızlık icâzet merasiminde 50 kişi bile yoktu. Yani, Türkiye'de bu hafızlık ve kıraat ilimlerinin en yaygın olarak devam ettiği Doğu Karadeniz'de dahi bu anlamda herşey adeta bitip tükenmişti. Bu çerçevede, bu kurumların ıslah edilerek yaşatılması bu ülkenin dindar Müslümanları için hayati derecede önemlidir. Kürt medreselerine başta İslami kimliğe sahip kürtlerin kendileri olmak üzere dinî grup ve cemaatler mutlaka sahip çıkmalıdır. Özellikle, Dindar kürtlerin Sol/marxist hareketin ve pzitivizme dayalı modernizmin etkisi ile kendi özleri olan bu müesseselere sahip çıkmamaları, kendi bindikleri dalı kesmeleri anlamına gelmektedir. 60 yıllık İmam-Hatip okulları ve İlâhiyât Fakülteleri tecrübesi âlim/allâme diyebileceğimiz tarzda Din âlimi yetiştiremedi. Dinî ilimlerden ve ulemâdan yoksun Dinî cemaatler ve bu ülkenin Müslümanlığı nereye kadar sağlıklı bir şekilde devam edecek? Kürt medreselerinin ıslahına, işlerlik kazandırılmasına ve yasal statüye kavuşturulmalarına yönelik projeler behemahal geliştirilerek fiiliyata konmalıdır. Kürt medreselerine yönelik, Bediüzzaman'ın Medresetu'z-Zehrâ projesinin günümüze uyarlanmış/update edilmiş şekli olarak beş dili(Kürtçe, Arapça, Türkçe, Farsça ve İngilizce) çok iyi bir şekilde öğretebilen ve bu dillerde, müfredâtı sıra kitapları (Kitébin Rézi) cenderesinden kurtulup, oldukça geliştirilmiş şekilde, dini ve sosyal ilimlerde eğitim veren, bu anlamda akidesi sağlam,sağlıklı/donanımlı din adamı/din âlimi, din görevlisi yetiştirecek şekilde ıslah projelerinin gerçekleştirilmesine ve bunların zamanla Doğu Karadeniz illerine de kaydırılmalarını sağlayacak orta ve uzun vadeli çalışmalara ihtiyaç vardır.

Süleyman Karagülle
30.06.2012
16:37

Nizamiye Medresesi örneği yeni medreseler kurmalıyız. Temel dersler Kuran arapçası (tecvit, lügat, sarf, nahiv, maani, beyan,bedii, Usul ve Kuran arapçası ile Matematik (birimler, sayılar, işlemler, diziler, cebir, analiz, ihtimaliyat ve matrisler) tedris edilmelidir. Çağımızın sorunlarını çözecek fıkıh yeniden tedvin edilmelidir. Bunun için halk organze olmalıdır. Doğuda terörü bitirtecek olan medrese ve aşiret sisteminin ihyasıdır.





Sayı: 158 | Tarih: 24.06.2012
Mahir Kaynak
Bu hafta yazısı yok.
Düşen Uçak
1676 Okunma
18 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Hıristiyan domates
Sebzelerin dini, Tavandaki haç
1317 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Bu bir "savaş ilanı" değil "ağır tahrik"tir
Siyaset kan dökülmeyen savaştır…
1167 Okunma
2 Yorum
Tayibet Erzen
Mehmet Şevket Eygi
Protestanlaştırılmaya Karşı Direnelim
Halka Kuran Açıklanmalı
1126 Okunma
3 Yorum
Emine Hocaoğlu
Yusuf Kaplan
Garaudy'nin akıntıya karşı yüzyıllık savaşı
Garaudy'nin çözümü neydi?
1055 Okunma
2 Yorum
Ali Bülent Dilek


© 2024 - Akevler