Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com
24.07.2011
Silvan saldırısının ardından yaşanan en çarpıcı gelişme, çatışmanın iki uç tarafında yer alan başrol oyuncuları ve onları destekleyenlerin, son yıllarda yaşanan diyalog ve yakınlaşma süreçlerine aykırı bir şekilde yeniden eski pozisyonlarına doğru yönelmeleri oldu.
Özellikle hükümetin “Kürt açılımı”nı ilan etmesiyle başlayan iyimser havaya bağlı olarak yaşanan, kimileri küçük birer devrim çapındaki bir yığın gelişme heder olma tehlikesiyle karşı karşıya. Öyle ki, düne kadar önlerine “çözüm”ü koyanlar, bir süredir, özellikle de Silvan’dan sonra “sorun”la iştigal ediyorlar.
Hükümet çevrelerinin bugün geldiği noktayı en iyi şu satırlar özetliyor: “Demokratikleşme arttıkça Kürt sorunu azaldı, terör boyutu hızla belirmeye ve büyümeye başladı. Bugün siyasal skalaya vurulduğunda görülecek olan budur: Önemli bir kısmı çözülmüş ve küçülen bir Kürt sorununa karşı gün geçtikçe büyüyen bir terör sorunu.” (Mustafa Karaalioğlu, Star, 17 Temmuz 2011)
Evet açılımı kaldığı yerden yeniden sürdürmesini beklediğimiz hükümetin bundan böyle öncelikli gündem maddesi, tıpkı kendisinden önceki hükümetlerin olduğu gibi, “terörle mücadele” olacağa benziyor. Önceki dönemlerden farklı olarak askerin yerine polisin alması hedefleniyor.
Asker-polis dengesi
Daha önce de yazmış olduğumuz gibi, aslında geç bile kalmış bir karar. Fakat bu geçişin hayli zaman alacağı ve sancılı olacağı kesindir. Avantajları kadar olmasa da dezavantajları olacağı da muhakkaktır. Bu arada PKK ile mücadelenin polise devri TSK’nın varolan konumunu iyice kaybetmesine ve doğal olarak küçülmesine yol açacaktır. Ordunun küçülüp polisin büyümesinin Türkiye’ye etkilerinin neler olacağını tartışmayı şimdilik erteleyerek hayati bir soru soralım: Bu mücadelenin patronu kim olacak?
Seçimlerden önce İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na, özellikle istihbarat alanında koordinasyon görevi verilmişti, fakat bu kurum hiçbir zaman tam olarak ortaya çıkamadı, başındaki Muammer Güler’in milletvekili seçilmesiyle iyice unutuldu. Müsteşarlık yeni dönemde Başbakanlık’a transfer edildi. Terörle mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a bağlandı, ama şu ana kadar heyecanlanıp umutlanmamıza neden olabilecek herhangi bir kıpırtı göremedik.
Aslında soruna “güvenlik” perspektifinden bakıldığı müddetçe çözüm için umutlanmak pek mümkün değil. Eğer söz konusu müsteşarlık, “güvenlikçi” değil de “sivil” bir perspektiften olaylara bakabilse, yıllarca devletin değişik kurumlarında “terörle mücadele” konsepti altında görev yapmış, eski kafalı isimlerden arınıp genç, yenilikçi, temel hak ve özgürlüklerle demokrasiye önem veren kadrolarla donatılırsa belki bir şeyler değişebilir.
Kürt hareketinin sorumluluğu
Kuşkusuz yaşanan kötülüklerin faturasını tamamen devlete kesmek haksızlık olacaktır. PKK ve hatta BDP, Öcalan’ın yolladığı “Görüşüyoruz, anlaşmaya çok yakınız” mesajlarına rağmen bir süredir, “Hükümet bizi oyalıyor, el altından tasfiye planları yapıyor” diye düşünüyordu. BDP’nin TBMM’yi boykotu, artık BDP ile iyice iç içe geçmiş olan DTK’nın tek yanlı “demokratik özerklik” ilanı gibi tavırlar, Kürt siyasi hareketinin yasal kolunun, umulanın tersine, gerilimi azaltıcı değil artırıcı bir role soyunduğunu gösteriyor.
PKK’ya gelince, örgüt ilan ettiği “çatışmasızlık” kararına rağmen silahlı saldırılarına son vermedi. Bunları operasyonların sürmesiyle meşrulaştırmaya çalıştı ki Yüksekova’da sokak ortasında askerlerin şehit edilmesi, yol kesip asker ve devlet memurlarının kaçırılması gibi eylemlerin operasyonlar nedeniyle olmadığı, tam tersine yeni operasyonları teşvik ettiği ortadadır. Nitekim Silvan’daki saldırı, kaçırılan görevlileri kurtarmak isteyen askeri birliğe düzenlendi.
Öcalan’a gelince; PKK lideri, BDP’ye karşı acımasız davranırken PKK’ya genellikle anlayışla yaklaşıyor. Çünkü son Silvan örneğinde olduğu gibi, zarar veren silahlı eylemlerin kendi elini güçlendirdiğini düşünüyor. Öcalan’ın PKK’nın silah bırakmasını tek başına sağlayabilecek yegane kişi olduğu doğru olabilir, ancak onun bu durumu bir tür şantaj aracı olarak kullanmasının son derece rahatsızlık verici olduğu da ortadadır. Dolayısıyla Öcalan eğer samimi olarak silahlı mücadelenin sona ermesini istiyorsa, bunu kendisi için bir “silah” olarak kullanmaktan vazgeçmesi gerekir.
Görev sivil toplumda
Sonuç olarak son derece karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Çok sayıda ve çıkarları birbirlerinden çok farklı aktör söz konusu. Tabii Kürt sorununun “bölgesel” bir sorun olması nedeniyle diğer ülkeler ve bölgede çıkarı olan güçleri de hesaba katmak şart. Eğer çözüm istiyorsak, yabancıları olabildiğince işin içine karıştırmadan yerli aktörlerin herbirine kendi sorumluluklarını hatırlatmalıyız. Bu sorumlulukların kesiştiği ve ayrıştığı noktalar var. Dolayısıyla öncelikle bu aktörler arasında bir koordinasyon sağlanması gerekiyor. İşte tam da bu noktada sivil toplumun devreye girmesi şart. “Sivil toplum” derken sadece Güneydoğu’dakileri kastetmiyorum. Zira bölgedeki bazı STK’ları PKK’ya karşı “dalgakıran” gibi kullanma stratejilerinin anlamsızlığı, yarardan çok zarar verdiği çoktan ortaya çıktı.
Aksi takdirde İstanbul Zeytinburnu’nda yaşananlar ülke çapına yayılabilir ve kimsenin denetleyemeyeceği felaket bir sürece sürüklenebiliriz.
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Koruyamadığın yer senin değildir!
Bir sorunumuz var ve çözüm için anlaşmaya ihtiyacımız var. Sorun ortada; Terör. Masaya yatırılması ve çözüm bulunması gereken sorunun bir de tarafları olmalı. Bu taraflar masaya oturmalı ve bu sorunu çözmeli. İşte tam da burada bir tıkanma yaşıyoruz. Çünkü bizim muhatap alabileceğimiz bir taraf yok. Biz bir devlete karşı, bir millete karşı, uluslar arası arenada bir kimliği olan bir düşmana karşı savaşmıyoruz. İllegal bir örgütle, bir terör örgütüyle karşı karşıyayız. İzlenmesi gereken politika gayet açıktır. Bu sanıldığı gibi Öcalan’a barış umutlarının bağlanması veya PKK’ya ateşkes çağrılarında bulunulmasıyla olacak bir şey değil. Bir savaş suçlusunu adam yerine koymak, daha da ileri gidip aktif lider muamelesi yaparak onun direktifleri doğrultusunda bir siyaset belirleyen bir partinin çözüm sürecine dâhil olabileceğini düşünmek için ya ciddi manada saf olmak, ya da vatan haini olmak gerekiyor.
Doğuda birileri elini kolunu sallayıp karakol basabiliyorsa, insanlar o sokaklarda güven içinde yürüyemiyorsa, orada can güvenliği yok demektir, diğer bir deyişle orada devlet otoritesi bitmiştir, demektir. Adamlar orada kendi cumhuriyetlerini kurmak üzereyken, pardon ama bu devlet ne yapıyor? İçerden birilerinin bu işi kolaylaştırdığını, atı kaleye soktuğunu düşünmek için çok sebebimiz var. O zaman durum daha da vahim oluyor. Biz kime güveneceğiz? Askere giden bu çocukların birilerinin piyonu olmadığından, pisi pisine canlarından olmadığından nasıl emin olacağız? Artık şehit cenazelerinde “Vatan sağ olsun!” haykırışlarının yerini “Seni vatana helal etmiyorum!” isyanları almaya başladı. Sırada ne var dersiniz? Bana öyle geliyor ki artık kimse çocuğunu askere göndermek istemeyecek. O zaman ne olacak? Peygamber ocağı anlayışı yerini neye bırakacak?
Eğer kendimize bu soruları soracak evreye geldiysek, artık boş demokrasi kalabalığının ömrü dolmuş, elini taşın altına koyma vakti çoktan gelmiş hatta geçiyor demektir.
Madem yeni bir anayasa için kollar sıvandı ve bir komisyon oluşturuldu. O zaman bu komisyona çağrımız; her söze kulak verme farzını yerine getirsinler (en azından bu kadarını yapsınlar) ve Akevler’in de kapısını çalsınlar.