08.10.2011
BİR ara şöyle bir cümle kurmak acayip modaydı:
“Söyler misiniz? Bizim kaç üniversitemiz dünyanın ilk beş yüz üniversitesi arasında?”
Özellikle YÖK eleştirilerinde falan sıkça söylenirdi bu cümle...
Size bir haberim var:
Artık böyle bir cümle kurulamayacak.
Times Higher Education’un 2011 yılı en iyi üniversiteler sıralamasına Türkiye’den dört üniversite girmiş.
Bilkent, İTÜ, ODTÜ ve Boğaziçi, dünyanın en iyi 400 üniversitesi içinde yer almış.
* * *
Vaktiyle yaptığım televizyon programlarında “İlk beş yüze giren bir tane bile üniversitemiz yok” cümlesinin sarf edilmesine epey zemin hazırlamıştım.
Bu nedenle...
“İlk beş yüze giren dört tane üniversitemiz var” cümlesinin de altını çizmeyi bir görev biliyorum.
Yazının tamamı için tıklayınız.
Celal Şengör’den mektup var
10.10.2011
TÜRKİYE ’den dört üniversite dünya sıralamasına girdi diye sevinmiş ve bu sevincimi de yazmıştım.
Yazdıklarıma Celal Şengör Hoca’nın “şiddetli” itirazı var.
Aktarıyorum:
“Muhterem Ahmet Hakan Bey...
Times Education Supplement’in listesini ve onunla beraber tüm benzer listeleri ciddiye almayınız. Bunun nedeni kullanılan siyantometrik verilerin bir bilim kurumunun bilim üretim kalitesini ne yazık ki istenilen hassasiyetle ölçememeleridir. Siz adını duyduğunuz Oxford, Cambridge, Sorbonne, Harvard gibi üniversitelere bakınız, bir de, mümkünse, bu adların niçin meşhur olduğuna.
Bir liste, Türkiye’nin en iyi üniversiteleri arasına Boğaziçi Üniversitesi’ni almışsa, o listenin hiç mi hiç ciddiye alınabilecek bir yönü yoktur.
Gerçi ne İTÜ, ne ODTÜ, ne de Bilkent, gerçek üniversitelerle yarışabilirler (bunun tek göstergesi insan bilgisine yaptıkları katkılardır), ama Boğaziçi o fakir ‘Türk üniversite ligi’nde bile birinci lige girebilecek bir kurum değildir.
İşin acısı, eski Robert Kolej’in mirasını entelektüel birikimi pek mütevazı olan ülkemizde yiyip yiyip bitiremeyen Boğaziçi, pek çok zeki, çalışkan ve bilgili çocuğumuzu ivy league mimarisi (tabii bu yeni binaları için geçersizdir) ve Boğaz manzarasının reklamıyla cezbederek heba etmektedir.
Gerçi AKP+YÖK+Abdullah Gül ortaklığında yapılan son üniversite (!) tesisleri, TÜBİTAK ve TÜBA operasyonlarından sonra o fakir ligin de tam bir sefalete düşeceğini sanmaktayım.
Bu mektubumu istediğiniz gibi kullanmakta serbestsiniz.
Kullanırsanız, tek istirhamım ismimin başına ‘prof’ ibaresini koymamanız olabilir; o kutsal ibareyi mutlaka kullanmak isterseniz de, bu payenin bana Türkiye’deki üniversite sisteminin değil, Collège de France’ın verdiği paye olduğunu lütfen vurgulayınız.
Sevgi ve saygılarımla”.
CELAL ŞENGÖR
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
Üniversite eğitimi
Kendimi bildim bileli normal yurdum insanında bir çabalama, çırpınma var. Kendisinin, çocuğunun, kardeşinin, yeğeninin üniversiteye girmesi çabası. Son derece zeki ve becerikli çocuklar Türkiye’nin en iyi üniversitelerine giriyorlar, sonra mezun oluyorlar ve bakıyorsunuz ki pek çoğu gerçek hayatta başarısız ya da en azından beklenen başarıyı yakalayamıyor.
Bunun altında pek çok sebep sıralanabilir. Toplam 14 sene üniversitede eğitim alan biri olarak kendi çapımda gördüğüm sorunları, kendi yaşadığım örneklerle sıralamak istiyorum.
Sorun 1: Sistematik olmayan eğitim
Sene 1986, tıp fakültesine başladım. İlk gün biyokimya dersi var. Hoca derse geldi, eline tebeşiri aldı ve başladı tahtaya yazmaya. Amino asitleri anlatıyordu. Liseden yeni gelen ben bir konu girişi bekliyordum. Biyokimya dersi boyunca nelerin anlatılacağı, amacın ne olduğu, sonuçta da neleri bilmemiz gerektiği anlatılacak diye bekliyordum. Oysa hoca daha ilk gün benim lisede neredeyse bir dönemde öğrendiğim bilgiyi içeren bir ders anlatmıştı. Ben hiç bir şey anlamamıştım ve yazamamıştım. Arkasından diğer günlerde de ne olduğunu bilmediğim, anlamadığım biyokimyasal olaylar anlatılıyordu ve ben kopmuştum. Sene içinde biyokimyasal olaylar anlatılıyordu ama ben olayı kafamda canlandıramıyordum bile. Sadece ben değil, aslında kimse tahayyül edemiyordu ama sadece ezberliyorlardı. Sonuçta o sene biyokimyadan kaldım, ertesi sene geçene kadar da alnımın derisi çatladı.
İlerleyen yıllarda da pek çok derste aynı sorunu yaşadım. Biyofizik dersini aldım. Bugün düşündüğümde o kadar önemli bir ders ki. Ama ne yazık ki hiç bir sistematizasyon olmayan bir şekilde aldığım o dersten hiç bir şey öğrenemeden geçtim.
Fizyoloji dersi aldım. Bugün o dersin ne kadar kötü bir şekilde verildiğini düşündükçe üzülüyorum.
Sorun 2: Öğretilenin ne için öğretildiğini, neye yarayacağını anlatmama
Organik kimya dersi tıp fakültelerinin birinci sınıfının en önemli derslerinden biridir ve en zor derslerinden biridir. Bu dersten kalmaktan son anda kurtuldum ama çok az şey öğrendim ve en kötüsü o öğrendiğim az şeyin bile ne işe yaradığını anlamadım. Aynı durumu biyokimya dersinde de yaşadım. Pratikte öğretilen bilgi ne işe yarayacak, nasıl kullanacağım, onu asla öğrenemedim.
Sorun 3: Gerçek hayatta işine yarama ihtimali olmayan bilgilerin herkese öğretilmesi
Tıp fakültesini bitirip de uzmanlık sınavına çalışarak girenlerden Lesch–Nyhan sendromunu bilmeyen yoktur. Bunlardan herhangi birine sorun, bu sendromda hangi enzim eksiktir diyin. Size bülbül gibi şakıyarak şu cevabı verecektir: Hipoksantin-guanin fosforiboziltransferaz. Sonra tekrar sorun, bu enzim ne işe yarıyor diye, size cevap veremeyecektir. Sonra tekrar sorun, bu hastalığın belirtileri nelerdir diye, size yine cevap veremeyecektir. Bu hastalık 380.000 canlı doğumda bir görüldüğü için bir hekimin bunla karşılaşma ihtimali son derece düşüktür. Ancak uzman çocuk doktorları uzak ihtimalle görebilir.
Sorun 4: Pratik eğitimde yetersizlik
Türkiye’de tıp eğitiminde iki ekol vardır: Hacettepe, İstanbul. Hacettepe ekolünde sorumluluk öğrencilere verilir ve öğrenciler çok fazla çalıştırılır. Bu nedenle pratik eğitim gereğinden fazla verilir. Ancak İstanbul ekolünde öğrenciler son derece serbesttir. Tıp fakültesinin altıncı yılında neredeyse hastaneye gitmeden mezun olabilirler. Sivas’ta ihtisas yaparken Çapa mezunu iki arkadaş ihtisasa başladı. Onlara bir hastaya sonda takmalarını, bir hastadan da kan alıp laboratuvara göndermelerini söylediğimde daha önce hiç sonda takmadıklarını ve hiç kan almadıklarını söylediler ve o tahlilin ne olduğunu da bilmediklerini söylediler. Ancak ikisi de uzmanlık sınavını ilk girişte kazanmışlardı. Çünkü son sene okula gitmeyip Lesch-Nyhan sendromunu ve diğer pek çok gereksiz sendromu öğrenip başarıyı yakalamışlardı.
Sorun 5: Reel hayatta kullanılacak projelerle birlikte eğitimin olmaması
Bilgisayar mühendisliğine başladım. Sınıfta on öğrenci idik. Hocaların çoğu benim yaşlardaydı. Çoğu ABD’de doktora yapmış ve gelmişlerdi. Zamanının en başarılı öğrencileri olan bu hocaların eğitimi de sistematik olmaya son derece yakındı. Amerikan ekolünü uyguluyorlardı ve eğitim tam benim istediğim gibiydi. Tabi burada da öğretilenin ne için öğretildiğini anlatmada sıkıntılar vardı ama çok ciddi boyutlarda değildi. İşe yaramayan bilgiler verilmiyordu, pratik uygulamalar son derece fazlaydı. Hatta pratik uygulamalar ve ödevler nedeniyle neredeyse haftanın pek çok günü uyumuyordum. Öğrencilere çok sayıda proje ödevleri veriliyordu. Ancak bu projeler gerçek hayatta kullanılabilir veya uygulanabilir projeler değildi. Bunun altında yatan ana sebep öğrencilerin gerçek hayatta kullanılacak projeleri yapabilecek kapasiteye ulaşamamış olmalarıydı. Ancak benim burada bahsettiğim üniversitenin büyük bir proje alması ve buna öğrencileri dahil etmesidir. Bunun sonucunda öğrenci bu projede çalışacak ve gerçek hayatta kullanımını ve sonucunu da görecek ve konuya son derece hakim olacaktır.
Sorun 6: Akademik kariyer, doçentlik ve profesörlük derdi
Üniversitede öğretim üyesi olanların en önemli sorunu öğrenci yetiştirmek olmalıdır. Bunun neticesinde ise akademik kariyer kendiliğinden gelmelidir. Oysa bizde durum tersidir. Öğrenciyle fazla ilgilenen bir hoca akademik kariyeri için gerekli olan yayınları hazırlayamaz ve akranı doçent, profesör olurken o yaya kalır ve üniversite içinde hocalar arası dedikodu aleminde malzeme olur. Bu nedenle öğrenci ile ilgilenmek aptallıktır. Aslolan acı gerçek yayın yapmak ve doçent, profesör olmaktır.
Sorun 7: Türkçe ders kitaplarının yetersizliği
Yanlış anlaşılmasın, sayıca yetersizliğinden bahsetmiyorum. Sorun nicelikte değil, nitelikte. Hem tıp fakültesi eğitimimde hem iç hastalıkları uzmanlık eğitimimde hem de mühendislik eğitimimde nitelik olarak yeterli Türkçe ders kitabı bir kaç istisna dışında görmedim. Oysa her konuda ABD’deki üniversitelerdeki hocaların yazdığı çok sayıda nitelikli kitap mevcuttu. Zaten bu acı gerçeği bilen üniversitelerimiz hazırlık sınıfı okutmak zorunda olduklarının bilincindeler. Bunun altında yatan acı sebep ise bir önceki maddedeki akademik kariyer kaygısı. Çünkü kaliteli bir kitap yazabilmeniz için çok ciddi çalışma yapmalısınız. Oysa doçent, profesör olmanız için uyduruk çok yayın yapabilir ve kendinizi yormadan o akademik kariyere ulaşırsınız. Türkçe ders kitaplarının yetersiz olmalarının en önemli sebeplerinden birisi de kitabın alt bölümlerinin başka başka asistanlara yazdırılması. Sonunda ortaya çıkan ise birbiri ile tamamlayıcı ilişkisi bulunmayan bilgi yığını halinde bir ucube olmaktan öteye gidemiyor.
Ve burada yazamadığım pek çok sorunlar, sorunlar... Peki çözüm nedir? Adil Düzen eğitim sisteminden başkası değildir.