Pembe haber
1076 Okunma, 3 Yorum
Ahmet Hakan - Hürriyet
Lütfi Hocaoğlu

08.10.2011

BİR ara şöyle bir cümle kurmak acayip modaydı:

“Söyler misiniz? Bizim kaç üniversitemiz dünyanın ilk beş yüz üniversitesi arasında?”

Özellikle YÖK eleştirilerinde falan sıkça söylenirdi bu cümle...

Size bir haberim var:

Artık böyle bir cümle kurulamayacak.

Times Higher Education’un 2011 yılı en iyi üniversiteler sıralamasına Türkiye’den dört üniversite girmiş.

Bilkent, İTÜ, ODTÜ ve Boğaziçi, dünyanın en iyi 400 üniversitesi içinde yer almış.

* * *

Vaktiyle yaptığım televizyon programlarında “İlk beş yüze giren bir tane bile üniversitemiz yok” cümlesinin sarf edilmesine epey zemin hazırlamıştım.

Bu nedenle...

“İlk beş yüze giren dört tane üniversitemiz var” cümlesinin de altını çizmeyi bir görev biliyorum.

Yazının tamamı için tıklayınız.

 

Celal Şengör’den mektup var

 

10.10.2011

TÜRKİYE ’den dört üniversite dünya sıralamasına girdi diye sevinmiş ve bu sevincimi de yazmıştım.

Yazdıklarıma Celal Şengör Hoca’nın “şiddetli” itirazı var.

Aktarıyorum:

 

“Muhterem Ahmet Hakan Bey...

Times Education Supplement’in listesini ve onunla beraber tüm benzer listeleri ciddiye almayınız. Bunun nedeni kullanılan siyantometrik verilerin bir bilim kurumunun bilim üretim kalitesini ne yazık ki istenilen hassasiyetle ölçememeleridir. Siz adını duyduğunuz Oxford, Cambridge, Sorbonne, Harvard gibi üniversitelere bakınız, bir de, mümkünse, bu adların niçin meşhur olduğuna.

Bir liste, Türkiye’nin en iyi üniversiteleri arasına Boğaziçi Üniversitesi’ni almışsa, o listenin hiç mi hiç ciddiye alınabilecek bir yönü yoktur.

Gerçi ne İTÜ, ne ODTÜ, ne de Bilkent, gerçek üniversitelerle yarışabilirler (bunun tek göstergesi insan bilgisine yaptıkları katkılardır), ama Boğaziçi o fakir ‘Türk üniversite ligi’nde bile birinci lige girebilecek bir kurum değildir.

İşin acısı, eski Robert Kolej’in mirasını entelektüel birikimi pek mütevazı olan ülkemizde yiyip yiyip bitiremeyen Boğaziçi, pek çok zeki, çalışkan ve bilgili çocuğumuzu ivy league mimarisi (tabii bu yeni binaları için geçersizdir) ve Boğaz manzarasının reklamıyla cezbederek heba etmektedir.

Gerçi AKP+YÖK+Abdullah Gül ortaklığında yapılan son üniversite (!) tesisleri, TÜBİTAK ve TÜBA operasyonlarından sonra o fakir ligin de tam bir sefalete düşeceğini sanmaktayım.

Bu mektubumu istediğiniz gibi kullanmakta serbestsiniz.

Kullanırsanız, tek istirhamım ismimin başına ‘prof’ ibaresini koymamanız olabilir; o kutsal ibareyi mutlaka kullanmak isterseniz de, bu payenin bana Türkiye’deki üniversite sisteminin değil, Collège de France’ın verdiği paye olduğunu lütfen vurgulayınız.

Sevgi ve saygılarımla”.

CELAL ŞENGÖR

Yazının tamamı için tıklayınız.

 

Yorum:

Üniversite eğitimi

Kendimi bildim bileli normal yurdum insanında bir çabalama, çırpınma var. Kendisinin, çocuğunun, kardeşinin, yeğeninin üniversiteye girmesi çabası. Son derece zeki ve becerikli çocuklar Türkiye’nin en iyi üniversitelerine giriyorlar, sonra mezun oluyorlar ve bakıyorsunuz ki pek çoğu gerçek hayatta başarısız ya da en azından beklenen başarıyı yakalayamıyor.

Bunun altında pek çok sebep sıralanabilir. Toplam 14 sene üniversitede eğitim alan biri olarak kendi çapımda gördüğüm sorunları, kendi yaşadığım örneklerle sıralamak istiyorum.

Sorun 1: Sistematik olmayan eğitim

Sene 1986, tıp fakültesine başladım. İlk gün biyokimya dersi var. Hoca derse geldi, eline tebeşiri aldı ve başladı tahtaya yazmaya. Amino asitleri anlatıyordu. Liseden yeni gelen ben bir konu girişi bekliyordum. Biyokimya dersi boyunca nelerin anlatılacağı, amacın ne olduğu, sonuçta da neleri bilmemiz gerektiği anlatılacak diye bekliyordum. Oysa hoca daha ilk gün benim lisede neredeyse bir dönemde öğrendiğim bilgiyi içeren bir ders anlatmıştı. Ben hiç bir şey anlamamıştım ve yazamamıştım. Arkasından diğer günlerde de ne olduğunu bilmediğim, anlamadığım biyokimyasal olaylar anlatılıyordu ve ben kopmuştum. Sene içinde biyokimyasal olaylar anlatılıyordu ama ben olayı kafamda canlandıramıyordum bile. Sadece ben değil, aslında kimse tahayyül edemiyordu ama sadece ezberliyorlardı. Sonuçta o sene biyokimyadan kaldım, ertesi sene geçene kadar da alnımın derisi çatladı.

İlerleyen yıllarda da pek çok derste aynı sorunu yaşadım. Biyofizik dersini aldım. Bugün düşündüğümde o kadar önemli bir ders ki. Ama ne yazık ki hiç bir sistematizasyon olmayan bir şekilde aldığım o dersten hiç bir şey öğrenemeden geçtim.

Fizyoloji dersi aldım. Bugün o dersin ne kadar kötü bir şekilde verildiğini düşündükçe üzülüyorum.

Sorun 2: Öğretilenin ne için öğretildiğini, neye yarayacağını anlatmama

Organik kimya dersi tıp fakültelerinin birinci sınıfının en önemli derslerinden biridir ve en zor derslerinden biridir. Bu dersten kalmaktan son anda kurtuldum ama çok az şey öğrendim ve en kötüsü o öğrendiğim az şeyin bile ne işe yaradığını anlamadım. Aynı durumu biyokimya dersinde de yaşadım. Pratikte öğretilen bilgi ne işe yarayacak, nasıl kullanacağım, onu asla öğrenemedim.

Sorun 3: Gerçek hayatta işine yarama ihtimali olmayan bilgilerin herkese öğretilmesi

Tıp fakültesini bitirip de uzmanlık sınavına çalışarak girenlerden Lesch–Nyhan sendromunu bilmeyen yoktur. Bunlardan herhangi birine sorun, bu sendromda hangi enzim eksiktir diyin. Size bülbül gibi şakıyarak şu cevabı verecektir: Hipoksantin-guanin fosforiboziltransferaz. Sonra tekrar sorun, bu enzim ne işe yarıyor diye, size cevap veremeyecektir. Sonra tekrar sorun, bu hastalığın belirtileri nelerdir diye, size yine cevap veremeyecektir. Bu hastalık 380.000 canlı doğumda bir görüldüğü için bir hekimin bunla karşılaşma ihtimali son derece düşüktür. Ancak uzman çocuk doktorları uzak ihtimalle görebilir.

Sorun 4: Pratik eğitimde yetersizlik

Türkiye’de tıp eğitiminde iki ekol vardır: Hacettepe, İstanbul. Hacettepe ekolünde sorumluluk öğrencilere verilir ve öğrenciler çok fazla çalıştırılır. Bu nedenle pratik eğitim gereğinden fazla verilir. Ancak İstanbul ekolünde öğrenciler son derece serbesttir. Tıp fakültesinin altıncı yılında neredeyse hastaneye gitmeden mezun olabilirler. Sivas’ta ihtisas yaparken Çapa mezunu iki arkadaş ihtisasa başladı. Onlara bir hastaya sonda takmalarını, bir hastadan da kan alıp laboratuvara göndermelerini söylediğimde daha önce hiç sonda takmadıklarını ve hiç kan almadıklarını söylediler ve o tahlilin ne olduğunu da bilmediklerini söylediler. Ancak ikisi de uzmanlık sınavını ilk girişte kazanmışlardı. Çünkü son sene okula gitmeyip Lesch-Nyhan sendromunu ve diğer pek çok gereksiz sendromu öğrenip başarıyı yakalamışlardı.

Sorun 5: Reel hayatta kullanılacak projelerle birlikte eğitimin olmaması

Bilgisayar mühendisliğine başladım. Sınıfta on öğrenci idik. Hocaların çoğu benim yaşlardaydı. Çoğu ABD’de doktora yapmış ve gelmişlerdi. Zamanının en başarılı öğrencileri olan bu hocaların eğitimi de sistematik olmaya son derece yakındı. Amerikan ekolünü uyguluyorlardı ve eğitim tam benim istediğim gibiydi. Tabi burada da öğretilenin ne için öğretildiğini anlatmada sıkıntılar vardı ama çok ciddi boyutlarda değildi. İşe yaramayan bilgiler verilmiyordu, pratik uygulamalar son derece fazlaydı. Hatta pratik uygulamalar ve ödevler nedeniyle neredeyse haftanın pek çok günü uyumuyordum. Öğrencilere çok sayıda proje ödevleri veriliyordu. Ancak bu projeler gerçek hayatta kullanılabilir veya uygulanabilir projeler değildi. Bunun altında yatan ana sebep öğrencilerin gerçek hayatta kullanılacak projeleri yapabilecek kapasiteye ulaşamamış olmalarıydı. Ancak benim burada bahsettiğim üniversitenin büyük bir proje alması ve buna öğrencileri dahil etmesidir. Bunun sonucunda öğrenci bu projede çalışacak ve gerçek hayatta kullanımını ve sonucunu da görecek ve konuya son derece hakim olacaktır.

Sorun 6: Akademik kariyer, doçentlik ve profesörlük derdi

Üniversitede öğretim üyesi olanların en önemli sorunu öğrenci yetiştirmek olmalıdır. Bunun neticesinde ise akademik kariyer kendiliğinden gelmelidir. Oysa bizde durum tersidir. Öğrenciyle fazla ilgilenen bir hoca akademik kariyeri için gerekli olan yayınları hazırlayamaz ve akranı doçent, profesör olurken o yaya kalır ve üniversite içinde hocalar arası dedikodu aleminde malzeme olur. Bu nedenle öğrenci ile ilgilenmek aptallıktır. Aslolan acı gerçek yayın yapmak ve doçent, profesör olmaktır.

Sorun 7: Türkçe ders kitaplarının yetersizliği

Yanlış anlaşılmasın, sayıca yetersizliğinden bahsetmiyorum. Sorun nicelikte değil, nitelikte. Hem tıp fakültesi eğitimimde hem iç hastalıkları uzmanlık eğitimimde hem de mühendislik eğitimimde nitelik olarak yeterli Türkçe ders kitabı bir kaç istisna dışında görmedim. Oysa her konuda ABD’deki üniversitelerdeki hocaların yazdığı çok sayıda nitelikli kitap mevcuttu. Zaten bu acı gerçeği bilen üniversitelerimiz hazırlık sınıfı okutmak zorunda olduklarının bilincindeler. Bunun altında yatan acı sebep ise bir önceki maddedeki akademik kariyer kaygısı. Çünkü kaliteli bir kitap yazabilmeniz için çok ciddi çalışma yapmalısınız. Oysa doçent, profesör olmanız için uyduruk çok yayın yapabilir ve kendinizi yormadan o akademik kariyere ulaşırsınız. Türkçe ders kitaplarının yetersiz olmalarının en önemli sebeplerinden birisi de kitabın alt bölümlerinin başka başka asistanlara yazdırılması. Sonunda ortaya çıkan ise birbiri ile tamamlayıcı ilişkisi bulunmayan bilgi yığını halinde bir ucube olmaktan öteye gidemiyor.

Ve burada yazamadığım pek çok sorunlar, sorunlar... Peki çözüm nedir? Adil Düzen eğitim sisteminden başkası değildir.

 

 

Lütfi Hocaoğlu


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
11.10.2011
07:27

O profeör haklı...

Lütfi kardeşimiz daha da haklı...

Üniversitelerimiz maalesef "yüksek lise" seviyesinde...

Hatta aradan bir-iki "on yıl" geçtikten sonra, şimdiki "üniversite mezunlarının" bile eski "lise mezunlarından" daha düşük seviyelerde olduklarını gördüm...

Mesela, doksanlı yıllarda Prof. Hayrettin Karaman ile bu tesbitimi paylaştım; "Haklısın, maalesef aynen öyle!" dedi ve kendi öğrencilik yılları ve özellikle öğretim üyeliği dönemlerinden bazı örnekler verdi... Yani, şimdi üniversiteden mezun ettiği öğrencileri, eski lise mezunlarından daha düşük seviyedeydi; bunun örneklerini anlattı...

*

Üç ülkede üniversitelerde okudum...

Sırasıyla

Almanya.. Türkiye.. Arabistan...

- Almanya'da seviye iyiydi... İmam-Hatip mezunuydum, lise denkliği için uğraşmaktan bıkıp ikinci yıl sonunda Türkiye'ye döndüm, ama çok iyi bir tecrübeydi...

- Türkiye'de, İmam-Hatip Lisesi sonrası Yüksek İslam Enstitüsü'nü (giriş imtihanını kazandığım halde) o yıllarda bile (1970-71) enstitüleri "YÜKSEK İMAM-HATİP LİSESİ" gibi gördüğümden orada okuma gereği görmedim... Zamanla ve bugün seviye o kadar düştü ki, şimdiki "İlahiyat Fakültesi mezunları" bizim dönemimizdeki "lise mezunlarından" daha düşük seviyede...!!!

- Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesine büyük bir hevesle kaydoldum ama henüz birinci yıl seviyeyi görünce büyük bir sükut-u hayal yaşadım... Bir-birbuçuk yılda mezun olacak notları tamamladıktan sonra mecburen sekizinci sömstreyi yani "mezuniyet tezi" hazırlayacağım dördüncü yılı beklemeye başladım... Artık fakülteye gitmiyor, ilmi çalışmalarımızı ÜSTAD SÜLEYMAN KARAGÜLLE ile yapıyordum... Sonra Üstad ile -hocalarımın dediğine göre- "DOKTORA" seviyesinde "mezuniyet tezi" hazırladım ama "cahilliklerinden" teze önce en düşük notu verdiler; sonra aylarca tezin her cümlesini savunduktan sonra A yani pekiyi verdiler ve aynen tek cümle değişmeden kabul ettiler...!!! Bu arada, "Bizde kal, akademik kariyer yap!" dediler...!!! O kadar bıkmıştım ki, cehalet yuvasında işim olamazdı...

- Riyad Üniversitesi (Arabistan) bambaşka bir dünya ve çok farklı bir tecrübeydi... Çok lüks ve büyük imkanlar ama ilmi seviye Almanya ve Türkiye'nin çok çok aşağılarında... Bu durum öğrencilerin ilgisizliğinden de kaynaklanıyordu... Daha başka "derin sebepler" de var... Adil Düzen Çalışmalarımızda zaman zaman bunları yazıyoruz...

*

Velhasıl...

Dünyada ilim, eğitim, öğretim vs çökmüş durumda...

Tek çare ve çözüm:

ADİL DÜZEN, ADİL DÜZEN MEDENİYETİ, ADİL DÜZEN EĞİTİM SİSTEMİ...

Yani...

ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI OLARAK YAPTIKLARIMIZ...

HEM DE BEŞİKTEN MEZARA KADAR...

KADİR- KIYMET BİLELİM...

ÇOK ÇALIŞALIM...

Ve's-SELAM...

Reşat Nuri Erol
11.10.2011
07:47

sabah sabah önce Lütfi'nin yazdıklarını okudum...

etkilendim ve yukarıdaki değerlendirmeyi yazdım...

sonra günlük okumalarıma başladım ve ilk olarak aşağıdaki değerlendirme denk/tevafuk geldi...

*

'İSLAAMİ BEKLEYİŞ'...

aynen öyle...

İSLAM'I BEKLEMEK...

yani

ADİL DÜZEN'İ...

ADİL DÜZEN MEDENİYETİNİ...

***

Mümtaz'er Türköne

'İslâmî bekleyiş'

Şerif Mardin'in dün Taraf'ta Neşe Düzel'e verdiği mülakatta kullandığı tabir bu. Şerif Mardin'in, 'İslâmî dirilişin sürekliliği', 'İslâm'ın artan enerjisi' gibi deyimlerle bugünü tasvir ederken, toplumsal gerçekliği 'bekleyiş' kelimesi ile özetlemesi ilginç. Beklenen ne? Bir Mehdi'nin gelişi değil elbette. 'Pasif bir arayış' olabilir mi? Toplum birilerinin kendisi adına bir şeyleri arayıp bulmasını bekliyor. Bekleyenleri sınıflandırırken 'Kur'an'ı bilenlerin bekleyişi' ile 'ikincil, üçüncül kaynaklardan okuyanların bekleyişi'; yani geleneksel 'havass-avam' ayırımının altını çiziyor Mardin. Mülakatın bugünkü devamında belki bu 'bekleyiş'in neye dair olduğunu daha sarih anlayacağız. Şerif Mardin, dinin toplumsal karşılığını anlamaya ve çözümlemeye bütün bir ömrünü adamış bir sosyal bilimci. Cumhuriyet'in laik politikalarını sığ ve mekanik olmakla niteleyip, dinin kültürel ve toplumsal işlevlerini kavrayamamakla suçlar. Mardin, bir din âlimi değil. İlahiyatla değil, dinin bir toplumsal kurum olarak üstlendiği rollerle ilgileniyor. Toplumun anlam dünyasındaki karşılığını gösteriyor. Bu yüzden 'İslâmî bekleyiş' ile kastettiği şeyin, toplumsal değişimin istikametine dair bir yorum olduğunu düşünebiliriz. 'Mahalle baskısı' metaforu da Şerif Mardin'in icadı idi. Türkiye'de çok şey değişti. Dinin toplumsal karşılığı da. Artık kimse laikliği, siyasî rekabetin veya toplumsal değişimin anahtar kavramı olarak kullanmıyor. Kahire'de Mısırlılara laiklik tavsiye eden Türkiye'nin Başbakan'ının kendi partisi üç yıl önce laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaktan mahkûm edildi. Demek ki bu tartışmaların gerçek hayattaki karşılığı farklı. Bu farkı anlamak için, Başbakan'ın laiklik ihraç ettiği Mısır'ın tam da laiklik eksenli sıcak gündemine eğilelim. Mısır'ın güneyinde Assuan kentinde vali bir kiliseyi, ruhsatsız inşa edildiği gerekçesi ile yıktırıyor. Kahire'de Hıristiyan Kıptilerin Tahrir Meydanı'ndaki protestosunda şu ana kadar 19 kişi hayatını kaybediyor. Üstelik radikal İslâmcı gruplar bu eylemlerde Hıristiyanlara destek veriyorlar. Mübarek iktidarı sallanırken İskenderiye'de Noel ayininde bir kilisede bomba patladığı zaman yine Müslümanlar Hıristiyanlara destek olmak için canlı duvar oluşturmuştu. Din eksenli bir başka gerginlik Tunus'ta yaşanıyor. Başörtülü bir genç kızın üniversiteye alınmamasını protesto edenlerin eylemi yayılıyor. Din eksenli hassasiyetlerin rol oynadığı bütün bu olaylarda toplumda sorun yok; yegâne sorumlu devlet. Dikta dönemlerinden kalma bir alışkanlığı yöneticiler sürdürüyorlar. Bu bir yönetim tekniği. Devlet dine ve toplumun kutsallarına saygı göstermiyor. Tepki ile karşılaşınca da laikliğe sarılıyor. Gerçekte ise laikliği uygulanamaz hale getiren kendisi. Dinî konuları bir toplumsal huzursuzluk ve çatışma vesilesine dönüştürmek için elinden geleni yapıyor. Böylece kendi kendini yönetemez bir toplum imajı oluşturuyor. Dikta yönetimleri tasfiye edildikten sonra bile bu politikanın sürdürülmesi, bir idarî teknik olarak nasıl yerleştiğini gösteriyor. Elimizde sağlam bir ölçü var. Batı'da farklı inanç mensuplarının birbirini yok etmesini engellemek ve toplumsal barışı sağlamak için laiklik adını verdiğimiz prensip gelişti. Devleti, bu çatışmaları önlemek için tarafsız hale getirmek bulunan en mantıklı çözümdü. Bugün İslâm dünyasında ise laiklik adıyla toplumu din çatışmalarına sürükleyen bir devlet iktidarı hâlâ egemenliğini sürdürüyor. Devlet dinî çatışmaları durdurmak yerine bizzat kendisi kışkırtıyor. Sorun toplumda değil devlette. Laik bir hukuk düzeni için en ciddi tehdit devletten geliyor. Toplumun ilerlemesi, zenginleşmesi aynı zamanda çoğullaşması demek. Bugün dindarlık artık sadece yoksulların yaşam biçimi değil. Dindar sosyetenin yükselişi, sınıf farklılıklarının aynı dine inananlar arasında büyük uçurumlar oluşturması otomatik olarak keskin laikliği de, dinin tekçi yorumlarını da belirleyici olmaktan çıkartıyor. Sosyetemiz dün laikti; bugün ise Müslüman. O zaman toplumsal kutuplaşmayı dinî inançlara yüklemenin ve din eksenli bölünmelerin karşılığı kalmıyor. Sorun devletin laikleştirilmesinde düğümleniyor. 'İslâmî bekleyiş'le Şerif Mardin'in neyi murat ettiğini bilmiyoruz. Ama dün anlamamız gereken şey olmadığı ortada. Hepimiz çoğulculuğu ve bu çoğulculuğun güvence altına alınmasını bekliyoruz. m.turkone@zaman.com.tr 11 Ekim 2011, Salı

Reşat Nuri Erol
11.10.2011
07:57

bir değerlendirme daha...

aslında bekledikleri tek şey var:

ADİL DÜZEN...

ihvan gerekli vurguyu yapmış, yazar da işaret etmiş:

ÇÖZÜM İSLAM...

*

Abdülhamit Bilici

Arap Kışı korkusu!

'Diktatörlükten demokrasiye geçiş' başlığıyla Ortadoğu'daki gelişmelerin ele alınacağı toplantıda konuşacak isimlerden biri olan Abdulmünim Abul Futuh'un ilk günkü oturumu kaçırması, Arap Baharı'nın gerçekten bazı şeyleri değiştirdiğinin işaretiydi. Mısır'da Müslüman Kardeşler'in devlet başkanlığı yarışına katılmama kararına itiraz ederek adaylığını açıklayan Abul Futuh, Başbakanlık Dolmabahçe Çalışma Ofisi'ndeki toplantıyı Kahire Havaalanı'ndaki grev nedeniyle kaçırmıştı. Zira özgürlüklerin tadını alan herkes daha çok hak istiyordu. Önceki gün, Mısır'ın önemli azınlık gruplarından Kıptiler, daha fazla özgürlük ve kiliselerinin korunması talebiyle meydana inince çıkan çatışmalarda onlarca insan öldü. Dün ise Mısır seçim komisyonu, partilerin dinî kavramları kullanmasını yasaklarken, Müslüman Kardeşler

'Çözüm İslam'

sloganından vazgeçmeyeceklerini duyurdu. Sadece Mısır'da değil, Tunus, Libya, Yemen, Suriye ve bölge ülkelerindeki çok hızlı gelişmeler yaşanıyor ve ne olup bittiğini anlamak bir yana, olayları takip etmek bile çok güç. Bu yüzden Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü'nün Georgetown Üniversitesi ile birlikte İstanbul'da düzenlediği 2 günlük toplantı, bölgede olup bitenleri anlamak;

'ekmek, özgürlük ve sosyal adalet'

sloganıyla 30-40 yıllık rejimleri sarsan Arap Baharı'nın neresinde olduğumuzu görmek bakımından önemliydi. Avrupa, Amerika, Ortadoğu ve Türkiye'den akademisyen, gazeteci, siyasetçi ve diplomatlardan oluşan 60´tan fazla üst düzey katılımcı vardı toplantıda. John Esposito, Fehmi Hüveydi, Ahmet Davutoğlu, Raşid Gannuşi, Nadia Mustafa ve Abdulmünim Abul Futuh konuşmacılardan bazılarıydı. Tahrir Meydanı'nda tarih yazan birkaç aktivist de katılımcılar arasındaydı. Kamuya açık bölümü dışında Chatham kuralları geçerli olduğu için bire bir kimin ne söylediğini paylaşmak mümkün değil, ama toplantıya yansıyan hava, halen umutlar korunmakla birlikte Arap Baharı'nda ilk günlerin coşkulu/romantik atmosferini daha çok kaygıların ve ciddi soru işaretlerinin aldığını gösteriyor. Arap Baharı'nın önde gelen iki ülkesi Mısır ve Tunus'ta, Bin Ali ve Mübarek düştü ama eski rejimler ayakta. Bu yüzden yaşananlara devrim denip denmeyeceği bile tartışmalı. Libya'da Kaddafi avı hâlâ sürüyor. Suriye ve Yemen'in akıbeti belirsiz. Siyasî tsunamiden, krallıkların ne kadar nasipleneceğini kimse bilmiyor. Bu çerçevede, Arap Baharı'nın karşı karşıya olduğu zorlukların bir kısmını şöyle saymak mümkün: 1- Depremi tetikleyen, bölgedeki sosyo-ekonomik sorunlardı. Değişim aktörleri, bu ağır sorunları çözecek vizyona ve politikalara sahip mi? Yoksa istikrarsızlıkla şartlar daha mı ağırlaşacak? Mısır'ın sadece turizmdeki kaybının yüzde 80 olduğu söyleniyor. 2- Devrimci ruh ile normal hayata dönüş arasında bir denge kurulacak mı? Farklılıklarına bakmadan liderleri deviren farklı akımlar, inşa sürecinde de aynı uzlaşma kabiliyetini gösterebilecek mi? İslami siyasi hareketler kimliklerini ve toplumsal meşruiyetlerini korurken, dünyayla barışık demokratik bir siyaset geliştirebilecekler mi? Değişimciler, eski rejimin provokasyonlarına karşı kitleleri uyaracak dil ve imkânlara sahip mi? Gösteriler, grevler, bitmeyen gruplar arası gerilimler normalleşmeyi geciktirip, kitleleri devrime soğutabilir. 3- İnsan hakları, adalet ve güvenlik, insanların temel sorunlarıydı. Yeni yönetimler bu sorunları çözebilecek mi? Doğu Avrupa'daki dönüşümde AB ve NATO'nun değerleri tayin etme ve yol göstericilik rolünü kim oynayacak? 4- Mısır'da Sina; Libya'da Bingazi gibi eski yönetimlerin ihmal ettiği bölgeler vardı. Yeni yönetimler herkese eşit hizmet sunan, merkezî, şeffaf devlet yapıları kurabilecek mi? 5- Dünya ve özellikle Batı, başlayan devrim dalgasının tabii sonucuna varmasına razı olacak mı? Kazanan aktörlerin kimliği gereği, 1990'larda Cezayir'de; 2006'da Filistin'de sandık sonuçlarını tanımayan içerideki güçler ve Batılı müttefikleri bu kez seçim sonuçlarını kabule hazır mı? 6- Değişim aktörlerinin talebi olan şeffaflık ve adaletin sağlanması ile eski rejime dair kirli dosyaları kapatarak bir noktada geçmişle uzlaşma arzusu arasında denge kurulabilecek mi? 7- Tahrir'de İsrail bayrağının yakılmayışı, bazılarına değişimin dış politikayla ilgisi olmadığını düşündürmüştü. Halbuki içeride onurunu kazanmak isteyenler, dışarıda da bunu isteyecekti. Bu durumda, Batı'nın özellikle de ABD'nin İsrail öncelikli yaklaşımı ile yeni yönetimlerin dış politika anlayışı örtüşecek mi? Bölgede daha İslamî, daha Amerikan karşıtı, daha bağımsız yeni Türkiye'lerin ortaya çıkmasını, Batı kabul edecek mi? Arap Baharı'nın başarısında; bu faktörlerin yanısıra, yeni aktörler ile ulusal/uluslar arası eski aktörler arasında kapalı kapılar arkasında yapılan müzakereler etkili olacak. Ümit edelim, halklar her halükârda düne göre daha özgür ve daha müreffeh olsun. a.bilici@zaman.com.tr http://twitter.com/ahamitbilici 11 Ekim 2011, Salı





Sayı: 121 | Tarih: 9.10.2011
Mahir Kaynak
Ekonomi ve siyaset
Adil Düzen ekonomisi
1242 Okunma
Süleyman Karagülle
Ruhat Mengi
G.Doğu’ya gitmek istemeyen öğretmenler haksız mı?
Ne Demeli?
1211 Okunma
2 Yorum
Vahap Alma
Ahmet Hakan
Pembe haber
Üniversite eğitimi
1076 Okunma
3 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
meğer halk sağlığı ticari sır olabilirmiş
vahşi kapitalizm ve AKP ve ADP
1022 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ruşen Çakır
Telefonlarını değil, biraz da Kürtlerin kalbini d
Tekelleşen Cennet Anlayışı
1003 Okunma
4 Yorum
Tayibet Erzen
Ebubekir Sifil
Anlamak ve Yorumlamak
Kadın-Erkek
980 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Mehmet Şevket Eygi
Gündüzleri TC, Geceleri PKK
İstenirse Çözülür
909 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler