Fransa’nın Tavrı
1771 Okunma, 13 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

24 Aralık 2011 Cumartesi

Fransa’nın Tavrı

 

Siyasetçiler tarihî geçmişi anlatmak için değil geleceğe yön vermek için yazarlar. Bu bakımdan soykırım iddialarını geçersiz kılmak ve onların yaptıklarından söz etmek anlamsızdır. Eğer bu kozu kullanmasalar başka şeyler bulur ve aynı sonuca varmaya çalışırlardı. Bu bakımdan yapılanın duygusal boyutunu bir yana bırakıp nasıl bir siyasi sonuca varılmak istendiği araştırılmalıdır.

- Fransa’da nasıl bir sonuca varılmak isteniyor.

- Sermaye Sarkozy’yi kullanarak Türkiye ile Fransa’nın arasını açmak istiyor. Ermenileri yok etmek istiyor. AB’yi zayıflatıyor. Avrasya ekonomisini de bozarak krizi büyütmek istiyor.

 

Eylemin günümüze rastlamasının anlamı nedir? Bu soruya cevap vermek için nasıl bir süreci yaşadığımıza göz atmak gerekir. Türkiye bölgesel bir güç olma yolunda ilerlerken bölge silahlı bir çatışmaya doğru hızla ilerliyor. Bu durumda Fransa ülkemizin geçmişinde kendinden saymadıklarına karşı soykırım uyguladığını ön plana çıkararak çevre ülkelere Türkiye’nin müdahalesini önlemek istemektedir.

- Fransa Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesini önlemek istiyor.

- Sermaye Türkiye’yi Suriye’ye saldırtıyor. Fransa’yı da onların yanına koyarak çatışmayı ayarlıyor. Kaç tut hikayesi.

 

Çevremizde bir Sünni-Şii çatışması tahrik edilmektedir. Irak’ta ABD’nin çekilmesinden sonra uç vermeye başlayan çatışmanın genişlemesi ihtimali büyüktür. Ayrıca bunun bölgeye yayılması sürpriz sayılmaz. Sünni Araplar İran’a karşı olacaklar ve İran’la çatışmaları da ihtimal dahilindedir. Fransa bu çatışmada İran’ın yanında olacaktır. Çünkü Fransa İran devriminin başından beri yeni rejimi desteklemektedir. Humeyni özel bir Fransız uçağı ile Tahran’a gelmiş ve ABD’nin desteklediği Şeriat Madari’yi bertaraf ederek İran’a egemen olmuştur.

- Şiî Sünnî çatışması söz konusu. Fransa İran’ı desteklemektedir.

- Sermaye Fransa’yı kullanmıştır. Fransa ABD’yi Körfez krizinde yenmiştir. Ondan önceyse çıkaramıyordu.

 

Fransa, Almanya ile birlikte, Türkiye’nin AB üyesi olmasına karşı çıkmıştır. Oysa İngiltere üyeliğimize tam destek vermekteydi. Bu fark Türkiye’nin yapısından kaynaklanmıyordu. Türkiye birliğe girince İngiltere ile birlikte hareket edeceği ve birlik içinde İngiltere’nin etkinliğinin artacağı hesaplanmıştı. Yani, her zaman, konumumuzun Fransa tarafından beğenilmemesi uyguladıkları politikaya neden olmuştur. Bu nedenle bugün Türkiye’yi birlik dışında tutmak için böyle davrandığı söylenemez.

- Fransa ve Almanya Türkiye’yi birliğe almak istemiyor. İngiltere istiyor.

- Sermaye başlangıçta İngiltere’yi etkin yapmak istediği için girmesini destekliyordu. Teskereden sonra sözde destekliyor. Fransa ve Almanya’ya cephe aldırıyor.

 

İran’a yönelik eylemlerin İsrail tarafından başlatılması düşünülemez. Çünkü böyle bir durumda tüm İslam aleminin İran’ın yanında yer alması doğaldır. Bu nedenle çatışmanın Körfez’deki Arap ülkeleri ile İran arasında olması planlanmaktadır.

Bu süreç içinde Kürtlerin desteksiz kaldığı görülmektedir. Bundan sonra ülkemizle ihtilaf içinde olmamaları beklenir. İran ya da Suriye ile işbirliğine giderlerse Fransa hariç Batının desteğini kaybederler.

- İsrail Sünnileri kışkırtarak İran’la savaşabilir. Kendisi saldırmaz.

- İsrail’in bir gücü yok. Saddam’ın hezimeti gösterdi ki Arapların da yok. Gaye Türkiye ile İran’ı savaştırmak. Türkiye ve İran akıllı olacaklar ve Sermaye yenilecek.

 

Bunlardan çıkaracağımız sonuç tartışmanın sözde soykırımın varlığı ya da yokluğu üzerinde yoğunlaşmasının anlamsız olduğudur. Fransa’nın Türkiye ile birlikte olmayı çıkarlarına aykırı gördüğünü ve bu nedenle bizi zayıflatacak her şeyi yapacağını kabul etmek, siyasi ve ekonomik karşı tedbirler almak gerekir.

- Sorun soykırımı değildir. Sorun Fransa’nın saldırısı.

- Sorun Fransa’nın değil Sermayenin Sarkozy’yi kullanarak Türkiye’yi çıkmaza sokmasıdır.

 

İran ile çatışmada sadece Şii-Sünni farklılaşması ön planda tutulacak, yoksa Azeriler de tahrik edilecek mi bilmiyoruz. Bu durumda Türkiye’nin Azerilerin yanında yer alması beklenir. Yani bölgedeki gelişmeler tüm boyutlarıyla incelenmeli ve buna karşı politikalar üretilmelidir. Fransa’nın kararını Sarkozy’nin kişisel hesaplarına bağlamak yanlıştır. Çünkü  Fransa kurumsal bir devlettir ve alınan tüm kararlar kişisel değil kurumsaldır. Bu nedenle tepkilerimiz önceden hesaplanmış ve buna karşı politikalar hazırlanmıştır.

- İran Azeri çatışması ile de Türkiye’yi devreye sokabilirler.

- Humeynî’den sonra Sünniler ile Şiiler arasında Azeriler ile Persler arasında çatışma yoktur.

 

 

Yorum:

 

Mahir Kaynak, teşhisi doğru olarak koymaktadır. Ona göre tedbirleri önermektedir. Tedbirlerin ne olduğunu yazmamakta veya yazamamaktadır. Yazımı otuz kırk kişiden başkası okumayacak. Siz bilen olacaksınız. Onlar bilmez olacaklardır.

Bizim tek düşmanımız vardır. Amerika’daki tekel sermaye. Düşmanlığı da bize değil Kuran’adır. Faizi yasak ettiği ve faizin yerine selemi getirmiş olduğundan. Ölümünün selemle olacağını bilmektedir. Korkusu bundandır.

İsrail oğulları Türkleri severler. İsrail devleti daima Türkiye’nin yanında olmuştur. Filistin İsrail çatışması Sermayenin oyunu. Yapılacak iş çok basit aldırmamak. Arap aleminde olanlar kendi iç işleridir. Türkiye karışmaz. Sadece gelenleri misafir eder veya vatandaş yapar. Yahudiler de Ermeniler de bizim dostlarımızdır. Tarihî kardeşlerimizdir. Bizans devletini biz yıkmadık. Katoliklere karşı koruduk. Biz Rumlarla savaşmadık. Yaşlanmış Bizans’ın yerine geçtik. Yahudileri İspanya’dan biz kurtardık. Ermenilere İstanbul’da Patrikliği biz sağladık. Son yıllardaki kavgamız Batının kışkırtması ile olmuştur. Onun da cezalarını fazlasıyla çektiler.

Tarihte haksızlığımız varsa hesap vermeye her zaman hazırız. Hakemlere gideriz hükümlerine uyarız. Biz tehcir ettik. Bunda şüphe yok. Ama biz asla suçsuz insanı öldürmedik. Soykırım yapmadık. Ormanlarda ayı yakalar gibi zencileri yakalayıp köleleştirmedik. Bunu Avrupalılar yaptı.

Biz dünya ile Lozan’da anlaştık. Alacağımızı aldık vereceğimizi verdik. Fransa’da veya Amerika’da veya Rusya’da alınacak nesi varsa bizi hiç ilgilendirmez. Fransa gibi insanlık dışı kanunlar çıkarırlarsa yapacağımız iş basittir: Türkiye’nin ekonomisini Adil Düzen’e koymalıyız. Fransa’daki vatandaşlarımızı Türkiye’ye getirmeliyiz. Oradaki gelirlerden fazla gelir sağlamalıdırlar.

Bu da yetmez oradaki Müslümanları da oradan kurtarmalıyız. Libya ve Suriye çöllerinde modern bir kent kurmalıyız. Buna tüm İslam alemi katılacaktır. Hatta çıkarları olacağı için Rusya ve Çin de katılır. Fransa’daki tüm yabancıları o kente taşıyıp onlara daha refahlı imkan sağlamalıyız.

Hiç kimseye karşı asla incitici söz söylememeliyiz. Amerika’daki Tekel sermaye yanlış yoldadır uyarmalıyız. Ona da yol göstermeliyiz. Faizden vazgeçsinler fitneden vazgeçsinler, Allah Kuran’da onlara büyük vaidler (tehditler) vermektedir.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
25.12.2011
21:36

Namaza çağrı

Sam yeli gibi esen ve değerlerimizi kurutan liberalizm rüzgarı bazı Müslümanları da etkilemiş olmalı ki, aile içinde din eğitimi verilmesine, erdemlerin yeşerip boy atmasını sağlamak ve ayıpları, kusurları, günahları engellemek için uygun yöntemlerle tedbir alınmasına karşı çıkıyorlar; "bırakın herkes kendi dinini, kendi ahlakını kendi seçsin, hayatını kendi ilkelerine göre yaşasın..." diyorlar. Mümin, kendini kendine yeterli görmeyen, dünya ve ahirette başarılı ve mutlu olabilmek için ilahî irşada (yol göstermeye) muhtaç olduğuna inanan, bu sebeple Allah'ın örnek olarak gönderdiği Peygamber'i rehber edinen, onun izinden gitmeye çalışan insandır. Kur'an'a göre "İnsan kendini kendine yeterli gördüğü zaman yoldan çıkmış, haddini aşmış olur" (Alak:96/6). İlahi irşad müminlere şunları söylüyor: "Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun..." (Tahrim, 6). Aile reisi ve diğerleri, ailenin fertlerini, sonu ahirette ceza görmek olan davranışlardan, alışkanlıklardan, ihmallerden koruyacaklar. Nasıl koruyacaklar? En uygun yöntemlerle günah, kusur ve ayıp olan davranışları engelleyerek, yapılması gerkenleri yaptırarak, yapılmaması gerekenleri önleyerek koruyacaklar. Namazı kılmayan bir aile ferdini diğerleri uyarmazsa, namaza teşvik etmezse, namaz kılanla kılmayana, ilgi ve sevgide eşit davranırsa sorumluluğunu nasıl yerine getirmiş olacak? "Ailene namaz kılmalarını emret; kendin de namazını özene bezene ve devamlı kıl..." (Taha: 20/132. Bu ayet hem aile büyüklerinin namazlarını aksatmadan ve özenle kılmalarını hem de aile fertlerini namaz kılmaya çağırmalarını, namazı kılıp kılmama konusunda onları serbest bırakmamalarını emrediyor. "İyilik ve dindarlıkta yardımlaşın, günahta ve hakka tecavüzde yardımlaşmayın"(Maide: 5/2). Ailenin fertleri namazı kılmıyor, oruç tutmuyor, diğer farzları yapmıyor, haramları işliyorsa ve başta anan babaları olmak üzere diğer fertler onların bu günahları karşısında duyarsız ve tedbirsiz kalıyorlarsa yukarıda meali verilen ayete aykırı davranmış olmazlar mı? Peygamberimiz (s.a.) yedi yaşından itibaren çocuklarımızı namaza alıştırmamız gerektiğini buyuruyorlar. Aile fertlerinin ve özellikle aile reisinin, aileden sorumlu olduğunu ifade ediyorlar. Kendileri gece namazlarını bitirip vitri de kılınca eşleri Aişe'yi uyandırıyor ve "Kalk, vitri kıl" buyuruyorlar. Şu ifade de kendilerine (s.a.) aittir: "Gece kalkıp namazını kılan sonra da eşini namaz için uyandıran, uyanamadığı takdirde yüzüne su serpen kişiye Alah rahmeti ile muamele buyursun!" Şöyle diyenler varmış: Namaz bir ibadettir, ibadet zorla olmaz, kişi kendi iradesiyle, baskı altında kalmadan namaz kılmalıdır ki, yaptığı ibadet olsun! Bu söz doğrudur, ancak dünya ve ahiret hayatımız için iyi ve faydalı olanı yapmayı, kötü ve zararlı olanı terk etmeyi sağlamak için başta çocuklarımız olmak üzere insanlara eğitim vermiyor muyuz? "Bırakalım, yaparsa yapsın, yamazsa yapmasın; ister iyi olsun, ister kötü ve ahlaksız olsun" diyor muyuz? Beşeri arzularımız ve duygularımız bizi günaha, yanlışa, haksızlığa, ibadetleri terk etmeye de sevk edebiliyor. Zamanında eğitim vererek, gerektiğinde uygun şekilde müdahale ederek insanları iyiye ve güzele yönlendirirsek, kötü ve günah olandan alıkoymaya çalışırsak –liberal takılanları bilmem ama- biz müminler vazifemizi yapmış oluruz; nefsinin meşru olmayan arzularını yenme konusunda kendisine yardımcı olduğumuz, kendisi için hayırlı olduğu halde yapamadıklarını yapmasını sağladığımız insanlar da sonunda mutlu olurlar ve ibadetlerini de -eğitim safhasından sonra- kendi iradeleriyle ve severek yapar hale gelirler. HAYRETTİN KARAMAMAN/ yenişafak

Reşat Nuri Erol
25.12.2011
22:07

Üstadım;

Bu haftaki "yorum"un kısa, bir sayfalık kadar ama bir "kitap" olacak hacimde, birkaç "doktora" çalışmasını gerektirecek muhtevada, dünyaya yeniden "nizamat" verecek detaylarda...

*

Keşke vaktimiz olsa da böyle bir çalışma yapabilsek ama ne mümkün...

Aslında "bana/sana" söylüyorum, "siz" anlayın demek istiyorum...

Daha nice "Adil Düzen Çalışanlarına" ihtiyaç var...

Onlarca, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce...

Milyonlar "ADİL DÜZEN" bekliyor...

İnsanlık kurtuluş bekliyor...

*

Ümidim gençlerde...

Gençlerde ve gelecek nesillerde...

Onlar ilgilenecek ve yeni "Adil Düzen Çalışanları" olacak...

Yeni "ADİL DÜZEN MEDENİYETİ"ni kadını-erkeği ile hep birlikte...

YENİ NESİL/LER ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI KURACAK...

*

Örnek...

Hayalimiz ve iki-üç yıl öncesinde Erbakan'a iletmemi istediğin talebimiz neydi:

- Müşterek olarak "1000 sayfalık ADİL DÜZEN Kitabı" yazmak...

Bu talebi Erbakan Hoca'ya ilettiğimde; derin bir "aaah" çekerek:

- Keşke öyle bir vaktimiz olsa da yazsak... deyişini hiç unutmayacağım...

Örnek çalışmamıza gelince...

İşte...

12 haftadan beri, Erbakan'ın "YENİ BİR DÜNYA VE ADİL DÜZEN" kitabını paragraf paragraf değerlendirmemiz...

Çalışmalarımız "İLMİ MAKALELER" bölümünde yayımlanıyor...

1000 sayfalık "ADİL DÜZEN KİTABI" olur mu?..

Çalışınca neden olmasın ki...

ÖRNEK çalışma budur...

*

Haydi gençler...

Bizden buralara kadar...

Biz buralara kadar "örnek"ler getirdik...

Hala gece-gündüz çalışmaya devam ediyoruz...

Artık...

Siz de "DURUMDAN VAZİFE ÇIKARMAK" merhalesindesiniz....

Sizler de bu çalışmalara katılmaya, katkıda bulunmaya ve geliştirmeye başlamalısınız...

Süleyman Hoca'dan Erbakan Hoca'ya...

Geçmişten bugüne ve geleceğe...

Yol haritası ayan beyan belli...

Çalışmalar sizi bekliyor...

Öyleyse...

Haydi çalışmaya...

İnşaallah...

*

Selam ve dua ile..

reşad

Reşat Nuri Erol
28.12.2011
07:46

Zeynep Erbakan'dan, Kıvrıkoğlu'na 27 Şubat mesajı

SP Kadın Kolları Başkanlığı’nı üstlenen Necmettin Erbakan’ın kızı Zeynep Erbakan, “28 Şubat bin yıl sürecek” diyen Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yıllar sonra yanıt verdi:

Deniz Güçer'in röportajı

“Takdir-i ilahiye bakın ki babam 27 Şubat’ta vefat etti. Ben de şimdi ‘Asıl 27 Şubat, bin yıl sürecek’ diyorum. Erbakan’ın idealleri bundan önce olduğu gibi bundan sonra da var olmaya devam edecek.”

Milli Görüş’ün efsane ismi Necmettin Erbakan’ın kızı Zeynep Erbakan ilk röportajını VATAN’a verdi. SP Kadın Kolları Başkanlığı görevini üstlenen Erbakan’ın yanıtları şöyle: - Rahmetli Erbakan Türk siyasi hayatında her kesimin saygı duyduğu isimlerden biriydi. Kaybettikten sonra zaman sizin için nasıl geçti? Her evlat için babadan ayrılmak zordur. Ailenin ilk çocuğu benim. Babamdan uzun süreli olarak ilk defa 12 Eylül’de gözaltına alındığında ayrıldım. O zaman, babamın bir gün mutlaka döneceğini biliyordum. Ancak bu sefer her insanın muhakkak tadacağı ilahi kanun nedeniyle ayrıldık. Bizler kadere inanmış, teslim olmuş insanlarız. Ama yine de yokluğuna alışmak zor. O sıcak tebessümüyle, şefkatiyle kapıyı açıp geliverecekmiş gibi hissediyorum. - Bir baba ve bir siyasi lider olarak nasıl tanımlarsınız? Bir baba olarak her zaman müşfikti. İnsani ilişkilerinde son derece nazikti. Ama mücadele ettiği idealleri söz konusu olduğunda asla taviz vermezdi. Babam, İslam’ın emirlerine göre yaşamayı hayatında en büyük ilke edinmişti. Diğer insanların da bu ilkelere göre yaşamasını canı gönülden istiyordu. Bunun en güzel ve etkili yolunun ise siyasi çalışma ile olacağını düşünüyordu. Tamamen demokratik sistem içinde kalarak ve mevcut yasalara uyarak kurduğu partilerle bu ideal için çalıştı. Partileri kapatıldı, kendisi yasaklı kılındı ama hep yeniden başladı. Türkiye’nin yaşadığı olumlu değişimlerin büyük kısmında babamın bu 42 yıllık mücadelesinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanırım bugün milletimizin büyük çoğunluğu da aynı şeyi düşünüyor. - Cenazenin ardından sizi çok duygulandıran bir ziyaret veya olay oldu mu? Tarihte pek az insana nasip olacak, milyonlarca insanın katıldığı görkemli törenle ebedi aleme uğurlanması aile olarak bizi çok etkiledi. Milletimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Bu uğurlama sadece sevenlerinin ve milletimizin katıldığı bir tören değildi. Aynı zamanda, sivil ve askeriyle bütün devlet erkanının iştirak etmesi, devlet-millet kaynaşması açısından da sanıyorum bir dönüm noktası oldu. Sadece Türkiye’deki siyasi partiler değil, dünyanın her yerinden bir çok İslami hareketin lideri veya temsilcisinin gelmesi, babamın bütün dünyada Müslümanlar tarafından ne kadar sevildiğinin en büyük göstergesiydi. Cenazesindeki sevgi seli nasıl bir lider olduğunu gösterdi diye düşünüyorum. - “Bugün Türk siyasetinde Necmettin Erbakan olmalıydı” diyor musunuz? İlahi takdirin önüne geçmek mümkün değil. Evet bedenen bugün Erbakan yok ama onun ideallerini, mücadelesini, davasını sonsuza kadar yaşatmak için and içmiş binlerce insan var. Güçlü bir teşkilat var. Babam bir siyasetci olarak ömrünü Müslümanların birliği için harcadı. Bütün hayatı boyunca, İslam NATO’sunun, Ortak Pazarı’nın önemini anlattı. Eğer İslam Barış Gücü kurulmuş olsaydı ABD ve diğer emperyalist ülkeler sanırım İslam coğrafyasında bu kadar rahat hareket edemezlerdi. - “Erbakan’ın kızı olmak” güzel olduğu kadar zordur sanıyorum? Biz aile geleneği olarak en başından beri kamuoyu gündeminde olmamaya çalıştık. Ülke gündeminde yer almaktan ziyade teşkilat içinde üzerimize düşen görevleri yapmaya çalıştık. Rahmetli annem de aynı hassasiyeti taşırdı. Erbakan soyadını taşıyor olmak daha sorumlu ve mutedil yaşamayı gerekli kılıyor. Ama bu sadece Erbakan soyadından dolayı değil, bizim aldığımız aile ve İslami terbiye de bunu gerektiriyordu. - Sadece Sayın Erbakan değil tüm aile olarak 28 Şubat döneminde çok zor günler geçirdiniz. O dönemi nasıl hatırlıyorsunuz? Babamın bir özelliği vardı. Ne yaşarsa yaşasın, bize hep tebessüm ve şefkatle yaklaşırdı. Mütevekkil bir insandı. Her ne yaşarsa yaşasın hiçbir zaman tevekkülünü elden bırakmadı. Bize de fazla bir şey hissettirmedi. Ama biz, 28 Şubat’ta ailemizin yaşadıklarından ziyade milletimizin yaşadıklarına ve ülkemizin kayıp yıllarına üzülürüz. - Yine o günlerde yalnız bırakıldığınızı düşündünüz mü? Suçladığınız biri oldu mu? Doğru. Sadece bizim için değil milletimiz için çok sıkıntılı bir süreçti. Kimseyi suçlamam. Bu konuda, rahmetli babama yabancı bir televizyon kanalı benzer bir soru sormuştu; “28 Şubat’ta size yapılanlardan dolayı kırgın mısınız, cezalandırılmasını ister miydiniz?” demişti. Babam da, “Hayır, cezalandırılmalarını değil, eğitilmelerini isterim. Milli Görüş’ü bilmedikleri için böyle yapıyorlar. Bilseler yapmazlardı” diye cevap vermişti. Ben de öyle düşünüyorum. Gerçek manada Milli Görüş’ü bilen ve tanıyan bir kişi Milli Görüş’e karşı çıkmaz Zaten zaman Milli Görüş’ü haklı çıkardı. O dönem Milli Görüş’ün karşısında olan birçok insan, bugün “Hata Yapmışız-Yanlış yapmışız” diyor. O zaman, “28 Şubat bin yıl sürecek” deniyordu. Takdir-i ilahiye bakın ki babam 27 Şubat’da vefat etti. Ve ben de şimdi “Asıl 27 Şubat, bin yıl sürecek” diyorum. Erbakan’ın idealleri bundan önce olduğu gibi bundan sonra da var olmaya devam edecek. - Erbakan o dönem kırgınlık veya umutsuzluk yaşadı mı? Sadece 28 Şubat günleri değil, 12 Eylül dönemi dahil ben de; hayatının hiçbir döneminde babamın yüzünde umutsuz bir ifadeye gerçekten tanık olmadım. Babam konuşmalarının çoğunda şu kararlı ve ifadeyi hep kullanmıştır. “Kuvvet kudret sahibi ancak Cenab-ı Allah’tır.” Ben Allah ve kader inancı nasıl olur bunu babamın duruşunda, hayatında ve çalışmalarında yaşayarak gördüm. - Sizin için hangisi daha zor oldu: 12 Eylül mü, 28 Şubat mı? 12 Eylül. O zaman 12 yaşında olmanın da sanıyorum etkisi var. Ne olacağını bilmediğiniz bir belirsizlik süreci yaşıyorsunuz. Babanızdan ilk defa ayrılıyorsunuz. Kardeşlerim de oldukça küçüktü. En büyük çocuk olarak anneme destek olmam gerektiğini de hissediyordum. O dönem sağlığım da biraz bozulmuştu. Zor günler olduğunu söyleyebilirim. - Partide daha önce de görev aldınız ama medyanın önüne hiç çıkmadınız... RP döneminde İstanbul Kadın Kolları İl Sorumlusu, SP’de Kadın Kolları Genel Başkan Danışmanlığı, Genel Merkez Kadın Kolları İstişare Konseyi Başkanlığı görevlerinde bulundum. Şimdi de Kadın Kolları Genel Başkanlığı gibi zor ve ulvi bir görev bana tevdi edildi.

- AKP iktidarı hep Milli Görüş’ün devamı olarak görülmüştür. Buna katılıyor musunuz? Her ne kadar Ak Parti Milli Görüş’ün içinden çıkmış kadrolar tarafından kurulmuş olsa da SP ile arasında temelde büyük farklar bulunuyor. Biz milli ve manevi bir partiyiz, ekonomik sistemimiz

Adil Ekonomik Sistem

dir. Diğerleri Batı ile bir şekilde irtibatlı, faizci kapitalist düzeni daha iyi nasıl yönetirim iddiasında olan partilerdir. Ak Parti de bu partilerin şu an iktidarda olanıdır. Bize göre siyasi ömrünü de tamamlamak üzeredir.

- Bugün üç kardeş partide görev aldınız. Erbakan ismi hep bu harekette olabilecek mi? Rahmetli babam 85 yaşında, SP Genel Başkanı olarak son nefesini verdi. Sadece Refah, Fazilet ve Saadet değil, Milli Nizam ve Milli Selamet’i de buna eklemek gerek. İnşallah biz de babamız gibi bütün gayretimizle, ömrümüzün sonuna kadar bu davada çalışmakla müşerref oluruz. - Sayın Fatih Erbakan’ın ismi de genel başkanlık için çok konuşuldu. Şu an olmasa da gelecekte bu olabilir mi? Siz ne düşünür, nasıl bakarsınız? Geleceği Cenab-ı Allah bilir. Milli Görüş’ü diğer partilerden ayıran en önemli özellik şudur; Bu davanın içinde olan herkes genel başkanlığa layıktır. Ama genel başkanda dahil herkes aynı zamanda bir neferdir. Görevi, ünvanı ne olursa olsun bir nefer gibi çalışır. Bizde ölçü sahip olunan unvan değil, üstlenilen görevdeki gayrettir. ‘Hakkını verebilir miyim’ dedim - Kadın Kolları Başkanlığı için karar vermeniz zor oldu mu? Tabii önemli ve zor bir görev. İlk etapta, bu çalışmayı hakkıyla yerine getirebilir miyim diye düşündüm. Ama bizde malumunuz görev istenmez, verilir. Tecrübeli, dinamik bir teşkilatımız var. Onların desteği ve yardımıyla, Allah’ın izniyle en güzel çalışmaları ortaya koymaya çalışacağız. İnşallah bu görevde en büyük muvaffakiyetlere ulaşıp, ülkemiz ve milletimiz için çok önemli bir hizmeti görmüş oluruz. - İktidar partisinin kadın kollarına rakip olacaksınız. AKP ile SP kadın kolları arasındaki en büyük fark sizce nedir? Öncelikle, rakip kelimesine itiraz ediyorum. Biz siyasette rekabeti değil, fazileti esas alıyoruz. Çünkü rekabet çatışmayı esas alır, fazilet ise erdemi. Biz inandığımız doğruları anlatmakla yükümlüyüz. Yapılan yanlışları dile getirmekle yükümlüyüz. Ancak bunu yaparken asla kırıcı ve çatışmacı olmayız, olmayacağız. Sonuçta düşüncelerimiz farklı da olsa hepimiz bu ülkenin evlatlarıyız. AK Partili, CHP’li, MHP’li fark etmez. Hangi partiye oy vermiş olurlarsa olsunlar hepsini kardeş biliriz. Bunun için bütün kadınlarımızı bu saflarda mücadele etmeye davet ediyoruz. Sarışın hakkı başörtülü hakkı olmaz - Size göre bugün açık kadınların hakları ile kapalı kadınların hakları arasında fark var mı? Hak açıklık ya da kapalılıkla, uzunluk ya da kısalıkla, esmerlik ya da sarışınlıkla ilgili bir durum değildir. Hak, kişiye, duruma, yere göre değişmeyen demektir. Ama kastettiğiniz, Türkiye’de başörtüsüne yönelik uygulamalarsa evet bu tam bir haksızlıktır. Başını açan eğitim hakkını kazanıyor, başörtülü olanların bu hakkı elinden alınıyorsa, sorun, bu uygulamayı yapan zihniyettedir, hakkın kendisinde değil. İnsanın inandığı gibi yaşaması bir haktır. Ve bu hak engellenemez. Evrensel hukuk da bunu söylüyor zaten. - Üniversitelerde türban sorunu hala çözülmedi ama artık eylemleri göremiyoruz. “Samimi olmayan kimdi” diye insan merak ediyor? Bu sorun yılların getirdiği kangren bir meseleydi. Ak Parti iktidara geldiğinde bir takım dengeleri gözeterek bu sorunu görmezden geldi. Ama başta SP olmak üzere başörtülülerin haklı ve meşru mücadeleleri karşısında küçük de olsa bir takım adımlar atmak zorunda kaldılar. Ancak şu ana kadar, sorunu kökünden çözücü kararlı bir adım da atılmış değil. Çünkü üniversitelerde YÖK’ün son uygulamalarına rağmen, zaman zaman yerel bazda yasakçı uygulamalara üzülerek şahit oluyoruz. - İzmir’de karakolda yaşanan olaya nasıl bakıyorsunuz? Bir kadını işiyle değerlendirip, dayak atmak mübah olabilir mi? Olayı gazetelerde yer aldığı şekliyle biliyorum. Detaylı bir bilgim yok. Ama az önce de söyledim, hiçbir şekilde şiddeti mazur görmek mümkün değildir. Sebebi ne olursa olsun hiçbir mazeret şiddetin nedeni olamaz. Hele ki bir kadına uygulanıyorsa... Özellikle devleti temsil eden, kamu görevi yerine getiren insanların bu konuda çok daha hassas olmaları gerekir. Tabii ki bu olayı tasvip etmek mümkün değil. ODTÜ’LÜ 4 ÇOCUK ANNESİ Erbakan’ın üç çocuğu Zeynep, Elif ve Fatih hala birbirine akşam yemeklerini birlikte yiyecek kadar çok bağlı. Zeynep Erbakan, Necmettin ve Nermin Erbakan’ın en büyük çocuğu. Zeynep Erbakan da babası gibi mühendis. ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümünü bitiren Zeynep Erbakan, partinin birçok biriminde görev aldı. Eşinden kısa süre önce boşanan Erbakan, bu konuyla ilgili soruları, “Özel hayatımdan söz etmek istemiyorum” diyerek yanıtlamıyor. Fotoğraf çektirmeyi değil ama çekmeyi çok seven Zeynep Erbakan’ın 4 çocuğu var. Vatan

Reşat Nuri Erol
28.12.2011
07:51

bugünkü köşe yazımdan bir paragraf:

"Anayasaya “EKONOMİ” açısından eklenmesi gereken beş maddeyi dün hatırlattık... Devam ediyoruz… Bugün de anayasaya eklenmesi gereken beş “SOSYAL” maddeyi “kör-sağır-dilsiz” olanlara yani üç maymunları oynamaya devam edenlere -bilmem ki kaçıncı defa- ısrar, sabır ve sebatla hatırlatıyoruz; sonuç alıncaya kadar da hatırlatmaya devam edeceğiz..."

Reşat Nuri Erol
28.12.2011
07:53

ve bugünkü son paragraf:

"Son bir hatırlatma daha: Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin “SOSYAL DEVLET” olduğu yazılı... Ey “kör-sağır-dilsizler” nerelerdesiniz, daha ne bekliyorsunuz?!."

Reşat Nuri Erol
28.12.2011
07:56

dünkü köşe yazımdan bir bölüm:

Ekonomik ve sosyal açıdan anayasa

Bize göre “ekonomik ve sosyal sorunların ana sebebi” belli; “ zalim düzen”. Bu sorunlar insanların kötü olmasından değil, “düzen”in “bozuk” yani “adil” değil de “zalim” olmasından ileri gelmektedir. Çözüme ana mihverden yani “anayasa”dan başlamak gerek diyoruz ama “gören ve duyan”, duyduklarını “konuşan” yok; kör-sağır-dilsiz olmaya devam!.. Kırk yıldır bu gerçekleri hatırlatıyoruz... Yetmişli yılların başında

“Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları”

haftalık seminerleri ile başladık… Sonunda

“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışmamız/önerimiz hazır

ama “kör-sağır-dilsiz” olanlara nasıl ulaşmalı?!. Evet, bu ilgisizlikten muzdarip ve dertliyiz… Sadece biz mi?.. Hayır!.. İki örnek verelim. Birincisi Ali Bulaç; özetle dedikleri şöyle: “Yeni ve sivil bir anayasanın kollaması gereken önemli konulardan biri “ekonomi” olmalıdır. / “Ekonomi”den kastım, bir noktadan sonra fizik kuralları gereği patlaması mukadder sürekli şişirilmekte olan balon benzeri “büyüme” değil, gelir adaletsizliğinin ve kitlesel yoksulluğun yol açtığı büyük sorunların önüne geçmek için gerekli yasal tedbirlerin alınmasıdır. / “Adalet mülkün temelidir.” / Ve biliyoruz ki, adaletin hiç göz önüne alınmadığı alanlardan biri ekonomidir. Türkiye gelir adaletsizliğinin en bozuk olduğu birkaç ülkeden biri. / Her ülkeyi eninde sonunda ya büyük krize veya büyük toplumsal patlamalara sürükleyecek adaletsiz düzendir.” İkincisi Ali Ünal; bugünkü (26.12.11) “Anayasa” başlıklı yazısının sonunda diyor ki: “Şahsen, mevcut durumda Türkiye’de yeni ve kalıcı bir anayasa yapılabileceğine ve bu konuda samimî niyet taşındığına inanamıyorum.” Ali Ünal’ın kanaatine aynen katılıyoruz... Ama biz yine de “Anayasa Çalışmamızdan” öneriler aktaralım ve tarihe not düşelim…

Reşat Nuri Erol
29.12.2011
06:01

Hayrettin Karaman

hkaraman@yenisafak.com.tr

29 Aralık 2011 Perşembe

Kurt ve orman kanunları

Kurt kanununa göre "aç kalan kurtlar içlerinden en zayıf halkayı kendilerince bir usul ile belirleyip yerlermiş". Orman kunununa göre de güçlü olan haklı ve hakim olurmuş. Bugün Batı -aksine olan bütün beyanlara ve iddialara rağmen- her iki kanunu, ama daha ziyade ikincisini uyguluyor. İnsan hakları ile ilgili ve -sözleşmeye bağlı olarak- uluslararası bağlayıcılığı olan düzenlemelere, Birleşmiş Milletler'in kuruluş amacına, Güvenlik Konseyi'nin amacına, Batı Uygarlığı için düzülen methiyelere bakıyorum, bir de dönüp "güçlü ve kalkınmış" ülkelerin ötekilere yaptıklarına bakıyorum; arada dağlar kadar fark, denizler kadar yarık ve mesafe oldduğunu görüyorum! Sömürgecilik asla bir hak değil, en büyük zulüm, hırsızlık ve gasptır. "Uygar" Batı yüzyıllar boyu bunu yaptı. Açıkça sömürgecilikten utanır hale gelince bundan daha beteri olan "üstü kapalı, dışı yaldızlı, göz boyama ve kandırmaya dayalı" sömürgeciliği başlattı. Önce kendi menfaatinin neyi gerektirdiğini tespit ediyor, sonra amacına ulaşabilmek için "barış, uygarlaştırma, insanlığı veya bir ülke halkını koruma, insan hak ve özgürlükleri, demokrasi" gibi çağdaş değerleri kullanarak zulmü ve haksızlığı örtüyor, ülkeleri işgal ediyor, ülkeleri bölüyor, ülkeleri birbiri savaştırıyor, kardeşi kardeşine, dindaşı dindaşına öldürtüyor; sonunda kendi çıkarını sağlıyor, alacağını peşin ve/veya uzun vadeli olarak alıyor. Merhum Akif Batı uygarlığı için "Tek dişi kalmış canavar" diyordu, elhak öyle. Francis Fukuyama "tarihin sonu" tezini ortaya atmış, Batı uygarlığını insanlığın ulaşabileceği en yüksek aşama olarak değerlendirmiş ve dolaylı olarak insanlığı bu uygarlığı benimsemeye çağırmıştı. Şimdi Batılı düşünürler Fukuyama'dan farklı düşünüyor, her biri değerli birden fazla uygarlıktan söz ediyorlar. Bunlar arasında Batı uygarlığının, çağdaş tekonolojiden yararlanarak dişlerini tamamladığı ve otuz iki dişi ile dünyayı yemeye kalkıştığı apaçık ortada. Orman kanununu uygulamakta ısrar edenleri "hukuk ve ahlak" ile frenlemek mümkün değildir. Bu sebeple: 1. Bütün mazlum ve mağdur halkların, zulme karşı iş ve elbirliği yapmaları gerekiyor. 2. Müslümanların, ötekileri sömürmek için değil, meşru haklarını korumak için "bütün mezhep ve meşreplerini kuşatan din kardeşliği" çerçevesinde, olabildiğince birleşmeleri, birlikte hareket etmeleri gerekiyor. 3. Ormandaki kurtları durdurabilmek için onlarınkini dengeleyecek güce sahip olmaları zaruri oluyor. 4. Nükleer enerji ve nükleer silah başta olmak üzere en etkili güç unsurlarını elde etmeyi amaçlamak kaçınılmaz oluyor. 5. Kurtların ve ormanlıların ellerinde nükleer silah bulunduğu sürece İslam ülkelerinde de mutlaka bulunması bir başka zaruret olarak ortaya çıkıyor. 6. İslam ülkelerinde asker veya sivillerin totaliter yönetimlerinin sona ermesi ve halkın iradesinin etkili olması için yardımlaşmak lazım oluyor. 7. Silah kadar önemli olan ekonomik güce sahip olmak üzere İslam ülkeleri arasında ekonomik dayanışma ve işbirliğine ihtiyaç gün gibi aşikar oluyor. 8. İslam bir iddiadan, iç boş bir isimden ibaret olmadığı için ciddi ve kapsamlı bir din ve ahlak eğitimine -ekmek ve su kadar- ihtiyaç bulunuyor.

Reşat Nuri Erol
29.12.2011
06:09

HİLMİ (ALTIN) KARDEŞ;

NE GÜZEL HAYRETTİN (KARAMAN) HOCANIN YAZILARINI YORUMLUYORDUN...

NERELERDESİN.. ÖZLEDİK.. BEKLİYORUZ...

SELAM VE DUA İLE..

REŞAD

Reşat Nuri Erol
29.12.2011
06:24

yorumlanası bir "yazı" ve bir "yazar" daha...

ALİ BULAÇ ve bugünkü ayazısı

*

Ali Bulaç

Irak'ta ne oldu?

Mart-2003'te başlayan ABD'nin Irak işgali sona erdi. Bunun "askerî görüntü" itibarıyla sona erdiğini bilmek lazım. Eski ve yeni elçilikleri, konsoloslukları, askerî ataşelikleri, danışmanları, özel şirketleri, yeni üsleri ve küçük, ama vurucu kuvvetleriyle ABD; Irak'ı kontrol altında tutmaya devam edecek. 1. 200 civarındaki görevi önceleri askerler yerine getirirken şimdi 'siviller' üstlenecek. Dolayısıyla "Amerika çekildi, İran geldi" haber cümlesinin herhangi bir gerçekliği yok. Ama elbette İran, Irak'ta inisiyatif kazanmaya çalışıyor, bu ayrı bir konu. Bu aşamada sormamız gereken dört temel soru var: Irak'ta ne oldu? Niçin oldu? Bundan sonra ne olabilir? Ve aslında ne olmalı? Bugün ilk soruyu ele alacağız. Sorunun cevabı dramatik bir resim. Resim, tamamıyla Amerika Irak'tan askerlerini çekerken işgal kuvvetlerinin geride nasıl bir Irak bıraktığı konusuyla ilgili. Rakamlar, bilgiler muhtelif. Bağımsız kuruluşların 2008'de yayınladıkları raporlara göre işgal 1 milyon Iraklının hayatına mal oldu. O tarihte 2 milyon mülteciden söz ediliyordu. Aralık-2011'deki Amerikan kaynaklarına göre ise ölen Iraklının sayısı 100 bin. Yurtdışına kaçan ve yer değiştirmek zorunda kalan mülteci sayısı 4 milyonun üzerinde. Fransız araştırmacı Geraldine Chatelard'a göre 1990-2002 arasında 1,5 milyondan fazla Iraklı dönmemek üzere ülkelerini terk etmişti. 2003 işgalinden sonra mültecilerin ve kaçanların 4 milyon civarında olması hiç abartılı değil. Aralarında 12 yaşındaki kız çocuklarının da olduğu 30 bin Iraklı kadın tecavüze uğradı, güney bölgelerinde olan doğumlarda "sarışın çocuklar"ın sayısında belirgin bir artış var. Bosna'daki gibi bazı anneler intihar etmeyi seçiyor. Seçilerek öldürülen bilim adamı ve entelektüel sayısı 550. Bazı meslek gruplarına mensup akademisyenler de hesaba katıldığında sayı 3 bine ulaşıyor. Iraklılar, tanıklıklardan hareketle bu faili meçhullerden İsrail'in Mossad ajanlarını ve Pentagon personelini sorumlu tutuyorlar. Leyla Enver'e göre, işgal öncesinde 45 bin bilim adamı vardı, şimdi yoklar. Direnişçi diye hapse atılıp işkenceye maruz kalanların sayısı 18.900. 2010 yılında ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde 2004 ile 2009 arasında suçları sadece yurtlarını savunan binlerce Iraklıya akıllara durgunluk veren işkence yöntemlerinin kullanıldığını gösteriyordu. Ebu Gureyb Cezaevi insanlık suçları literatüründe çoktan yerini aldı. CIA mensubu John Kirikao "Onlara öyle işkenceler uyguladık ki, Tanrı'yı gördüler." diyordu. 16 bin sivil kayıp. Bağdat ve diğer şehirlerin müzeleri yağma edildi, sadece Bağdat Müzesi'nden 170 bin eserin kaçırıldığı tespit edilmiş bulunuyor. Irak'ın tamamının altyapısı çökmüş durumda. İçilebilir su dahi yok, işsizlik oranı yüzde 70; yaklaşık 7 milyon insan açlık sınırının altında, günde 2,2 dolarla hayatta kalma mücadelesi veriyor. 1,5 milyon insan evsiz kalmış durumda. 1990-2002 arasında Amerika'nın uyguladığı insanlık dışı ambargo sonucunda çoğunluğu çocuk olmak üzere 1,5 milyon kişi ölmüştü, bu ölümler şimdi geometrik olarak artmış bulunuyor. Türk Tabipler Birliği'nin 2005'te yayınladığı rapora göre, Irak'taki hastanelerin yüzde 12'si kullanılamaz haldeydi. Bebek ölümlerindeki artış engellenemiyor, beş-yaş altı çocukların yüzde 27'si beslenemiyor. Eskiden okuma-yazma oranı yüzde 80'lerde seyrediyordu, şimdi 50'lere inmiş durumda. Kısaca harabeye, viraneye dönmüş bir Irak var ortada. Aslında kimsenin öldürülen Müslüman halkla ilgilendiği yok. Dick Cheney "Düşmanımızın ölülerini sayacak değiliz." diyordu. İstatistikler işgal kuvvetleri için tutulur. Buna bakıldığında Irak'ta 4.747 Amerikalı, 179 İngiliz, diğer ülkelerden 139 asker öldürülmüş. Yaralı asker sayısı 32 bin. Belirtmek gerekir ki Afganistan'da süren trajedi Irak'takinden aşağı kalır değil. Küçük bir not: Irak'ta yüz binler öldürülür ve şehirler harabeye çevrilirken, işgal kuvvetlerinin uçakları bir "Iraklıların Arap kardeşleri Körfez ülkeleri"nden, bir "Osmanlı bakiyesi Türkiye"nin Adana'daki üslerinden kalkıp üzerlerine ölüm yağdırıyorlardı. Pekiyi, Amerika'nın ve diğer işgalcilerin derdi neydi?

29 Aralık 2011, Perşembe

Reşat Nuri Erol
29.12.2011
06:51

işte...

yorumlanası, hem de çok derinden "yorumlanası" bir yazı daha...

*

yazıya yorum yazmayacağım, başka bir şey yapacağım...

*

ÜSTADIM ile kırk yıldır çalıştığımı biliyorsunuz...

kırk yıl.. kırk bin sayfa.. kaç kitap eder?..

varın hesabını siz yapıverin...

ve kitaplaştırmak...???!!!

okumayanlara mı..?!..

*

otuz yıldır çalıştığım bir "arkadaşım" daha var...

şimdiye kadar üç "doktora" yaptı...

ondört de "icazeti" var...

kitaplara gelince;

elli yaşında, "elli ARAPÇA kitap" yazdı ve yayımlandı...

her kitabında "ilmi" bir yenilik ve katkı var...

arap aleminde "alim" olarak tanınıyor...

ondört de "icazeti" var dedim...

bu da "önemli" olsa gerek...

neyse...

*

yayınlanmayı veya değerlendirmeyi bekleyen daha nice kitap ve çalışması var...

şimdiye kadar dört dilde 30-40 bin kitaplık "kütüphane" oluşturduk...

kütüphanemizi ve kitaplarımızı koyacak yer bulamıyoruz..!!

aramaya devam ediyoruz...!!!...???

zamane müslümanlarında "mekan" ve "imkan" çok ama "ilme ve alime" yer yok!!!

anlayan olsa daha yazacak çok şey var da; burada kesiyorum!

sadece son bir söz, "alim arkadaşımın" sözü:

"BEN OSMANLIYA HASTAYIM"

kendisi büyük bir OSMANLI ARAŞTIRMACISI...

OSMANLI ALİMLERİNİ KEŞFETMİŞ...

sadece "MECELLE" kısmı tam dört raf...

"FIKIH" ise kısmı tek kelimeyle emsalsiz..

yapacak başka şey yok; çalışmaya devam ediyoruz...

bilgilerinize...

bir de..

"ilgilerinize"

demeli miyim?!.

KİME...???...!!!

ALLAH'ım...!!!

*

işte

aşağıdaki makaleyi iktibasım bundandır...

anlayanlara...

*

Ahmet Kurucan

Osmanlı'da ilim ve alim

Neredeyse klişe haline gelmiş deyimler var. Bu deyimler halk arasında dolaşsa 'ne ala" diyeceksiniz ama ehl-i ilim arasında dolaşması insanı rahatsız ediyor. Bu yaklaşımların önyargılı bakış açılarıyla, şartlanmış düşünceleriyle bazı Batılı veya Batı âşığı ilim adamları tarafından seslendirilmesi mevcud rahatsızlığı ikiye katlıyor. Bütün bunlara bir de cumhuriyetle başlayan 'reddimiras" düşüncesinin uzantısı olduğunu her halleriyle isbat eden içimizden insanları ilave ederseniz; rahatsızlığın boyutunu siz düşünün. Şunu demiyorum ve hiç kimse de diyemez; Osmanlı sütten çıkmış ak kaşıktı. Her şeyi ile mükemmel, hiçbir hatası, günahı, yanlışı olmayan bir sistem kurdu, ilimden sanata, siyasetten ekonomiye her şey saat gibi tıkır tıkır işliyordu. Hayır, böyle bir şey diyen yok. Osmanlı'nın da tabii ki hataları, yanlışları vardı. Ama bunu derken şunu gözden ırak tutmamak gerek; Osmanlı tam 624 yıl, üç kıtada hakimiyetini sürdürmüş koskoca bir devlettir. Tarihteki yerini almış ve sadece onun torunları olarak bize değil, tüm insanlığa büyük bir miras bırakmış olan Osmanlı'yı yukarıdaki klişevari deyimlerle hafife alma ne ilmi ne de insani kriterlerle bağdaşır. İnsaf! İmdi; gelelim Osmanlı'da ilim, alim meselesine. "Osmanlı'da ilmi hayat canlı değildi; devrinde ve sonrasında ses getiren alimi, uleması yoktu!" tesbitine verilecek ilk cevap "Hangi Osmanlı?" sorusudur. "6 asırlık ömrü olan devletin hangi zaman dilimini kastediyorsunuz?" sorusu bence bu soruya verilecek cevap adına önemli bir sorudur ve mutlaka cevaplanmalıdır. İki; eğer genel manada meseleye bakacak olursak, Osmanlı'da ilim, alim yoktu tesbiti bir açıdan yanlış diğer açıdan doğrudur. Yanlıştır; zira Molla Hüsrev, Molla Fenari, İbni Kemal, Ebu's Suud, Piri Reis, Katip Çelebi, Mustafa Sabri, Ahmet Cevdet Paşa vb... çeşitli dönemlere ve çeşitli alanlara ait devasa şahsiyetlerden bahsedebiliriz. Öyle ki onların geride bıraktığı eserlerden veya kendilerine özgü olan tesbit ve buluşları bugün bile insanlığın istifade ettiği değerler arasındadır. Doğrudur; çünkü bunlar kemmiyet planında Endülüs veya Arap İslam coğrafyasında yetişen alimler ölçüsünde değil; keyfiyette de büyük çoğunluğu nisbetler perspektifinde onların gerisinde yerini alır. Neden? İşte burası çok önemli. Zira bu neden sorusu, asıl sorumuzun da cevabını teşkil ediyor. Ben bu noktada yaptığı çalışmaları ile ilim ve akademik camiada hak ettiği yeri alan Ahmet Yaşar Ocak hocamızın mevzu ile alakalı üç tesbitini aktarmak istiyorum. Üç maddede özetliyor hoca bu mevzu ile alakalı düşüncelerini. Mealen diyor ki; bir; İslam düşünce dünyası ilmi canlılığını Osmanlı'dan en az 200 yıl önce kaybetmişti. İçtihad kapısı kapatılmış ve şerh, haşiye dönemi içine girilmişti. İki; Osmanlı'nın merkezi ideolojik yapısı vardı. Bu yapı ister istemez merkezi bir düşünce tarzı ortaya çıkartıyor. Medreseler bürokrasiye eleman yetiştiren müesseseler, ulema da bunun bir parçası olarak görülmüştür. İstisnalar hariç bu yapıya dahil olmayanların yükselmesi, bu yapının oluşturduğu resmi görüşün aleyhine görüş beyan edenler çıkmamıştır. Yani resmi yapıdan bağımsız ilmi düşünce geleneği neredeyse olmamıştır. Hatta mevcudu anlama ilim kabul edilmiştir. Üç; Şii ve Safevi faktörü. Safeviler, devlet devrim ihraç komitesi gibi Şii düşüncesini misyonerlik anlayışı içinde yayan ve gerektiğinde savaşan bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini alınca, Sünnî düşüncenin tahkimi gerekmiştir. Tabii bu tahkim katı bir Sünniliği beraberinde getirmiştir. O dönem itibarıyla yapılanlar Sünnî zaviyeden doğrudur ama bu Sünnî ilim adamlarının içine kapanmasına vesile olmuştur. Sözün özü şu; tarihte yerini almış arka plan şartlarını bilmeden 'Osmanlı'da ilim adamı yoktur' tesbitine doğru cevap vermek mümkün değildir.

a.kurucan@zaman.com.tr 29 Aralık 2011, Perşembe

*

ne demek istediğimi

ANLAYAN VAR MI..???

var mı..???

*

selam ve dua ile..

reşad

Ali Bülent Dilek
29.12.2011
13:39

helalolsun el aziz net'e ve milliçözüm'cülere;

artık akevlerden,karagülle'den ve adil düzen'den bahsediyor gündemde tutuyorlar.

birer yorum bekliyorum o yazılarada sizlerden inşaallah

....

http://www.el-aziz.com/haber.php?id=5252

http//www.millicozum.com/mc/kasim-2011/yeni-anayasa-hazirliklari-ve-gercek-degisimin-esaslari.html

Reşat Nuri Erol
30.12.2011
10:09

bir haber...

"ADİL DÜZEN"in "HAKEMLİK SİSTEMİ" mi geliyor..

öyleyse "ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI olarak azim-sabır-sebatla çalışmaya devam...

*

Yeni yılda 'mahkemesiz adalet' geliyor

Yargı sürecinin hızlandırılması için yeni bir düzenleme daha geliyor.

Meclis Adalet Komisyonu, yeni yılın ilk toplantısında 'Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanun Tasarısı'nı ele alacak. 4 Ocak'ta görüşülecek olan tasarı, yeni yılda Genel Kurul'dan geçirilecek. Yargıtay'ın Anayasa'ya aykırı olduğunu iddia ettiği tasarı, 'mahkemesiz adalet' diye nitelendiriliyor. Hukuk uyuşmazlıklarında tarafları, mahkemelerden önce arabulucuların barıştırmasını öngörüyor. Tarafları arabulucuların barıştırmasını hedefleyen sistem, yabancılar dahil tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri iş veya işlemlerden doğan özel hukuk uyuşmazlıklarında uygulanacak. Tasarıyla taraflar, dava açılmadan önce veya davanın görülmesi sırasında bu kişilere başvurabilecek. Gizlilik hükümlerine aykırı hareket ederek bir kişinin hukuken korunan menfaatinin zarar görmesine neden olan arabulucu, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak. Arabulucu olmak için 4 yıllık lisans eğitimi alma ve arabuluculuk eğitimini tamamlama şartı aranacak.

Reşat Nuri Erol
30.12.2011
11:48

Bugün posta kutuma Enver Ertürk kardeşimiz güzel bir hikaye gönderdi. Paylaşmak istedim. Hepimizin farklı ortamlarda, işlerimizde, günlük hayatımızda, mensubu olduğumuz kurumlarda, yönetimde, siyasette vs. yaşadığımız bir durum. Kendimizi muhasebe etsek çoğumuz yapıyoruzdur. Hatta benim kanaatim, bu bizde toplumsal bir hastalık. Çözüme ve üretmeye odaklanmak yerine, yıkıma odaklı acımasız eleştiri hastalığı. EKREM ARIKAN

>>> Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş ve ona “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru derlermiş. Ranga Guru’ya öğrenci olabilmek için yüzlerce insan kapısını aşındırmış ama o istediği yetenekte kimseyi bulamadığından kabul etmemiş kapısına gelenleri. Bir gün Raji isimli bir genç çalmış ünlü ressamın kapısını. Ranga Guru birkaç testten sonra Raji’nin aradığı yetenek olduğunu anlamış ve kabul etmiş öğrenciliğe. Aradan aylar geçmiş. Çok şeyler öğrendiğini düşünen Raji, öğrenciliğinin ne zaman sona ereceğini sormuş Ranga Guru’ya. Ranga Guru ona eğitimini tamamladığını, son sınav için hayatının en güzel resmini yapıp getirmesini istemiş. Raji ömründeki en güzel resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru ise, “Sen artık ressam sayılırsın Raji. Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini, en görünen yere koymasını ve resmin yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raji hocasının dediğini yapmış. Akşamüstü resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablonun her tarafı kırmızı çarpılarla dolu! Raji hayal kırıklığı içerisinde üstü kırmızı çarpılarla dolu resmi alıp Ranga Guru’ya götürmüş ve nasıl böyle başarısız olduğunu sormuş. Ranga Guru üzülmemesini, aynı resmi tekrar yapmasını istemiş. Raji resmi istemeye istemeye yeniden yapmış ve yine ustasına götürmüş. Ranga Guru yeni resmi de tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Ama bu defa resmin yanına, kullandığı her renk yağlı boyanın olduğu bir paket ve birkaç fırça bırak demiş. Bunların yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raji denileni yapmış. Akşamüstü karamsarlık içinde meydana gittiğinde resmine hiç dokunulmadığını görmüş. Fırçalar da, boyalar da hiç kullanılmamış. Çok sevinmiş. Koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resmi göstermiş. Ranga Guru ise, “Sevgili Raji, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi… “Sevgili Raji, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma…” Ranga Guru öğrencisine bilgeliğin anahtarını sunarken, gelecek nesillere de nasihatini bırakmış aynı zamanda. İnsanoğlu bazen fikri olmasa bile, sırf eleştirmek için eleştirir. Garip bir mutluluk duyar bu davranışından. Bazen haklıdır eleştirisinde, ama düzeltmek için eline fırça almaya korkar. Çözüm üretmeden eleştirmek… Çözüm sunmadan eleştirmek… Muhalefet etmek için karşı çıkmak, bizlere göre bir davranış olmasa gerek. Eleştiriyorsanız yanında çözümüyle gelmelisiniz... Çözüm ile birlikte sunulmayan eleştiri, sadece kuru gürültüdür. Mümin Sekman’ın dediği gibi: “Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil”. Eğer bir yol bulmuyorsanız, eğer bir yol açmıyorsanız, yapmanız gereken tek bir şey kalıyor: Yoldan çekilmek! <<< KISSADAN HİSSE: 1- Mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma! 2- Sırf nefsini (egonu) tatmin için muhalefet olsun diye peşin hükümle başkalarının yaptıklarını eleştirme. Çalışarak ortaya birşey koymuş kişinin geçtiği yolu tahmin et, emeğini düşün ve ürününü anlamaya çalış.





Sayı: 132 | Tarih: 25.12.2011
Ahmet Hakan
Bende gerginlik yaratan 10 soru
Mehdi bekleyenlerin hazin sonu
2161 Okunma
9 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Fransa’nın Tavrı
Soykırım meselesi
1771 Okunma
13 Yorum
Süleyman Karagülle
Zülfü Livaneli
Lahey'den başka çare yok
Devenin boynu
1239 Okunma
2 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ruşen Çakır
Özgür medyaya kimsenin tahammülü yok
Emrolunduğun gibi Dosdoğru ol!
1225 Okunma
Tayibet Erzen
Mehmet Şevket Eygi
Hâindir Merduttur
Bayat Ekmekli Köfte
1191 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ruhat Mengi
Fransa’ya hakaretinin cevabı verilmeli!
Dayatma
1149 Okunma
Vahap Alma
Hüseyin Gülerce
Ergenekon Davalarının Üstü Örtülebilir mi?
Sistemi Değiştirmek Gerek
1068 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas


© 2024 - Akevler