Reşat Nuri Erol
11.04.2012
06:24
|
‘Yedigen dünyanın’ bir köşesi de Türkiye
Amerikan dış politikası konusunda önemli otoritelerden kabul edilen Bard College profesörü Walter Russell Mead, Wall Street Journal gazetesine değişen dünyada ABD’nin yerini değerlendirdi
Mead “ABD’nin düşüşü efsanesi” başlıklı yazısında ABD’nin Türkiye, Hindistan, Brezilya gibi yeni güçlerle işbirliğine giderek uluslararası sistemdeki gücünü yeniden tanımladığını öne sürdü. Mead “Dünyada güç dengesi değişiyor. Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya giderek daha sık ve değişik konularda seslerini duyuruyorlar. AB krizle sarsılıyor, Japonya artık Asya’nın en büyük ekonomisi değil. ABD düşüşe geçmedi ama dengeyi tekrar sağlama sürecinin tam ortasında” yorumunda bulundu. Mead, ‘ABD hâlâ lider bir aktör ama yedi kutuplu bir dünyada’ ifadesini kullandı. “Avrupa’nın ve Japonya’nın yanısıra Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye, Washington’ın hızlı arama tuşlarında yer buldular. “Rusya’nın katılmak istediği kesin değil, pazarlıklar sürüyor” değerlendirmesini yapan Mead, ‘Yediler’ adı verdiği yeni güçlerin zor da olsa ortak bir yaklaşım geliştirmek için çalışacağını öne sürdü. Mead dünya siyasetinde Türkiye’nin kazandığı öneme kanıt olarak “Avrupa’dan giderek uzaklaşan Türkiye, Ortadoğu’da AB’den daha etkili bir güç olma yolunda ilerliyor” ifadelerini kullandı.
Kaynak: MİLLİYET
|
Reşat Nuri Erol
11.04.2012
06:29
|
SURİYE İLE SAVAŞA SÜRÜKLENEN TÜRKİYE...
Bu saatten sonra kalkıp da, “Daha geçen seneye kadar en iyi komşumuz Suriye idi. Ortak bakanlar kurulu toplantısı yapan iki ülke ile ne oldu da bu duruma geldi” nostaljisi yapmanın yeri değil şimdi.
Ne var ki hangi noktadan gelindiği, nereye gidildiği unutulmamalı. Unutulmamalı ki seyir grafiği görülebilsin ve ne yapıldığı anlaşılsın.
Türkiye, AK Parti iktidarında son iki yıl öncesine kadar dostluğuna güvenilen, birlikte fotoğraf verilmesinden güç duyulan bir ülke idi.
Ermenistan’la açılımın Azerbaycan kayasına çarpmasından sonra Türkiye Ermenistan’ı kaybetti, Azerbaycan’ı da İsrail’in kucağına attı. Azerbaycan, bugün itibariyle İsrail’in geniş bölgedeki en iyi müttefiki haline geldi.
Hocalı katliamının 20. yılında Türkiye’de yapılan hükümet destekli etkinlikler bile Azerbaycan ile ilişkileri bir yere taşımışa benzemiyor.
Batı komşuları ile şu sıralar sorun yok gibi ama doğu tarafta sadece elde Gürcistan var gibi.
Irak’la ilişkiler yeniden sarpa sarmış durumda.
İran, Batı ile savaş dansında Türkiye’yi şamar oğlanı gibi kullanmaya kalktı. Tahran’ın mahir Acem diplomatları, kendisi için çok riskler üslenen Ankara’nın attığı adımların değerini bilemedi.
Şimdi İran’la bir yıldan beri devam eden Suriye gerginliğinin yanı sıra bu kez nükleer görüşmeler soğukluğu girdi.
Şam hükümetinin 13 aydan bu yana kendi halkına yönelik uyguladığı zulümler ise Türkiye-Suriye ilişkilerini 13 yıl öncesinden daha kötü bir noktaya taşıdı.
16 Eylül 1998’de dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Hatay’da Suriye sınırına gitmiş ve PKK lideri Abdullah Öcalan’a yıllarca ev sahipliği yapan Şam yönetimine, “Suriye'ye karşı sabrımız kalmadı. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” diye seslenmişti.
Bu sözlerin diplomasideki anlamını bilen baba Hafız Esat, bir ortamını bulup Öcalan’ı ülke dışına göndermişti.
Şimdiki durum ise her açıdan 1998’den farklı. Dahası, her açıdan daha vahim. O zaman Şam’ın Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullandığı bir isim vardı. Şimdi ise tamamen kendi halkı söz konusu.
Türkiye, Suriye’de yaşananların geleceği konusunda çok yanıldı veya yanıltıldı. Tunus ve Mısır’da sonuçlanan “Arap Baharı”na heveslenen Suriyeli muhaliflerin başlattığı girişimlerin öncekilerin benzeri bir seyir izleyeceğini düşündü.
İlk çıkışlarını buna göre yaptı. Birbirine yakın zamanlarda başlayan Libya ayaklanmasından önce sonuca ulaşacağını düşündü. Ramazan içinde tırmanan ayaklanmaları ise “işin sonuna gelindiği” şeklinde değerlendirdi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 6 saatlik Esed görüşmesi sonrasındaki açıklamalarını hatırlarsanız bu daha net anlaşılır. Ankara, her ülkenin yapısının ve dünya üzerindeki dengelerinin farklı olduğunu görmek istemedi.
Aradan geçen süre gösterdi ki Suriye’nin dünya üzerindeki dengesi farklı. Rusya ve Çin’in ayrı hesapları var. İran ise Batı ile diplomasi satrancında Suriye’yi vezir gibi kullanıyor.
Kilis sınırında dün yaşanan olaylar ise Türkiye-Suriye gerginliğini farklı bir noktaya taşıyacağa benziyor.
Ankara, yaşananları açık bir “sınır ihlali” olarak değerlendiriyor. Hem de icranın en tepesindeki isim olan Başbakan Erdoğan’ın ağzından. Erdoğan, Çin temasları sırasında yaptığı açıklamada, “Başka ülkeler uluslararası siyasette, uluslararası hukukta ne yaptıysalar tabii ki Türkiye de sonunda onu yapacaktır” çıkışını yaptı.
Bunun diplomaside karşılığı çok açık. Şam yönetimi ya özür dileyip bu yaşananları tazmin etme yoluna gideceğini açıklayacak, ya da.....
İşte o cümleyi tamamlamaya elim varmıyor.
Benim elim varmadı ama Başbakan Erdoğan, aynı konuşmasının sonunda bunun da ne olduğuna şüphe götürmeyecek şekilde ortaya koydu:
''En isabetli olanı neyse, şüphesiz ki en uygun olanı neyse oradan farklı olanına gitme gibi bir adımımız olacaktır. Farklıdan kastım da düşünmek istemediğimizdir. Oraya gitmektir. Ama bizi buna zorlarsa Suriye rejimi zorlar. Zorlamaması için de atılması gereken adımı orası atması gerekir.''
Ülkelerin nasıl savaşa sürüklendiğini görmek isteyenler, eğer Birinci Dünya Savaşı bilgileri eksikse Ali İhsan Sabis’in 6 ciltlik “Birinci Dünya Harbi Harp Hatıralarım” kitabının sadece birinci cildini okuyabilirler.
Osmanlı’yı yöneten Enver Paşa ve ekibinin, Almanya tarafından pohpohlanması ve büyük ölçüde de ekonomik sıkıntıların etkisiyle nasıl adım adım savaşa sürüklendiğini görürsünüz.
(Meraklılarına bir not: Osmanlı öyle “Ben Almanya’nın yanında savaşacağım” diyerek birkaç gün içinde karar vermedi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand’ın, Saraybosna'da vuruluşu 28 Haziran 1914 idi. Savaşın başlaması 28 Temmuz 1914. Osmanlı’nın savaşa girmesi ise 30 Ekim 1914)
İran’ı yıkmak isteyen, daha doğrusu “İsrail düşmanı rejimi” yönetimden uzaklaştırmak isteyen ABD’nin planının ne olduğu çok açık. İran’a gereken dersi vermek istiyor.
İran, kendisine en sağlam desteği veren ve ABD planının uygulanmasının önündeki en büyük engel olan Ankara’nın güvenini, gereksiz yere çıkardığı nükleer müzakere yeri ile ilgili tartışma yüzünden yitirdi. (Tabii kendi açısından gereksiz değil. Türkiye’nin Suriye’ye karşı yürüttüğü politikalarına bir ders verme hedefi vardı.)
Şimdi müzakereler için “adres Türkiye” dese bile Ankara’nın güveni kırılmış durumda. Kendini nerede bırakacağı belli olmayan bir komşusu hakkında eskisine göre çok daha temkinli adım atacak.
Her neyse…
Türkiye, Suriye ile hızla bir silahlı bir sürtüşmeye sürüklendi. İran’ın buna müdahil olması bir şekilde engellenmiş olacak. Nükleer müzakereler gerekçesiyle başlayan gerginlik, İran’ı daha da köşeye sıkıştıracak ve muhtemelen hareket kabiliyetini kıracak.
Rusya ve Çin de dünya diplomasisinin çerçevesi kapsamında bir şekilde ikna edilmiş olacak. Erdoğan’ın Çin gezisinin sadece ekonomik olduğunu düşünenler, yanıldıklarını görecek.
Şam yönetimi, bütün ümidini Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı Velid el-Muallim’in Moskova’ya yapmakta olduğu ziyarete bağlamış durumda.
Eğer Velid el-Muallim’in Moskova ziyareti, Cemal Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Londra ve Paris’e ittifak için yaptığı nafile ziyaretlere benzerse vay bölgenin haline.
Şu an tek umut ABD ve Fransa'da yapılacak seçimlerde. Fransa'da bu ay sonunda yapılacak seçimler o kadar etkili değil belki ama bu yılın Kasım ayında ABD'de yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde ABD pek bir adım atma niyetinde değil.
Irak tecrübesi varken ABD'nin yeni bir maceraya kapı aralayacağını hiç sanmıyorum. Bir maşa kullanırsa bilmem.
Şurasını unutmayalım. Birileri dünyada yükselen yıldız konumunu kırmak amacıyla Türkiye'yi, Suriye'ye tek başına müdahale etmesi tuzağına çekmek istiyor.
Kilis'te yapılan saldırının, Türkiye'yi bu yola çekmek amacıyla tahrik niteliğinde olduğunu görmemiz gerek.
Ünal TANIK / Rotahaber
|
Reşat Nuri Erol
11.04.2012
06:39
| yani...
"Şurasını unutmayalım. Birileri dünyada yükselen yıldız konumunu kırmak amacıyla Türkiye'yi, Suriye'ye tek başına müdahale etmesi tuzağına çekmek istiyor.... Kilis'te yapılan saldırının, Türkiye'yi bu yola çekmek amacıyla tahrik niteliğinde olduğunu görmemiz gerekmektedir..."
ve's-selam...
|
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
07:00
| ibrahim karagül "yorum"a yani "o" yazıya karşılık bir "yazı" yazmış... bilginize ve ilginize... selam ve dua ile. reşad
* İbrahim Karagül
ikaragul@yenisafak.com.tr 12 Nisan 2012 Perşembe
'Yedi başkent'li dünya ve Türkiye
Bölgemizde, dar alanlarda yoğunlaşan stres ve kriz dalgaları, kafamızı kaldırıp küresel ölçekte eğilimlere, yeni hareketlere ve tartışmalara bakışımızı engelliyor. Oysa bütün bu sorunlar, bizim göremediğimiz, dikkat etmediğimiz o eğilimlerin birer sonucu olarak önümüze geliyor ve bütün enerjimizi alıyor. Öyleyse, sorunu da çözümü de tespit etme yolumuz, öncelikle nasıl bir dünya şekillendiği sorusunun cevabını bulmamıza bağlı.
The Wall Street Journal'da Walter Russell Mead imzalı, "The Myth of America's Decline" imzalı bir yazı yayınlandı. Dünyabülteni'nin çevirisini yayınladığı yazı, Amerika'nın çöküşü efsanesinin yanlışlığı üzerine kurgulanmış. Ancak, bu kanaati beslemek için kullandığı tezler ve göstergeler; on yıldır yoğun biçimde tartıştığımız yeni küresel gerçekler, yükselen güçler ve bazı merkezlerin çöküşüne ilişkin tartışmalarla ilgili ilginç tespitler içeriyor.
Dünyadaki güç dengesinin değiştiği gerçeğinden hareketle, Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya'nın öne çıktığı, isimlerinin daha sık duyulduğu, Avrupa Birliği'nin durgunlaştığı, genişleme enerjisi kaybettiği, Japonya'nın Asya'da birinciliği Çin'e kaptırdığı not edilen yazıda, bunlardan hareketle ABD'nin gücünün azaldığı varsayımının anlamsızlığı, çöküş söylemlerinin gevezelikten öte bir anlam taşımadığı iddia ediliyor.
Yazara göre bütün bunlar doğru ancak Amerika'nın çökeceği iddiası kesinlikle yanlış. Çünkü ABD kendini yeni şartlara göre yeniden dizayn ediyor. Çöküş değil yeni denge oluşumu bu.
Ona göre çöken ABD değil üçlü eksen. ABD, Avrupa ve Japonya üzerine kurulu üçlü güç dengesi çöküyor, etkisizleşiyor. Dünyanın bu üçlü güç dayanışmasına göre devam edeceği düşünülüyordu. 21. Yüzyıl'da da liberal dünya sistemi bu yapı üzerinde devam edecekti. Soğuk Savaş sonrası düzen bozuldu ve çok daha karmaşık ilişkiler, güç arayışı gündeme geldi.
Hesap tutmadı, üç ortaklı sistem bozuldu. Avrupa ve Japonya her açıdan gücünü kaybetmeye başladı. Mesela Türkiye, Avrupa'dan uzaklaşıp kendi coğrafyasına odaklandı, Avrupa'dan daha etkili bir güç haline geldi. Avrupa Birliği Afrika'yı Çin'e kaptırdı. Yine Çin, bu güçleri Latin Amerika'da da etkisizleştirdi.
Yazar bu tespitlerden sonra durumu şöyle açıklıyor: Amerika halen lider bir oyuncudur ancak üç taraflı değil yedigen/yedi taraflı bir dünyada. Avrupa ve Japonya'ya ek olarak Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye artık ABD'nin hızlı arama listesinde. Yeni üç taraflı ortaklık yedi ortaklığa dönüştü. Rusya ise tereddüt yaşıyor, pazarlıklar devam ediyor.
Şu sonuç işleniyor: Ortak sayısını artıran ABD hem kendini hem de dünyayı yeniden kuruyor. Türkiye, ortaklık anlamında Avrupa gibi, merkezlerden biri. Oysa, ekonomik krizin niteliği ve çözümsüzlüğü, doğuya kayan ekonomik ve siyasi ağrılık ortaklığa, işbirliğine, konsensusa dayanmıyor. Uyum ve uzlaşmadan çok güçler çatışması yeni düzeni belirliyor. Rusya'nın ve Çin'in, en azından siyasi duruşu, Atlantik merkezli güç ortaklığını zayıflatmaya yönelik. Bu yüzden de dünyanın her köşesinde ekonomik ve siyasi derin bir hesaplaşma yürütülüyor.
ABD'nin, ortak sayısını genişleterek yeni dünyayı inşa edeceğine dair düşünce 1997'lere kadar etkili oldu. Bundan sonra itibar kaybetti ve dünya çok başkentli, çok kutuplu bir arayışa başladı. Türkiye'nin özellikle son on yıllık pozisyon alma çabaları bu okuma üzerine kuruludur.
İşte harita önümüzde. Yedigen ya da daha fazla gücün sahnede olduğu bir paylaşım yaşanıyor. Bence, bu çok başkentliliğin doğal lideri olmayacak. Asya'dan, bölgemizden, Latin Amerika'dan yeni güçler yükselecek. Arap Baharı dediğimiz dalganın sadece Ortadoğu'yu mu sarsacağını sanıyoruz, çok daha geniş coğrafyada etkilerini göreceğiz.
Bu yüzden, İran meselesi de, Suriye meselesi de bu yeni güç arayışının ürünleridir. Haritayı görebilelim ki, sorunun ne olduğunu tespit edebilelim. Ya da ne tür çözümler olabileceğini.
Aksi taktirde kör bir savaşın yakıtı olmanın ötesine geçemeyeceğiz...
|
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
07:26
| yazı uzunca... ama önemli hatırlatmalar var... farklı hatırlatmaları öğrenme sabrınız varsa, okumanızı tavsiye ederim... selam ve dua ile..
* Ne Ak Parti Hükümeti kalır ne Erdoğan… Kimileri aynı anda hem Ak Parti Hükümeti ile aşk yaşıyor… Hem Beyaz Türklerle… Onun içindir ki “Suriye’ye müdahale edelim” deyip duruyorlar… Onların istediği olursa… Savaşırız… Rezervleri en çok iki ayda tüketiriz… Turizm geliri dip yapar…
Çocukluğumuzda izlediğimiz kovboy filmleri bize çok önemli “akıl oyunları” öğretiyordu.
Meselâ…
Düşmanı (rakip) kolayca alt edebilmenin birinci şartı sürekli yer değiştirerek silâhındaki mermileri bitirmesini beklemekti…
Bu stratejiyi en iyi uygulayan kovboy rollerinden birinde usta oyuncu Randolph Scott oynardı…
Scott genellikle şerif olurdu ve zanlıyı öldürmeden ya da yaralamadan ele geçirmeye çalışırdı…
Onun için kendisi tek mermi harcamadan, haydudun mermilerini bitirmesini beklerdi…
Devletleri yönetenler için de strateji geliştirmek bu kadar kolaydır…
Efendim…
Bütün dünya biliyor ki Türkiye, cumhuriyet tarihinin “en güçlü” dönemini yaşıyor…
Tabii ki kimsenin (Suriye, Ergenekon ve PKK terör örgütleri hariç) Türkiye’ye düşman göründüğü de yok…
Ama…
Bütün ülkeler rakibimiz…
Ve…
Başta komşumuz Yunanistan olmak üzere hemen bütün rakiplerimiz ekonomik kriz yaşıyor…
Veya…
Henüz eski krizden çıkmış değil…
O halde…
Uygulayacakları strateji belli…
Silahımızdaki mermileri boşa harcatmak…
Karavana atış yaptırmak…
Bu arada unutmadan…
Mermilerimizi boşa harcatacak olanlar aynı zamanda silâh satışından para kazanıyorlar…
Biz de bugünlerde çok yağlı ve parası peşin bir müşteriyiz…
Bu yağlılığımız nereden mi geliyor?..
Tabii ki; kulaklarımızdan fışkıran döviz bolluğumuzdan…
Oysa daha önceki hükümetler döneminde bütün krizleri rezerv eksikliğinden yaşardık...
Ve...
Her kriz döneminde uygulamaya koyduğumuz ekonomi programlarının hepsi de “sil baştan” olurdu...
“CARİ AÇIK YÜZÜNDEN KRİZ GELİYOR!”
Efendim malûmunuz…
Her zaman çok düşük olmasına alıştığımız döviz rezervlerimiz son 4 yıldır rekor üstüne rekor kırıyor…
İçerideki ve dışarıdaki manipülatörler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar rezervlerimizi bir türlü çalamadılar…
“Cari açık yüzünden kriz geliyor!” yalanıyla sevinç (ya da felâket) naraları atan kıskanç ve beceriksiz eski ekonomi bakanları ile eski merkez medyanın faiz / devalüasyon lobileri de rezervlerimizi kapamadılar elimizden…
Baktılar ki başta Ekonomiden Sorumlu Bakan Ali Babacan ve Merkez Bankası Timi fevkalâde başarılı…
Hepsi de La Fonten’in öykülerini; ille de “Karga ile Tilki” öyküsünü çok iyi biliyorlar…
Bunun üzerine başladılar savaşı kaşımaya…
Sözüm güzel insanlara değil…
Fenalara, kötücüllere…
Biliyorum ki bu kötücüller yine ortaya çıkacak ve sahte antiemperyalist söylemlerle “efendim tabii ki Amerika savaşmamızı istiyor” diye çığlıklar atacaklar…
Durduk yerde iyi niyetli Obama ve ekibini suçlayacaklar…
KIÇLARINI YIKAYACAK SU BULAMAZLAR…
Yahu!...
Amerika Suriye ile savaşmamızı neden istesin?..
Suriye’de petrol mü var?..
Suriye’de doğalgaz mı var?..
Suriye’de altın veya elmas yatakları falan mı var?..
Yoo…
Suriye’nin mevcut gazı ve petrolü kendine bile yetmiyor…
En çok on sene sonra ise onlar da kalmayacak…
Suyu derseniz bize bağımlı…
Yeterli miktar vermezsek kıçlarını yıkayacak su bulamazlar…
Eeeee…
Amerika bize Suriye’yi işgal ettirecek de başı göğe mi erecek?..
Bir kere daha yooo…
Peki nedir bu savaş goygoyculuğu?..
Ey güzel insanlar!..
Türkiye elindeki (yaklaşık 90 milyar Dolar) döviz rezervini silah tacirlerine kaptırmazsa; Beyaz Türklerin çok sayıda kâğıttan kaplan işadamı batacak…
Aslında silkelenseler başları boyunlarından düşecek ama dayanıyorlar…
Türkiye’yi Suriye ile savaştırana kadar uğraşacaklar…
Çünkü…
Ve biliyorlar ki…
Türkiye, Suriye veya bir başka komşusu ile büyük bir savaşa tutuşmazsa Ak Parti ve Erdoğan (Allah ömür versin) daha en az 13 – 14 yıl iktidar…
Ama…
Bir büyük savaş Türkiye ekonomisini tepe takla eder…
2001 Şubat krizini mumla arar hale geliriz…
Hele tam da yaza girerken bırakın 30 milyonu otuz bin turist bile gelmez…
Mevcut kaynaklarımız da silâha, petrole, ilâca vs gider…
El elde baş başta kalırız…
TANTAN, TEMİZEL, TÜRK…
Yine bazı kötücüller, “Beyaz Türk işadamları batınca ekonomi ayakta mı kalacak?” diye nifak sokacaklardır…
Söyleyeyim…
Batarlarsa batsınlar…
Fabrikaları ve sahip oldukları gayrimenkullerin altına tekerlek koyup yurt dışına kaçıracak halleri yok ya…
İşini bilen komutanlar işini bilmeyen çavuşların mallarını, mülklerini, fabrikalarını satın alırlar olur biter…
28 Şubat Hükümetlerini kullanıp da “3 T” (Tantan, Temizel, Türk)’nin yardımıyla yıldızı parlayan bankaları bedava fiyattan kapanlar da onlar değil miydi?..
Men dakka men duka!...
Çalma kapımı çalarım kapını…
Bütün bunları sadece ben mi biliyorum?..
Sadece ben mi görüyorum?..
Yok efendim…
Siz beni Fatih Altaylı mı sandınız ki “bir tek ben görüyorum” diyeceğim…
Hükümete muhalif muvafık herkes görüyor bunu…
Görüyor görmesine de…
Kimileri aynı anda hem Ak Parti Hükümeti ile aşk yaşıyor…
Hem Beyaz Türklerle…
Onun içindir ki “Suriye’ye müdahale edelim” deyip duruyorlar…
Onların istediği olursa…
Savaşırız…
Rezervleri en çok iki ayda tüketiriz…
Turizm geliri dip yapar…
Baba bir devalüasyonla kişi başına milli gelir yıllık beş bin dolara düşer…
Fabrikalar kapanır…
İşsizlik % 25’i aşar…
Ve tabii ki ne Ak Parti Hükümeti kalır ne Erdoğan ve ekibi…
En fenası…
İnisiyatif tamamen TSK’nın eline geçer…
Ve…
Hem Ak Parti Hükümeti ve hem de Beyaz Türk egemenleriyle aynı anda aşk yaşayan kimi saftirik gazeteci / yazar sanıyor ki...
Beyaz Türkler yeniden inisiyatifi ellerine geçirirlerse, kendilerine lojistik destek veren bu çakma Beyaz Türkleri yanlarına alırlar…
Af edersiniz ama “nah!” alırlar…
Memduh Bayraktaroğlu
memduhsb@gmail.com |
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
07:35
|
Bakın İsrail cumhurbaşkanı neler söylemiş
Levent Gültekin
Suriye meselesi Türkiye açısından tehlikeli bir hal aldı. Bir kıvılcımın ortalığı savaş alanına çevireceği endişesi hakim.
Herkes meseleye başka bir cepheden bakıyor. Kimin neyi amaçladığı, kimin çabasının kimin işine yaradığı artık anlaşılmaz bir durumda.
Bugün bu kaosa mütevazı bir katkı sunmak niyetindeyim.
Dün okuduğum, bana şaşırtıcı gelmeyen fakat birçokları için ilginç sayılacak bir haberi sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu tür haberlerin benim bu meseleye bakışıma bir katkısı yok. Çünkü Türkiye’nin Suriye meselesinde aldığı tutumu başından beri yanlış ve abartılı bulanlardanım. Bu yanlışlığın nereden kaynaklandığını gösteren destekleyici verilere de ihtiyacım yok. Çünkü her şey zekası, aklı, mantığı, ahlakı olan herkesin göreceği şekilde ortada.
Bu nedenle ne dediğimi, nerede durduğumu, neyin endişesini taşıdığımı gayet iyi biliyorum.
İsrail’in Yedioth Ahronoth gazetesinde 4 Nisan günü yayınlanan bu haberi de Suriye meselesinin kimin için ne anlama geldiğinin görülmesi için yazı konusu ediyorum.
Yoksa bu kadar açık bir gerçeği görmek için Şimon Perez’in sözlerine ihtiyaç duyduğumdan değil.
Bugüne kadar defalarca söylendi, etki etmedi, belki bu sefer, Perez’in bu sözleri bazı arkadaşlar üzerinde etkili olur.
İsrail Cmhurbaşkanı Şimon Perez, Genel Kurmay başkanı ile beraber ziyaret ettiği işgal altındaki Golan tepelerinde işgalci İsrail askerlerine bir konuşma yapmış.
Bakın bu konuşmada İsrail cumhurbaşkanı neler söylemiş.
Perez şöyle başlamış: “Suriye’deki rejimin yıkılması Hizbullah için öldürücü bir darbe olacak.” Sonra işi pazarlığa getirmiş ve Esad’a “Hem Hizbullah, hem de Golan tepeleri olmaz, ikisinden birini tercih etmelisin” demiş.
Nasıl, şaşırdınız mı? Niçin şaşırıyorsunuz ki? İsrail bu amacını ta başından beri hiç saklamadı ki.
Görünen o ki bizim Esad’a yaptığımız her baskı, İsrail’in pazarlık gücünü artırmaktan başka bir şeye yaramıyor.
İsrail’in bölgeye dönük hesapları ortada. Bu hesaplarını gerçekleştirmeye çalışırken takındığı pervasız, kural tanımaz tutum da. Bölgeyi işgal edip huzursuzluğa boğan İsrail'e bugün set olabilecek neredeyse tek yapı Lübnan Hizbullah’ı. Hizbullah İsrail için neredeyse İran’dan sonra en caydırıcı güç.
Hizbullah’ın ortadan kalkması İsrail için öncelikli mesele. Suriye’deki rejimin bu şekilde hırpalanmasının asıl amacının Hizbullah olduğu daha önce defalarca da yazıldı, söylendi, hatta karikatürü bile çizildi.
İsrail’in bu tutumuna, bu hesaplarına karşı hiçbir hazırlık hazırlık, plan yapmadan Hizbullah’a zarar verecek bir çabanın içine girmelerini nasıl anlayışla karşılayabiliriz ki?
Tek mesele Esad’ın gitmesi midir? Esad’ın yerine gelecek olanın kim olacağının bizim açımızdan anlamı yok mu? Bu neden kimsenin sorunu değil?
Öyle değil mi? İsrail’in bu kadar elini ovuşturduğu bir yerde, Esad sonrası Suriye bu kadar önemsiz mi?
Kaldı ki ABD’nin ikircikli tavrının amacının Esad’ı bir pazarlığa çekmek olduğu daha net olarak ortaya çıkıyor.
Diyelim ki Esad “ya Golan, ya Hizbullah” sorusuna karşılık bunlardan birini verince ‘bağışlanacak.’ Peki Biz ne yapacağız? Nasıl çıkacağız işin içinden? Hem can derdine düşen biri için Golan tepelerinin veyahut Hizbullah’ın ne anlamı kalır ki?
Suriye, Hizbullah, İran bu kadar birbiriyle irtibatlı iken, diğer ikisini düşünmeden bir an önce Suriye’nin üzerine çullanmak kime ne fayda sağlayacak? Anlaşılır gibi değil.
Hadi bizim söylediklerimiz bazı arkadaşların aldıkları tutumu değiştirmeye yetmiyor, peki ya Şimon Perez’in söylediklerini nereye koyacaksınız?
İsrail’in bu bölgeye dönük planlarını bilmiyor muyuz? Daha önce İsrail’in Kürtler üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı hesaplardan bahsedildi, değil mi? Hesabı olan İsrail’in Suriye ve İran’dan sonra duracağını mı sanıyorsunuz?
Daha geçen hafta burnumuzun dibinde Yunan adalarında tatbikat yaptılar.
İsrail amacını, isteğini, hedefini gizlemeye bile ihtiyaç duymuyorken, biz neden şöyle durup soluklanıp ortadaki meseleyi nasıl çözeceğimizi düşünmüyoruz?
Türkiye’nin tek dediği: "Esad gitsin.” Peki Esad gitsin de, ya sonra? Suriye'yi devlet olarak kim bir arada tutabilecek? Ne olacak Hizbullah? Ne olacak İran? Bu ikisinden sonraki adımın ne olacağından ya da olmayacağından kim emin?
Suriye muhalefeti denen yapı ortada. Bu yapının parçalı hali de ortada. Bunlar mı Golan tepelerini İsrail’den alacak? Bunlar mı Suriye’de sağlam bir yönetim kuracak? Bunlar mı Suriye’yi Libya olmaktan kurtaracak? Bunlar mı halkı bir arada tutmayı başaracak? Bunlar mı Hizbullah’a destek sağlayacak? Bunlar mı İsrail’in Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarına "dur" diyecek? Buna yürekten inanıyor musunuz?
Bildiğim kadarı ile en çok Filistinli mülteci barındıran ülke Suriye. Bu mültecilerin akıbeti ne olacak? Türkiye’de bu işlere kafa yoran kimse var mı?
Defalarca yazdım, tekrarlayayım:
Türkiye’in ilk günden itibaren muhalefet denen yapıyı bu kadar açıkça desteklemesi büyük bir hataydı.
Silahlı muhalefeti cesaretlendirerek meselenin bu aşamaya gelmesinden Türkiye ciddi anlamda sorumludur.
Halk silahlı muhalifler ile Baas rejimi arasında sıkışıp kaldı.
Eğer amaç Suriye’de halkı bir diktatörden, baskıcı rejimden kurtarmak idiyse, bu daha makul, daha düşünülmüş, daha sonuçlarıyla beraber hesaplanmış şekilde ve bölge ülkelerinin de yardımı ile kansız olacak şekilde yapabilirdi. Kaldı ki bu niçin Türkiye’nin görevi olsun?
Fakat öyle olmadı. Türkiye ilk günden itibaren bölge ülkelerini karşısına alıp ABD’nin üslubu ile meseleyi çözmeye kalkıştı. Savaşcı bir üslup ile olayı ele aldı. Bir adım sonrasını hesap ettiğine dair tek emare göstermedi. Bu basiretsiz adımlarda Ahmet Davutoğlu'nun yanlış, iyi hazırlanmamış stratejisinin Başbakan Erdoğan’ı yanılttığını düşünüyorum.
Ne olacak şimdi?
Şimon Perez’in pazarlıkta elini daha da kuvvetlendirmek için Esad’ın üzerine çullanmaya devam mı edeceğiz?
Bir tarafta Şimon Perez’in hesapları, diğer tarafta da ‘aydın sorumluluğu’ veyahut ‘vicdan’ deyip Suriye’ye hemen savaş açmamızı salık veren bazı gazeteciler. Hangisi sizin için daha temiz, daha kabul edilebilir görünüyor?
|
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
09:21
|
Ali Bulaç
Abdülhamid, İttihatçılar ve Kissinger!
Türkiye'de Suriye'ye karşı kamuoyu öfkesinin her gün biraz daha kabartıldığı kritik bir süreçten geçiyoruz.
Ortada bir belirsizlik var, bir yandan Suriye nerede sona ereceği bilinmeyen bir iç savaşa giderken, diğer yandan birileri Türkiye'yi ateşin içine atmaya çalışıyor. Bu ateşin Suriye, Lübnan, Irak ve İran'ı içine alacak kadar kapsamı geniştir.
600 yıllık koca Osmanlı devletinin çökmesine birinci derecede sebep olan İttihatçılar, Alman-Prusya subaylarının provokasyonuna gelmişlerdi; akılsızlıkları, basiretsizlikleri yüzünden Osmanlı dağıldı. Farazidir, ama o günün somut verileri ışığında baktığımızda eğer Abdülhamid tahtta kalsaydı, Osmanlı belki ağır hasar alırdı, ama dağılmazdı. Abdülhamid, mümkün mertebe devletin ömrünü uzatıp bu arada modernleştirme programlarıyla sistemi takviye etmeye çalışırken, başına çorap örecek tehditlere yeterince dikkat etmedi. Said Nursi'den Elmalılı'ya ve Mehmet Akif'e kadar İslamcılardan kimseye kulak asmadı, sonunda tahtından oldu, devleti İttihatçı çeteye teslim etti. Dindardı, İttihad-ı İslam'dan yanaydı ama sonunu getirenleri dinliyordu.
Maalesef bugün de geçen yüzyılın -üstelik ilk çeyreğindeki gibi- devleti yıkıma götüren İttihatçılarının ideolojik ve siyasi torunları dış politika üzerinde belli belirsiz etkinlik sağlamak suretiyle Türkiye'yi aynı maceraperest heveslerle ateşin içine atmak istiyorlar. Buna kendine aşırı güven ve kibre kapılmış olanlar da eklenince, Türkiye'yi Saddam'ın Irak'ı pozisyonuna düşürmeye çalışanların planları daha kolay işler hale gelmektedir.
Oysa olup biten görünenden ibaret değildir.
10 Nisan tarihli yazısında Yeni Şafak'ta Salih Tuna, Amerikalı emekli Orgeneral Wesley Clark'ın şahitliğinden hareketle 2001'den beri ABD ve Anglosakson ittifakının Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve İran'ı işgal etmeye karar verip buna göre bölgesel stratejiler ve politik taktikler geliştirdiklerini yazdı. Benzer bir bilgi geçenlerde ünlü yazar Abdülbari Atwan'dan da gelmişti. Atwan şöyle yazıyordu: "Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın açıklamalarına göre savaş petrol alanlarında odaklanacak ve yedi İslam ülkesi işgal edilecek." (Eş Şarku'l Evsat'tan Yeni Şafak, 13 Şubat 2012.)
Zaman Gazetesi için yazı kaleme alan Genevieve Cora Fraser, 1980'lerde başlayan ve 1 milyon insanın hayatına mal olan İran-Irak savaşıyla ilgili Kissinger'ın şöyle dediğini aktarır: "Bizim politikamız onların birbirini öldürmelerini sağlamaktı." Fraser devam eder: "Aynı Amerikan politikasının bugün de uygulandığı aşikar ve bunu gerçekleştirmek için Anglo-Amerikan güçleri kadar İsrail ve diğer müttefikleri de yakınlarda bir yerlerde konuşlanmış olmalılar ki gerektiğinde yardıma koşabilsinler..." (Zaman, 29 Ekim 2006.)
Pekiyi, bu kombinezonda bizlerin, yani Türkiye'nin rolü ve konumu nedir? İsterseniz yine Henry Kissinger'a müracaat edelim. Geçen ekim ayında İstanbul'da konferans veren Kissinger, ABD'nin dominant olduğu bölgede biraz geri çekildiğini belirttikten sonra şöyle diyordu: "Ama (Amerika'nın) yok olduğunu da varsaymak yanlış olur. Amerika'nın hâlâ çıkarları var. Bence ABD sonuçta toparlanacaktır, burada Türkiye'nin oynayabileceği çok önemli roller var. Suriye'de bazı çabalar gördük. Nükleer silahların yayılması konusunda Türkiye ve ABD'nin paralel çıkarları var. Füzesavar sistemi de İran'a yöneliktir." (Habertürk, 13 Ekim 2011.)
Anglosakson ittifakın yol haritası ortada. Yedi İslam ülkesi işgal edilecek. Ve Türkiye bu bölgesel büyük operasyonda işgalcilerin yanında yer almaya zorlanacak. Bunun bir vehim veya üretilmiş bir komplo olmadığını Afganistan, Irak ve Libya'dan anlıyoruz. Suriye ve İran sırada. Hiçbir işgal, hakim kuvvetlerin o ülkeye girmesiyle sona ermiyor. İçine aldığı toprakları cehenneme çeviriyor, bütün yapı taşlarını yerinden ediyor ve bir süre sonra işgalciler pılını pırtısını toplayıp gitse bile geriye mezhep ve etnik çatışma bırakıyor. Umarım Abdülhamid'in hatasına düşmeyiz; Kissinger'ın provokasyonlarına ve İttihatçıların macera heveslerine kapılıp tarihi tekerrür ettirmeyiz.
a.bulac@zaman.com.tr
12 Nisan 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
09:24
| İyi ki Sezai Karakoç var!
Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com
Türkiye adım adım Suriye batağına sürükleniyor ama genel kamuoyunun yaklaşmakta olan tehlikenin pek farkında olduğu, bunu umursadığı pek söylenemez. Tabii ki İslami camiayı istisna saymak gerekir. Burada yoğun bir tartışma sürüyor fakat özgün, bağımsız, mesafeli tavırların ender görüldüğü bu kesimde tam bir saflaşma yaşanıyor: Çoğunluk, Başbakan Erdoğan’ı takip ederek, her geçen gün Suriye’ye müdahale etmenin şart olduğu düşüncesine günbegün daha fazla yaklaşıyor; azınlıkta kalanlarsa tavizsiz bir şekilde Suriye’deki otoriter rejimi (ve bunun üzerinden İran’ın çıkarlarını) savunuyorlar.
Geçenlerde kaleme aldığım “Nereye gitti bu İslamcılar?” başlıklı yazıda bu can sıkıcı durumu tahlil etmeye çalışmış ve son paragrafta şöyle demiştim: “Özetle Suriye tartışmaları bize İslamcılığın özünde sistem (ulusal ve küresel) karşıtı değil, sadece sistemin dışında kalmak istemeyip merkeze taşınmak isteyen bir hareket olduğunu gösteriyor, iyi de oluyor.”
Tuzağa dikkat
Ne mutlu ki dün bütün İslamcıların böyle olmadığını kanıtlayan sahici bir örneğe tanık olduk. Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç partisinin İstanbul İl Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada açık ve net bir şekilde “İran-Türkiye-Suriye çatışması tuzaktır” dedi. Bilmeyenlere Karakoç’u özetle anlatmak çok zor olacaktır. Şu kadarını söyleyeyim, aslen şair olan Karakoç, her zaman her türlü iktidardan uzak durmayı bilmiş, bu sayede kirlenmemiş, güzel, akil bir insan, parlak bir düşünürdür.
Dolayısıyla onun şu alıntılayacağım görüşleri, Ankara’nın Suriye politikasının değişmesine yol açmasa bile, birçok kişinin kendi kendilerine ve yakın çevrelerine “sahiden ne yapıyoruz biz? Bu yolun soru nereye varır?” diye sormalarına yol açacaktır ki gözlemlediğim kadarıyla bu sorgulama başlamış durumda.
Karakoç Suriye konusunda şöyle konuşmuş: “Şimdi Batı bize diyor ki, ‘Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz?’ Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir. Çünkü kılıç ile girdiğiniz takdirde halk ile karşı karşıya gelecek ve siz yine masumları öldürmek zorunda kalacaksınız. Aynı o devletin yaptığını siz yapmış olacaksınız. İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır. Çözümün sadece silah ve kılıç olduğu doğru değildir. Daima ondan daha güçlü olan bir çözüm vardır ve o çözüm fikirdir. Kılıç dahi fikrin emrindedir. Aksi halde zarar verir.
Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye ‘gel sen buna karış’ dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, ‘gel bize destek gücü ver’ demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar.
Bugün bilhassa Türkiye ile İran’ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya atılıyorlar. Tabii bu tek taraflı değil. İran’da da mutlaka böyle oluyor. Suriye’de de öyle oluyor. Türkiye’de de. Şunu bilelim ki bu ülkelerin arasındaki meseleleri çözemeyecek tek şey var ise o da silahtır. Bir tek kurşunun bile atılmaması gerekiyor. Eğer bu atılırsa arkası gelir ve bu ülkeler göz göre göre mahvolur gider. Arkası da Batı’nın korkunç istilasıdır. O zaman ne ezan ne kitap kalır. Bu yüzden uyarıyorum tüm Anadolu’yu, çilekeş Anadolu’yu.”
Dindar aydınlara uyarı
Karakoç dünkü konuşmasında islami kesimin aydınlarını da eleştirdi. Bu konuda söylediklerine de dikkat çekmek isabetli olacaktır: “Hakk’ın ve doğrunun emrinde olması gereken kalemler maalesef hükümetin emrindedir. Hakk’ın, doğrunun emrinde olan, bağımsız olarak İslam ülkelerinin tümünün menfaatinin, tümünün çıkarının ve geleceğinin emrinde olan kalem istiyorum ben. Bilgi istiyorum. Bu boşluk var. Bu boşluğu kim dolduruyor? Onu Batı medyası, Batı düşüncesi, Batı ajansları dolduruyor. Bu sebepledir ki öncelik İslam aydınlarının öne çıkması ve adeta bir örgütleniş içinde olup bir araya gelmeleridir. Ve zaman zaman İslam aleminin durumunu gözden geçirip verdikleri kararları da uygulamalılar. Hükümetler üstü, devletler üstü güçleri olması lazımdır. Bunun sağlanma yolu umumi bir hareketten geçer. Bugün her İslam ülkesinde bu tarz hareketler vardır ancak bu hareketler yerel kalmışlardır.”
|
Reşat Nuri Erol
12.04.2012
14:13
| bugünkü köşe yazıma gelen bir değerlendirme...
*
Selamünaleykum,
Saygıdeğer Reşat bey,
Öncelikle; yüce rabbimizden sağlık, sıhhat ve afiyetler diler,Cennet mekan hocamızdan kısmen devralıp özveriyle yürüttüğünüz bu büyük davadaki çalışmalarınızda muvaffakiyetler temenni ederim.
Efendin; bugünkü köşe yazınızı defalarca okudum. Bu makaleyi kendimce çok önemli buldum.
Çünkü; insanlara Adil Ekonomik Düzen'i anlatmakla ( kendim için konuşuyorum) yol alamıyoruz. Konu hakkında eksiklerimiz olduğuna inandığımız için, karşımızdakine anlatırken inandırıcı olamadığım zehabına kapılıyorum. Dolayısıyle faydalı olamıyorum. Uyğulamalarımızda müşahhas örneklerde olmadığından yol alamıyoruz. İnsanlarımızın bu konudaki fikri yok. Fikri olmayanın merakı da olmuyor.
Makalenizdeki Çalışma proğramı beni çok heyecanlandırdı.İşte dedim, bizim ihtiyacımız olan bu. İnsanlar işin ucundan nasıl tutacağını bilemiyorlar. Bir araya gelipde koordine de olunamıyor.
Eğer siz, insanlara köşenizden görevler verdiğinizde toparlanmamız mümkün olur düşüncesindeyim. ( Tabii; Kanuni sakıncaları olurmu? onu düşünmedim.)
Yalnız bu on maddelik çalışma proğramını sürdürmemiz gerekmektedir.
Saygı, sevgi ve muhabbetlerimle birlikte
Teşekkürlerimi arzederim. İSMAİL ERDOĞAN |
Reşat Nuri Erol
13.04.2012
07:31
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 13 Nisan 2012 Cuma
Ya bu düzen değişecek...
"Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?/ İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise bâtıl dava uğrunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın planı (tuzağı) daima zayıftır" (Nisâ: 4/75-76).
Allah'a ve âhirete hakkıyla iman etmiş olanların fayda-zarar, kazanç-kayıp hesapları dünya hayatıyla sınırlı değildir. Allah rızâsı ve ebedî hayat daima hesaba dahildir, dahil olmanın da ötesinde terazide ağır basmaktadır. Ölçüsünde, tercihinde, değerlendirmesinde Allah rızâsı ve âhiret menfaati ağır basan, âhiretini dünyasına değil, dünyasını –gerektiğinde– âhiretine feda eden müminler, Kur'an dilinde "dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar" yani dünyayı verip âhireti satın alanlardır. Allah emri olan savaş bu ölçüye vurulduğunda çıkacak sonuç âyette şöyle tasvir edilmektedir: Savaşa giren ya zafer kazanır veya yenilir ve şehid olur. Her iki durumda da âhireti tercih eden mümin kazançlıdır. Çünkü Allah savaşıp galip gelenlere de şehid olanlara da büyük mükâfatlar vermektedir. Rağbet edilmesi gereken de işte bu mükâfattır.
Müslümanlar Medine'ye hicret ettikten sonra da Mekke müşrikleri onların peşini bırakmamış, bazan başka kabileler ve Medineli bir kısım Yahudilerle iş birliği yaparak Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yapmış, yeni dinin sâliklerini hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak bu amaçlarına ulaşamadılar ve Hicrî 6. yılda Hudeybiye Antlaşması'nı yapmaya mecbur kaldılar. Bu antlaşmanın bir maddesine göre bundan sonra Müslüman olup Mekke'den kaçanlar iade edilecekti. Böylece hicret imkânı bulamayan Müslümanlarla bu madde gereği iade edilen Müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke'de kaldılar, müşriklerin çeşitli zulüm ve baskıları altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı dayanılamaz hale geldikçe Allah'a yalvarıyor ve bir kurtarıcı göndermesini istiyorlardı. Âyetler bunların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutları da vardır; çünkü savaş nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da öyle mümkün değildir. Yapılması gereken, savaşın hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm'ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. Bu âyetlerden burada gördüğümüz ikisi, savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah rızâsını elde etmek, b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak. "Allah rızâsı" da fayda bakımından kullara dönmektedir. Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O'nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır. Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme razı olmadığından "Allah rızâsı için savaşmak" adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. Allah'a ve hak dine inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itaat ettikleri –maddî, mânevî– bir önderleri olacaktır. Bu önderler Kur'an'a göre tâguttur, şeytanlardır. Bunlara tâbi olanların savaş amaçları ise hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Bu âyetler ve açıklamalardan günümüze gelecek olursak:
Uluslararası toplum, BM, GK gibi kurum ve kuruluşlar, dünyanın herhangi bir yerinde uygulanan zulmü, işkenceyi, sömürüyü, güçlünün zayıfa tahakkümünü engellemek gibi şerefli ve insani bir davanın peşinde değiller. Şöyle de denebilir: Hakkın ve adaletin peşinde olanların gücü ve geçerli iradesi yok, gücü olanların vicdanları yok; kurtların sofrasında kurt taksimi yapmakla meşguller. İşte bu yüzden dünyada huzur yok, kan ve gözyaşları sel olup akıyor.
Allah böyle kutsal bir vazifeyi müminlere vermiş, ama ne yazık ki, onlar da -bir zamanlar ifa ettikleri- bu vazifeyi yerine getirme şuur, güç ve ufkunu kaybetmişler. Ya bu dünya düzeni değişecek ya da mazlumların ahı, zalimlerle beraber acizleri ve duygusuzları da mahvedecektir.
|
Reşat Nuri Erol
13.04.2012
07:59
| Başbakanımızın 'tek adam' ruh hali Bu yazımı çok kaale almayın. Serbest usul ile yazmış olacağım.
O artık %50'yi aldıktan sonra iyice uçtu ve artık sanki hep "tek adam"ı oynuyor. Hem de Atatürk'ten beri görülmemiş bir şekilde. Bakın daha bir hafta önce Bülent Arınç'ı yalanlayarak şöyle demedi mi:
"Bu bizim arkadaşlarla kendi aramızda yürüttüğümüz bir çalışma. Liderler istikameti verir, alttakiler de gereken çalışmaları yapar."
Bir diğer anlatımla; diyor ki sayın Başbakan, Başbakan Yardımcısı bile olsa arkadaşlar arasında değildir, yürüttüğümüz çalışmalardan da haberdar değildir. Ya da "ben böyle radikal kararları o şekilde alıyorum ki, Başbakan Yardımcısı bile bilmiyor"...
Özetle "Ben kendi kafamdan kararlar alıyorum, onlar da uyguluyorlar" diyor.
İsterseniz sporda rüşvet ve şike yasasını hatırlayın. O zaman da Bülent Arınç "Hiçbir milletvekili bu yasayı tekrar Meclis’e getirmeye cesaret edemez" dememiş miydi?
Ya sonra ne oldu? Bizzat Tayyip Bey'in verdiği emirle çıktı o yasa, değil mi? Milletvekillerinin oy verme dışında başka bir şansı var mıydı acaba? O süreç içerisinde eğer Bülent Arınç bunu göremediyse, fark edemediyse, benim de diyecek yeni hiçbir şeyim yok..
Aslında; "kararları ben alırım, alttakiler sadece uygular" söylemi de zaten ayrı bir garabet.
Şu an öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bırakın milletvekillerini, bakanların ve hatta başbakan yardımcılarının bile neredeyse hiç inisiyatif kullanma hakları yok. Bunlar Ankara ve İstanbul’da yaşayan ve biraz da olsa politik hayatı koklayan ve merkezde olan herkesin gördüğü / bildiği şeyler.
Yine hiçbir bakan kendi istediği genel müdürü atayamıyor. Hepsi de atanan üst düzey bürokratların tek tek Başbakan Erdoğan'ın onayından geçiyor. Bakanlar da, bürokratlar da yapacakları faaliyetlerde tek tek ondan izin alıyorlar.
YÖK üyelerinin atanması, o üyelerin hangi kararları nasıl alacağı, rektör atamalarında kimlerin öne, kimlerin ise arkaya atılacakları, KİK-SPK-EPDK-BDDK gibi kurumların hangi kararları alacakları bütünüyle siyaset tarafından şekillendiriliyor ve bu bürokratların hepsi de sadece başbakanın emri ile hareket ediyor. Özetle artık tek kişilik bir yürütme organı söz konusu.
Hiçbir milletvekili, kendi isteğiyle bir kanun teklifi veremiyor. Böyle bir şey olabilir mi? Başbakan emir verirse, derhal kanun teklifi hazırlanıyor ve meclise geliyor ve derhal meclisten de geçiyor. Çalışmalar gece yarılarına kadar sürse de, Başbakan’dan emir geldi mi, bu emir demiri kesiyor ve kanunlar geçiyor. Kimin kararı ile oluyor bunlar? Yine o bir tek kişinin…
Başbakan Erdoğan 2 sene önce anayasa maddeleri görüşülürken milletvekillerine "ölmeyi bile yasaklamıştı" Bana bizzat vekilin biri; "ölmek ve ölüme yol açabilecek tehlikeli şeyler yapmak" bile yasaklandı diye.
İşte tam da böyle bir yapı. Tek kişilik yasama, zaten tek kişilik yürütme ve yargı da son MİT krizinden sonra büyük çoğunluğu ile emre amade bir durumda artık. Aynen Deniz Feneri konusunda da görüldüğü gibi... HSYK sayesinde o da neredeyse tek kişilik bir yapı içinde oldu, değil mi?
Böylesi bir yönetimin adı modern sözlüklerde bilmem ki ne diye geçer? Yasama-yürütme-yargı aynı kişinin yetkisinde ise ne denir böylesi yönetimlere? Sanırım bu sorunun yanıtını bulmak, beraberinde bizim de işimizi kolaylaştıracaktır.
Bu 10 yıllık yönetimden sonra artık ben onun kimseyi umursayacağını da hiç düşünmüyorum. Umursamayacak da…
Her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiğine güveni arttıkça, her şeyi bildiği gibi yapmaya da devam edecek. Nasıl olsa çevresinde de bir dolu insan, her ne yaparsa yapsın; ‘padişahım çok yaşa’ demiyorlar mı? O da çevresindeki güvendiği ama müptezelliği onaylı 3-5 danışmanı onu nasıl yönlendirirse, o yönde hareket edecek. O da bir dönemler farkındaydı aslında…
2002-2006 arasında çok seslilik olan parti, 2007'den sonra tek adam partisine dönüştü. 2011'de ise artık parti falan kalmadı, sadece tek bir kişi var. Bizim partimiz yerine ısrarla ve sürekli "benim partim" "benim partim" diye konuşmalarında tekil vurgu yapması da hep bu yüzden.
Milletvekillerinin neredeyse tamamına yakını, hiçbir şekilde şahsi inisiyatif al(a)mayacak ve doğrudan kendisine itaat edecek adamlar arasından seçilmedi mi? Şimdiki milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu ona sormadan kıyafet bile değiştiremez haldeler. Ya da onun giyim şeklini, gömleğini, kravatını modelleyerek aynısından giyme telaşı içindeler.
Bu mudur Allah aşkına demokrasi?
Önder AYTAÇ / Rotahaber
Twitter/onderaytac
E-mail: tarafim@gmail.com
|
Reşat Nuri Erol
13.04.2012
08:06
|
Cemil ERTEM
Beş yüz yıllık talanın son zamanları ve son figüranları
certem@stargazete.com
Bu hafta üst üste gelen gelişmeler nasıl bir köprünün üzerinde olduğumuzu ortaya koyuyor.
Avrupa İspanya’yı takip ediyor. Çünkü İspanya, AB’ye ta-mam mı devam mı dedirtecek kadar büyük bir ekonomi ve sa-nıyorum İspanya, 15. yüzyıldan sonra, bu sefer de insanlığın ge-leceğinde önemli bir dönüm noktası olacak. Çünkü merkez Avru-pa -özellikle Almanya-Yunanis-tan krizinde durumu idare etti. Ama İspanya’nın öyle idare edilecek bir durumu yok ve Avrupa artık karar vermek zorunda.
Daha doğrusu IMF’nin yeniden yapılanması, fazla veren Asya ülkelerinin sistemde daha fazla yer alması ve bu bağlamda IMF kaynaklarının yenilenmesi ve buna bağlı olarak, krize uygun yeni IMF ‘çözüm’ reçetelerinin ortaya çıkması gerekiyor. Bu, hiç şüphesiz 2. Dünya Savaşı’ndan beri süregelen Bretton-Woods para sisteminin ve kurumlarının artık batı tarafından terk edilmesi gerektiği anlamına geliyor. İşte İspanya gerçeği, batı dünyasına artık bir gerileme dönemine girdiğini kabul ettirecek kadar önemli bir kriz.
Ama siz tarihin acımasızlığına bakın; aynı batı, zenginliği doğunun ve yeni kıta Güney Amerika’nın kaynaklarını talan ederek elde etti. Ve batının talanla gelen tarihsel ‘ilerlemesi’ buna bağlı olarak doğunun gerilemesi yine İspanya sahillerinden kalkan gemilerle başlamıştı.
Şimdi yaklaşık 500 yıl sonra, talanla başlayan, merkantilizm, sanayi devrimi, sömürgecilik ve emperyalizm ile devam eden batının bitmeyecek sanılan üstünlüğü bitiyor.
Başta Çin olmak üzere Asya’nın kaynakları yeniden batıyı kurtarmak için gerekli ama bu sefer batının karşısında pazarlık yapacak bir iktisadi güç var.
İşte bu gerçeği bugün görmeden hiçbir siyasi ve ekonomik gelişmeyi doğru değerlendiremezsiniz. Örneğin Suriye meselesi çok somut bir örnek. Hâlâ, ‘ABD emperyalizmi Türkiye’yi gaza getiriyor; emperyalizme direnen Baas rejimini devirmek için Türkiye müdahale edecek’ demek şu yaşadığımız krizi, dönüşümü, dünyada 1989’dan beri olup biten bütün siyasi gelişmeleri yok sayan bir cahilliğin ürünü değilse çok net bir siyasi pozisyondur. Ve bu siyasi pozisyon 21. yüzyılda faşizm tarafı olduğu gibi çöken bir paradigmanın figüranlığıdır.
Türkiye gibi ülkeler bu anlamda hem krizden çıkışın dinamiğini konsolide ediyor hem de bu bağlamda kendi ekonomilerini ve siyasetlerini yeniliyorlar. Örneğin dün gerçekleşen 28 Şubat operasyonları ve bunun daha öncesi, yani Türkiye’nin hem ‘yeni’ hem de ‘eski’ darbe süreçleriyle hesaplaşması bu tarihsel gerekliliğin sonucudur.
Hiç şüphesiz olmasın buradan geriye dönüş yok. Kolomb, nasıl 1492’de yola çıktığı İspanya kıyılarına geri dönmediyse doğunun yeniden yükselişi de geri dönmeyecek. Ama bu yükseliş, bütün bu süreçte batının kan ve savaşla-işgalle ördüğü yükselişten çok daha farklı ve insanı temeller üzerinde olacak.
Çok ilginç, bu tarihsel gerçeği, Wall Street Journal (WSJ) çok özlü bir şekilde itiraf etti. WSJ değerlendirmesinde, artık dünyanın güç dengelerinin değiştiğini kabul etmek gerektiğini vurgulandıktan sonra, ABD, Avrupa ve Japonya üçgeninin oluşturduğu ekonomik ve siyasi hegemonyanın çözüldüğü tespiti yapılıyordu. WSJ, yeni düzenin, Hindistan, Çin, Brezilya, Türkiye’nin eklenmesiyle üçgen değil yedigen (heptagon) olduğunu söylüyor.
21. yüzyıla daha giremedik...
Dün İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Yeni Anayasa çalıştayı yapıldı. Şu sıralar Türkiye’nin her yerinde benzer sempozyumlar, çalıştaylar ve etkinlikler oluyor. Toplumların Anayasa ihtiyacı ya yeni bir toplumsal düzen ya da bir toplumsal uzlaşı ve bu uzlaşıya bağlı yeni bir başlangıç yapma isteğinden doğar. Bu anlamda Anayasalar bir toplumdaki siyasi yapılanmanın hukuki ifadesidir. Türkiye, dünyadaki bu değişimin tam ortasında yeni anayasayla bir başlangıca doğru yol alıyor.
Bakın Türkiye’deki bütün Anayasa süreçleri bürokratik süreçlerdir. Bir tek 1921 Anayasası farklıdır; ama bu farklılığı 1924 Anayasası tarihe gömmüştür. Ve 1924’te başlayan süreç, darbe anayasalarıyla devam etmiş, her dönem, her farklı sermaye birikim düzeniyle birlikte istikrarı, baskı ile sağlarken bürokrasinin anayasal düzeni de, hukuki meşruiyeti tesis etmiştir. Feroz Ahmed ‘Osmanlı İmparatorluğu 20. yüzyıla, 1900’de değil gerçek anlamda 2. Abdülhamit’in otuz yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğu 23 Temmuz 1908’de girdi’ der.
Şimdi de Türkiye, 21. yüzyıla yeni Anayasa ile gerçek anlamda girecek. Tabii Türkiye ile birlikte Ortadoğu’da...
|
Reşat Nuri Erol
14.04.2012
07:16
| Operasyonun perde arkası...
ASLAN BULUT Tayyip Erdoğan’ın Suriye sınırındaki olay sebebiyle “NATO sınırımızı korumak durumundadır” açıklamasının hemen ardından 28 Şubat gözaltıları başladı. “Ne ilgisi var” diyenler olabilir. Yüzde yüz ilgisi var. 28 Şubat neydi? Önce ona bakalım.
Mahir Kaynak’a göre Erbakan yönetimindeki Refah iktidarı Amerikan karşıtıydı ve tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu sebeple suni irtica hareketleri oluşturularak 28 Şubat darbesine gerekçe hazırlandı ve sonuçta Amerikan karşıtı Erbakan ve ekibi tasfiye edildi. Yerine, Ecevit iktidarlarından sonra, CIA’nın Türkiye uzmanı Graham Fuller’in planladığı ve arzuladığı gibi bu zaman aralığında eksikleri tamamlanan Yenilikçiler getirildi.
30-31 Mayıs 1998 tarihlerinde ABD’de Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü bir toplantı düzenledi. Eski CIA Ankara İstasyon Şefi Graham Fuller ile ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi görevlisi Prof. Henry Barkey, toplantıda senaryolarını açıkladılar.
Senaryoya göre “Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da cuma namazında camilerde bombalar patlayacak. Ayaklanan halk, valiliklere, kaymakamlıklara yürüyecek. Polis halkın önüne geçemeyince askeri birlikler devreye girecek. Laik-anti laik, Alevi-Sünni çatışması patlak verecek. Ağırlıklı olarak Sünnilerin safına geçen polis, askeri birliklerle çatışmaya girecek. Radikal İslamcılar, ayrılıkçı Kürtlerle birleşerek orduya karşı silâhlı mücadeleye başlayacaklar. Orduda çözülmeler baş gösterecekti.”
Böyle olmadı ama Cumhuriyet mitingleri ile o karşıtlık oluşturuldu ve muhafazakar halkın tepkisi sağlanarak AKP, iktidara getirildi. Bu arada Amerika’nın cami bombalama planlarından Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları sorumlu tutularak hapse atıldı..
***
ABD, 1997 yılının haziran ayında, AKP iktidarın bugünkü açılım söylemi ile bire bir örtüşen bir Türkiye raporu hazırlatmıştı. Yine Graham Fuller ve Henri Barkey imzasını taşıyan raporda, “Bir değişim gerçekleştirmek için sivil politik liderler çok zayıf. Türkiye’de bu sorunu askeri olmayan yöntemle çözme cesaretini gösterecek lider yok” deniyor ve cesur bir lider bulunması gerektiği işleniyordu.
Refah Partisi’nden sonra Fazilet Partisi’nin de kapatılacağı süreçte,
Graham Fuller Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ileri sürüyor ve “Fazilet Partisi’ndeki gençlerin baskın çıkacağını ve Yenilikçi Hareket’in ılımlı İslâma liderlik yapacağını” söylüyordu! Fuller bu sözleri Abdullah Gül ile gizli bir görüşme yaptıktan sonra söylemişti.
Nitekim aranan lideri buldular ve iktidara getirdiler. Yetmedi, Büyük Orta Doğu Projesi eş Başkanlığına tayin ettiler. Yetmedi, Erdoğan’ı Arap Baharı’nın öncüsü haline getirdiler. Yetmedi, Libya’ya NATO gücünü davet ettirdiler. Yetmedi, Kandil’e operasyon için Türkiye’nin Güneydoğusu’na NATO’yu davet ettirdiler. Yetmedi, Suriye sınırına NATO gücünü davet ettirdiler...
Bu davetler yapılırken de Türk kamuoyunu, içerideki operasyonlarla oyaladılar. Direnç odaklarını, etkisizleştirdiler.
28 Şubat Amerikancı bir darbeydi. Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmesinin en hararetli savunucusu da Çevik Bir idi. Şimdiki iktidar da Amerikancı... Amerikancıların Amerikancılardan hesap sorması tamamen hedef saptırmadır. Türkiye’nin Suriye üzerinde sürdürdüğü Amerikancı operasyonu örtme ve gizleme işlevi görmektedir. Dizginler Amerika’nın elindedir.
***
Türkiye, NATO’nun haçlı bayrağı altında, Afganistan işgaline destek vermektedir. Irak’ta Kürt devletini kuran Çekiç Güç, Türkiye topraklarına NATO’nun haçlı bayrağı altında gelmişti. Afganistan ve Irak işgallerinin Haçlı Seferi olduğunu ABD Başkanı Bush söylemişti. Libya’ya saldırının da bir Haçlı Seferi olduğunu Fransa Dışişleri Bakanı söyledi. NATO’nun bayrağı bir haçtan ibarettir ve 4 İncil’i temsil eder! NATO plân tatbikatlarında, harita üzerindeki Türk-İslam ülkelerinin üzerine küçük birer haç dikilirdi. Şimdi o plân, yani 22-24 İslam ülkesinin haritasının etnik ve dini farklılıklara göre bölünmesi planı uygulanıyor. AKP ve destekçi kurumları, ABD’nin İslam dünyasındaki Truva atı olarak bu plana yardımcı oluyor. Operasyonlarla da kamuoyu meşgul ediliyor...
|
Reşat Nuri Erol
14.04.2012
07:21
|
TAMAMLAYICI BİR YAZI * Mahir KAYNAK
28 Şubat
mkaynak@stargazete.com
Kendilerine ait olmayan bir binayı yıkmaya çalışan bir takım insanları yakalayıp yargılamak doğaldır. Ama eğer onları bu işe yönlendireni ve gerçek amacının ne olduğunu bilmezseniz, yetersizsiniz demektir. 28 Şubatı buna benzetiyorum. Olayda rol alan kişiler yargılanacak ve onlardan ülkedeki irtica tehlikesine karşı görevlerini yaptıkları iddiası dinlenecektir. Yaşadığımız tüm darbe ve askeri müdahaleleri yaşadım ve şu sonuca vardım: Müdahaleleri gerçekleştiren kişiler siyasi analiz yapmıyor ve sadece ideolojik nedenlerle yani ülkenin yapısını bozmak isteyenlere karşı tavır sergiliyorlar. PKK eylemlerini bölücülük olarak değerlendiriyor ama böyle bir devletin yaşamasının mümkün olup olmadığını, bu devleti destekleyen gücün sadece Türkiye’yi kaybetmekle kalmayacağı, onun bir numaralı düşmanı haline gelecekleri için bu bedeli ödeyip ödeyemeyeceklerini hesaplamıyorlar. Ayrıca böyle bir projede karşıt taraflar olup olmayacağını araştırmıyorlar. Bölgedeki sorunları çözmek isteyenleri bölücü sayıp eziyorlar.
28 Şubat’ın siyasi analizi yapılırsa irticanın sadece bir bahane olduğu anlaşılır. Refahyol hükümeti kurulduğunuda, çıktığım bir televizyon programında, bu hükümetin bir yıl bile dayanamayacağını söyledim ama Ankara’dan programa katılan bir bakanTürkiye’nin yedi düveli yenerek devletini kurduğunu ve ABD’nin hedefine ulaşamayacağını söyledi. Refah Partisi ABD karşıtı idi ve tüm İslam alemini birleştirerek başarılı olacağını düşünüyordu. ABD önce bazı İslam ülkelerinde ekonomik sorunlar çıkardı Türkiye’deki problemini 28 Şubat’la çözdü. Ayrıca İngiltere Refah Partisi’ni desteklemiyordu. Doğruyol Partisi ortak değil gözetmen rolündeydi.
28 Şubat’ın ikinci görevi Kürt sorununun barışçı yolla çözülmesini engellemekti. Bu konuda iki farklı proje vardı: AB, Türkiye’nin Güneydoğusunu kaybetmesini istiyordu. Böylece Türkiye homojen, gelir düzeyi daha yüksek, iç sorunu olmayan hale gelecek ve AB içine alındığında ağırlığı da azalmış olacaktı. Kürtler Kuzey Irak’la birleşecek ve o zaman hayatta olan Saddam aracılığı ile AB’nin kontrolüne girecekti. ABD bu projeye karşıydı ve Irak’ın işgali bu projeyi bozdu. Bazıları ABD’nin Irak’ta başarısızlığa uğradığını düşünüyor. Başarı hedefe ulaşılıp ulaşmamakla çözülür. ABD’nin hedefi Irak’a demokrasi getirmek değildi ve tam bir başarıya ulaştı. O da Kürt kimliğinin tanınmasını ve bu yapının Türkiye ile birlikte hareket etmesini düşünüyordu. Bu, Türkiye’ye olan sempatisinden değil, kendisi ile rekabet edebilecek bir güç odağı olmak isteyen AB’nin enerji kaynaklarını kontrol etmek istemesindendi. Bazıları ABD’nin Kürt sorununda tutarsız davrandığını düşünüyor. Oysa bu konuda da hedefine ulaşıyor. Yani Kürt kimliğinin kabulünü sağlıyor ama bağımsız olmalarını istemiyor.
Anılarımdan söz ederken kendimi ön plana çıkarmak amacında değilim. Ancak bazı konuların daha iyi anlaşılmasına yardım edeceğini düşünüyorum. O dönemde Aktül dergisi yazarıydım ve askerler yazı yazmamı istemediğini söylediği için işimden kovuldum. PKK’dan para alarak yazı yazdığım söyleniyordu. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanırken, bu bilgiyi verdiği söylenen Şemdin Sakık’ın ifadesini savcı gösterdi. Sakık benim devlet tarafından hareketin içine sokulduğumu söylüyordu ama medyaya bunun tam tersi söylenmişti. Bu yanlış bir yorum değildi, apaçık söylenen bir sözün tam tersi medyadaydı. Çevik Bir paşayla görüştüm ve olayın sebebini sordum. Bana “Görevim süresince aleyhinde hiçbir rapor almadım. Adın medyada ilave edildi” dedi. Medya daha çok şey yaptı ama yerim yok. |
Reşat Nuri Erol
14.04.2012
07:26
|
Taha KIVANÇ
İnanmayan Cumhurbaşkanı Gül’e sorsun
tkivanc@stargazete.com
Ne zaman darbelerde ABD’nin parmak izlerini gündeme getirsem kızıyorlar. Yalnızca darbeciler kızmıyor, Amerikalılar da müthiş rahatsız oluyorlar.
Takvim’in yayın yönetmeni Ergün Diler ABD Büyükelçisi Frank Ricciardone’nin İstanbul’da bazı gazetecilerle biraraya geldiğini yazdı; o gün bugündür kimlerin toplantıya katıldığını, neler konuşulduğunu ısrarla sorup duruyor...
Kendisine bir ipucu: Katılımcılardan bir ricası oldu Büyükelçi Ricciardone’nin: 12 Eylül (1980) ve benzeri müdahalelerde ABD’nin dahli bulunduğuna dair söylentilerin bir şehir efsanesi olduğunu yazmaları...
Onlar “Yok böyle bir şey” diye yazdılar da ne oldu? Ben de burada 12 Eylül’ün Jimmy Carter’a “Bizim çocuklar darbe yaptı” şeklinde bildirildiğinin ‘söylenti’ değil gerçek olduğunu, o cümleyi kuran Paul Henze’nin sonradan inkârı üzerine ‘12 Eylül: Saat 04.00’ kitabında o sözü aktaran Mehmet Ali Birand’ın malum cümleyi de içeren Henze mülâkatını CNN-Türk’te yayınladığını kanıtlarıyla yazdım.
Şimdilerde 2002 sonrasına ait bazı darbe girişimleri yargılanıyor ya, onların akamete uğramasının da sebebi ABD’nin kırmızı ışık yakmasıdır. Girişimlerden biri 1 Mart (2003) tezkeresinin Meclis’ten geçeceği varsayımı üzerine hazırlamıştı. Tezkere geçecek, 60 bin Amerikan askeri topraklarımızda konuşlanacak, sorunlar çıkacak, sıkıyönetim gerekecek ve...
Tezkere geçmeyince darbe planını yine de uygulamaya koymaya kalktılar, elleri ayakları birbirine dolaştı... ABD kendileri adına niyetlenilen girişime adı karışanları nasıl kollasın bilemiyor; lojistik destek veriyor ama fayda yok...
‘Post-modern’ adını bizzat sürecin içinde yer alan generalin koyduğu 28 Şubat (1997) müdahalesi sanki farklı mı? Askerler 1997 yılının Haziran ayında “Post-most dinlemeyiz, biz geliyoruz arkadaş” heyheylenmesine düştüler. Refahyol hükümetinin küçük ortağının ABD’de iyi kaynakları bulunan önemli bir üyesi, bir gece vakti, bütün personelini çağırıp aleyhine kullanılabilecek ne kadar malzeme varsa kıyma makinelerinden geçirtti.
“Ne oluyor?” diye soranlara, “Bu gece olmazsa, yarın müdahale geliyor” cevabını vermişti o kişi...
O gece başka bir şey oldu: ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright bakanlıkta bir toplantı düzenledi; kendi memurları yanında Pentagon’dan Türkiye’yle ilgili görevlileri ve bazı bilimadamlarını da çağırdığı... Toplantıdan çıkan Albright, ertesi gün (13 Haziran 1997) Milliyet’te manşet olacak görüşünü Yasemin Çongar’a mülâkat olarak verdi: “Anayasa dışına çıkılmasın...”
Askerin doğrudan müdahalesini istemedi ABD, 28 Şubat ‘post-modern’ oldu.
‘Post-modern’ yöntemi de ABD’nin telkiniydi zaten...
Konu ne zaman açılsa şaşıran çıkıyor; sonra “Ha, Erbakan Hoca söylemişti” deyip geçiştiriyorlar... Vefatından kısa süre önce, 28 Şubat’ın bir yıldönümünde, merhum Erbakan “Bizim elimize belgesi geçmişti” diye bir açıklama yaptı, hatta belgenin Türkçe çevirisini de dağıttı. “Hoca’dır, söyler” diye geçiştirdiler.
İsterseniz, olayı baştan anlatayım: Abdullah Gül Refahyol Hükümeti’nde devlet bakanıydı. Bir gün ziyaretimde kendisini alı al moru mor bir vaziyette gördüm. Viyana’daki bir posta kutusu adresinden kendisine bir belge gelmiş... Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’dan Ankara’daki büyükelçisi Marc Grosman’a 1996 Ekim ayında gönderilmiş bir talimat...
Talimatta D-8 projesinden duyulan rahatsızlık anlatılıyor, hükümet ortağı DYP’nin Refah’ın aşırılıklarını frenleyemediği belirtiliyor, Refahyol’un işbaşından gitmesi için yol aranması arzulanıyor...
“DYP ayrılırsa hükümet düşer, seçim zorunlu olur, RP daha güçlü çıkar” hesabını yapmış Amerikalılar... Ankara’ya ilettikleri formül şu: “Devreye askerler girsin...”
Şimdi Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Abdullah Gül diplomatlara sorar; “Gerçek olabilir” tespiti kendisine iletilir. Viyana’daki posta kutusunun kime ait olduğu soruşturulur, kaynağa ulaşılamaz...
Bugün bile sorulsa, “Belgeyi gönderen herhalde demokrat bir Amerikalı diplomattı” diyecektir Abdullah Gül...
Gülüyorum ben “Darbelerde ABD parmağı bir şehir efsanesidir” diyenlere, başka ne yapayım?
|