Reşat Nuri Erol
27.05.2012
05:30
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 27 Mayıs 2012 Pazar
Aldırmayan "bizden değildir"
Altan Tan kardeşimiz, "Yine yazınızda belirttiğiniz 'Vatandaşlık esasında birlik ve eşitlik' ile neyi ifade etmek istediğinizi merak ediyor, öğrenmek istiyorum." diyordu.
Cuma günü yazımızda "teorik olarak İslam'da, farklı alt kültür gruplarının hakları ve ödevleri" konusunda bazı şeyler yazmıştık. Yukarıdaki soru üzerine bugün de "laik-demokratik-ulus devletlerinde" farklı etnik gurupların haklarına temas etmemiz gerekiyor. Soruda yer alan ifademiz şudur: "vatandaşlık esasında birlik ve eşitlik". İslam'da devletin insan unsurunu birbirine bağlayan en hakim ve üstün bağ dindir, inançtır. Laik ve seküler sistemlerde ise bunun yerini vatandaşlık alıyor ve teorik olarak "etnik aidiyetleri, alt kültürleri ne olursa olsun bütün vatandaşların haklarda ve ödevlerde eşit olmaları" gerekiyor. Peki fiilen bu eşitlik gerçekleşiyor mu?
Cumhuriyetin ilanından sonraki politikalara bakılırsa "bütün unsurları her yönden türkleştirmek" için her çareye başvurulduğu görülüyor. Hem İslam'a hem de farklı kültürel ve etnik aidiyetlere karşı takınılan tavır, yapılan uygulamalar zaman zaman isyanlara bile sebep oluyor; ancak isyanlar, acıları hala hissedilen şiddetli tedbirerle bastıtılıyor. Gün geçiyor, devran dönüyor, dünyanın geldiği nokta, her bir ülkeyi ve toplumu, eskiye nispetle daha fazla etkiliyor; bu yüzden insan hak ve hürriyetleri konusunda ilerlemeler, iyileştirmeler gerçekleşiyor. Bugün gelinen noktada "herkesi zorla belli bir etnik aidiyete sokmak ve orada eritmek" yerine "farklıların bir arada insanca, adil paylaşım çerçevesinde yaşamaları" ilkesi itiraz kabul etmez bir kural oluyor. İşte bu gerçeği göz önüne alarak kürt meselesinde de "vatandaşlık ortak bağının esas alınması, hak ve ödevlerde bu ortaklığa göre eşitliğin gerçekleştirilmesi" çözüm olabilir dedim. Bu çözüm benim iman ve davamın oluşturduğu çözüm değil,onu daha önce yazdım, ama mevcut şartlarda, "insan hak ve hürriyetlerine bağlı demokrasilerde" çözüm olsa olsa böyle olur" diyorum.
Eşitlik derken bir de "birlikten" söz ediyorum. Hem birliği hem de eşitliği sağlamak soğukkanlı, geniş ve derin müzakereleri gerekli kılıyor. Fatklı gurupların ve her bir grubun iç bölümlerinin ve fertlerinin aynı sonuca razı olmaları ,imkansız gibidir. Bu noktada karşılıklı fedakârlık ve uzlaşma kaçınılmazdır.
Meseleye çözüm getirmek üzere belli insanların bir araya gelmelerinde elbette fayda vardır. Yeter ki, bu insanlar iyi niyetli ve ehliyetli olsunlar. Ben bunlardan bir olarak görülür ve davet edilirsem elbette katılır, düşüncemi söylerim, elimdem gelen gayreti sarf ederim. Çünkü akan kan da, heba olan servette ümmete aittir; buna göz yuman, aldırmayan, bunu dert edinmeyen "bizden değildir".
|
Reşat Nuri Erol
27.05.2012
05:52
| Abdullah Aymaz
Babam Âdem, annem Havva
Bir önceki yazımda, Avrupa iş kuruluşu UNITEE'nin başkanı Dr. Âdem Kumcu Bey'in gezi hatıralarından bahsetmiştim.
Bugün de ona Osmanlı sürgününün acı hatıralarını anlatan Sultan 5. Murad'ın torunu Şehzade Osman Selahaddin Osmanoğlu'nun geri kalan sözlerini aktarmaya çalışacağım. Osmanoğlu diyor ki:
Babam sürgünün olacağını bildiği için elinde bulunan mülkün yekûnunu dostlarına tapular. Bunlar hiçbir şekilde vefalarına helal getirmezler üzerlerine tapulanan mülkleri kendilerinin olarak görmezler, emaneti sahiplerine bir gün teslim etme sorumluluğuyla emanete ihanet etmezler. İşte bu, bu milletin vefasıdır.
Meselâ babama ait bir ev kendi üstüne tapulanmasına rağmen her ay kira bedelini bize gönderen babamın dostuna ne dersiniz? Üstelik her iki yılda piyasa değerine göre kirayı kendi inisiyatifiyle artırıyor. Babamın dostu vefat ettikten sonra bu geleneği torunları devam ettiriyor. Türkiye'ye geri dönme hakkına sahip olduğumuz zaman mülkler bizlere iade edildi. Bir başka örnek; tapusu üzerine olmasına rağmen babamdan kendisine intikal eden bir arsa satılınca parasını bize gönderen babamın sadık dostu. O para sayesinde ben İngiltere'de okuyabildim.
Beni en çok duygulandıran hâtıra da dede yadigârı bir piyanomuzun bize en iyi şekilde muhafaza edilmiş haliyle babamın dostlarının torunları tarafından iade edilmesidir. Türk insanının asaletini size daha nasıl anlatayım.
Bir yıl sonra pasaportun süresi bitince Fransa'da yeni pasaport alabilmek için annem ve babam Fransız otoritelerine müracaat ederler. Fransız Dışişleri Bakanlığı annemi ve babamı "Osmanlı vatandaşı" olarak kabul ettiğini bildirir ve bu statüde pasaport vermeye karar verir. Anneme, anne ve babasının ismini sorarlar. Annem bu sorunun cevabını bilmediği için "Babam Âdem, annem Havva" der ve pasaportuna böyle işlenir. Annemin kendi annesi ve babasının ismini bilmemesinin sebebi Osmanlı hanedanının şehzadelerine eş seçiminde özel bir uygulamadan kaynaklanıyor. Osmanlı İmparatorluğu'nda hanedan babadan oğula geçmektedir. Peki hangi soydan devam edecektir? İşte bunun sonucunda yabancı kızların hareme alınması ve akabinde bu kızlardan doğacak şehzadelerin tahta oturmasına karar verilmiştir. Şimdi kendi halkından bir kız alsan, doğacak şehzade üzerinde kızın ailesi de pay sahibidir. İleride bu şehzade tahta çıktığında anne tarafından dedesi torununun üzerinden nemalanabilir.
Tahtta oturan padişah da baba konumundadır, kızın babası da aynı konumdadır. Belki direkt olarak vâris olarak görmeyebilirler kendilerini fakat ciddi bir rant sağlama yoluna girebilirler. Bu da devlet otoritesinin zayıflamasına ve haksız mevkilere yol açar.
Netice olarak haremdeki kızlar yabancı milletlerden seçilir. Kazanılan bir savaş sonrası köle olanlar ve ailesi belli olmayan yani tek başına olan kızlar alınır. Böylelikle hanedan üzerinden rant elde etme işi engellenmiş olur.
Bunları anlatan Şehzade Osmanoğlu, Dr. Âdem Kumcu'ya, Âdem isminden ve annesinin dedesinin de pasaporta Âdem yazılmasından dolayı isim akrabalığının olduğunu söyler...
27 Mayıs 2012, Pazar
|
Reşat Nuri Erol
27.05.2012
06:09
| Ali Bulaç
'Türkiye İslamı'nın üç versiyonu
Birbirinden farklı karakteristik özelliklere sahip oldukları yolunda yaygın bir kanaat varsa da, gerçekte Türkiye, İslam dünyasının bir parçasıdır.
Mısır, İran ve Türkiye'nin yakın tarihini dikkatle inceleyenler, her üç önemli beşeri havzanın ortak bir tarihi yaşadıklarını, aralarında sadece ihmal edilebilir kısa zaman (birkaç yıl) farkı olduğunu tespit edebilirler. Bu açıdan bugün İslam dünyasının içine girdiği yeni durumu anlamak, aslında Türkiye'nin de bundan sonra izleyebileceği seyri anlamak bakımından önemlidir.
Birbirine benzer beşeri havzaların değişme dinamiklerinde din, modernite, sosyo-kültürel değişim, ekonomi politikaları, bölgesel ve küresel faktörler rol oynamaktadır. Ortadoğu'da patlamalar yaşandıysa söz konusu dinamiklerin ürünü olarak vuku buldular. Ve bu süreçte İslamî/İslamcı akım ve hareketler önemli paya sahip bulunmaktadırlar. Yaşanan olaylar eşliğinde bizim de nerelere doğru gittiğimizi anlayabilmek için, yakın tarihin değişme seyrini izlemek lazım. Bu da son 20. yüzyıldan devraldığımız İslamî akım ve hareketlerini doğru biçimde takip etmekten geçer.
Türkiye'deki İslamî hareketleri tasnif etmek icab ederse, üç ana grupta toplamamız mümkün. Bunlardan biri "Politik Müslümanlık", ikincisi "Sosyal Müslümanlık", üçüncüsü de "Kültürel veya Entelektüel Müslümanlık".
İslam ve İslamî hareketler olgusunu Batılı kavramlarla izah ediyoruz, çünkü "modern durum"da modern toplum söz konusu. Modernizasyon yoluyla modernleştirilen toplumun kurgusunda modernliğin kendisi belirleyici faktör olarak rol oynamaktadır. Ancak Türkiye'de -ve aslında genel olarak diğer İslam ülkelerinde- yaşayan insanlar sonuç itibarıyla nominal de olsa ezici çoğunluğu Müslüman olduğu için Müslümanlıklarını modernlikle birleştirerek veyahut uzlaştırarak yaşamaya çalışıyorlar. Batılı kavramlarla İslam dünyasını anlamaya çalışmak, üstünkörü adres tarif etmeye benzer. Noktasal olarak adrese yaklaştıkça, kavramları değiştirmek gerekir, zira bize "ilme'l-yakin" olarak verilen fenomenin, "ayne'l ve hakka'l-yakin" gerçekliği bambaşkadır.
"Politik Müslümanlık" dediğimizde aklımıza ilk gelen 1969 yılında Milli Nizam Partisi (MNP)'nin kurulması ve bu hareketi rahmetli Necmettin Erbakan'ın başlatmış olmasıdır. Hareket siyasî bir dava ile ortaya çıktı. Yani o gün merkez sağda ve merkez solda kendini temsil etme imkânı bulamayan, dışlanan dindar grupların siyasette kendilerine bir mecra açma düşüncesi politik Müslümanlığın gerekçesi oldu. Erbakan ve arkadaşları, 1973 seçimlerinde Milli Selamet Partisi (MSP) olarak seçimlere katıldı. Ve Cumhuriyet tarihinde de ilk defa ilginç bir koalisyon ortağı olarak da, CHP'nin ortağı olarak iktidar oldu. 1977 seçimlerinde yine kısmi bir başarı kazandı. Fakat bu sefer Adalet Partisi (AP) ile koalisyon ortağı oldu.
Politik İslamî hareketin üçüncü önemli partisi Refah Partisi (RP)'ydi. Refah Partisi de 1995 seçimlerinde oyların yüzde 21'ini alarak büyük bir başarı kazandı. 1996'da da iktidar oldu. 6 milyon 100 bin civarında bir oy desteğine sahip RP, 28 Şubat darbesi ile ciddi bir kırılmaya uğradı. Arkasından Fazilet Partisi (FP) kuruldu. Daha sonra FP de kendi içinde "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu çizgiden ayrılanlar Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) adı altında bir parti kurdular. Hem iç hem de dış faktörlerin de etkisi ile 2002 Kasım seçimlerinde yüzde 34 oy alarak iktidar oldular. Hâlâ iktidarda bulunuyorlar. Üç dönemdir hem yerel yönetimlerde hem merkezî yönetimde iktidarlığını sürdürüyorlar. "Gelenekçiler" bölümünde kalan Saadet Partisi (SP), AK Parti'nin iktidar dönemi boyunca büyük bir varlık gösteremedi. O da kendi içinde SP ve Has Parti olmak üzere ikiye bölündü.
Türkiye'nin siyasî hayatında hayli etkili rol oynayan politik Müslümanlığın şu özelliklere sahip olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi; İslamiyet'e hizmeti birinci derecede siyaset seviyesinde görmektedir. İkincisi dindar mazbut hayat yaşayan kitleleri siyasete katmak istemektedir. Üçüncüsü de Türkiye'nin hem siyasî hayatını etkilemekte hem de siyasî hayatından etkilenmektedir.
a.bulac@zaman.com.tr
19 Mayıs 2012, Cumartesi
***
Ali Bulaç
Sosyal İslam
"Sosyal İslam" adı altında topladığımız gruplar iki önemli mecrada akıyor: Biri tarikatlar, diğeri ise cemaatler. Bazı sosyal bilimciler bu iki versiyona "örgütlü din" adını veriyorlarsa da, tanımlama yanlıştır, zira tarih boyunca din daima örgütlü olmuştur. Dinî hayat cemaatten ayrı düşünülemez.
Gerek toplumsal gerekse tarihsel kimlikleri ve özellikleri dolayısıyla "tarikatlar"la "cemaatler"i birbirinden ayırt etmek icap eder. Her ikisi de belli bir gruplaşma ve ortak mahiyet iradesine dayanıyor olsa bile tarikatlar tarihsel bir temele dayanıp tasavvufla ilintilidirler, cemaatler ise modern kentin ürünüdürler.
Tasavvufun tarih içinde geçirdiğiüç aşamanın dikkatlice takip edilmesi bugünkü yapısına nasıl kavuştuğu hakkında bize bir fikir verebilir. İlk aşaması Efendimiz (sas) zamanında 'fiilî sünnet' halinde yaşanıp ismi konulmamış "zühd ve takva" hayatı. Bu özelliğiyle sünnetin bir parçası olarak Efendimiz'in ve sahabelerin hayatında devam ediyordu. Ancak Emevi iktidarlarının baskısı sonucunda bazı Müslümanlar gündelik hayattan elini eteğini çekme yolunu seçince, hem siyasî hayattan hem ekonomik faaliyetlerden, kısaca dünya meşgalesinden çekilip daha sistematik bir zühd ve takva hayatı yaşamaya başladılar. Bunu zaman içinde yabancı mistik ve gnostik disiplinlerle temasın da sonucunda "tasavvufun felsefileşmesi" aşaması takip etti. Bu süreçte diğer irfan ve hikmet ehli sufilerin yanında Muhyiddin İbn Arabi'nin önemli payı söz konusudur. Üçüncü önemli aşaması ise Selçuklu ve Osmanlılar döneminde tasavvufun "tarikatlar" şeklinde kurumsallaşmasıdır. Nitekim sosyal Müslümanlığın tarikat versiyonuna en önemli etkiyi yapan da muhakkak ki Osmanlı dönemindeki pratik uygulama, yani tarikatlardır.
1950'lerden sonra ortaya çıkan "cemaatler"in sözünü ettiğimiz tasavvuf tarikatları ile ilgisi ya yoktur veya zayıf karakterdedir. Bunlar büyük ölçüde göç sonucunda ortaya teşekkül etmişler, kente ait ve kent ürünü "yeni dinî cemaatler"dir. Cemaatler içinde Nur cemaatlerinin beslenme kaynağı Bediüzzaman Said Nursi olduğunu göz önüne alacak olursak, Said Nursi paradigmatik olarak tasavvufa veya tarikatlara karşı değildi, ancak "zamanımızın tarikat zamanı olmadığı" kanaatindeydi. Bu yönüyle bir parça Ahmet İbn Hanbel ve takipçisi İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye'nin yaklaşımını benimsiyordu: Ruhi/enfüsi hayata ve derinliğe evet, "takva ve deruni zevkin felsefileşmesine" ve buna bağlı kurumsallaşmaya ve tarikata hayır!
Nur cemaatleri bu özellikleri dolayısıyla eşzamanlı olarak Mısır'da ortaya çıkıp (1928) zaman içinde bütün İslam dünyasına yayılan Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketiyle benzerlik göstermektedirler. Her ikisinde de, ister sömürgeci politikalar ister kendi kendini sömürgeleştirme olan modernizasyonla ağır baskılar altına alınan Müslüman toplumu fikrî, ahlakî ve sosyal bakımdan güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Her ikisinde de "iman" dönüştürücü bir güç olarak tanımlanmıştır. Her ikisi de tarikatlardan farklı olarak göçün ve modern kentin ürünüdürler.
Türkiye özelinde Anadolu'nun her tarafından sanayi, ticaret, üniversiteler ve bürokrasinin toplandığı merkezlere doğru göç eden insanlar burada bir toplumsallaşma modeli olarak cemaatlerin ve tarikatların etrafında toplanmışlardır. Bu iki sosyal fenomen, gelen göçmenleri devletin emredici ve taşıyıcı modern araçları dışında yol ve yöntemlerle toplumsallaştırmışlardır. Bunların faaliyet alanları daha çok manevî ve ahlakî hizmetler olup kimisi Kur'an kurslarını eksen alıp (Süleyman Tunahan hazretlerinin hareketi gibi) faaliyetlerine devam etmiş, kimisi "de-modernist" bir yaklaşımla modern kentin kalbinde "geleneksel hayat biçimi"ni devam ettirmiş (Mahmut Ustaoğlu Hocaefendi), kimisi Bediüzzaman'ın kaleme aldığı risaleleri temel alıp hizmet yolunu seçmiştir.
Artıları ve eksileriyle bugünkü modern toplumsallaşma biçimini büyük ölçüde tarikat ve cemaatlere borçluyuz; siyasî İslam gibi sosyal İslam da kentin azami ölçüde şiddetten arındırılmış olarak yeni bir toplumsallaşmaya sahne olmasını sağlamışlardır. Devlete veya laik sol, sağ ve milliyetçi ideolojilere kalsaydı, Türkiye'nin Suriye, Mısır, Cezayir veya başka yerlerde yaşanan şiddet ve teröre kitlelerin bulaşması işten değildi.
a.bulac@zaman.com.tr
21 Mayıs 2012, Pazartesi
***
Ali Bulaç
Bağımsız İslami gruplar
İslami hareketlerin üçüncü önemli mecrası "bağımsız kültürel-entelektüel mecralar"dır.
Söz konusu bağımsız birimler kendi aralarında organik olmadıkları gibi örgütlü de değildirler. Birden fazla, belki yüzlerce gruba ayrılabilmektedirler. İbrahim aleyhisselamın yıldızları gibi batar çıkarlar, ama tükenmezler. Daha çok vakıflar, dergiler, yayınevleri etrafında toplanırlar. Son zamanlarda bu mecralara internet siteleri eklenmiş bulunmaktadır.
Bağımsız ve bir ölçüde dağınık faaliyetlerde rol oynayan önemli faktör, İslami hareketleri fikri bakımdan beslemektir. Aktif, etkin ve üretkendirler. Ve geri planda da hem sosyal Müslümanlığı hem siyasi Müslümanlığı etkilemektedirler. "Siyasi Müslümanlık" aktif olarak siyasetle uğraştığından, "Sosyal Müslümanlık" da a) her biri "tek bir referans çerçevesi"ne dayandığından, b) "sosyal aktivite ve mobilizasyonu hedef seçtiği"nden c) modern dünyaya, bilime ve teknoloji uygarlığına eleştirel bakamadığından İslam'ın en geniş manada tefekkür ve entelektüel hayatında üretime katılmazlar, bu yüzden entelektüel yetiştirme potansiyelleri zayıf kalmaktadır. İslami entelektüel yetiştirme potansiyellerinden biri "ilahiyat fakülteleri"dir, ama ilahiyatçılar, "Batılı manada bilimsel yöntemi ve bilim adamlığı"nı önemsediklerinden yöntemin tuzağını fark edemiyor, akademizmin konformizmini aşıp bu misyonu yerine getiremiyorlar.
Bağımsız İslami grupların ortaya çıkışında rol oynayan önemli etkenlerden biri 1961 Anayasası'nın getirdiği kısmi özgürlüklerin belli bir program ve akıl çerçevesinde kullanılmasıdır. Tek parti döneminin yasağı ortadan kalkınca daha çok sol ve Kemalist aydınlara dönük düşünülen özgürlükler anayasada yer alınca, Müslüman gruplar da bundan bir şekilde istifade etmeye çalıştılar. Bu arada şehirlere gelen dindar ailelerin okullarda okuyan çocukları dünyayı az çok tanır hale gelmişlerdi. İşte bu ortamda geleneksel ailelerin Müslüman dindar çocukları gözlerini Ortadoğu'ya, İslam alemine çevirdiler. Bu süreçte ilk karşılaştıkları model Müslüman Kardeşler oldu.
İhvan'ın belli başlı fikir adamları Türkiye'deki İslami hareketleri bir şekilde etkilemeye başladı. Başka İslami gruplar da belli ölçüde etkili oldu. Ürdün merkezli Hizbu't-Tahrir, Pakistan Cemaat-i İslami, Vehhabi-Selefi çizgi, Hint yarım kıtasından Nedviler; sonradan ihtida bulmuş Batılı entelektüeller vs. Ancak Türkiye'deki İslami hareketlerin hem siyasi, hem sosyal ve kültürel versiyonlarını derinden etkileyen Müslüman Kardeşler'dir. Bu etkinin bazı anlaşılır sebepleri var:
1) Türkiye'nin Osmanlılar zamanında 400 sene İhvan'ın neşvünema bulduğu topraklarda Araplarla birlikte yaşamış, Mısır'ın ve diğer Arap ülkelerinin 4 asır Osmanlı idaresinde kalmış olması.
2) Arapçanın rolü. Türkiye'de medrese eğitimi almış, imam-hatipte, sonra ilahiyatlarda Arapça öğrenmiş insanlar İslami eserlere daha kolay ulaştılar. Batılı eğitimden geçip de İngilizce, Almanca, Fransızca bilenler ise Arapçaya ve Arapça yazılmış kitaplara iltifat etmediler.
3) Arap dünyasının geneli itibarı ile Sünni olması. Türkiye'deki Müslümanların da büyük bir bölümünün ana gövdesi Sünni'dir, bu en azından iletişimi ve erişimi kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Bağımsız İslami grupların gözünün İran'a ve Şiiliğin tarihi-İslami mirasına çevrilmesi 1979 İslam Devrimi'nden sonraya rastlar.
4) Müslüman Kardeşler'in 19. yüzyıl İslamcı mirasına sahip olması. Merkezi Mısır olmak üzere Arap dünyasında, Türkiye'de ve daha öncesinde Osmanlılarda İslamcılık akımı ilk defa İstanbul'da başlamıştı, sonra Mısır'a ve Hint yarım kıtasına geçti. Yeni Osmanlılar, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa... Arkasından Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal ve sonra Mehmed Akif. Dolayısıyla kolayca, 60'lardan sonraki Müslümanlar, İhvan'la aynı kökten beslendiklerinin farkına vardılar. Büyük bir arzu ve heyecanla, başta Seyyid Kutub olmak üzere, Muhammed Kutub'un, Hasan el-Benna'nın, Abdülkadir Udeh, Cezayir'den Malik Binnebi, Tunus'tan Gannuşi vd. önemli şahsiyetlerin kitapları Türkçeye tercüme edildi. Dikkat çekici nokta şu ki, İhvan'dan ilk ve seri tercümeleri yayınlayan Hilal Yayınları'nın sahipleri ve yayıncıları Risale-i Nur geleneğine bağlı zatlardı.
a.bulac@zaman.com.tr
24 Mayıs 2012, Perşembe
***
Ali Bulaç
Seyyid Kutup ve Türkiye İslam'ı
Müslüman Kardeşler'in ortaya çıkışı ile Türkiye'deki Sosyal Müslümanlık arasında ilginç bağlar, yakın-uzak mesafeden benzerlikler söz konusudur.
1928'lerde Müslüman Kardeşler Hasan el-Benna'nın liderliğinde "politik bir hareket" olarak ortaya çıkmadı. Politikaya dolaylı yollardan atıflarda bulunuyordu. Sebebi Mısır'ın bir sömürge yönetimi altında olmasıydı. Sömürge yönetiminde yapılması gereken en önemli işlerden biri tabii ki sömürgeciliğe karşı savaşmak, bununla mücadele etmekti. Bu öncelikli bir hedeftir. Buna paralel ve belki de bundan önce yapılması gereken şey, sömürge yönetimin toplumun bünyesinde meydana getireceği tahribatları önlemektir. Bunun da büyük ölçüde ahlaki ve manevi takviye hareketi olması gerekirdi. Hasan el-Benna'nın başında olup formüle ettiği İhvan ve faaliyeti bu hedefi merkeze alıyordu. Toplumu fikri, ahlaki ve manevi bakımdan güçlü tutmak, direncini sürekli artırmak.
İhvan-ı Müslimin ancak Hür Subaylardan ve İhvan'ın belli başlı fikir adamlarının Pakistan'ın kuruluşu ve Ebu A'la Mevdudi'nin eserleriyle tanışmalarından sonra, yani 1950'lilerde politik bir hareket olarak kendini adeta yeniden tanımladı. Bu da Hasan el-Benna'ın şehadetinden sonrasına rastlar.
İhvan-ı Müslimin'in politik bir harekete dönüşmesi Seyyid Kutup gibi bir zatı ön plana çıkarmış oldu. Ve tabii bu Seyyid Kutup'un Türkiye'deki İslamcıları bu şekilde etkilemesinin önemli sebeplerinden biridir. Bu dönemde de Türkiye'de Müslümanlar siyasî faaliyetlere başlamışlardı. 1970'lerin başlarında MSP'nin gençlik teşkilatlarında İhvan'ın kitapları okunuyordu. Merkez sağ ve merkez solun dışında yani kapitalizmin, sosyalizmin, komünizmin ve milliyetçiliğin dışında kendine bir siyasî mecra arayan Müslümanlar için Seyyid Kutup'un formüle ettiği İslami hareket tam da uygun düşüyordu. Tefsirinin yayınlanmasıyla da Seyyid Kutup büyük bir kabul gördü. Seyyid Kutup'un kabul görmesinin diğer önemli bir sebebi, hem sosyolog olarak toplumu iyi tanıması, Batılı kavramları analiz edebilme formasyonuna sahip olması, hem de aynı zamanda İslami ilimlere vukufiyetidir. "Fi Zilal'il-Kur'an" adıyla tefsir yazabilecek kadar tefsir ilmine, geleneksel usule ve Kur'anî ilimlere vâkıf istisnai bir şahsiyettir.
Seyyid Kutup'un politik Müslümanlığı temsil etmesinin arkasında yatan başka bir sebep vardı. Hasaneyn Heykel'in iddiasına göre hapishanedeyken Mevdudi'nin kitapları ile tanışmış olması. İhvan, bir model arayışı içerisinde iken Hint yarım kıtasındaki Müslümanların Hindulardan ayrılıp bağımsız bir devlet kurma fikrine sahip olması ve bunu büyük ölçüde Mevdudi'nin formüle etmesi Seyyid Kutup'a çok cazip geldi. Hilafetin ilgasından sonra ilk defa kuruluş ideolojisi "İslam" olan bir "ulus devlet" kuruluyordu. Kutup da Mevdudi ile tanıştıktan sonra daha aktif bir siyasi Müslümanlık noktasına gelmiş oldu. Bu da Türkiye'de Seyyid Kutup'un ve Mevdudi'nin daha çok rağbet görmelerine etki eden bir sebeptir.
Seyyid Kutup'un dili anlaşılabilir ve kesindir. Gücünü inancından alır. Tartışmasız bir kavramsal çerçeve çizerek İslamiyet'in siyasî bir hareket olduğunu söyler. Ona göre modern toplum bir "cahiliye toplumu"dur. Cahiliye'yi -İslam öncesi cahiliyeye atıfta bulunarak- İslami hükümlerin dışında bir dünyanın kurumsallaşması ve hükümran olması manasında kullanıyor. Fakat Batılı İslamologların ve Batı medyasının iddia ettiğinin aksine, her ne kadar dilinde keskin kavramlar varsa bile Seyyid Kutup hiçbir zaman şiddet ve terörü önermiş değildir. Yani Seyyid Kutup siyasî İslam'ı temsil etmiştir. Fakat bunun şiddet ve terör yönteminin kullanılarak ulaşılabilecek bir hedef olarak takdim ettiği söylenemez. Tam aksine ona göre İslami hareketler Peygamber Efendimiz (sas)'in siretini takip ederek başarıya ulaşacaktır. Bu manada Seyyid Kutup ile Hasan el-Benna arasında belki dil ve anlatım farkı vardır, fakat mahiyet farkından bahsetmek mümkün değildir. Yakından ve dikkatle bakıldığında Seyyid Kutup ve Mevdudi'nin Türkiye Müslümanları üzerinde bıraktığı bu etki aynı zamanda hem Politik Müslümanlığın hem de Sosyal Müslümanlığın şiddetten ve terörden uzak durmasını sağlamıştır.
a.bulac@zaman.com.tr
26 Mayıs 2012, Cumartesi
|
Reşat Nuri Erol
29.05.2012
08:57
| Osman Özsoy
oozsoy@yenisafak.com.tr 29 Mayıs 2012 Salı
Ayasofya'da namaz kılmayı hak etmek
Bu yazıya bazı okuyucularımız belki kızacaklar ama, önemli bir gerçeği ifade ederken, kimi eleştirileri göğüslemeyi de baştan kabul etmek gerekiyor.
Evet, bu konuda gelecek eleştirileri göğüslemeye hazırım ve diyorum ki;
Ayasofya'nın yeniden camiye dönüştürülmesi için süreç erken.
Daha doğrusu Müslümanlar, şu an için Ayasofya'da namaz kılmayı hak edecek kıvamda değiller. Bu çapta bir ilahi ihsanı henüz hak etmiyorlar.
Ama şuna da emin olunuz ki, o günler de elbette gelecek.
Ama şimdi değil. Daha zamanı var.
Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesini sağlayan bakanlar kurulu kararının ne kadar meşru olduğunu tartışmak bile, işin özünü kaçırmak, temel bir ayrıntıyı ıskalamak olur.
Osmanlı Devleti'nin ölüm fermanı olan Sevr Anlaşması görüşmeleri sürerken, işgal devletleri Osmanlı topraklarını kendi aralarında çok da sorun olmadan rahatlıkla paylaştılar. İstanbul'u kimin alacağı bile aralarında ciddi bir problem olmadı.
Fakat kendi aralarındaki paylaşım süreci bir noktada tıkandı ve aralarında bir sonuca vardıramadıkları büyük bir tartışma yaşandı. O da, Ayasofya'nın ne olacağı konusu oldu.
Savaşı galip bitiren devletlerden kimisi Ortodoks, kimisi Protestan, kimisi de Katolik kilisesi olmasını istedi. Aralarında uzlaşamayınca da, hiçbirinin kullanımına tahsis edilmeden bir müze haline getirilmesi kararına varıldı. Büyük ihtimalle bu konuda daha sonra kendilerine söz de verildi ve bu süreç, halkın çok da tepkisini çekmemek için zamana yayılarak uygulamaya konuldu. Altında Atatürk'ün de imzası olan 24 Kasım 1934 tarihli kararla Ayasofya müze yapıldı.
Neden 1934?
Ezanın Türkçe olarak okunmasını isteyen resmi tebliğ de 4 Şubat 1933 tarihini taşıyordu. Cumhuriyet kurulalı 10 yılı olmuştu ve artık ülkede ne oluyoruz, nereye gidiyoruz diyecek ve mukaddesatın ciddi bir şekilde mücadelesini verecek bir kamuoyu kalmamıştı. Tıpkı İskilipli'nin olduğu gibi, başını kaldıranı bekleyen akıbet belliydi. Milli Şairimiz Mehmet Akif bile ülkede yaşayamaz hale gelmiş, Mısır'a yerleşmişti.
Tarihi gerçek şudur; Ayasofya'nın şu an ki hali, Batı karşısındaki konumumuzu tasvir eden en net fotoğraftır.
Ayasofya bugün ne kadar mahzunsa, lem-i İslam da o kadar mahzundur.
Ayasofya ne kadar özgürse o kadar özgürüz.
Milletimizin kaderi ile Ayasofya'nın kaderi iç içedir.
Bugün geleceğimizden ne kadar umutlu isek, Ayasofya'nın geleceğinden de o kadar umutluyuz.
Bugün İstanbul'un fethinin 559. Yıldönümü...
Fatih'in İstanbul'u fethedip ardından Ayasofya'yı Müslüman mabedi yaptığı dönemdeki gücüyle, Türkiye'nin şu an dünyadaki genel konumunu bir kıyaslayınız...
Bir yanda Fatih'in, yüzde 100 kendi üretimi silahlar ve milli kaynaklarla elde ettiği zafer, öbür yanda Türkiye'nin, ülkesini savunmak için gerekli olan uçak, tank, helikopter, füze gibi silahlar konusunda bile büyük ölçüde dışarıya devam eden bağımlılığı...
Aradaki farka baktığınızda, vatandaşlarımızın Ayasofya'nın içinde değil de, neden hemen yanı başındaki çimlerde ve asfalt zeminde namaz kılmak zorunda kaldığını daha iyi anlarsınız.
Ayasofya'nın etrafında 1 milyon kişi de namaz kılsanız, dediğim şartlar oluşmadan Ayasofya'nın içinde güven içinde namaza duramazsınız.
Ayasofya'nın kaderi büyük ölçüde Sevr'de şekillendi demişken, tarihi bir gerçeği de şuraya not edelim.
Sevr Anlaşması'nı Osmanlı Devleti adına 10 Ağustos 1920'de Paris'te imzalayan Filozof Rıza Tevfik, imzada kullandığı kalemi ne yaptı biliyor musunuz? İstanbul'daki Amerikan Koleji'ne hediye etti. Bu gerçeği daha sonra öğrenen dönemin Darülfünun (şimdiki adıyla İstanbul Üniversitesi) öğrencileri, Filozof Rıza Tevfik'in derslerini boykot ettiler. Türk dünyasının büyük fikir adamlarından Nihal Atsız da, "Irkçılık-Turancılık Dâvâsı" diye bilinen 1944'teki Türkçülük dâvâlarında mahkeme heyetine, Rıza Tevfik'in Sevr'i imzada kullandığı kalemi Amerikan Koleji'ne hediye ettiğini söyledi.
Osmanlı Devleti sadece kendi vatandaşları için değil, kendisine karşı düşmanca tutum içine giren diğer ülkelerin halklarına karşı da insanca yaklaştı. Sonraki yılların ünlü İngiliz devlet adamı Winston Churchill, Çanakkale Savaşları devam ederken, Türklerin insan sayılamayacağı düşüncesinden hareketle, Türklere karşı kimyasal silah kullanılmasını emretmişti.
Ya Osmanlı?
İslam Dünyası STK'ları Birliği (İDSB)'nin ev sahipliğinde 21 Ekim 2009 tarihinde geçekleştirilen ve benim de bir bildiri ile katıldığım "Basında İslam Algısı" konulu uluslararası panelde, gazetemiz yazarlarından Dr. Yusuf Kaplan önemli bir bilgi aktarmıştı.
Fatih'in İstanbul'un fethi sırasında gemileri karadan yürütmek zorunda kalmasının temel nedeninin, Haliç'e çekilen zincir nedeniyle Osmanlı gemilerinin buraya girememesi değil, tarihin o güne kadar gördüğü en büyük topları döktüren Fatih'e, dönemin âlimlerinin yaptığı bir itirazdan kaynaklandığını söylemişti.
Bu muazzam topların ateşlenmesi sırasında kimi topların surları aşarak kale içindeki sivil Bizans halkına zarar verme ihtimali ve bunun İslam tarafından men edilmiş olması, Fatih'in alternatif planlar yaparak Haliç'e girme konusunda yeni arayışlara girmesine neden olmuş.
Bu idrakte bir devlet ve toplum yapısı inşa ettiğimizde, yöneticilerimiz Fatih duyarlılığında, halkımız da mukaddesata dair konularda samimi bir hassasiyet içinde olduğunda, Ayasofya'nın kıblesine yönelecek yüzümüz de olacaktır.
Ve inanın, o günler çok da uzak değil.
|
Reşat Nuri Erol
30.05.2012
07:03
| Başbakan kime "tasmalı gazeteci" diyor?
Levent Gültekin Bugün Çarşamba
Geçtiğimiz günlerde, Başbakan Erdoğan’ın giderek Akit gazetesi üslubuna yenik düştüğünü yazmıştım.
Başbakanın Pazar günü TT Arena’daki konuşmasını izleyince kendi kendime “sanırım Akit gazetesini de arayacak duruma geleceğiz” dediğimi hatırlıyorum.
Başbakan Erdoğan, Pazar günü genel hatları ile rahatsız edici konuşmasında gazetecilerin askerle ilişkilerini kastederek “Bunları tasmalarından biz kurtardık” şeklinde, bir başbakana yakışmayacak türden bir cümle sarf etti.
Başbakanın siyasetine hakim kıldığı bu üslupla, kendisine oy veren efendi, samimi, kibar milyonlarca taraftarını üzdüğünü, utandırdığını düşünüyorum.
Nereden bakarsanız bakın kabul edilemez bir üslup.
Fakat dikkat ettim başbakanın bu ağır hakaretini kimse üzerine almadı. Kimse bir başbakan gazetecilere nasıl ‘köpek’ diyebilir diye dert etmedi.
Bu yazıyı o konuşmanın hemen ardından yazmadım, bekledim.
Çünkü kimin nasıl tepki vereceğini, kimin bu hakaretten rahatsız olacağını, kimin “artık yeter” deyip başbakana yaptığının ayıp olduğunu söyleyeceğini görmek istedim.
Fakat kimse, özellikle ‘Eski medya’ hiç istifini bozmadı. Birçok gazetecinin haysiyetli bir tavır alarak, bu hakarete itiraz etmesini bekliyordum.
Hiç değilse o konuşmanın yapıldığı kongre haberlerine gazetelerinde yer vermeyerek bir tavır aldıklarını göstereceklerdi. Böyle umuyordum.
Fakat olmadı. Bir iki kişi dışında kimse bu konuya girmedi. Kimse ‘köpek’ hakaretinden dolayı rahatsız olduğunu ima dahi etmedi.
Peki, Başbakan başka bir ülkenin gazetecilerine mi ‘tasmalı' dedi?
Bana demiş olamaz çünkü ben hayatım boyunca yolum hiçbir ortamda bir askerle kesişmedi. Onlardan aldığım bir bilgiyi, dezenformasyonu haber yapmadım. Buna rağmen fena halde rahatsızım.
Medya dünyasının haysiyetini, onurunu, kişiliğini, emeğini, ruhunu koruyacak kimse kalmadı mı gerçekten? Bu meslek, bu sektör, bu topluluk bu kadar bayağılaştı mı?
Tamam, başbakana savaş açın demiyorum ama yapacak hiçbir şeyiniz de mi kalmadı Allah aşkına?
Nasıl bakıyorsunuz çocuklarınızın, arkadaşlarınızın, hanımlarınızın, anne-babanızın, sevgililerinizin yüzüne? ‘Tasmalı gazeteci’ olmadığınızı onlara nasıl anlatıyorsunuz? Bu mesleği bu ithamlarla nasıl yürütüyorsunuz? Gerçekten merak ediyorum.
Ben bu hakarete maruz kalan gazetecilerden bir tavır beklerken başbakanın hakaretiyle kastettiğini düşündüğüm bir gazeteci büyük bir pişkinlikle TT Arena’daki havayı “Bu sevgi zorla olmaz” diye yazarak göklere çıkardı.
Tamam da mideniz tüm bunları nasıl kaldırıyor? Yüzünüzü sabah yıkarken aynaya baktığınızda ne diyorsunuz o yüze. Bu kadar itibarsız bir mesleği nasıl sürdürebiliyorsunuz? Bu kadar mı rehinsiniz?
Ya ‘yeni medya’nın suskunluğuna, vurdumduymazlığa, korkaklığına ne demeli?
Bekledim ki biri çıksın da Başbakan Erdoğan’a “Yakışmadı sayın başbakan” desin. “Bizi de kendini de değersizleştiriyorsun” desin “Bu üslup, bu tarz, bu tutum bir başbakana, hele dindar bir başbakana hiç yakışmaz” desin. “Böyle konuşarak yeni muarızlar yaratıyorsunuz, bizim işimiz o değil” desin. Ne yazık ki tek bir kişiden tek bir itiraz gelmedi.
Peki yarın bir muhalefet lideri çıkıp ta “Başbakanın tasmalı gazetecilerini tasmalarından biz kurtardık” derse ne diyeceksiniz? Nasıl kalkacaksınız bu sözün altından? Söylenenin ayıp, yanlış, olduğunu nasıl dile getireceksiniz? Sizi bu kadar itirazsız yapan şey nedir, söyler misiniz?
Kim ne derse desin Başbakan Erdoğan muhafazakar mahalleyi, muhafazakar aydınları, muhafazakar entelektüelleri, dindar kanaat önderlerini, muhafazakar ilim adamlarını, akademisyenleri rehin almış durumda. Bu hakim pozisyonunu da muhaliflere ayar çekerek, hakaret ederek, hadlerini bildirerek onları fırçalayıp aşağılayarak güçlendiriyor.
Bir dava, bir gelecek, bir toplum projesi, bir ahlak tasavvuru, bir vicdani hassasiyet tamamı başbakanın kontrolü altında. Kimse olup bitene ses çıkarmıyor.
Yıllarca “Taş atana gül atmalıyız” diye öğüt vermediniz mi? Şimdi nasıl oldu da size taş atana kaya atılmasından büyük haz alıyorsunuz?
Başbakanın bütün yanlışlarına, rahatsız edici ve ayrıştırıcı diline rağmen bu toleransınızın gerekçesi ne?
% 50 oy almış bir başbakanın yapabilecekleri bunlar mıdır? Niçin daha iyisini yapması için uğraşmıyorsunuz, uyarmıyorsunuz?
Hani dindarların eliyle bir barış ortamı oluşturulacaktı? Önüne gelene Alevi, önüne gelene Zerdüşt, önüne gelene ateist diyerek mi bir birlik oluşturulacak?
Farkında değil misiniz, başbakan ötekileştirme üzerine kurduğu dili, siyasi garanti olarak görüyor.
Başbakanın tarzının, dilinin verdiği zararı, açtığı yaraları, kırdığı gönülleri, tamir edilmez derecede hırpaladığı ‘dava’yı görmüyor musunuz? ‘Bu dava’yı geriye kalan % 50’nin gözünde, gönlünde, zihninde ne hale getirdiğini anlamıyor musunuz?
Sakın yanlış anlamayın bu yazıları sizi korumak veya teşvik etmek için değil, kendi onurumu kurtarmak için yazıyorum. twitter.com/acikcenk
|
Reşat Nuri Erol
30.05.2012
07:07
| * FELSEFE ÇALIŞMASI/KİTABI YAZILARI-38
MODERN FELSEFEYE GİRİŞ-7
ULU RUH
Ben varım, sen varsın, biz varız, çevremiz var...
Biz çevremiz aracılığı ile görüşüyoruz ve anlaşıyoruz, insan olarak birbirimizden farksız olduğunuzu biliyoruz. Bizim hayvanlardan farkımız evrim yapabilmemiz, yeni şeyler keşfetmemizdir. Gördüğümüz canlılar arasında böyle evrim yapan başka varlık yoktur. Hayvanların bilinci yoktur diyemeyiz ama zekâları olmadığı ve yeni buluşlar yapamadıkları kesindir. Türden türe değişmektedirler, bir tür içinde hiçbir yenilik ve değişme olmamaktadır.
Diğer taraftan kâinatta biz insanlardan başka evrimleştiren varlıklar vardır. Türden türe evrim ilmen kesin olarak sabittir. O halde bizden başka da ruhlar vardır. Biz onlarla haberleşemiyoruz, konuşamıyoruz. Biz onları göremiyor, onların seslerini duyamıyoruz. Yapılanlarla onların da var olduklarını biliyoruz.
Şimdi şu soru sorulacaktır. Biz ve diğer ruhlar kendiliklerinden mi vardır, yoksa o ruhlar başkası tarafından mı var edildiler?
Kendiliğinden var olduğunu kabul etmek için benim hep var olmam gerekir. Oysa ben biliyorum ki bundan yüz sene önce yoktum. İlk bilinçli olduğum günlerimi hatırlıyorum. Dolayısıyla kendiliğinden var olmam mümkün değildir. Buna cevap olarak deniyor ki; o zaman onu var edenleri de var eden bulunacak, bu sonsuza kadar gidecektir.
Ruhlar sonradan mı var ediliyor yoksa hep mi varlar?
Bunun için en önemli deney yerimiz uyku hâlidir. Uyuyunca kendimizi kaybediyoruz. Varlığımızdan haberdar değiliz. Uyanınca o zaman var olduğumuzu bilebiliyoruz. Bu durumda bedenimiz olmadan biz yoğuz demektir. Bedenimizle ilişki kurduğumuz zaman kendimiz de biliyoruz. Aynanın karşısına geçmediğimiz zaman kendimizi göremiyoruz ama aynanın karşısına geçince kendimizi görebiliyoruz. Kâinat ruhumuzu gösteren aynadır. Uyanıkken kendimizi dışarıda görüyoruz. Uyuyunca kendimizi göremiyoruz.
İşte bu muhakeme bize şu soruyu sordurmaktadır. Biz aynaya bakmadan da varız. O halde ruh bedenle dünyaya bakmadan önce de vardır. Bedenle karşılaşınca kendisini görür ve bilir, bakmayınca da bilmez. Asıl sorun şudur. Ruh bedenimizden ayrıldığı zaman nerededir? Çağımızın ilimleri buna şu cevabı vermektedir. Bir yerde uykuya dalınca o bir yerde değildir. Ya ne oluyor, yok mu oluyor? Hayır, o vardır ama onun zamanı kısalmaktadır. Bedenden ayrılmakla ışık hızına ulaşmakta ve zaman sıfırlanmaktadır yani tüm kâinatı kaplayacak şekilde büyümektedir. Dolayısıyla zaman yok olmaktadır. Zaman yok olunca da uyuyup uyanma ruh için aynı zamanda olmaktadır.
Peki, bizden önce durum nasıldı? Aynen biz ışık hızında olduğumuz için bizim için zaman geçmemekte idi. Bundan sonra da geçmeyecektir. Demek ki biz şimdi zaman içine düşmüş bulunuyoruz. Öldüğümüzde zaman dışına geçeceğiz. Varlığımız devan edecek ama zaman dışı dolayısıyla mekân dışı olacaktır. Bunu kavramak zordur. Zamanın izafi olduğunu kabul ettiğimiz zaman bunun ispatı çok kolaydır.
Bize gelen ışığın hızı c+v ise bizden uzaklaşan yıldızın ışık hızı c-v olmalıdır. Oysa birbirine eşit olmaktadır. Bunu formülle şöyle ifade edebiliriz.
(C-v) * Hareketli cismin zamanı = Işık hızı ile hareket edenin zamanı * c
(C+v) * Hareketli cismin zamanı = Işık hızı ile hareket edenin zamanı *c
Taraf tarafa çarpıp c kareye böler kâr kökünü alırsak;
(1-(c/v)^2) hareketli cismin zamanı = Işık hızında hareket eden cismin zamanı.
Eğer c=v olursa ışık hızı ile hareket edenin zamanı sıfır olur. Yani zaman dışına çıkar.
İşte uyku hâli budur. Ruhumuz beynimizden ışık hızıyla uzaklaşınca onun için zaman geçmez. Yani uzun uyuyan ile kısa uyuyan için zaman farklı değildir. Hızı sıfırdır. Bu sebepledir ki rüyasız uyku hâli bizim için yaşanmamış gibidir.
Rüya hâli de beynimdeki zamanla orantılıdır. Oradaki devrelere göre daha uzun veya daha kısa zaman yaşarız. Rüyanın uzunluğu ile aletin ölçtüğü uyku zamanları aynı değildir. Uzun rüya çok kısa zamanda görülebilir, kısa rüya da çok uzun zaman sürebilir.
Hint felsefesinde dört hâl belirtilir; uyanık, rüya, uyku ve sonrası. Kur’an buna “mevt” diyor. Uyanıklık hâli çevremizle ortak yaşadığımız zamandır. Rüya hâli beynimizde yaşadığımız zamandır. Rüyasız uyku hâli zaman dışına çıkmamızdır. Ne var ki tekrar geri dönebiliyor, rüya veya uyanık hâle geçiyoruz. Beynimiz tahrip olduktan sonra artık geri dönemiyoruz. O halde bu da ölüm hâlidir.
Demek ki ölüm hâlinde ruh yok olmuyor, zaman dışına çıkıyor. Demek ki ölüler için zaman geçmez. Rüyayı görebilirler mi? Bu boyutta görmezler ama dört boyutlu uzayda görebilirler. Ruhlar zaman boyutu dışına çıkınca durumları nedir? Orada bilinçleri var mıdır? Orda birbirleriyle görüşebiliyorlar mı? Ölüm hâlinden tekrar başka bedende yeniden ortaya çıkabilirler. Onun zamanı başka zaman olacağı için nasıl rüya ile gerçek hayat arasında birlik yoksa, onun gibi yeni bedende de eski bedende olanları hatırlayamaz veya başka türlü hatırlar. Çocuklaşır, rüyanızı o yaşta görürsünüz.
Rüyaların bir kısmını hatırlamayız. Oysa beyin aracı rüyaları tesbit etmektedir. Uykunun beşte biri rüyalarla geçmektedir. Yeniden gelip yaşamak olsa bile eski hayatı hatırlamayabiliriz. Bugün dört boyutlu uzay sabit olmuştur. Üç boyutlu uzayda hareket imkânı ancak dört boyutlu uzayla mümkündür. Madem ki uzayımızda hareket var o halde dört boyutlu uzayda vardır. İradeli hareket yapabilmemiz için beş boyutlu uzayda olmalıyız. Yoksa ben yazı yazarken istediğim cümleleri yazamazdım. O dört boyutlu uzayda ne varsa ancak o tuşlara basabilirdim. Demek ki dört boyutlu uzay vardır. Geçmişimiz duruyor. Geleceğimiz de duruyor. Ruhlar ileriki bedene girseler o hayatı yaşarlar, gerideki bedene girseler o hayatı yaşarlar. Bunlar mümkündür.
Acaba bunlar olmakta mıdır?
Henüz buna dair bir buluşumuz yoktur.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
|
Reşat Nuri Erol
30.05.2012
07:08
|
* FELSEFE ÇALIŞMASI/KİTABI YAZILARI-39
MODERN FELSEFEYE GİRİŞ-8
G Ö R Ü Ş
Bir lastiği elinize alıp onu çekerseniz lastik uzar yahut bir çubuğu alıp bükerseniz o da eğilir. Bırakırsanız tekrar yerine gelir. Sizin uyguladığınız kuvvet etkilidir. Lastiğin uzaması tepkidir. Yeryüzündeki bütün olaylar etki ve tepkilerden oluşur. Tepki etki ile orantılıdır. Oranı etki ettiğiniz şeyin özelliğine bağlıdır. Etki tepkiyi matematikle ifade etmek istersek
Tepki = Bir Katsayı * Etki; T=K*E olarak göstereceğiz.
Ben size hitap ettim. Adınız Ahmet’tir. “Ahmet” dersem siz bana “Buyur” derseniz benim sözüm etkidir, sizin “Buyur” demeniz tepkidir. Elimi suya sokarsam ben elime etki etmiş olurum, elim ıslanır bu da tepkidir. O halde yeryüzünde ne varsa, ne oluyorsa etki ve tepkiden ibarettir.
Etkilerin bir kısmı tek taraflıdır. Tepki etkiden farklı olur. Çeliği eğerseniz siz ona kuvvet tatbik edersiniz, o da size kuvvet tatbik eder, demiri eğerseniz o eğilir, size kuvvet tatbik etmez. Buna karşılıklı etkileşim denmektedir.
Siz dün bir arkadaşınızla buluşturunuz. Ertesi gün de benimle buluştunuz. Arkadaşla olan görüşmenizi bana anlatıyorsunuz. Ben sorarsam anlatıyorsunuz. Benim sormam etki, sizin anlatmanız tepki olur. İki ruh arasındaki anlaşmalar araçlarla yapıldığı için gecikmeli olur. Canlı görüşme olmaz. O söyler, onun beynine girer, ondan sonra dile geçer, ses olur, kulağa girer, kulaktan beyne gider ve beyinden ben okurum. Cevap da size o kadar geç döner. Oysa göz göze gelirseniz ışık süratle benim gözümden çıkar, sizin beyninize girer ve ruhlar arası doğrudan canlı ilişki kurmuş olabilir.
Bunun gibi ben sen bir arada olduğumuzda beynimizden çıkan elektromanyetik dalgalar sizin beyninize ulaşır, ruhlar arası bir diyalog kurmuş olabiliriz. Bu beyinler arası anlaşma üzerinde henüz yeterli araştırma yapılamamıştır.
Evde oturup maçı televizyonda seyredebilirler ama gidip para verip statta seyrediyorlar, o toplulukta bulunma zevkini alıyorlar. Cuma camiye gidiyorsunuz. Evdekinden daha huzurlu olduğunuz hac bunu sağlıyor.
İki ordu karşı karşıya geldiği zaman senin cephenle bütünleşiyor, onun için ölme sana zevk veriyor. Karşı cepheye karşı da kin ve nefret doğuyor. Böylece insanlarda küresel ruhlar birliği doğuyor. Ortak bilinç de söz konusudur. Ben Türküm diyorsunuz. Bütün fertler aynı bilinci taşıyor. Demek ortak ruhun bilinci Türklük bilincidir. Siyaha boyanan cisimler uzaktan tek cisim olarak siyah görünürler.
Şimdi günün 24 saatinde beraber olanlar arasında bir ortak ruh oluşmaktadır. Onlar birbirine daha yakın hissederler. Gündüz saatlerinde çalışırken ortak iş yapanlar arasında da ruh birliği oluşmaktadır. Bunlar arasında ortak kurallar doğar. Çocuk doğup büyürken bu kurallarla karşılaşır. Büyüklerim böyle yaptı diye o da öyle yapar, taklit eder. Böylece topluluğun bu kuralları büyüdüğü zaman tamamen etkisi altına alır. Başka türlü davranma imkânı bulamaz.
Birçok mantıksız adetler vardır. İnsan onları terk edemez. Herkes onları yaptığı için o da yapmak zorundadır.
İkili ilişkilerde ikimiz bir şeyi yapmak isteriz ama çevremiz onu yapmamızı istemediği için biz onu yapamayız. Bu yasaklamalarla olursa korkumuzdan yapmıyoruz diyebiliriz ama yasak değil diye yaparsak kimse bizi cezalandırmaz ama çevremizi kırmak istemeyiz. Bu ortak ruh bizi esir etmiştir. Böyle bir ruh yoktur. Ruhların birleşmesi böyledir. Ne var ki bu birleşme sona ermemekte, devam etmektedir. Biz doğduğumuzdan ölünceye kadar ruhlar değişmekte ama ortak ruh aynı kalmaktadır.
Bu neye benzer?
Bir gölde çevresinden sular gelir, bir taraftan toplanır, diğer taraftan dağılır. Gölün suları değişir, göl aynı kalır. Moleküller kendi özelliklerini korurlar ama göle de uyarlar.
İnsan bilincini kendimizden biliyoruz ama hayvanların bilinçlerini bilemiyoruz. Bunun gibi topluluğun da bilinci bizce meçhuldür.
Ben toplulukla ilişki kurarken çevremdeki insanlarla kuruyorum. Benzer tepkiler alınca o ruhları yönlendiren bir ruh var demektir. Burada şu sorulabilir. Bende zekâ vardır. Daha evvel bana öğretilmeyen bir şeyi keşfediyorum. Uygarlık böyle oluşuyor. Topluluğun da zekâsı var mıdır? Elbette beraber çalıştığımız zaman daha kolay buluşlar yapıyoruz.
Şöyle düşünebiliriz. İnsanlık ruhu oluşmuş, geçmişten geleceğe gitmektedir. Biz o ruha katılıyoruz. Bizi o insanlık ruhu etkisi altına alıyor, sonunda ayrılıp gidiyoruz. Ben de zekâmla bir oy kullanıyorum. İşte küçük katkılarımla insanlık ruhunu değiştiriyoruz. Böylece tarih bilinci içinde yaşıyorum. Kendimi geçmiş tarihin devamı olarak buluyorum ve gelecek tarihin de yapıcısı oluyorum.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
|
Reşat Nuri Erol
30.05.2012
07:09
|
* FELSEFE ÇALIŞMASI/KİTABI YAZILARI-40
MODERN FELSEFEYE GİRİŞ-9
RUHLARIN RUHU
Ben varım, sen varsın, biz varız, çevremiz vardır. Çevremiz aracılığıyla biz görüşüyoruz. Ortak bilincimiz doğuyor. Ben diyebildiğim gibi biz de diyebiliyorum…
Bir filmi seyrettiğimiz zaman orada gördüklerimiz o anda gerçek değildir. Bunu biliyoruz. Rüya gördüğümüzde yaşadıklarımız ertesi gün hayal olmuştur. Bunların bilincindeyiz. Gördüklerimizde de yanılmalarımız olmaktadır ama birbirimizden iyice eminiz. Görüşüyoruz, birbirimizi seviyoruz, birbirimize kızıyoruz, özlüyoruz, karşılıklı isteklerde bulunuyoruz. Ayrılınca özlem duyuyoruz. Ölünce ağlıyoruz...
Bugün şunu biliyoruz. Kâinat 13.7 milyar yıl önce yoktu. Önce elektron pozitron dediğimiz varlık yaratıldı. Onlara belli sıcaklık yüklendi yani hız verildi. Parladı ve genişlemeye başladı. Bugünkü cansız âlem var oldu. Bu varlıklar bir tuğla durumundadır. Onlar yapıyı oluşturmaz ama onları kullanırsak yapı oluşur. Biz işte onları kullanıyoruz da uygarlığımızı yaşıyoruz. Bilgisayarda biz yazıyoruz, siz okuyacaksınız. Uçağı tuğlaları kullanarak oluşturuyoruz.
Bizden başkaları da bu tuğlaları kullanmışlar da bitkiler, hayvanlar ve biz var olmuşuz. Onlara “melek” adını verdik. Şimdi şu soruyu soracağız: Peki, bütün bu bizim ve meleklerin kullanıp oluşturduğu tuğlaları yani madde parçacıklarını kim var etti? Bu inşaat malzemesini kim ayarladı? O malzemeye bizim kullanacağımız özelliği kim verdi?
Evet, bizimle melekler arsında birlik yoktur. Çünkü onlarla diyalog kuramıyoruz, onlarla görüşüp anlaşamıyoruz. Sadece onların var olduklarını biliyoruz. Ama biz anlaşabiliyoruz. İnsanların ruhları diyalog içindedir. Hattâ geçmişte yaşayanlardan haberimiz var. Gelecekteki nesillere de hatıralar bırakıyoruz. Biz bunları yazıyoruz. Şimdi okuyan belki birkaç kişi ama ümit ediyoruz ki yüz sene sonra, bin sene sonra bu yazılarımızı arayıp bulanlar olacaktır. Biz onlara hitap ederek yazıyoruz...
Bu inşat malzemesini hazırlayan, bizim zaman ve mekân âleminde olan ve meleklere de bizim gibi varlık imkânı veren bir ruhların ruhu vardır. Bunu şimdilik varsayım olarak kabul edelim. Bu ruhların ruhunu bir varsayım olarak ortaya koyalım, çevremizi ve kendimizi ona göre tetkik edelim, bakalım varsayımımızda bir çıkmaz ortaya çıkacak mı?
Unutmayalım ki bizim bilgimiz böyle varsayımlara dayanır. Bütün ilimler böyle elde edilmiştir. Bir meyveyi kokluyorum, kokusu güzel. Tadına bakıyorum, tatlı. O halde bunu yersem karnım doyar ve açlığım gider diye varsayıyorum. Yiyorum ve sonuçta doyuyorum. Baştan o meyvenin benim karnımı doyuracağını bilmem mümkün değildir.
Biz varsayımlarla edindiğimiz bilgilerle yaşıyoruz. Başka türlü bilgi edinmemiz mümkün değildir. Bilgisiz de yaşamamız mümkün değildir. Bilgimizi tamamlamamız için baştan varsayımlar kabul ettik.
Ben varım dedim. Bu bir varsayımdır. Sen varsın dedim, o da varsayımdır. Senden cevap geldi. O halde biz varız dedik. Diğer bize benzeyenlere sorduk, onlar da var olduklarını bildirdiler. Çevremiz hakkında bilgi edindik. Çevremiz var dedik. Sonra bizim gibi bizim görüşmediğimiz ruhlar da vardır dedik. Bunların hepsi varsayım ama hepsi olayları zincirleme izah ediyor ve çelişki yok. Varsayımlara aykırı bir şey bulamadık.
Eksik olan bir şeyimiz kalmıştır.
Bu çokluk içinde birlik nasıl sağlanmaktadır?
Nasıl oluyor da her şey bir ve uyumlu?
Bir firmanın arabasına başka firma arabasının parçasını uyduramazsın. Oysa kâinat cansız varlıklar, canlı varlıklar ve insanların ruhlar birbirine uyumlu, birbirini tanıyan varlıklardır. Bir cıvata alınız, bir somun alınız. Birinin metrik birinin de parmak hesabına göre dişleri açılmışsa o somunu o cıvataya takamazsınız.
Nasıl oluyor da tüm kâinat böyle uyumlu olabiliyor?
İşte bunun için bir varsayım ortaya koyuyoruz, tüm bunların oluşturucusu ve yapıcısı bir ruhların ruhu vardır diyoruz. Buna “TANRI” diyoruz.
Tanrı varsayımı üzerinde gelecek yazımızda duracağız.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92
|
Ali Bülent Dilek
30.05.2012
12:49
| "BAŞBAKAN KİME TASMALI GAZETECİ DİYOR?" YAZISINDAN DOLAYI LEVENT GÜLTEKİN KARDŞİME HELAL OLSUN DİYORUM. BİLMEYENLER İÇİN NOT;LEVENT GÜLTEKİN 1993 YILLARINDA YAYIN HAYATINA ATILAN"O ZAMANKİ;BEKLENEN VAKİT"İN,ŞİMDİKİ"AKİT" GAZETESİNİN İLK KAĞITHANE İLÇE ABONE DAĞITIM TEMSİLCİSİYDİ. NEREDEN NEREYE. GERÇEK HAYAT DERGİSİNİN VE 8SÜTUN İNTERNET HABER SİTESİNİN DE SAHİBİYKEN, TÜM İSLAMİ CEMAATLERİ BİRLEŞTİRMEK İÇİN ÇABALADI. GÜNLÜK B İR GAZETE DENEMESİDE OLMUŞTU. ONDA BU KONUDA DA ÇOK ÖNEMLİ BİLGİLER VAR. KEŞKE ONLARIDA YAZSA... |
Reşat Nuri Erol
31.05.2012
06:25
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 31 Mayıs 2012 Perşembe
Kürtaj cinayettir ve haramdır
Dindeki hükmü bakımından kürtaj, ananın veya bir başkasının maddî veya manevî müdahalesi ile cenînin rahimde veya dışarı çıkarılarak öldürülmesidir.
Cenîn, hâmileliğin ilk gününden itibaren hâmile kadının rahmindeki çocuktur.
Özellikle cerrahi tıbbın gelişmesinden önce ilkel yöntemlerle yapılan cenîn katli günümüzde, ameliyat ortamında ve -genellikle- doktorlar tarafından yapılmaktadır.
Tarihî geçmişi:
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadîslerde -muhtemelen nadiren uygulandığı veya hiç uygulanmadığı için- cenînin kasten öldürülmesine temas edilmemiştir. Fıkıh ilmi oluştuğu ve kitaplaştığı zamanlarda (hicrî birinci asrın sonlarından itibaren) önce cezâ hukuku bahislerinde cenînin kasten veya kazâ ile öldürülmesi konuları ele alınmış, daha sonra (müctehid imamların yaşadığı ve icitihad faâliyetinin yaygın olarak sürdürüldüğü ilk dört asırdan sonra) doğumu önlemek üzere rahimdeki çocuğun belli bir süre içinde imhâ edilmesinin câiz olup olmadığı konusu tartışılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de "ve'du'l-benât" terimi ile ifade edilen "kız çocukların diri diri toprağa gömülerek öldürülmesi" cinayetine özel âyetlerle ve açıkça; cenînin öldürülmesi hâdisesine ise özel terimleriyle değil, bunu da içine alan genel açıklamalar yoluyla temas edilmiştir. Özellikle "haksız olarak nefsin öldürülmesini yasaklayan" âyetler cenînin katlini de içine almaktadır.
1. En'âm sûresinde (6/98) Allah Teâlâ'nın bütün insanları tek bir nefisten yarattığı, bu nefsin oluş aşamalarında ana rahminin de bulunduğu (nefsin bir müddet ana rahminde kaldığı) ifade edilmiştir. Sûrenin 151. âyetinde ise hem çocukların (evlâd) hem de nefsin öldürülmesi şiddetle yasaklanmıştır. Cenîn, "nefis" kavramına kesin, çocuk (veled-evlâd) kavramına ise ihtimâlli olarak dahildir.
2. Mümtehine sûresinde (60/12) Hz. Peygamber'e (s.a.), kadınlardan bazı suçlar, günahlar ve cinayetler konusunda -bunları yapmamak üzere- söz alması, yemin ettirmesi istenmektedir; bu günahlar ve cinayetler arasında "çocuklarını öldürmek" de vardır. Bu âyetteki çocuklara "cenîn" de dahildir.
Hadîslerde doğumu engellemek maksadıyla cenînin kasten imhâ ve katledilmesi konusu geçmemiştir. Azil konusunu işlerken zikredilen hadîslerde cenînin imhâ edilmesine değil, siperm ile yumurtanın buluşmasını engellemek maksadıyla yapılan azle "gizli veid" denilmiştir. Az açıklanacakaşağıda açıklanacak olan ve bazı fıkıhçıların "ceninin imhâsının, çocuk düşürme ve kürtaj yaptırmanın câiz olduğuna delîl kıldıkları "rûhun üflenmesi" ile ilgili hadîsin ise kürtaj ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Bağlayıcı delîl ve kaynaklardan yola çıkarak nesneler, davranışlar ve ilişkilerin dinî hükümlerini (farz, vacib, mendûb, mubah, mekruh, haram... olmalarını) açıklamayı konu edinmiş bulunan fıkıh ilminde cenînin imhâsı iki yönden ele alınmıştır: a) câiz olup olmadığı, b) kasten veya kazâ yoluyla cenîn imhâ edildiğinde uygulanacak cezâ.
1. Câiz olup olmaması bakımından kürtaj:
Fıkıhta kürtajın, cenînin öldürülmesinin ve çocuk düşürmenin câiz olup omadığı araştırılırken öncelikle bu nesnenin (ceninin) canlı ve insan olup olmadığının tesbiti üzerinde durulmuştur. Cenînin canlı ve insan olduğu sabit olduğu takdirde hiçbir fıkıhçı onun imhâsına cevaz veremez; çünkü İslâm'ın nefsi, doğmuş çocuğu ve insanı öldürmeyi kesin olarak yasakladığı bilinmektedir. Bazı fıkıhçıları bu konuda tereddüde sevkeden ve kürtajın belli bir süre içinde câiz olduğu görüşüne meylettiren sebep bilgi eksikliğidir, bir hadîsi amacından saptırmak ve yanlış yorumlamaktır, bu fıkıhçıların yaşadıkları çağda kendilerine ulaşan "yanlış tıp ve canlılar âlemi" bilgisidir.
Gelecek yazıda: "Gazzâlî ne diyor?"
|
Reşat Nuri Erol
31.05.2012
06:56
| Fehmi KORU
Tartışmaya sondan başlayınca (kürtaj meselesi ve ...)
fkoru@stargazete.com
Meğer ülkemizde çocuk doğuran her iki kadından birine ‘sezaryen’ yöntemi uygulanıyormuş; bu da Türkiye’yi bu yöntemle doğum konusunda ilk sıraya yerleştirmekteymiş... Kürtaj olan kadınların sayısı da bizde dünya ortalamasının çok üstündeymiş...
Bunu nereden öğrendik? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kürtaj cinayettir” ile başlayıp “Sezaryen de cinayettir” cümlesiyle devam eden açıklamalarından... Konunun sahibi olan bakan bile, elindeki verileri basınla paylaşmaya Başbakan Erdoğan’ın çıkışından sonra başladı.
Neredeyse bir haftadır, tartışma, bu yüzden, Tayyip Erdoğan ekseninde sürdürülüyor... Birkaç kadın örgütü konunun özüne dönük de eleştiri yapıyor, ama açın gazetelere bakın, Başbakan Erdoğan’ın tartışmayı başlatmayla ne yapmak istediği üzerinde duruluyor daha çok...
Hükümet ise her iki konunda yasal düzenleme çalışmalarını başlattı bile...
Kusura bakılmasın, ama bu durum bana biraz tuhaf geliyor.
Hemen her aileyi ve kesinlikle her kadını yakından ilgilendiren bir
konu bu ve çözüm yasayla aranacaksa o noktaya varana kadar iyice tartışılması gerekiyor. Oysa konu ilk elde başbakan düzeyinde ele alınınca tartışmanın anlamı kalmıyor. Önce enine boyuna tartışılmalı, kamuoyu iyice ikna olduktan sonra konu yeni bir yasal çerçeveye kavuşturulmalıydı.
Dün gibi hatırlıyorum: Kürtaj ile ilgili bugün uygulanan yasal çerçeve, 1983 yılında, yerini sivil yönetime bırakmaya hazırlanan askerler tarafından belirlenmiş, konuyla ilgili tartışmaya imkân verilmeden yasalaştırılmıştı.
Şimdi de aynı şey olacağa benziyor. Bir yönüyle, 1983’te tartışılmadan geçirilmiş bir düzenlemenin doğru olup olmadığını gecikmeli olarak gündeme taşıdığımız bile söylenebilir.
Tersi niye olamıyor? Yani şöyle: Konunun sahibi olan aileden sorumlu bakan, dünyadaki durumla ilgili verileri kamuoyuyla paylaşarak ülkemizdeki yanlışlığa dikkat çekebilirdi. Kadın-erkek tartışmacıların kürtaj ve sezaryen uygulamaları konusundaki görüşlerini öğrenmek ilginç olabilirdi. Siyaset de, canlı bir ortamda yürütülen tartışmayı izleyip sonunda yasaya dönüşecek kararını verirdi; tabii verilecek bir karar olduğuna inanıldığı taktirde...
Hani bu konunun pattadanak ele alınmasına sebep olarak Uludere’de sıkışmış hükümetin gündem değiştirmek istemesi gösteriliyor ya, konunun yaygın biçimde tartışılmasıyla gündem şimdi olandan çok daha çarpıcı biçimde değişebilirdi.
Meselenin gündemi değiştirmekle ilgisi olmadığı konunun tartışma gündemine sokulması biçiminden de belli.
Doktorların doğal doğum yerine kolaylarına geldiği için sezaryen yöntemini yeğlediği doğru olabilir mi? Rakamlara bakılırsa doktorlarımızda böyle bir eğilimin varlığı seziliyor. Oysa yöntemin hangi şartlarda tercih edileceğinin bilimsel ölçütleri var.
Kürtajın bir tür doğum kontrol yöntemine dönüştüğüne kuşku duymamız için de bir sebep yok; rakamlar ortada. Bu durumu tersine çevirmek için çaba göstermek de gerekiyor.
Sezaryen ve kürtaj sorunlu iki konu ülkemizde; bir şeyler yapılmasını gerektiren iki konu... Ancak tartışma biçimine tersten sokulması, doğru dürüst tartışılmadan -sanki yalnız Başbakan Erdoğan’ın kişisel tercihiymiş gibi- gündeme sokulması her iki konunun da özüne inmeyi zorlaştırıyor.
Ne zaman normalleşeceğiz biz?
|
Reşat Nuri Erol
31.05.2012
07:12
|
Ali Bulaç
"Batı İttifakı'nın organik üyesi, küresel ekonomiye açık, orta sınıfları tehdit altında, yoksulları korumasız, kimlik krizi giderek derinleşen, ulus devlet içinde henüz iç reform yapamamış, laikliği hâlâ imtiyazlı zümrelerin hegemonya aracı olup dini idari, iktisadi, sosyal ve uluslararası politikalarda referans almayan bir modelin etkileri ne olur!"
İhvan ve Türkiye modeli
Son altı yazıyı Müslüman Kardeşler'in Türkiye İslam'ı üzerindeki etkilerine ayırdım. Tabii ki, 1924'te hilafetin ilgasından sonra İslam Dünyası başsız kaldığında her beşeri havza önce ortak bir çıkış yolu aradı, sonra bir miktar Cemalettin Efgani ve Mustafa Kemal'in zımni fikirlerine mecbur kalıp "önce kendi ulusal sınırları" içinde var olmayı, en sonunda imkanlar/konjonktür elverdiğinde İslami temelde birlik sağlamayı bir ideal olarak erteledi.
Bu fikri Efgani'den alıp Anadolu'nun verdiği mücadeleye adım adım katıldıktan sonra aynı mücadeleyi yürütme azmiyle Suriye'ye geçen Libyalı Şeyh Senusi'ye empoze eden Mustafa Kemal, Lozan masasında konuşulanlara uygun olarak yeni Türkiye'nin hem İslami geçmişiyle bütün bağlarını acıtarak kopardı hem de en azından yakın ve görünür jeopolitik tutumlar seviyesinde ülkeyi İslam aleminden uzak tuttu.
Bu ayrı bir konu ama, Mustafa Kemal'in Anadolu'nun fiziki varlığını koruma karşısında kabul ettiği Mustafa Kemal Kemalizmi geçici bir tedbirdi, bu yüzden en ağır reform olan laikliği 1937'ye kadar erteleyebildi. Ölümünden (1938) sonra başlayan Kemalizm, bu geçici tedbiri sadece ebedileştirmek istemekle kalmadı, ruhen içselleştirdi, "öğretilmiş çaresizlik" ideolojisi olarak topluma empoze edildi, bu bugün Ortadoğu'ya empoze edilebilir. Bu açıdan son 30 senedir -Özal ve Erdoğan üzerinden- yürürlüğe konulan Postkemalizm bir türlü rayına oturmuyor, zaman zaman kendilerinden yeni döneme geçmeleri istenen siyasi lider ve reformcular, farkında olmaksızın veya bürokratik merkezi kontrol eden sert çekirdeğin manyetik alanına girip eski devlet ideolojisine 'geri dönebiliyor'lar.
İhvan, Türkiye İslamı'nı ne kadar etkilemişse, Türkiye'nin henüz aralarında kesin, somut ve berrak sınırların çekilmediği "klasik Kemalizm ile Postkemalizm arası politik çizgisi" de Ortadoğu'yu etkileyebilir. Batı İttifakı'nın organik üyesi, küresel ekonomiye açık, orta sınıfları tehdit altında, yoksulları korumasız, kimlik krizi giderek derinleşen, ulus devlet içinde henüz iç reform yapamamış, laikliği hâlâ imtiyazlı zümrelerin hegemonya aracı olup dini idari, iktisadi, sosyal ve uluslararası politikalarda referans almayan bir modelin etkileri ne olur! Gerçi son zamanlarda İhvan -Erdoğan'ın onlara ısrarla laikliği önermesinden sonra- kafalarında beliren istifhamlara göre Türkiye modeli üzerinde daha etraflı düşünmeye başladılar; hatta içlerinde önemli gruplar acaba gözümüzü, muhafazakar demokratlığa evrildikçe daha seküler, daha Türk milliyetçisi ve otoriter devletçiliğe kayan "Politik Müslümanlığa" mı, yoksa toplumsal hayatı fikri, ahlaki ve manevi yönden güçlendiren Nur kökenli "Sosyal Müslümanlığa" mı çevirmeli diye yeni bir düşünce faslı açtılar. "Mısır'ın Erdoğan'ı" sloganıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan Ebu'l Futuh ikinci tura bile girebilecek oyu alamadı.
Şu veya bu, Mısır İhvanı kendine sağlıklı bir yol haritası çizerken Türkiye modelini her aşamada dikkatlice kritik edecektir, etmelidir. İkinci büyük tehlike Mısır'ın "Şii İran" veya "Vehhabi Suudilik" adı altında oluşturulan sun'i kutuplara karşı "Sünni Mısır" tuzağına düşmesidir. Üçüncü tehlike, liberallerin İhvan'ın iktidara gelme susuzluğu çeken konformist zümreleri üzerinde uygulayacakları projelerin farkına varmayıp dönüşmeleridir. Bu ameliye Türkiye'de uygulandı. Mustafa Erdoğan bunu şöyle ifade ediyor: "Tabii ki İslam başka liberalizm başka. Biri diğerinin alternatifi değil, birisi bir din, diğeri siyasi bir doktrin. Özal da muhafazakar, dindar bir adamdı ama liberalizme de sempatisi olan bir adamdı. Geleneksel olarak İslami kesim daha kolektivist fikriyata yakındı, biz bunu daha liberal yönde dönüştürebilir miyiz diye düşündük... İslami kesim üzerinde etkisi oldu." (Hülya Okur röportajı, Haberx, 24. 10. 2011.)
Dünyanın ve Ortadoğu'nun krizi bu yolla aşılamaz. Yeniden İslam'ın entelektüel kaynaklarına, yeni bir bakış açısı ve ruhla dönmek gerekir. Bu konuda "Küresel Bir Karşı Kültür" kitabının yazarı Susan Buck-Morss'a kulak verelim: "Karşı kültürün referanslarının mihenk taşları Agamben, Zizek, Derrida veya Habermas değil, Taha, Gannuşi, Ali Şeraiti ve Seyyid Kutup'tur." (Versus, İstanbul-2007, s. 3.)
a.bulac@zaman.com.tr
31 Mayıs 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
01.06.2012
07:07
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 01 Haziran 2012 Cuma
Kürtaj konusunda eksik ve yanlış bilgiler
Genel olarak İslâm ilimlerinde ve özel olarak da fıkıh ilminde önemli bir seviyeyi temsil eden Gazzâlî, İhyâu-ulûmi'd-din isimli eserinde azil (temasta spermi dışarıya bırakmak) konusunu işlerken cenînin imhâsı konusuna da temas etmiş ve şu önemli açıklamayı yapmıştır: "Azil, cenîni öldürmeye (ichâz) veya doğmuş kız çocuğunu toprağa gömerek katletmeye (ve'd) benzemez; çünkü -azilden farklı olarak- bu ikisi, olacağı değil, olmuşu (hâsılı) imhâ etmektir. Bu olmuşun (ceninin) çeşitli aşamaları vardır. Varlığının ilk aşaması, erkek menisinin (spermin) rahime girerek kadının suyu ile karışması ve hayat için müsait hale gelmesidir. Bunu bozmak ve imhâ etmek cinayettir. Sonra katılaşıp et parçası haline gelirse bunu imhâ etme cinayeti daha büyük olur. Rûh üflenip insan olarak yaratma ve şekillendirme tamamlanınca cinayet daha da büyür. Cinayetin en büyük olanı ise cenînin canlı olarak ana rahminden ayrılıp çıkmasından sonra onu öldürmektir... İnsanın varoluşunun başlangıcı meninin erkekten ayrılması değil de ana rahmine düşüp kadının suyu ile birleşmesidir" dedik; çünkü çocuk, tek başına erkeğin suyundan yaratılmıyor, iki eşten yaratılıyor. Bu da ya her ikisinin suyundandır yahut da erkeğin suyu ile kadının hayız kanının birleşmesinden yaratılmaktadır..." (İhyâ ve şerhi İthâf, V, 380).
Hicrî altıncı asrın başlarında (505/1111) vefât etmiş bulunan Gazzâlî o çağların bilgisine de tercümanlık etmektedir ve ifadesinde geçen şu noktalar, fıkıhçıların cenîn konusundaki hükümlerini değerlendirme bakımından önem arzetmektedir:
a) Gazzâlî gibi birçok fıkıhçı -dinî kaynaklarda erkeğin ve kadının, çocuğun oluşumunu sağlayan katkılarına su denildiği için- erkeğin menisine ve dolayısıyla spermine olduğu gibi kadının yumurtasına da su (mâ') demektedirler.
b) İki su karıştığında yani aşılanma/döllenme olduğunda hâsıl olan nesneye canlı demek yerine, canlı olmaya, can verilmeye müsait hale gelmiş nesne denilmekte, döllenmiş yumurta böyle nitelendirilmektedir.
c) Yumurta döllendikten sonra cenînin rahimde geçirdiği gelişme aşamalarının ikisine "alaka" ve "muzğa" ismi verilmektedir. Birçok fıkıhçı ve tefsirciye göre alaka "pıhtılaşmış kan", muzğa ise "bir çiğnemlik çiğ et parçası" demektir. Bugün bize tıbbın öğrettiğine göre cenîn hiçbir zaman pıhtılaşmış bir kan veya bir çiğnemlik cansız et parçası değildir.
d) Çocuğun cinsi temas sonunda karı ve kocadan gelen sudan veya kocanın suyu ile kadının hayız kanından oluştuğu bilgisi de çağdaş tıp bilimine uymayan bilgilerdir.
e) Rûhun üflenmesi olayı aşağıda açıklanacak olan bir hadîste geçmektedir, rûh gibi onun üflenmesinin de ne mânâya geldiği, insanın yaratılmasında hangi işlevlere sahip ve neler üzerinde etkili bulunduğu konusunda –fıkıh hükmüne dayanak kılınacak- bilgi yoktur.
f) Bütün bu eksik bilgilere rağmen Gazzâlî'nin, rahimde hâsıl olan birleşme anından itibaren hâsıl olan şeyi, "insan varlığının bir aşaması" olarak kabul etmesi ve bunu imhâ etmenin cinayet olduğunu kaydetmesi apaçık bir gerçeğin tesbiti mâhiyetindedir.
(Konuya devam edeceğim)
|
Reşat Nuri Erol
02.06.2012
10:56
| Anlamayanlara!
02 Haziran 2012 Cumartesi 02:00
Aslında Suriye'de olup bitenleri anlayacak biri varsa o da Türkiye. Çünkü Türkiye son 40 yılını sağ-sol, Alevi-Sünni ve PKK çatışmalarıyla geçiren bir ülke. Son bir ayda PKK saldırılarında ondan fazla asker ve güvenlik elemanı öldürüldü. Tüm bunları Suriye'de bulunduğum bu günlerde düşünüp durdum. Çünkü bir zamanlar Türkiye'de olduğu gibi bazıları Suriye'de iç savaş çıkartmaya çalışıyor. 'İç savaş' diyorum çünkü gerçek durum bu. Örneğin Hula'da yaşananlar. Bu katliamı Hür Suriye Ordusu'na bağlı silahlı gruplar gerçekleştirmiş ve öldürdükleri insanların kanı üzerinden prim yapmaya kalkışmışlardır.
HULA HALKI ALEVİ VE Şİİ
Çünkü Hula halkı, Esad'dan yana. Çünkü Hula halkının büyük bölümü Alevi ve Şii. Çünkü Hula'da öldürülenlerin büyük bölümü tehditlere rağmen son seçimlere katılmış ve parlamentoya girmiş bir milletvekilinin akrabaları. Çünkü Hula ve çevresinde Suriye ordusu yok ve o bölge silahlı grupların kontrolünde. Çünkü katliamdan sonra BM'ye bağlı gözlemciler bile oraya girememişti. Peki bu katliam neden yapıldı? Yapıldı çünkü silahlı gruplar bunu hep yapıyor. Her BM Güvenlik Konseyi toplantısından önce dünya kamuoyunu hazırlamak ve Rusya'yı sıkıştırmak için silahlı gruplar katliam yapıyor. Annan Planı kabul edilme sürecinde silahlı gruplar katliam yapmıştı. Hula'da olduğu gibi Annan'ın her Şam ziyaretinden önce silahlı gruplar katliam yapıyor. Bir haftadır Suriye'deyim ve birçok yeri gezmeye çalışıyorum. 'Çalışıyorum' diyorum çünkü silahlı gruplar yol kesiyor ve bazı bölgeleri kontrolunda tutuyor. Tıpkı 1993-1998 döneminde PKK militanlarının geceleri Güneydoğu'da bazı köy, kasaba hatta şehir ve ana yolları kontrol edebildikleri gibi.
Hula katliamına kıyameti koparanlar Hür Suriye Ordusu'na verdikleri her türlü silahlı ve parasal desteği saklamıyorlar. Esad'a 'Annan Planı'nı uygula' diyen bu ülke ve güçler, plana göre Hür Suriye Ordusu'na verdikleri silahlı yardıma son vermekle yükümlü olduklarını unutuyorlar. Bu gruplara parasal, siyasal ve silahlı desteklerini artırıyorlar. Amaç Suriye'de iç savaş çıkartmak. Şaşırtıcı olan Ankara'nın olup bitenleri ve bunların Türkiye ve bölge yansımalarını görmemesidir.
YİNE ÇOK ACI ÇEKECEĞİZ
Suriye'deki durumun ve bu durumdan dolayı başta Türkiye olmak üzere tüm bölgenin çok tehlikeli gelişmelerle karşı karşıya kalabileceği endişesini taşıyor ve bu coğrafyanın tüm halkları adına üzülüyorum. Üzülüyorum çünkü bir kez daha klasik Batılı emperyalist ülke ve güçler kazanmak üzere. Çünkü yüz yıldır olduğu gibi bir kez daha biz bu coğrafyanın halkları çok acı çekeceğiz. Hiç kimsenin kısa vadeli çıkarlarla davranma hakkı yok. Hiç kimsenin dar kişisel, grupsal, mezhepsel, siyasal önyargı, dürtü, saplantı ve çıkar hesaplarıyla davranma hakkı yok ve olmamalıdır. Suriye'ye demokrasi emperyalist ülke ile onların çağdışı ve ilkel Suudi Arabistan ve Katar yönetimlerinin pis oyunlarıyla gelmez ve gelmeyecektir. Irak, Afganistan, Somali, Libya ve Yemen'de her şey ortada. Demokrasi haçlı-siyonist ittifakın umrunda değil. Mısır'da yapılan son başkanlık seçimlerine katlıma oranı % 42. 'Arap Baharı' ülkeleri Tunus, Fas ve Cezayir seçimlerinde oranlar aynı. Hiç kimse bu insanların neden sandığa gitmediğini sorgulamıyor. Hiç kimse 15 ay geçmesine rağmen % 70'i 'Sünni' olan Suriye halkının, eşi 'Sünni' olan 'Alevi' Esad'a karşı neden ayaklanmadığını ya da ayaklanmış olan 'Sünni' silahlı gruplara destek verip sahiplenmediğini sorgulamıyor. Hem de Hula'da, Şam'da, Halep'te, Deyr-i Zor'da ve diğer şehirlerdki katliam ve intihar eylemlerindeki vahşete rağmen!
Akşam
Hüsnü Mahalli
|
Reşat Nuri Erol
02.06.2012
11:05
|
İşte yeni İstanbul
Karadeniz'in kuzey şeridinde kurulacak yeni İstanbul'un planları basına yansıdı. Nüfusu 1 milyonu bulacak Yeni İstanbul'da dünyanın en büyük havalimanı da olacak.
02.06.2012 09:42
Karadeniz'in kuzey şeridinde kurulacak yeni İstanbul'a dünyanın en büyük havalimanı inşa edilecek. 2020 Olimpiyat Köyü'nü de barındıracak bölgenin adı Yenişehir olacak.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 2011 seçimlerinde en önemli projelerden biri olarak açıkladığı yeni İstanbul'un planına SABAH ulaştı. Çalışmalar kapsamında dünyaca ünlü ABD'li planlama uzmanı Mimar-Urban Green Global Yöneticisi Sidney Rasekh çağrıldı. 2011 Temmuz ayından itibaren İstanbul Metropolitan Planlama Merkezi bünyesinde oluşturulan Rasekh başkanlığındaki ekibin 5 ay süren çalışmalar sonucunda, Karadeniz'in kuzey şeridinde kurulacak yeni şehrin plan ve proje çalışmaları tamamlandı.
NÜFUSU 1 MİLYON OLACAK
40 bin hektar büyüklüğündeki arazi üzerinde inşa edilecek yeni şehrin konsepti ekolojik çevre dostu olarak belirlendi. Ekolojik Yeni İstanbul adıyla hazırlanan projeyle, Karadeniz kıyısındaki eski maden ve taş ocağı alanlarını geri kazanarak 1 milyon kişinin barınacağı sürdürülebilir ve ekolojik bir kent oluşturmak amaçlanıyor. Sarıyer, Çatalca ve Eyüp ilçelerine bağlı 10 köyü kapsayan yeni şehirde, 400 bin kişilik istihdam oluşturulması hedefleniyor. İstanbul'un Pekin, Londra'ya ve Moskova'dan Kahire'ye doğru oluşmuş bir eksen merkezinde bulunduğu göz önüne alınarak tasarlanan şehir sayesinde, bu ekonomik fırsattan faydalanarak uluslararası iş alanları ve ticaretin yer alabildiği bir odak noktası haline getirilmesi amaçlanıyor.
2020 OLİMPİYAT KÖYÜ
2020 Olimpiyatları'nda adaylık başvurusu yapan İstanbul'un olimpiyat köyü de yeni şehre inşa edilecek. 700 hektarlık alanda yapılacak olimpiyat köyünde oyunların yapılacağı sportif merkezler, konaklama alanları ve medya yerleşkesi de yer alacak. Olimpiyatlar sonrasında ise bu alanlar üniversite ve kentsel hizmet alanlarına dönüştürülecek. 25 bin kapasiteli konaklama alanı ve sosyal kullanım alanlarının yer alacağı yapılar üniversite ve spor merkezi olarak da kullanılabilecek.
TEKNOLOJİ ÜSSÜ
Havalimanıyla bağlantılı olarak yeni ileri teknoloji üssünün inşa edileceği şehirde iki büyük üniversite ve araştırma hastanesi yapılacak. İleri teknoloji parkıyla entegre olacak üniversitelerden biri 25 bin diğeriyse 15 bin öğrenci kapasiteli olacak. Üçüncü köprü ve otoyol geçişiyle doğrudan bağlanacak şehir hızlı tren taşımacılığından da faydalanacak. Taksim ve Suriçi gibi merkezi noktalara çabuk erişimin sağlanabilmesi için metro sistemleri yeni şehre uzatılacak. Ayrıca Kruvaziyer Limanı inşa edilecek. Yeni liman sayesinde 9.5 milyon olan yıllık turist sayısı 22 milyona çıkarılacak. İstanbul'un ekolojik dokusunu korumaya katkı sağlamak amacıyla tarım alanları oluşturularak kentin tarım ihtiyacının yüzde 20'sinin karşılanması sağlanacak.
EN BÜYÜK HAVAALANI
Yenişehir projesinin en önemli parçalarından birini teknolojik havaalanı oluşturuyor. Atatürk Havalimanı uçuş trafiğini azaltarak yeni uçuş merkezi olarak planlanan havalimanı 3 bin 500 hektarlık alanı kapsıyor. Altı pistten oluşan yeni havalimanı yıllık 100 milyon yolcu kapasitesiyle dünyadaki en büyük havalimanı olacak. Avrupa, Asya ve Ortadoğu finans ve turizm merkezi olması düşünülen şehrin yeni havaalanı sayesinde, İstanbul'un uluslararası havacılık piyasasındaki rolünü ileriye taşımak ve Ortadoğu, Avrupa ve Kuzey Afrika için bölgesel merkez haline getirilmesi planlanıyor.
Kaynak: SABAH
|