ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
2083 Okunma
11GEREKÇE-11-

  1. YENİÇAĞDA BATI TOPLUMLARINDA SİYASAL DÜŞÜNÜŞ

-Yeniçağ düşünürleri arasında biri kilise, diğerleri lâik olmak üzere üçer düşünür vardır. Luther, Calvin, Münzer ve Machiavelli, Bodin, Hobbes. “Yeniçağ siyasal düşünüşünün incelenmesine, Luther ile Machiavelli’den birinin ele alınmasıyla başlanabilir. İkisi de 16. yüzyılın ilk yarısında etkin olmuş düşünürlerdir. Protestanlık, ortaçağın aristokratik dinci düşünüşünden yeniçağın layik burjuva düşünüşüne geçişte bir köprü olarak değerlendirilirse, Luther ile başlamak uygun olur... Onun yanı sıra Calvin ve Münzer de vardır.”(s.369)

Sermaye, bir taraftan kiliseyi yıkıyor, diğer taraftan krallıkları oluşturuyordu. Yani, bir taraftan Avrupa’nın merkezî otoritesini kaldırıyor, diğer taraftan kolay hükmedeceği krallıkları oluşturuyordu. Krallar çok az olursa aralarında dengeyi kuramazsınız, biri diğerine hâkim olur ve tekel oluşur. Çok fazla olursa da yine hükmedemezsiniz, çünkü dağınık olur.

Bir insan on kişiye hükmedebilir. O halde sayıları on civarında olmalıdır.

İnsanlık Anayasası”na göre, yeryüzünde kıtalar, ülkelerde bölgeler, illerde ilçeler ve bucaklarda semtler on civarındadır. Kur’an’ın onluk sistemi uygulanmıştır.

Sermaye, bir grup düşünüre de krallığı savundurmuştur.

Burada bir hususa işaret etmek gerekir. Avrupa’nın düşünürleri parayla tutulmuş sözcüler değildir. Çoğu görüşlerinde samimidir. Ancak, sermaye işine geldiğinin görüşünü yaygınlaştırmış, onların görüşünü Avrupa görüşü yapmıştır. Diğerleriyle ilgilenmemiş, bazan da yasaklatmıştır. Türkiye’deki medreseler ve tekkeler bu amaçla kapattırılmıştır. Sömürücü sermaye, kendi kontrolü dışında bir düşünce merkezinin varolmasını istememiştir. Ama başaramamıştır. Onlardan daha sağlamları ortaya çıkmaktadır.

 

Dinde Reformun Üç Yorumcusu: Luther, Calvin, Münzer

-Luther burjuvazinin, Calvin kasaba burjuvazisinin, Münzer köylü reformistlerinin sözcülüğünü yapmıştır. “Bu üç düşünürün her biri, dinde reform konusunda, farklı sınıfların görüşlerine göre farklı yorumlar getirmişlerdir...”(s.369)

Avrupa, Papa ile uzlaşmış aristokratik bir sınıfa sahipti. Luther, papalığın bu gücünü kırarak, ulusal dinler oluşturmaya çalıştı. Kasabalarda ise derebeylerle işbirliği yapan kilise vardı. Calvin bunları burjuvazi ile birleştirmeye çalıştı. Köylü, tarımda feodal beylerine bağlı idi. Münzer de bunları burjuvaziye çekmeye çalıştı. Yani, Batı mütefekkirleri demek, Yahudi sermayesinin sözcüleri demekti. Ama bunlar kültürlü idiler.

 

  1. Luther (1483-1546)

-Luther, Protestanlığın kurucusudur, Protestanlığın oluşturucusu değildir. “Martin Luther, dinde reform hareketini, yani Protestanlık hareketini başlatan düşünürdür. Bu, onun Protestanlığın yaratıcısı olduğu anlamına gelmez...”(s.369)

Peygamberlerin dâvetiyle veya dış etkilerle önce ekonomik ve sosyal şartlar oluşur, sonra bu oluşun hareketi başlar. Bu hareket bazan ölmüş olan düşünürün adına başlatılır veya o düşünür hayatta olduğu sırada kendi adına başlar. Martin Luther, oluşmuş olan düşünceyi kendi adına başlatmıştır. Daha sonra da Protestanlık onun kendi dışında gelişmiş bir harekettir.

 

-Luther, köylü ve madenci olan bir Alman babanın çocuğudur. Hukuk okudu. 22 yaşında gemide fırtınaya tutuldu, dua etti ve kurtulursa keşiş olacağını nezr etti ve öyle oldu. “Bu olay, din adamı olmayan bir insanın, din adamlarının aracılığına gerek kalmaksızın “iman” yoluyla Tanrı’ya sesini duyurabileceği yolunda, zihninde, ileride Protestanlığın temel inançlarını ortaya atarken anımsayacağı derin bir iz bırakmıştır.”(s.370)

Buradan anlıyoruz ki, Martin Luther samimi bir insandır. Bu samimiyeti ile harekâtı başlatmıştır. İstismar edilmiş olabilir. Luther bir papaz olarak yetişmemiş, kendi özel çalışmaları ile Hıristiyanlığı öğrenmiştir. Bu arada İslâmiyet ile ilgilenmiş olmalıdır ki, kendi dinini ruhaniyetsiz yani ruhban sınıfının olmadığı bir din olan İslâmiyet’e çevirmek istemiştir.

 

-Luther, manastırda mutsuzdur. Ayinden çok, İncil okumakla kendisini bu mutsuzluktan kurtarır. “Keşiş olmak üzere manastıra giren Luther, öğrencilik yıllarında büyük bir mutsuzluğa kapılır... Günahlarını itiraf ettiği keşiş, ona, Kitab-ı Mukaddes’i dikkatle okumasını öğütler... Böylece, Katolik Kilisesinin bir sürü dinsel törenleri yerine, kurtuluş yolunda yalnızca “iman”ın en büyük öğe olduğuna inanır...”(s.370)

Mukaddes kitapların insanı son derece tatmin eden bir anlatışları vardır. Okudukça sizi orta yere getirir. Gururlu iseniz, gururunuzu törpüler; aşağılık duygularına kapılmışsanız, sizi kendinize güvenir hâle getirir. Bu etkileri, sözlerinden çok kendilerindedir. Kitabı okudukça zevk alırsınız, okudukça zevk alırsınız, okudukça zevk alırsınız; anladıkça zevk alırsınız, uyguladıkça daha çok zevk alırsınız... Okumayı, anlamayı ve elinizden geldiğince uygulamayı terk etmezseniz, bir müddet sonra onun düşüncelerini benimsemeniz dışında bir seçeneğiniz kalmaz. Bu mukaddes kitaplarda, dindeki soğutucu ayinlerin izini bile bulamazsınız.

 

-Luther, okulunu bitirdikten sonra, üniversitede profesör olur. “Manastırdaki öğrencilik dönemini tamamlayan Luther keşiş olur ve Wittenberg Üniversitesi’nde profesör olarak din adamları sınıfına katılır.”(s.370)

Avrupa’da kiliseler ilme karşı çıkmamışlardır, ateist düşüncelere karşı çıkmışlardır.

 

-Papa ve piskoposlar dünya işlerine karışıyor, krallara hükmediyorlardı. Almanya’dan İtalya’ya dinî vergi gidiyordu. “16. Yüzyılın başlarında, İtalya’da papalar, tinsel yetkilerini aşacak biçimde dünya sorunlarıyla ilgileniyor, İtalyan politikasına karışıyor, İtalya’nın bir bölümü üzerinde egemenlik savında bulunuyorlardı... Ayrıca, Almanya’dan papalığa vergi ve bağış akıyordu...”(s.371)

Aslında, din adamlarının devlet adamlarına bu karışma hareketlerini de organize eden ve kışkırtan yine sömürücü sermaye idi. Nitekim, bugün de tüm olaylar hâlâ buna benzer senaryolar uygulamaya konularak yapılmaktadır. Usame Bin Laden’i ortaya çıkaran o, ABD’deki ikiz kuleleri yıktıran o, bunları bahane edip Afganistan’a saldıran o!..  

Anlatılanlar sadece senaryo mudur?

 

-Papalık günah çıkarma senetlerini çıkarıp satmaya başlamıştı. Roma’da St. Peter Katedrali yaptırılacaktı. Oysa günahı yalnız Tanrı bağışlardı. “Katolik Kilise tam anlamıyla “din ticareti” yapan bir kurum durumuna gelmişti... Bu yolda bardağı va sabrı taşıran son damla, cennete gitmek isteyenlerin satın almaları gereken “günah bağışlama senetleri”nin satılmaya başlanması oldu...”(s.371)

Bu senet, yine sermayenin senaryosu gereği çıkarılamaz mıydı?!.

 

-Luther, 1517’de “95 tez”ini kilisenin kapısına asar. İlmî tartışma ile değil, tüm Avrupa’da yankı ile karşılaşır. “Luther, günah affına ve bu yolla para sağlanmasına karşı olan görüşlerini destekleyen “95 tez”ini, Wittenberg’deki kilisenin kapısına asar. Akademik bir tartışmaya girmeyi düşündüğü halde, tartışma tüm Avrupa’ya yayılır...”(s.371)

İşte sermayenin gücü buradadır. İşine gelen düşünceyi yaygınlaştırır, onu destekler.

 

-Luther fikrî savunmada din adamlarının aracılığını reddeden yazılar yazdı. Alman kamuoyu bunu benimsedi. Çünkü Alman halkı güneylilere haraç vermek istemiyordu. “Luther bu yoldaki görüşlerini, Alman Ulusunun Soylularına Bir Başvuru; Kilisenin Babil Tutsaklığı; Bir Hıristiyanın Özgürlüğü adlı kitapçıkları ile formülleştirir... Onun bu görüşleri, Alman ulusal birliğini kurmaya aday olan prenslerce ve krallarca benimsendi.”(s.371, 372)

Batı dünyası henüz lâikliği sindirmiş değildir. Siyasetle dini birbirinden ayırmamıştır. Bağımsızlığı kazanmak için dinî baskıdan kurtulması gerektiği anlayışındadır. Demek ki, dinî reform, dinî olmaktan ziyade siyasî idi. Almanya’nın bağımsız bir ulus ve devlet olması yönünde atılmış bir adımdı.

 

-Papalık 1520’de Luther’i aforoz etti. İmparatorluk Diyet onu Worms’a sürdü. Saksonya Prensi Frederick Luther’i destekledi. İncil’i Almanca’ya çevirdi. “Ulusal va burjuva çevreleri Luther’i destekleyerek, onu ulusal kahraman durumuna çıkardılar... Bazı Alman prensliklerinde dinde reform hareketi gerçekleşti...”(s.372)

Sürgünler... Baskılar... Destekler...

Bunların hepsi senaryo gereğidir. Büyütülmesi ve şöhret kazanması gereken bir kişi, ancak bu yollardan geçerek büyütülebilir ve şöhret kazanabilir. Nitekim, çağımızda da pek çok lider, uzun zindan ve sürgün yıllarından sonrta ülkelerine başkan olmuşlardır.

Bunlar siaysetin oyunlarıdır.

 

-Roma Kilisesi hırsızdır. Soyulmakdan kurtulmalıyız. “Luther şu sözleri söyledi: “Roma Kilisesi yeryüzünün gelmiş, geçmiş ve gelecek en büyük hırsızıdır. Biz zavallı Cermenler aldatıldık... Görkemli halkın Roma Piskoposunun kuklası olmaktan kurtulmasının zamanıdır.””(s.372)

Luther, gerçek reformist olsaydı İncil’i bir saldırı aracı olarak tercüme etmez, önce  kilisedeki görevinden ayrılır, sonra da İncil’i tercüme ederdi. İncil’i yorumlarken, insanın Allah’a din adamlarının aracılığı olmadan da ulaşılacağını yazardı. Rahiplerin içinde kötülerinin de olduğunu söyler, dikkatli olmalarını isterdi.

Bu hareketi sermaye organize etmiştir. Gaye dinî değil siyasîdir.

Başka bir ifade ile, Avrupa’daki dinin içinde veya dinin dışındaki hareketlerin kaynağı, samimi olarak Allah’a inancın bir sonucu değil, sermayenin karıştırması ve kışkırtmasıdır. Bu bakımdan bu yapılanların dinî veya ilmî değeri yoktur. Reform değildir.

Bizim görüşümüze gööre, kilise, geçirdiği bu uzun maceralardan sonra, kendisini müsbet ilmin öğretileri ile yenilemelidir. Gerçekten dinî reform yapmalıdır.

 

-Luther dini reformunda siyasi düşünceleri yoktu. “Luther’in sSiyasal Görüşleri: Luther, Katolik Kilisesinin hiyerarşik, eşitsizlikçi, çürümüş örgütüne karşı çıktığı yıllarda, dinsel bir reform dışında bir toplumsal devrimi aklından geçirmemiş olmakla birlikte düzene karşo oldukça devrimci düşünceleri vardı...”(s.372)

Çünkü sermaye daima yıkmak için kullanır, yapmayı ise kendisine bırakır.

Oysa, paygamberler yıkmadan önce yapmayı önerirler. Biz de “İnsanlık Anayasası”nın gerçekleşmesinde insanlık için mevcut düzeni yıkmakla değil, daha iyi bir düzen getirmekle megulüz. Yıkmak kolaydır, yapmak zordur. Bundan dolayı yıkmak hiçbir şey ifade etmez. Asıl sorun, yerine koyacak şeyleri getirmektir. Allah peygamberlere hiçbir zaman düzeni yıkmayı emretmemiştir. Allah ibadeti emretmiştir. Yoksa ibadet etmemeyi emretmemiştir. Putperestliği yıkmayı değil, tek tanrı inancını yerleştirmeyi savunmuştur. Allah’a şirk koşulmaya karşı çıkmıştır. Putperestlik hakka engel olduğu için yerilmiştir.

Luther İncil’i Almanca olarak halka okutsaydı da Papalık bunu önlediğinde o zaman karşı çıksaydı, mücadelesi samimi olur ve gerçekten reform yapıyor olurdu. Oysa o İncil’i Almanca’ya ona karşı çıkmak için çevirdi.

 

-Yöneticiler Roma’ya saldırmak zorunda kalabilirler diyordu. ““Bunların gemi azıya almış çılgınlıkları böyle sürecek olursa, bu gidişe bir son vermek için sanırım ki krallar ve prensler zora başvurmaktan, dünyayı zehirleyen bu uğursuz insanların üstüne saldırmaktan, bu yaptıklarının hesabını sözle değil, silahla sormaktan başka çare kalmayacaktır.”(F. Engels, Almanya’da Köylü Savaşı, s.50)”(s.372)

Görülüyor ki, Martin Luther Papalığa saldırıken, ona karşı olan diğer bütün güçleri doğru varsayıyordu. Oysa, herkes o bozuk düzen çarkınnın içinde idi.

İnsanlık Anayasası” sadece sömürü sermayesini hedef almıyor, hatta onları da almıyor. Sadece bütün kuruluşları adalete çağırıyor. Sermayeye de diyor ki;

“Sen bu sömürüden vazgeç. İnsanlığa ticaretle hizmet et. Senin sermayen var, piyasan var, işin var. Mamul maddeyi bir ülkeden al, başka ülkeye sat; oradan al, diğer ülkeye sat. Artık üretime karışma, iç ticarete karışma. Gümrük, vize, pasaport gibi pisliklerden vazgeç. İnsanları, ülkeleri, devletleri çatıştırma ve savaştırma ile dengeyi kurmaya çalışma. Denge, hakemlerin oluşturacağı bağımsız yargı tarafından kurulsun.”

Demek ki, mevcut olan bir gücü çökertme değil, mevcut olan gücü hakka yöneltme esası üzerinde yürüyoruz. Oysa onlar, mevcut güçleri çökertip kendi güçlerini kurmak istemektedirler. “Hak düzeni” ile “kuvvet düzeni” arasındaki fark budur.

 

-Luther’in kışkırtmaları köylü ayaklanmalarını getirir. Tüm feodal mülkiyete karşı ayaklanma başlar. Luther bu sefer buna karşı tüm yönetici ve sermaye sahiplerini birleştirmeye çağırır. “Luther ilkin uzlaşma öneren aracı rolünü benimser. Köylü ayaklanmaları sona ermeyince, “İncil’in davasının zora başvurarak ve kan dökülerek kazanılmasına taraftar değilim” der. Köylü ayaklanması tehlikeli bir durum alınca; “Bunları ya gizli gizli, ya da herkesin gözleri önünde parçalamalı, boğmalı, gebertmeli kudurmuş köpekleri gebertir gibi... Tanrı’nın sözlerini duymuyorlar, sersemler, budalalar. Onun için bunlara tüfeğin sesini duyurmalı. Onlar bundan anlarlar... Silahları konuşturun yoksa işin sonu kötüye varacak.”(Engels, Almanya’da Köylü Savaşı, s,54)”(s.373)

Hakkı getirmeden yapılan tüm bozgunculukların sonu budur.  

Bu sebepledir ki biz, “İnsanlık Anayasası”nın işlerlik kazanması için önce ekonomik bir işletmenin tesis edilmesini, sonra başlangıç olarak bir ahşap evler sitesinin tesisini ve daha sonra da bunların yaygınlaştırılmasını, ilimde ve dinde halkın kendi kendilerinin yenilnmesini, ondan sonra ve en sonunda da siyasi reformu öneriyoruz. Onun da savaşla değil de, seçimle yapılmasını gerekli görüyoruz. Çalışmalarımızdan haberdar olup da bize katılan huzur içindedir. Çünkü insanlığın barış içinde nasıl başarıya ulaşacağının yolunu öğrenmiştir.

Oysa, Batı metodunda yıkan halk, ne yapacağını şaşırmış halde saldırıya geçmektedir.

 

-1517’nin devrimci Luther’i, 1525’de tutucu Luther olur. “Kuvvete başvurma yönteminin, bu yöntemin ezilen sınıflarca benimsenmesiyle, geri tepen bir silah olabileceğini gören Luther, köylü ayaklanmalarının kuvvet yoluyla bastırılmasını isteyip, bu hareketler bastırıldıktan sonra “pasif itaat” yanlısı tutucu siyasal görüşlere sahip olur...”(s.373)

Öyle anlaşılıyor ki, İncil’i Almanca’ya tercüme eden Luther, İncil’i okumamış ve anlamamış demektir, Tevrat’ı okumamış demektir; hele Kur’an’la hiç meşgul olmamış demektir. Peygamberlerin yolunu, metodunu, sistemini bilmiyor demektir. Daldan dala atlıyor demektir. Esen yele göre yelken açıyor demektir... Böyle reformcu olur mu?

Burada sermayenin gerçekleştirmek istediği bir sistem vardır. Bu apaçık görülüyor. Sermayenin hedefi, zora dayalı bir merkezî devlet kurmaktır. Böyle devletler halk desteğinden mahrum olacakları için sermayenin emrinden dışarı çıkamazlar.

Nitekim, ülkemizdeki Cumhuriyet dönemi hükümetlerinde de hep halk ile devetin arası açılmıştır. Halktan desteği kalmayan hükümet İMF’nin emrine girer. Luther, baştan halkı kışkırtmada sermayenin istediğini yapmış, şimdi bastırtmada da onun istediğini yapmaktadır.

 

-Luther köylü ayaklanmasından sonra kiliseyi kadırmaktan vazgeçip Katolikliğin bazı yanlarını değiştirdi. “İş uygulamaya gelince, Luther kurduğu kilisede, Katolikliğin bazı törenlerini kaldırdı, ama kilise örgütüne ve din adamlarına dokunmadı. Yani bu konuda d “devrimci” görüşlerinden uzaklaştı.”(s.373)

Hiçbir eski müessesenin yerine bir yenisi konmadıkça eskisi ortadan kaldırılamaz. Kaldırmazsınız. Varlığını bir şekilde sürdürür. Yapılacak iş, her müessesenin yerine geçen yeni müessese konulmasıdır. Ancak o yeni müessese eskisini ortadan kaldırabilir.

Sonunda Luther bu yolu tutmuştur ama artık sakatlanmıştır. Sermayenin istediği de budur. Kilise parçalansın ama ortadan kalkmasın. Çünkü o takdirde İslâmiyet o ülkelere yayılır.

 

-Luther, devlete bağlı dini örgütü önermiştir. “Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesi arasında siyasal açıdan en anlamlı fark, Luther’in ileri sürdüğü, kilisenin kesinlikle devlete, krala tabi olması düşüncesi idi. Böylece Luther, burjuvazinin dinsel aristokrasiyi saf dışı etme ve ulusal monarşiyi kurma yolundaki amaçlarına hizmet ediyordu...”(s.373

Bu görüş de sermayenin görüşü idi. Avrupa kralların emrine verilerek parçaşanıyordu. Dinler de krallara bağlanıyordu. Böylece din de parçalanmış oluyordu Kavimler gerçeğinden yararlanılıyordu. Bu olay ve gelişmeler, ileride “İnsanlık Anayasası”na göre kurulacak lâiklik düzenine bir hazırlık mahiyetinde idi. Allah hep kendi düzeni için hazırlık yapıyordu.

 

-Luther dinde reform istemiş, siyasette tam tutucu olmuştur. İlâhi kaderdir, boyun eğmelidir. “Luther, Tanrı ile kul arasına girmenini gerekmediğini söyleyerek, ... varolan siyasi düzene hiçbir itirazı olmadı... İnsanın yapması gereken, Tanrı tarafından saptanan koşulları kabullenip, bunlardan yakınmamaktır. Köle efendisine boyun eğmeli, efendisi bir Türk bile olsa, onu bırakıp kaçmamalıdır.”(s.374)

Bilen, bilge olan ve ilme dayanan gerçek bir din adamının öğretileri böyle olmalıdır. Ancak, bu arada yöneticilere de adaleti öğütlemeli ve bunun yollarını mekanizmaları ile birlikte göstermeliydi. Yöneticilere, adaletle davranmazlarsa ilâhî cezayı çekeceklerini hatırlatmalıydı. Martin Luther, baştan itibaren bunları yapabilseydi başarılı olurdu.

 

-Luther, “Bu dünyanın prensleri Tanrı, halk ise şeytandır.” demeye kadar varmıştır. “Vatandaşlar yöneticiye, adaletsiz ve dinsiz bile olsa baş kaldırmamalıdır...”(s.374)

Luther’in görevi, millî devlet kurma yolunda çabadır. Merkezî yönetimli, kuvvete dayanan bir yönetim. Sermaye bunu 20. yüzyılın sonuna kadar denemiştir. Baskıcı yönetim kurma ve böylece sermayenin güdümüne sokma çabası.

Halk Luther’in dediğini yapacak, kayıtsız şartsız yönetime itaat edecek. Yöneticiler halktan destek bulunca sermayenin emrine girmez, sermaye sonunda çöker. Sabredilecek, Allah için sabredilecek. Halk yöneticilerine kayıtsız şartsız itaat edecek. Yöneticiler zamanla halkını sevecek ve zulümden vazgeçecektir. Yöneticiler kendilerini güçlü görünce, o zaman sermayeye baş kaldıracaklardır. Bu arada yöneticilerin ne yapmaları gerektiğini bilmeleri gerekir.

Bütün bunlar Adil Düzen öğretisiyle öğrenilir.

 

-Burjuvazi Luther’i bir süre destekleyerek amaçları için kullanmıştır. “Yukarıdaki sözler, açıklamaya kalmayacak biçimde, Luther’in görüşlerini özetlemektedir. Burjuvazi, aristokratik dinsel ideolojiyi bölme, ... Luther’in başlattığı Protestanlık ve onun mutlak monarşiyi destekleyen düşüncelerinden yararlanmıştır. Burjuvazi, Protestanlık hareketini ve Luther’in düşüncelerini kendi amaçlarına ulaşma yolunda bir süre kullanmıştır.”(s.374)

Sermaye Avrupa’da ulusal krallıklar kurmuştur. Sonra kralları yıkarak ateist diktatörleri başa getirmiştir. Daha sonra onları da yıkarak parti diktatörlüğü üretmiştir. Sözde demokrasi ile idare edilen Avrupa ülkeleri, günümüzde işte bu parti diktatörleri tarafından yönetiliyor. Türkiye de bunların kötü bir taklitçisi konumundadır. Sermaye böylece bugünlere geldi ve şimdi ne yapacağını kendisi de bilmiyor. Bu bilgisizliği ve çaresizliği sebebiyle, bu sefer kendi kulelerini kendisi yıkmaya başlamıştır.

Bunların hikâyesi, Nemrud’un adamlarına kendisini dövdürme hikâyesine benziyor. Nemrud’un kulağına böcek kaçmış ve bu böcek onu son derece rahatsız ediyormuş. Başına tokat vurdurunca rahatlıyormuş! Sermaye de kendi kulelerini yıktırınca rahatlıyor!..

Sermaye tam olarak başarıya ulaşamadı. Çünkü Almanya’da Protestan kiliselerinin yanında Katolik kiliseleri de devam etmektedir. Bu arada mescitler oluşmuştur ve bunlar da sosyal faaliyetlerini sürdürmktedirler. Alman yönetimi bütün dinlere karşı eşit davranmaktadır. Ayrıca, Almanya Avrupa Birliği için en büyük hizmeti vermektedir. O halde sermayenin siyaseti genel hatlarıyla iflâs etmiştir. Büyük sermaye ne yapacağını bilmez durumdadır. Artık hedeflerine ulaşamaz duruma gelmiştir.

 

b. Calvin (1509-1564) Calvin’in Genel Felsefesi

-İnsanın Tanrı’ya itaat etmekten başka çaresi yoktur. “Jean Calvin, Protestanlığın kasaba küçük burjuvazisinin dünya görüşüne uygun bir yorumunu yapan bir düşünürdür. Protestanlığın siyasal görüşlerini formülleştirmiştir. “Hıristiyan Dininin Öğretisi” adlı yapıtını 1536 yılında yazar. Teoloji profesörlüğüne atanır. 1541’den ölümüne kadar 23 yıl Cenevre kentinin yöneticisi olarak kalır Kenti, onun etkisindeki Protestan din adamları kurulu yönetir görünmektedir...” (s.374, 375)

Cenevre’de faaliyet gösteren Calvin Fransızdır. Calvin de papalığa karşıdır. Katolik kilisenin otoritesini reddeder. Ona göre, din adamlarının aracılığına gerek yoktur. Günahkâr insanın kurtuluşı Tanrı’nın lütfuna bağlıdır.

İnsanlığı hep bu kader konusu meşgul etmiştir. İnsan iradesine sahipse, Tanrı onun ne yapacağını bilmiyor demektir. Biliyorsa, insanın iardesi yoktur demektir. Bu konuda tatmin edecek bir açıklamayı getirmek mümkün değildir. Onun için İslâmiyt insanın bilemeyeceği konularda düşünme hirriyetini tanımış, ama amel hürriyetini tanımamıştır. Onlar zandır, zan hakikatten hiçbir şeyi ortadan kaldırmaz. İnsan irade sahibidir ve sorumludur.

 

-Düzeni Allah koymuştur. Mukaddes kitaplarda vardır. Bunları yorumlayıp da uymak görevimizdir. “Doğanın düzenin Tanrı koymuştur. Tanrı’nın koyduğunu insanlar değiştiremezler. Tanrı’nın kurduğu bu düzenin yasaları da Kitabı Mukaddes’tedir. İnsanın yapacağı şey, Kitabı Mukaddes’den Tanrı’nın iradesini, ne istediğini yorumlayarak, bu düzeni koruyucu, sürdürücü kurumlar kurmaktır.”(s.376)

Kur’an öğretisi de budur.

Buna ilâve edeceğimiz şudur ki, insan günah işlemek isterse, Allah ona bunu yapma imkânını verir, sonra onu cezalandırır. İyilik işlemişse mükâfatlandırır, kötülük yapmışsa cezalandırır. Bu arada Allah’ın çizdiği genel bir kader vardır, genel bir gidiş vardır ve bu kaderi kimse değiştiremez. Mesela, bundan sonra Hak düzen gelecek ve insanlığı bin yıl yönetecek, sonra o da yeniden kuvvet düzenine dönüşecektir. Bütün bunlar kaderdir.  

Bizim bilgimizde hatalar olabilir, ama kaderde hata olmaz.

 

-İnsanın iradesi yoktur. Allah kimi istemişse ona günah işletir ve cehenneme sokar. “Bazı Hıristiyanların sandığı gibi, bu dünya yaşamı, öte dünya yaşamına bir hazırlık, günahkâr ruhları kurtarma fırsatı değildir. Kurtulacak ruhlar, Tanrı tarafından önceden seçilmiş bir azınlıktır. Tüm irade Tanrı’nındır ve insana özgür irade verilmemiştir...”(s.376)

Kur’an’da buna benzer âyetler çoktur. Ancak orada hep şu vurgulanır. İnsan kalpten kötü ise, sadece düşünce boyutunda kötü olduğu için cezalandırılmaz. O kötülüğü fiile çevrirse, ondan sonra onu cezalandırır. İnsanın iyi veya kötü olması kendi isteği ve kendi şahsi iradesidir. Allah’a teslim olmadan, O’na îman etmeden hidâyete ermek mümkün değildir. Aksi halde, hemen her cümlede iyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceğini, Allah’ın kimseye zulmetmeyeceğini ifade eden kitabı bu şekilde yorumlamak nasıl mümkün olur?

 

-Kimin iyi veya kötü olduğu bilinmez. Bu dünyada durumu kötü olanların âhirette kötü olacağı söylenemez. Onun için dünyadaki hükmümüzü ameline göre veririz. “Tanrı’nın kimleri kurtaracağını, insanlar hiçbir zaman bilemezler. Bu nedenle bu dünyada insanlar arasında bir ayırım yapılamaz, herkes eşit sayılmalıdır...”(s.376)

Kur’an’ın öğretisi de budur.

Çok günahkâr olan insan sonunda tevbe eder ve cennete gider; çok muttaki olan kimse de sonunda küfreder ve cehenneme gider. O halde, dünyadaki hayatına bakıp da bu insan iyidir, bu insan da kötüdür diyemeyiz. Ancak, şunu yapamk iyidir, şunu yapmak kötüdür diyebiliriz.

 

-Kötü insan kaderini değiştiremez. Herkes olduğuna razı olmalıdır. “Kurtuluşun, Hıristiyanların bu dünyadaki davranışlarına değil, Tanrı’nın önceden çizdiği bir “alın yazısı’na bağlı olduğu, bu dünyadaki davranışların alın yazısını değiştirmeyeceği inancı, insanları edilginliğe itmez mi? Öyle görünüyor; ancak, alın yazısının toplumsal plandaki yorumu, uygulamada bireylerin her türlü davranışlarını denetim altına alan sıkı bir disipline yol açmıştır...”(s.376)

Geçmişte olan her şey ilâhî kaderle olmuştur. Onları geri getirmek mümkün değildir. Olanlara rıza gösterilecek ve durum olduğu gibi kabul edilecektir. Gelecekte olacaklar ise bizim amelimizle bizim için değişir. Bunun böyle olduğunu bilerek ona göre amel etmemiz gerekir. Yani, geriye baktığımızda kadere, geleceğe baktığımızda irademize ve amelimize bakmalıyız. Bu öğreti aynı zamanda pratik öğretidir. Geçmişi geri getireceğini sananlar yanılıyorlar. Geleceğine etkileri olmayacağını sananlar da yanılıyorlar.

 

Calvin’in Siyasal Düşünceleri

-Yöneticilere kayıtsız şartsız itaat esasını o da pekiştirir. “Calvin’in genel felsefesinin belkemiği olan bu “alın yazısı” düşüncesinin siyasal görüşlerindeki uzantısı, “yöneticilere mutlak boyun eğmek”tir...”(s.376, 377)

Kur’an’a göre, yöneticilere silahlı isyanda bulunmayacaksın, düzenini bozmayacaksın. Fikren karşı çıkacaksın. Uyaracaksın. Artık uyarma yapılamayacaksa, o zaman ülkeni terk edeceksin, hicret edeceksin. Oradan hicret ettikten sonra, hakem kararı olursa savaşacaksın.

İşte bu ikinci kısım İncil’de yoktur. İncil’de olmayan bu bölüm Hazret İsa’dan sonra gelecek olan peygambere bırakılmıştır. Calvin bunu İslâmî öğreti ile elde edebilrdi, ama etmedi. Çünkü sermaye öyle istiyordu.

 

-Yöneticlerin işine karışılmamalıdır. “Bireyler yöneticilerin işlerine burunlarını sokmamalıdırlar...”(s.377)

İslâmiyet’e göre, herkes yöneticidir. Herkesin bir görevi vardır. Yöneticilerin görevli oldukları meşru emirlere uyulacaktır. Görev dışı tasarrufları dinleme zorunluğu olmadığı gibi, meşru olmayan emirlere de uyulmayacaktır. Pasif direnme yapılacaktır. Olmazsa, orası terk edilip oradan gidilecektir. Yerinden yönetim olduğuna göre, gidilecek pek çok yer olacaktır.

 

-Kötü yöneticiler de Tanrı tarafından görevlendirilmişlerdir. ““Adaletsiz ve diktatörce yönetenler de, yine Tanrı tarafından insanların günahlarından dolayı onları cazlandırmak için görevlendirilmişlerdir.”(Hıristiyan Dininin Öğretisi, Kitap IV, Bölüm 20, 25)”(s.377)

Bu husus da Kur’an öğretisine uygundur.

Ancak, her mü’minin vazifesi, kötü halkı kötülük yapmamaları için uyarmaktır, zalim yöneticileri de zulme karşı uyarmaktır. Ya vazgeçerler, ya da Allah onları helâk eder. Helâk etme işi mü’minin işi ve görevi değildir. Mü’minler sadece hicret ettikten sonra savaşabilirler, ama karşı tarafı düzeltmek için değil, kendilerini korumak için savaşırlar.

 

-Tanrı’ya karşı gelen yöneticiye de itaat edilecektir. “Calvin, yöneticilere başkaldırmaya yol açabilecek açıkları bir bir tıkamaktadır...”(s.377)

Zaten her zalim Tanrı’ya karşı gelmiştir. Buradaki itaat yöneticiye değildir. Buradaki itaat yöneticinin yönettiği topluluğadır. Çünkü itaatsizlik anarşiyi doğurur ve anarşinin kötülüğü zulümden çok daha kötüdür. Zulüm hastalık ise anarşi ölümdür. Hastalığın her zaman tedavi ihtimali vardır, ama ölümün tedavisi yoktur. İtaat etmek istemiyorsan, o zaman o ülkeyi terk et. Kur’an’ın bu konuda söylediği budur.

 

-Kalvincilere Katolikler zulmeedince ya Kalvincilikten, ya da Kalvinciliğin öğretisinden vazgeçeceklerdi.(s.377)

Tutarsız felsefenin sonu budur. Katoliklere itaat etselerdi Kalvinciliğ bırakacaklardı, etmeselerdi kendi sistemlerini bıraktıkları için yine Kalvinciliği bırakacaklardı. Yani, bu felsefe her iki yönüyle de ölüme mahkûm idi.

 

-Tiranı öldüren de Tanrı’nın emrini yerine getirmiştir. “Calvin, yönetici gerçekten kötü ise, onu cezalandırmanın uyruklara düşmeyeceğini, bunun Tanrı’ya ait olduğunu söyler. Peki, ya uyruk tiranı öldürmüşse? Calvin’e göre, Tantı o kimseyi öç alıcı olarak seçmiştir...”(s.377)

Evet, mü’minler Allah’a söz verdikleri gibi tebliğ görevlerini yerine getirmelidirler. Tebliğden sonra o zalim yönetici yine de kendisini düzeltmezse, Allah onu helâk edecektir. Tebliğ de helâkin zulüm olmaması içindir. Yoksa Allah zulme sonuna kadar müsade etmez. Halk da zulümde ısrarlı ise, o zaman halkı da zalim yöneticilerle beraber helâk eder. Kâinatta zulüm devirleri gelir ama esas olan adalettir. Zalimler mutlaka helâk olur. Onları biz değil, sosyal ve tabiî kanunlar helâk ederler. Bize düşen sadece açık tebliğdir.

 

-Öç almak görevimiz değildir, bizim işimiz itaattir. O görevi Tanrı başkasına vermiştiri. “Calvin’e göre Tanrı sınırsız zorbalıktan öç alır. Ama öç alma görevi bize verilmemiştir: “Bize itaat etmek ve katlanmaktan başka bir şey verilmemiştir.””(s.378)

Kur’an öğretisine uymakla beraber, bu görüşün eksik tarafı vardır. Kur’an bize sadece itaati değil, zulme karşı pasif direnmeyi ve tebliğ yapmayı da emretmiştir. Nitekim, bizler de şimdi bu satırları bu tebliğ görevimizi yerine getirebilmek  için yazıyoruz.

 

-Luther prensler tanrıdır, Calvin ise Tanrı kralların kralıdır diyor. “Luther “Bu dünyanın prensleri birer tanrıdır.” Derken, Calvin “Tanrı kralların kralıdır” diyor...”(s.378)

Kur’an’a göre, başkanlar topluluğun hâkimi değil, vekili de değil de, sadece elçileridir. Hâkim olan Allah’ın kendilerine hilâfet verdiği halktır. Onlar elçileri vasıtasıyla bu yetkiyi kullanırlar. Demek ki, İslâmiyet tam demokrasiyi getirrmiştir.

Luther ve Calvin ise tiranlığa itaati desteklemişlerdir.

 

-Calvin devlete bağlı bir din yerine, lâik devlet önerir. “Luther’in kiliseyi devlete bağımlı kılmasına karşılık, Calvin kilisenin devlete karşı özerkliğinden, bağımsızlığından, kilise ile devletin görev ayırımından, “layiklik”tenyanadır... İsa’nın gökyüzü yönetimi ile yeryüzü yönetimi ayrı şeylerdir ama birbirinden ilişkisiz şeyler değildir...”(s.378)

İslamiyet’in getirdiği ve “İnsanlık Anayasası”nda yer alan bu görüşte eksik olan, hem siyasette hem de dinde çoklu sistemin olması gereği ve başkanın sadece hakem olup, bunlara hükmetmemesidir. Başakn geçici kararlar alır. Kesin karar hakemlerce alınır.

Demek ki, teşhis doğru ama mekanizmaları yoktur.

 

-Calvin kuramına aykırı olarak kendisi teokratik yönetimi getirmiştir. “Kuramda, kiliseyi devletten bağımsız kılmaktan öte, devleti doğru öğretiyi savunan kiliseyi, yani Protestanlığı savunmakla görevli görür. Kendi uygulamasında ise Calvin, din adamlarının dünyevî yönetimi de üstlendikleri açık bir teokrasi kurmuştur... Kuramı layik, eylemi teokratiktir.”(s.378,379)

Burada bir hususa işaret etmek gerekir.

Bir devletin teokratik olması için o yönetimde yöneticilerin din adamı olması yetmez. Eğer din adamları yönetici olmuş ama Tevrat’ı veya İncil’in resmî yorumunu yapma yetkisini kendilerinde bulmuyorlarsa, yani sonuna kadar Protestan iseler, o zaman bu yönetim yerinden yönetim olmak şartı ile teokrasi olmaz.

Teokrasi demek, yönetici; “Ben Allah’tan vahiy alıyorum, ona göre benim yaptığım Allah’ın emridir, bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur!” diyorsa, o yönetim teokratik olur.

Kitab’ın emirlerini uygulamada başkana itaat Allah’a itaattir. Ama Kitab’ın dışındaki uygulamlarda başkana itaat etmek şirktir. Başkana Tanrı’nın temsilcisi olduğu için değil, Tanrı ona oradaki o makamda yetki verdiği için itaat ediyoruz.

 

-Bu dünyada komünist düşünüş İncil’in öğretisine uymaz. “Kendilerine İncil’deki ilk Hıristiyanların yalın, eşitlikçi yaşamlarını örnek alan kimseler arasında, dinsel komünist düşüncelerin yaygınlaşması ve köylü ayaklanmalarının patlak vermesi üzerine olacak, Calvin, Hıristiyan Dininin Öğretisi’nde böyle düşüncelerin İncil’i yanlış yorumladıklarını ileri sürmüştür... İsa’nın krallığını, sınırsız özgürlüğü ve eşitliği bu dünyada aramak bir Yahudi tersliğidir...”(s.379)

Köylü ayaklanmalarını yatıştırma çabası Calvin’in samimiyetini gösterir.

Calvin Luther’den daha samimi gözüküyor.

 

-Calvin eşitlikçi düzeni âhirete bırakmıştır. Bu dünyanın köleliğini kabul ederek iki yüzlü olmuştur. “Görüldüğü gibi Calvin, Hıristiyanlığın özgürlüğü ve eşitliği öte dünyaya erteleyip, bu dünyanın köleliği kabul eden eşitsizlikçi düzenini benimseyen ikiyizlü tutumuna da katılmaktadır.”(s.379)

Asıl ikiyüzlüler, bu dünyada eşitlik vardır deyip insanları kışkırtanlardır. Hiç kimse diğer insanlarla eşitlik içinde yaşamamaktadır. Göz göre göre yalan söylemektedirler. Allah yoktur diyenlelin tutar tarafları yoktur. Dünyada adalet vardır diyenlerin de tutar tarafları yoktur. Âhireti inkâr edip Tanrı’yı zâlim kabul edenler yanlış bir şey söylerler ama çelişki içinde olmazlar. Çünkü Allah isteseydi öyle düzen de var edilirdi.Onu biz zulüm sayabilirdik.

 

-Calvin disipline, liberalizme, hukuk düzenine, temsil ilkelerine karşı orta sınıfı temsil eden tutucu din adamı idi. “Sonuç olarak diyebiliriz ki Calvin, yöneticilere koşulsuz boyun eğmekten yana, liberalizme, anayasacılığa, temsil ilkelerine karşı, tutucu orta sınıfın desteğinde bir din adamları yönetimi kurmuş bir eylem adamı ve yasa, düzen düşkünü, otoriter düşünceleri olan bir düşünürdü.”(s.379)

“Orta sınıf” deyince anlaşılması gereken “burjuvazi sınıfı”dır.

 

c. Münzer (1498-1525)

-Münzer’in Amanya’da yaşadığı yıllarda köylüler, feodal beyler, kent prensleri, kiilse, hattâ burjuvazi tarafından sömürümektedir. “Münzer’in yaşadığı çağda köylü sınıfı ulusun en çok sömürülen kesimidir. Onu bir yandan beyler, bir yandan presler, bir yandan kilise ve papalık, hatta burjuvazi sömürmektedir. Köylünün zamanının çoğu efendisinin tarlasında geçmekte, geri kalan bölümünde ise, çeşitli vergileri ödeyebilmek için çırpınmaktadır... Böyle bir ortamda yetişti Münzer.”(s.379, 380)

Tarih boyunca çifçiler daima ezilmişlerdir. Bunun sebepleri şunlardır:

  1. Tarım ilk çağlardan beri insanlar için en güvenceli bir geçim vasıtasıdır. İnsanı hayata bağlar ve dolayısıyla barışçı kılar. Zevkli olduğu kadar, son derece meşgul edici bir meslektir. Herkes onları kolay sömürebilmektedir.
  1. Tarım çok bereketli ve dayanıklıdır. Ne kadar soysanız, yine de bir şey bulursunuz. Diğerlerinden yoksa bir şey alamzsınız, olsa bile varlığını bulamazsınız.
  2. Köylü toprağına bağlı olduğu için adresi bellidir ve değiştirmesi, gizlenmesi, kaçması sözkonusu değildir. Herkes onu kolayca yakalayabilmektedir.
  3. Köylü dışa karşı son derece barışçı olmakla beraber, içlerinden topraklar bölünmüştür ve biririnin aleyhine sorunları vardır. Aralarında kavga bitmez ve birbirleriyle anlaşıp ortak savunmaya geçemezler.

Gelişme zamanlarında köylüye hizmet verenlerin sayısı azdır. Ayrıca, hizmet verenler köylü gibi yaşamaktadırlar. Zamanla hizmet verenler hem artar hem de yaşlanma standartları köylülerin çok üstüne çıkar. Hepsi köylünün üzerine çullanır ve topluluk çökmeye başlar.

Bugünkü Türkiye’nin durumu da böyledir. Eskiden zulümle köylünün üzerine yürünüyordu. Şimdi mallarını yarı fiyatla alıp sonra kendilerine dört misli fiyatla satar. Sermaye, köylüden 100 liraya aldığı sütü şişeye koyar ve 400 - 500 liraya yine kendisine satar.

 

-Münzer, Luther’in ılımlı çıkışlarını sertleştirdi ve köylüleri ayağa kaldırdı. Savaş köylülerin yenilmesi ile bitince, 27 yaşında başı kesilerek öldürüldü. “Münzer, Katolik kilisesine karşı ulusal hareketten etkilendi; daha 15 yaşında iken okulda Roma kilisesine karşı gizli bir örgüt kurdu. Genç yaşta teoloji doktoru olan Münzer, ... O tarihlerde köylü sınıfı üzerinde artan baskılar, ... Münzer’in örgütlediği devrimci eylem, 1520-1525 yılları arasında bir iç savaşa dönüşmüşse de, çatışmalar köylülerin yenilgisiyle son buldu. Münzer yakalanıp, türlü işkencelerden sonra 27 yaşındayken başı kesilerek idam edildi.”(s.380)

Köylülerin isyanı yıkıcılıkta büyük etki yapar, ama başarı sansı yoktur. Çünkü temsilcileri hemen kente taşınır ve kentlileşirler. Cephe değiştirirler. Köylüler sömürülmeye mahkûmdurlar. “İnsanlık Anayasası”nda bu sorun şöyle çözülmüştür.

İlçe merkezlerinde on civarında genel hizmetleri yapan komisyoncu vardır. Bunlara taşınmaz alıp satma yetkisi verilmiştir. Bunlar %2 ile toprakları serbest pazarlıkla alırlar. Aralarında rekabet olduğu için pazarlık dengelidir. Satın aldığı taşınmaz %2 farkla satılmaya arz edilmiştir. Yer ne kadar erken satılırsa, komisyoncu o kadar çok para kazanacağı için ucuz almak isteyecektir. Satıcı da pahalı satmak siteyecektir. Ancak alış ve satış kârı bellidir ve önemsidzir. Böylece köylüler de şehirliler gibi yerlerini değiştirebilmektedirler. Ayrıca, vergi nisbetleri de Anayasanın değişmez maddeleri ile belirlenmiştir. Dolayısıyla baskı aracı yok edilmiştir. Kamu hizmetleri dengeli olarak herkese götürülmektedir. Hakemlik sistemi çalışmaktadır. Altyapı köylere gittiği için artık köyler de kentleşmiş durumdadırlar. Kentlilere de dinlenme siteleri kurulduğu için onlar da köylüleşmişlerdir.

 

-Münzer’in düşüncelerini, Engels ve Zimmermann’dan naklen öğreniyoruz. “Münzer’in Düşünceleri: Genç yaşta devrimci eyleme giren Münzer, eylemini destekleyen düşünceler üretmeye başlamıştı. Önce Saksonya prenslerini ve halkı Katolik rahiplere karşı kavgaya çağırıyordu. Bu yolda İncil’den görüşlerini destekleyen sözler bulup çıkartmakta güçlükçekmiyordu. Düşünceleri... Engels’in Alman tarihçisi Zimmermann’ın bu konudaki araştırmalarına ve yapıtına dayanarak yazdığı, Almanya’da Köylü Savaşları adlı yapıtından alınmıştır.”(s.380)

Burada anlatılanlar uydurma ve kışkırtmadır. Çünkü anlatılanların gerçekle bir ilgisi yoktur. Şeytan ehlinin özelliğidir. Biri bir uydurma yazı yazar. O yazı yalan olduğu için o gün kimse ilgilenmez. Aradan bir asır geçer, yıllar geçer, 100 yıl önce yazılmış olan o yalan sanki gerçekmiş gibi belgeye dayanarak kaynak yapılır. Çünkü onlara göre her şey bir yalandan ibarettir. Bu yalanla başarıya ulaşacaklarını sanırlar.

İşte Hadisçiler bu sebeple rivayetlerde silsile aradılar ve ilk kaynakların sağlamlığına baktılar. Bunun ilmini geliştirdiler. İbni Haldun da “Mukadedime”sinde tarihin ilmî kritik usûlünü getirdi. Güya ilmî sistemi benimsemiş olan Engels ve Marks, birer yalancıdan başka bir şey değildirler. O haberleri onlara derleyen de onları yöneten sermayedir.

 

-Münzer’e göre İsa, “Düşmanlarınızı yakalayın, onları benim gözümün önünde öldürün” demiş. “İsa, “Ben size barış değil kılıç getirdim” demedi mi?” “Peki ama (Saksonya prensleri) siz bu kılıçla ne gibi bir iş göreceksiniz? Tanrı’nın iyi kulları olmak istiyorsanız, bu kılıcı İncil’in yolunu kapayan kâfirleri (Katolik din adamlarını) yok etmek için kullanacaksınız. İsa, “Düşmanlarınızı yakalayın, hepsini benim gözümün önünde öldürün” demedi mi?” (Engels, Almanya’da Köylü Savaşı, s.58)”(s.380)

Bir defa, böyle bir sözü İncil’de bulmak mümkün değildir. Zaten bap ve numara yoktur.

Buna benzer âyetleri Tevrat veya Kur’an’da bulmak nümkün olabilir. Ama hiçbir yerde, gözümün önünde öldürün denmez. Burada kastedilen, savaşta yakaladığınız düşmanları bulunduğunuz yerde öldürün, sonra başka yerlerde öldürmeyiniz demektir. Gerçekten, barıştan sonra öldürme yoktur. Savaş suçlusu yoktur. Savaşçı vardır ve savaşçılar sadece savaşta öldürülebilir. Barıştan önce tehlikeli iseler öldürülürler. Barıştan sonra, artık savaştaki fiillerinden dolayı kimse cezalandırılamaz.

 

-Münzer prenslere sözünü dinletemeyince, köylülere dayandı. Yalnız kilisye değil, kitaba da karşı çıktı ve aklı koydu. “Prensleri harekete geçiremeyen Münzer, hareketini köylü sınıfına dayandırıp, görüşlerini gittikçe sertleştirdi. Son derece devrimci düşünceler ortaya atmaya başladı. Hıristiyanlığın yalnızca Katolik biçimine değil, kitabına da karşı çıktı; onun yerine “akıl”ı koymaya kalktı:”(s.381)

Tamamen sermaye sözcülüğünü yapmakta olan Münzer, gençlik heyecanıyla dozunu artırmıştır ve köylü yok edilmek istenmiştir. Elbette bütün bu yapılanlar, kışkırtmalar, isyan hareketleri sebepsiz ve plânsız hareketler değildir. Sebepleri vardır. Bu isyanın sebebi şudur.

Sanayi hareketi kentlileri köylülere bağlı olmaktan çıkardı. Fabrikalardaki işçi emeğini karşılamak üzere köylünün işçi hâline gelmesi için kentlere taşınması gerekecektir. Topraklar boşaltılacak, derebeylikler çökertilecek, sonra modern köyler kurulacaktır...

İnsanlık Anayasası”nda taşradan merkezlerin vergi alması kaldırılmıştır. Merkez bucaklarda yaşayanlar mekezlere vergi öderler. Onu da orada dolaşanlar değil, orada üretim yapanlar bu vergilerini öderler. Halk isitediği zaman merkez bucağına gelip gelirini artırır, istediği zaman kendi bucağına dönerek merkezlere vergi vermekten kurtulur.

O zamanki dinî kışkırtmaların yerini şimdi siyasî kışkırtmalar almıştır.Dayanışma ortaklıkları bu tür istismarlara son vermiş olmaktadırlar.

 

-““Asıl canlı ve yaşayan vahiy, bütün halklarda her zaman var olan akıldır. Aklın karşısına Kitabı Mukaddes’i çıkarmak, aklı yazıyla öldürmek demektir. Çünkü, Kitabı Mukaddes’de sözü edilen Kutsal Ruh (Ruh-ül Kuds) bizim dışımızda değildir. Kutsal Ruh denilen şey aklın ta kendisidir. İman, insanda can bulan akıldan başka bir şey değildir. Onun içindir ki, Hıristiyan olmayanlar da iman sahibi olabilirler. Bu iman sayesinde, canlı ve yaşar hale gelmiş bu akıl sayesinde, insan tanrılaşır ve kutsallaşır. Onun içindir ki, cennet ahirette olan şey değildir. Onu kendi yaşamımızda aramalıyız. İman sahibi olanların görevi, ,şte bu cenneti, Tanrı krallığını yeryüzünde kurmaktır. Nasıl ahirette cennet yoksa, tıpkı onun gibi cehennem, ebedî lanetleme de yoktur. Yine tıpkı onun gibi, insanların kötü içgüdülerinden ve tamahlarından başka şeytan da yoktur.” (Engels, Almanya’daki Köylü Savaşı, s.59)” (s.381)

Munzer’in, “insan tanrılaşır” dememesi gerekirdi.

Diğer söylediklerinin hepsi doğrudur. Yanlış olan şudur ki, cennet ve cehennem dünyada başlar, âhirette hesap görüldükten sonra defter kapanıp sona erer ve kesin mahkûmiyet belirir. Bu dünyada çekilenler de cezalardan tenzil edilir. Nasıl mahkeme süreci döneminde yani karardan evvelki mevkufiyet mahkûmiyetten tenzil ediliyorsa, aynı şekilde dünyada çekilen sıkıntılar âhirette günahlara keffaret olur.

Münzer’in görüşlerini asıl kendi metninden görüp incelemek gerekir.

 

-Öte dünya avuntusuna karşı çıkıyordu. “Münzer, öte dünya cenneti ile avutulup bu dünyada cehennem yaşamı yaşatılan köylülerin bu dünya cennetini isteyişlerini; öte dünya eşitliği ile avutulan aşağı tabakaların bu dünya eşitliğini özleyişlerini dile getiriyordu.”(s.381)

Batı’nın kapitalsit düşüncesi veya sosyalist düşüncesi, âhiret inancına avuntu dıyor. Evet, Âhiret bizim için teselli kaynağıdır. Bizim elimizden ne gelirse onu yapıyoruz. Ondan sonra da tanrılaştırılan aklımız bize Tanrı’yı ve âhireti makul gösteriyor.

Şimdi âhireti yok sayanlara sormak gerekir. Âhiret yoksa, size ne kalır? Kin ve gayzınız, çatışmalarınız, kışkırtmalarınız ve mağlubiyetin ıstırabı. Bize ne kalır? Savaşırken bile huzurlu oluşumuz, başımıza geldiğinde günahımızın keffaretini verdiğimiz için sevincimiz, yaptığımız iyiliklerden dolayı duyduğumuz zevk ve huzur. Demek ki biz dünya cennetini yaşıyoruz, siz dünya cehennemini yaşıyorsunuz. Yendiğiniz zaman bile korku içindesiniz; ya yenilirsek diyorsunuz ve zulmünüzü daha da artırıyorsunuz. Öldükden sonra da dünya hayatında ileri sürülenler ya geçek çıkarsa; siz kendi cehenneminizde olacaksınız, biz de kendi cennetimizde.

Evet, dinler avutmuyor, aksine yüreklendiriyor. Bu sebepledir ki, daima inananlar galip gelmişlerdir. Münzer’in başı da bunun için kesildi.

 

-Münzer’e göre, mülkiyetsiz bir Hıristiyanlık Tanrı krallığı kurulacak ve katılmayanlar yok edilecekti. “Genel felsefesi böylece, mistik bir görünüm altında insanı tanrılaştıran bir panteizme, öte dünya cennetini reddeden bir materyalizme kayarken; siyasal görüşleri de, ekonomik eşitlikçi dinsel bir komünist düzene kayma eğilimi gösterdi. Yeryüzünde kurulacak bir Tanrı krallığı öyle bir toplum olacaktı ki, onda ne zümre farklılıkları ne de özel mülkiyet bulunacaktı. Bu devrime boyun eğmeyen kurumlar kaldırılacak, çalışmalar ortak yapılacak, mallar ortak olacaktı...”(s.381)

Tabiî ki, biz sadece burada anlatılanlar ile Münzer’i anlamaya çalışıyor vr düşünüyoruz. Gerçeği tedkik edecek ihtisasımız ve imkânımız yoktur. Ancak, bu vesileyle sadece burada anlatılanlara dayanarak şunları söyleyebiliriz.

Önce, komünizm düzeninin dört dayanağı vardır: Mülkiyet yok, sonra din yok, sonra aile yok, sonra devlet yok. Münzer sadece mülkiyeti kaldırıyor, diğerlerine dokunmadan dinî devlet kurarak sorunu çözüyordu. Aileye dokunmuyordu.

İnsanlık Anayasası”nda mülkiyetin değil, tekel mülkiyetinin kaldırılacağı bir hukuk düzeni getirilmiştir. Bu da faiz yasağı, faizsiz kredi, üretimden vergi, kamu hizmetleri ve sermaye vergisi gibi tedbirlerle sağlanmıştır.

 

-Münzer köylüleri ayaklandırabildi. “Münzer, devrimci düşüncelerini eyleme geçirmek için, sözünü ettiği birliği örgütlendirmeye girişti. Prenslerden umduğu desteği göremeyince köylüleri... kışkırtmaya başladı...”(s.382)

Tabii ki, köylüyü ayaklandıran Münzer değil, Münzer’in görüşlerini kullanarak ayaklandırmayı gerçekleştiren sermayedir. Münzer’in gençliğini istismar edrek bu oyunu tezgâhlamış olmaktadır. Bu tür isyanlar sermaye tarafından yapılır. İsyan edenler, bir müddet kullanıldıktan sonra, bir güç tarafından semayenin yardımı ile bastırılır ve böylece isyanı bastıran güce sermaye hükmeder. Artık bastıran güç halka dayanmadığı için, sermyenin kayıtsız şartsız emrine girer. Oyun hep aynıdır. Aynı senaryonun başka bir perdesi oynanmaktadır.

 

-İsyanın sebebini kaldırmadan ne yüzle isyanı kaldırıyorlar? “Alman köylü ayaklanmaları patlak verdiğinde, ayaklanma sırasında yaptığı konuşmalarda şunları söylüyordu: “Yoksulların prenslere düşman kesilmelerinden prenslerin kendileri sorumludurlar. İsyan sebebini ortadan kaldırmak istemeyenler, ne yüzle isyanı ortadan kaldırmak isterler?.. Eğer bundan ötürü bana asi diyorsanız, peki, kabul, ben bir asiyim.”(Zimmermann, Köylü Savaşı, c.II, s. 75’den)”(s.382)

İşte gerçek ve akılcı din adamı ile gerçek olmayan ve akıllıca hareket etmeyen din adamının hikâyesi böyledir. Köylüyü ayağa kaldırıyor, isyan ettiriyor ve sonunda kendisiyle birlikte her iki tarafı da mahvediyor. Hem köylüleri hem de prenslikleri yıkıyor.

Halbuki gerçek din adamı, halka itaati, prenslere de adaleti tavsiye eder.

 

-Artık sömürücülerle aranızda duvar var. Vurun silahlarınızla, savaş kazanılacaktır. ““Elindeki Çekici İle Thomas Münzer” adlı bildirisinde ise şunlar yazılıydı: éDinle, kökleyesin, parçalayasın, yıkasın, deviresin diye; yapasın ve dikesin diye bu sözleri senin ağzına koydum. Krallar, prensler, rahipler ve halk arasına demirden bir duvar çekildi. Döğüşsünler. Zafer kazanılacak, güçlü kafir zorbalar mutlaka mahvolup gidecekler.”(Engels, Almanya’da Köylü Savaşı, s.62)”(s.382)

Tabii bunları Engels anlatıyor.

Kendisi mi söylüyor, yoksa gerçekten ondan mı naklediyor, bilinmiyor. Savaşı halk yapmaz, komutan yapar, cephe kurulduktan sonra yapar. İsyanla ve eşkıyalıkla bunlar çözülmez. Nitekim, Luther hâlâ büyük bir mezhep olarak yaşıyor, Münzer’in düşünceleri ise mnkarız olmuştur. Kendisi hayattayken de zaten başarı elde edememiştir.

 

-Bu konuşmalar sömürenleri birleştirdi. Olan köylülere ve Münzer’e oldu. “Mahvolan kendisi ve ayaklanan köylüler oldu. Mülklerini tehlikede gören egemen çevreler, imparatoru, prensleri, feodal beyleri, kilisesi, devleti, burjuvazisi, aralarındaki çatışmaları bir yana bırakıp, ... birleşerek, ayaklanan köylüleri kılıçtan geçirdiler; Münzer’i de yakalayıp başını kestiler.”(s.382)

Sermaye sahipleri ile birlikte diğer bütün çıkar grupları o çağda öyle yaptılar da, bugün farklı mı hareket ediyorlar? İbret alınmadığı için tarih hep tekerrür ediyor. Türkiye’de ve sömürü sermayesi tarafından sömürülen diğer ülkelerde hep aynı oyunlar oynanıyor.

Son olarak 20 yüzyılda İkinci Cihan Savaşı’nı çıkardılar. Olan Avrupa’ya ve bu kıtadaki devletlerde yaşayan milyonlarca insana oldu. Avrupa devletleri müstemlekeciliği kaybettiler. Avrupa, uygarlığın merkezi olmaktan çıktı. Buradaki ülkeler sadece birer sömürü ülkesi oldular. Çünkü ekonomi ile ilgili kararlar artık Amerika’nın talimatı ile alınmaktadır.

 

B. Mutlak Monarşinin Üç Kuramcısı: Machiavelli, Bodin, Hobbes

-Ortodoks hareketi Avrupa’nın dinî yapısını dağıttı, feodal yapı ise sürüyordu. Bunu da İtalya’da Machiavelli, Fransa’da Bodin, İngiltere’de Hobbes yüklendi. Ulusal krallığa gidildi. 16. ve17. asır böyle geçi. “16. Ve 17. yüzyılların ekonomik gelişmeleri, daha önce üzerinde uzun boylu durduğumuz gibi, burjuva kapitalist ekonomisinin ulusal ekonomik bütünlenme çapına ulaşacağı yönde oldu. Bu ekonomik gelişmeler, ulusal siyasal bütünlenme yolu üzerindeki engeller olan feodal siyasal birimlerin ortadan kaldırılmasını gerektirdi... Bu gereksinim Avrupa siyasal yaşamında mutlak monarşi hareketini yarattı. Butlak monarşinin kuramını, savunmasını ise, 16. Ve 17. yüzyılların siyasal düşünüşünün en ünlü düşünürleri hazırladılar. Bu üç düşünür, İtalya’da Machiavelli, Fransa’da Bodin, İngiltere’de Hobbes idi...”(s.382, 383)

1500’lerde Avrupa ticaret merkezi olmuştu. Sermaye varlıklı hâle gelmişti. Aristokratik yapı ile savaşa girişen burjuvazi, önce dinî yapıyı, sonra siyasî yapıyı değiştirdi. Dinde Ortodoksluğu, siyasette krallığı getirdi. 18. ve 19. asırlarda Ortodoksluğun yerini ateizm, krallıkların yerini cumhuriyetler alacaktır. 20. asır ise globalleşmeye doğru yol alacaktır.

Demek ki, Avrupa’nın 500 yıllık kuvvete dayalı macerasını şöyle sınıflandırabiliriz:

  1. 16. ve 17. asır, kiliseyi ve feodal beylik yapısını yıkmak. Ateizmi ve krallığı getirmek.
  2. 18. Ve 19. asırda krallığı cumhuriyete, Hırisityanlığı da ateizme dönüştürmek.
  3. 20. yüzyılda “globalleşme” adı altında insanlığı tek düzene götürmek.

Demek ki, insanlığın tarihî akışı içinde globalleşmenin zirvesine ulaşılmıştır. Ama bu nasıl olacaktır? İşte “İnsanlık Anayasası” bunun temelini atıyor. Zanneddilmesin ki, Batı dünyası “İnsanlık Anayasası”nı benimseyecektir. Tam tersine, Avrupa bundan sonra 500 yıl kuvvete dayalı sermaye sömürüsünü sürdüren bir globalleşmeden bahsedecektir.

Buna karşılık 500 yıllık çalışma ile “İnsanlık Anayasası” hakka dayalı yerinden yönetime saygılı ulusçuluğu beninsemiş bir insanlık için mücadele verecektir. Sonunda “İnsanlık Anayasası” taraftarları zafer kazanacaklardır.

Batı Uygarlığı yok olunca, yeni zulüm düzenini kurmaya başlayacaklardır.

 

-Siyaseti Machiavelli lâikleştirdi ve ilmîleştirdi. Bodin monarşiyi hukukileştirdi, Hobbes krallığı toplumsal sözleşmeye dayandırdı. “Machiacelli burjuvazinin siyasal düşünüşünün layikleşmesine, bilimselleşmesine hizmet etti. Bodin mutlak monarşinin egemenlik kavramını hukuksal temellere dayandırarak formülleştirdi. Hobbes ise, toplumsal sözleşme kuramını mutlak monarşinin amaçlarına hizmet edecek biçimde kullanma ustalığını gösterdi.”(s.383)

Düşünürler hep doğru söylüyorlardı. Bir varlık evrimleşince, artık onu geri çeviremezsiniz. İnsan kalpsz yaşayamaz, topluluklar da iktidarsız yaşayamaz. O halde halkın başına biri geçecektir. O da en kuvvetli kim ise onun iktidara geçmesi şeklinde olacaktır. Dolayısıyla, iktidar güçlünündür. Sonra, topluluk oluşturmak için ortak dile ihtiyaç vardır. Öyleyse, insanlık kırallıklar tarafındanyönetilecektir.

Biz de ulusal devleti kabul ediyoruz. Ama yönetimi kuvvetli olan krala değil de, halk tarafından kuvvetli kılınan seçilmiş başkana verilmesi esasını getiriyoruz. Bir defa kuvvetli olan kimseden o kuvveti almak kolay değildir. O halde çocuklarından birine geçemsi de normaldir. “İnsanlık Anayasası” bu görüşü benimsemektedir. Halkın temsilcisi olan ilmî şûra üyeleri sıralama usûlü ile seçilsin, halkın komutanlarına biatı ile başkan seçilsin diyoruz.

Hobbes de, halk madem itaat etmiştir, o halde fiilen onunla sözleşme yapmıştır, artık uyması gerekir diyor. “İnsanlık Anayasası”nda bu seçimin zora dayanmadan gerçekleşmesi isteniyor. Serbest göç hareketi ve göç eden kimselerin mallarının korunması, merkez bucaklarına göç için izne ihtiyaç olmaması, bu sözleşmeyi rızaya dönüştürmektedir. Evet, itaat sözleşmedir, ama ikraha dayanan sözleşme olabilir, bu önlenmelidir.

 

-Üçü de lâiktiler, üçü de monarşiyi savundular, üçü de burjuvaziye hizmet ettiler. “Üçü de ülkelerinin sorunlarını çözmek için yola çıktıkları halde, çağın burjuvazisinin amaçlarına hizmet eden yolda çalışmış oldular ve bu yolda mutlak monarşi noktasında birleştiler. Üçünün de düşüncelerini din dışı layik temellere dayandırmış olmaları anlamlıdır...”(s.383)

Sermaye tamamen farklı bir şekilde sömürü düzenini kurmaya veya Tevrat’ta vâdedilen dünya hâkimiyetini tesis etmeye doğru ilerliyordu. Her yerde aynı hedef var. Metot aynı. Sadece farklı dillerde ve farklı şekillerde savunuluyordu. Acaba bu sermayenin plânı mı, yoksa Allah’ın plânı mıydı? İşte bunun cevabını gelecek verecektir.

Eğer geleceğin dünyasında “İnsanlık Anayasası” hâkim olursa, demek ki, tüm bu hazırlıklar yerinde ve olması gereken hazırlıklardır. “İnsanlık Anayasası”nın dikilmesi için tarla hazırlatılmıştır. Yani, ilkbahar gelirse, bu bahar yaz içindir. Tersine, tüm yaz boyunca kar devam ederse, o zaman bu plânı yapanlar kendileri yapmıştır.

Bizim görüşümüze göre, artık “İnsanlık Anayasası”nın öngördüğü bir devlet ve dünya düzeni kurulacaktır. Bunun vakti gelmiştir. Bizim bu çalışmalarımız bunun teorik ve pratik hazırlıklarıdır. Hareket başlamıştır. İlk adımlar atılmıştır. Zamanı gelince hedefine ulaşmış olacaktır. İnsanlık merkezî tek sermaye sömürüsüne değil, yerinden yönetimli temsilcilerin merkezî bucaklarında insanlığa hizmet vereceklerdir.

 

-“Machiavelli İtalyan siyasal birliğinin kurulması, Bodin Fransa’da din savaşlarının önlenmesi, Hobbes İngiliz iç savaşının önlemyeniden patlak vermemesi için mulak monarşiyi çare olarak gördü. Hangi amaçla ortaya atılmış olursa olsunlar, üçünün görüşleri de burjuvazinin 16. Ve 17. Yüzyıllardaki siyasal programı olan mutlak monarşiye hizmet etti.”(s.383)

Bu ülkelerdeki bu tehlikeleri plânlayan ve yaratan da sermaye idi. Çare ve çözüm olarak İtalya’da Machiavelli, Fransa’da Bodin, İngiltere’de Hobbes olmak üzere, bunları konuşturan ve yazdıran da sermaye idi. Ulusal devlet böyle oluşacaktı.

 

a. Machiavelli: (1469-1527) Burjuva Siyasal Düşünüşünün Layikleşmesi

-Machiavelli İtalya’nın birliğini hedeflemişti. Lâik ve bilimsel araçlar kullandı. “Machiavelli’nin siyasal düşünüşünün odak noktası İtalyan birliğinin sağlanmasıdır. Siyasal görüşlerini oluşturan düşüncelerini bu amaca yönelik araçlar olarak geliştirmiştir. Bu araçlar, bujuvazinin yarattığı yeni kültüre uygun layik ve bilimsel araçlardır...”(s.383, 384)

Yahudilerin sömürü sermayesi plânını ustalıkla uyguluyordu. Önce papalık yıkılmış, sonra ortodoks düşünceler yaygınlaştırılmıştı. Şimdi sıra krallıkların oluşmasına gelecektir. Sonra krallıklar cumhuriyetlere dönüşecek, daha sonra da globalleşerek sermayenin hâkimiyetinde olmak üzere dünya tek güç tarafından yönetilecekti. İnsanlığa Yahudilik sunulmayacağına göre, “lâiklik” adı altında dinsizlik yapılacaktı. Böylece İslâmiyet’teki gerçek lâik düşünceye alternatif üretilecekti. Esasen, Avrupa’da din zaten çökmüştü. Artık sosyal fonksiyonunu icra etmekten mahrumdu. Bundan dolayı bütün bu gelişmeler olağan sayılabilirdi.

 

-İtalya’da Haçlı Seferleri sonunda oluşmuş kent yönetimleri ile, Papalığın dersteklediği feodal yönetim vardı. “Milano, Napoli, Venedik, Cenova kent devletleri yanı sıra, öteki siyasal birimler olarak birçok feodal beylik ve feodal siyasal kurum sayılması gereken Papalık Devleti vardı...”(s.384)

Feodal yönetim sadece Papalığın desteklediğ bir yönetim değildi. Ticarî hayata dayanan yeni düzen kuzeye yani kara İtalya’sına henüz yeni ulaşıyordu. Dolayısıyla yeni düzen gelemezdi. Şartlar oluşmadan önce inkılâplar bir işe yaramaz. Batılılaşma hareketi Türkiye’de 200 yıl önce başladı. Ama Batı müesseseleri ancak 50 yıldır gelmeye başladı. Batı müesseseleri sanayi toplumunun müesseseleridir. Sanayi gelmeden Batı Uygarlığı gelmez. Batı Uygarlığı kapital düzendir. Kapital düzen oluşmadan Batının düzeni gelmez. Oysa, artık “merkezî kapital düzen” çöküyor. Onun yerine “yerinden yönetimli halk düzeni” geliyor. Dolayısıyla, Türkiye Avrupalılaşma şansını kaybetmiştir. İtalya’da durum böyle değildir. Avrupa İslâm Uygarlığı’nı kopya etmiyor, İslâmlaşmıyor, kendisi yeni kuvvet uygarlığını kuruyordu. Dolayısıyla, adım adım yenilik Avrupa’ya gelmekte idi.

İnsanlık Anayasası” da Türkiye’ye böyle yeni bir uygarlık getirecektir.

 

-Machiavelli burjuva kökenlidir. Yunan ve Roma klâsik kültürünü almıştır. “Machiavelli’nin Yaşamı: Niccola Machiavelli (1469-1527) İtalya’nın Floransa kentinde, orta halli bir hukukçunun oğlu olarak dünyaya gelir. Burjuva kökenlidir. İtalya’da hümanizma eğitim programına uygun olarak, klâsik kültür, Yunan ve Lâtin kültürü edinir.”(s.384)

Bu Yunan ve Roma kültürünün bir İbrani kültürü olduğunu biliyoruz. Dorlar’ın istilâsı ile Yunanlılar İyonya, Güney İtalya, Trakya ve Kıbrıs’a göç etmişlerdi. İyonya’dakiler Lidyalılar’dan Tevrat Uygarlığı’nı, satraplık şeklinde yönetilen bu yerlerde Persler’den Mezopotamya Uygarlığı’nı gördüler. Kendileri lâik bir İbrani kültürü oluşturdular. Yunanistan’a giremeyen Yunanlılar, İbraniler’in sağladığı güvenli deniz ulaşımı sayesinde birbirleriyle ilişkilerini sürdürdüler. Kıbrıslı Yahudi Zenon’un oluşturduğu Stoa Ekolü İtalya’ya hâkim olmuştu. Machiavelli, yukarıda ifade edilenlere ek olarak, Haçlı Seferleri sayesinde Batı dünyasının haberdar olduğu İslâm kültürü ile de temas hâlindedir.. Arapça’dan Lâtince’ye tercüme edilen eserleri okumaktadır.

 

-Burjuva kökenli Medici ailesinin yönettiği Floransa, rahiplerin kurduğu cumhuriyete dönüşmüş, sonra “Onlar Kurulu” Floransa’yı yönetmeye başlar. Machiavelli 1489’da bu cumhuriyetin yazmanıdır. Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’na, Papalığa, prensliklere ve Fransa’ya elçi olarak gitmiştir. İtalya birliğini sağlamak için her şeyi meşru sayan Borgia ile tanışır ve ondan etkilenir. (s.384, 385)

Peygamberlerin dışında yenilikler yapanların hepsi, karma kültüre sahip olanlardır. Nitekim, Machiavellei de yaşadığı dönemde değişik ülkelerde elçilik yapmış ve o ülkelerin kültür birikimlerinden etkilenip yararlanmıştır.

Osmanlıların sön dönemlerinde Tanzimat faaliyetlerini yürütenlerin başında gelen Mustafa Reşit Paşa da elçi idi. Ne var ki, iki imparatorluk arasında zavallı bir elçi. Tüm fikriyattan mahrum bir elçi. Oysa, burjuvazinin bilmeden sözcüsü olan Machivellelli, İtalyan olarak İtalyan birliğini gerçekten sağlamak isteyen biridir. Mustafa Kemal da Batı dünyasının isteklerine hizmet etmiştir. Devrimleri ona göre yapmıştır, ama çalışma arkadaşlarıyla birlikte kendileri Türkiye’nin menfaatlerini istihdaf etmişlerdir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, kavmiyetçilik Batı için bir aşama idi. Asıl hedefi sermaya hâkimiyetini sağlamktı. Ama sonunda uluslar ortaya çıktı ve bu uluslar yok edilemeyecektir. Avrupa ulusları da kısa zaman sonra gerçeği görecekler ve birlikten (AB/ Avrupa Birliği) yine topluluğa (AT/ Avrupa Topluluğu) döneceklerdir. Başka türlü yaşama şansları yoktur.

Sovyet imparatorluğu çöktü... Çin ilerlema kaydedemiyor...

 

-Machiavelli Medici’lerin yeniden Floransa’ya dönmesi üzerine sürülür. Sürgünde “Prens” kitabını yazar ve Medicilere sunar. Hedefi bağışlanmak ve İtalya birliğini kurmaktır. Sonra daha çok cumhuriyet yönetimi üzerinde durduğu “Söylevler” kitabını yazar. (s.385)

Görülüyor ki, Machiavelli duruma göre yelken açıyor...

İnsanlık Anayasası” ise onbin yıllık tarihî gelişmelerin sonunda, Kur’an’a dayanılarak hazırlanmıştır. “Halk düzeni” dediğimiz “demokrasi”yi hedef almıştır. Hedefe ulaşmak için bir şeyi yıkmak değil, yapmak gerekir fikrini savunur.

Önce, “halk işletmeleri” kurulacak, “adil düzen siteleri” kurulacak...

Önce, ilimde, dinde ve ekonomide değişim olacak; sonra bunların ardından siyasî değişiklik kendiliğinden gelecektir. İlimde ve amelde, teoride ve pratikte çalışmalar bu sıra gözetilerek yürütülmelidir. Ancak bu şekilde başarılı olunabilir.

 

-“Prens” adlı kitabı ile Floransa’ya dönmüştür, ama görev verilmemiştir. Orada ölmüştür. “Prens adlı yapıtı daha sonra kendisinin Floransa’ya dönmesine izin verilmesini sağlarsa da, kendisine yeniden siyasal görevler verilmesini sağlayamamıştır. 1527’de Floransa’da ölmüştür.”(s.385)

Düşünürler etkilerini hayatlarından çok öldükten sonra gösterirler. Çünkü hayatta iken tehlikeli kabul edilirler. Yöneticiler kendilerinden daha bilgili kimselere yönetimde yer vermezler. Öldükten sonra tehlikeleri biter. Yazıları ve fikirleri ise değiştirilip istismar edilir. İktidarlara malzeme olur. Ama bu arada olumlu veya olumsuz etkileri olur. Çünkü iktidar güçleri ölen düşünürlerin fikirlerinden işlerine geleni kullanırlar. Ama bu yolla evrim gerçekleşir. Peygamberlerin durumu farklıdır. Bununla beraber onlar da istismar edilirler. Hz. Muhammed’i Emeviler ve Abbasiler istismar ettiler. Türkler de ettiler ama, bu arada İslâmiyet’e de hizmet ettiler. Bugünkü seviyeye getirdiler. Biz onların sayesinde bunları yazıyoruz. Fikirler uyur ama ölmez. Dolayısyla, her fikrî çalışma insanlığa hizmettir. Kısmen de olsa, insanlar onlardan yararlanırlar. Böylece gelişme olur. Yanlış ve ters fikirlerin de evrimde hizmeti vardır.

 

-Machiavelli, filozof olmaktan ziyade, inançsız, lâik, kadere karşı bir siyasal kuramcıdır. “Siyasal görüşlerinin gerisindeki felsefi tutumu, dinsel değerlerden arınmış layik bir burjuva dünya görüşüne dayanmaktadır...”(s.385)

Yani; sermayenin sözcüsüdür.

Belki samimi milliyetçidir. Ama inançsız bir ulus nasıl oluşacaktır?

 

-Machiavelli kaderi reddetmez, kader deyip teslim olmayı reddeder. “Machiavelli’nin Yazgıya İlişkin Görüşleri: Yazgıya nasıl göğüs gerileceğini açıklarken, ona nasıl katlanılacağını değil, yazgının nasıl “aşılacağını” anlatır... “Cüzi irade” olduğumuzu anlatmaya çalışır. Hareketlerimizin yarısını rastlantılar yönetiyorsa, yarısını da biz yönetiyoruz diye, yazgının rolünü yarıya indirir...”(s.386)

Machiavelli, kaderi doğru açıklamaktadır. Kader ilâhî projedir. Akan bir sudur. Biz akan bu suyun içinde kayığımızdayız. Suyu geri akıtamayız, mecrasını değiştiremeyiz; ama dümenimizi ayarlayarak kayalara çarpmadan ilerleyebiliriz. Kayalara çarpmışsak, o çarpma olayını da geri alamayız; ama kayığımızı onarabiliriz. Yani, geçmişteki oluşlar kaderdir, değiştiremeyiz. Gelecekte olacaklar da kaderdir. Onu da değiştiremeyiz. Ama cüz’î irademizle kendimizi koruyabiliriz. Bundan daha iyi bir açıklama bulunabilir mi?

 

-Yazgı, sırtını dine dayamış aristokratik düşüncedir, yazgıyı değiştirme ise dinsiz burjuvaziye aittir. “Yazgıya inanç, kuşkusuz yerleşmiş ve kendini dine dayamış aristokratik toplumun inancı olup, “düzeni değiştirmeye kalkmayın değiştiremezsiniz” demeye varır. Yazgıya inanmayıp olaylara insanların yön verebileceğine inanmak ise, düzeni değiştirme evresine girmiş burjuvaziye yaraşır bir dünya görüşüdür.”(s.386)

Tutucular yazgıyı korurlar, ilericiler yazgıya karşı çıkarlar demek istiyor.

İslâmiyet, tam tersine, ilericiliğin evrimin de birer yazgı olduğunu, ilerlemeyi durdurmanın mümkün olmadığını, inkılâp yazgısına uyanların hayatta kalacaklarını, uymayanların ise helâk olacağını açıklar. Kur’an da peygamberlerin hikâyelerini buna dayandırır. Biz de “İnsanlık Anayasamızı” ilâhî yazgıya, sünnetullaha veya onların deyimi ile ifade edersek, tabiat yani tabiî kanunlara dayandırıyoruz. Allah’ın evrim kanunları budur.

Dünya değişecektir diyoruz. Nasıl, çocuğun yaşı ilerledikçe akıllanması da gelişir, 15 yaşına gelince kimseyi dinemeyip kendi kendini yönetmeye başlarsa; insanın ve insanlığın yazgısı da budur. İnsanlığın yazgısı da, evrimleşerek halkın kendi kendilerini yönetmesi seviyesine ulaşmasıdır. Yani, hem güçlü bir sosyal yapı olacaktır, hem de o yapı içinde insan hür olacaktır. Sosyal yapı hürriyetini engelleyen değil, tam tersine hürriyetini daha kolay ve geniş olarak kullanan bir alanı var etmek için topluluk vardır.

Dinlerin istismar edilmesi ve tutucularca kullanılması ayrı şeydir, dinlerin öyle olup olmaması ayrı şeydir. Bâtıl veya fâsit dinlerde yapılanlar ayrı şeydir, hak ve sahih dinlerin ortaya koyduğu hakikatler ayrı şeydir. Elbette, sahih dini öğrenmeyip bâtıl inançların içinde dolaşırsanız, butlan içinde kalırsınız.

 

-Machiavelli’ye göre, insan kaderini değiştirebilir yapıya sahiptir. “İnsanların Doğası Hakkındaki Görüşleri: Machiavelli’nin siyasal düşünüşünün temelinde, demin gördüğümüz felsefi inançları yanında, insanın doğası hakkındaki görüşleri de yatar.”(s.386)

Hak dinlerin temel dayanağı, insanın cüz’î iradeye sahip olması ve kendisinin de kaderini yani geleceğini plânlayabileceğidir. Kader, Arapçada plân demektir. Kıdr, kazan demektir. Kadr, kazana konacak malzeme miktarıdır. Ölçülü malzme miktarıdır. Kader de, pişirmede uygulanacak ısıtma akışıdır. İnsana cüz’î iradenin verilmesi, insanın bir şekilde ve ölçülü oranda Allah ile birlikte kaderi tesbit etmesidir. İnsan bundan dolayı yaptıklarından sorumlu tutulmuştur. Aksi halde ceza diye bir şey olmazdı.

 

-İtalyanların yenilmesi, kendisinin sürülmesi, onu karamsarlığa götürmüş olabilir. “İtalya’nın siyasal birliğini sağlayamayıp, öteki uluslara yenildiği, kendisinin ise sürgün edildiği bir ortamda, kendisini karamsar bir dünya görüşüne kaptırmış olabilir...”(s.386)

Machiavelli, yazarın dediği gibi karamsar olsaydı, azimle mücadele etmezdi. Machiavelli karamsar değildir. Sanıldığı gibi inançsız da değildir. Azimle mücadelesini yapmaktadır. Sonunda hedefine ulaşmıştır. Bugün İtalyan ulusu ile birlikte ve İtalya devleti de vardır. Avrupa Birliği bu devleti yok edemeyecektir.

Ulus demek, aynı dili bilen halkın bir toprak üzerinde hâkimiyetlerini kurmuş olmaları demektir. Ulus olma seviyesine ulaşmış olan topluluklar, yenerler, yenilirler, ama varlıklarını sürdürürler. Nüfusları 30 ile 100 milyon arasında olmalıdır.

 

-İnsanlar bencildir, yöneticinin de bencil olması gerekir. “Machiavelli’ye göre insanlar bencildir; bu onların doğasıdır. Devlet adamının, siyasal işlerinde bu gerçeği hesaba katması, dahası, kendisinin de bu kurala uyarak bencil davranması gerekir. Yoksa bencillerden oluşan toplumda bencil olamayan davasını yürütemez.”(s.386)

İnsanlar bencildir. Bu doğrudur. Bencil olması kötü bir şey de değildir.  

Yöneticinin de bencil olması gerekir.

  1. İnsan topluluk içinde yaşamaktadır. Tek başına yaşayamaz. Bundan dolayı kişilerin kendi çıkarları ile topluluk çıkarlarını birleştirmeleri gerekir. Yoksa, topluluk yıkılınca kendileri de yok olurlar. Yöneticilerin de kamu çıkarları ile halk çıkarlarını birleştirmeleri gerekir. Aksi halde halksız topluluk olmaz.
  2. Kişiler kendileri için ne isterlerse başkaları için de onu istemelidirler. Yoksa toplulukta çıkar beraberliği doğmaz ve çıkar çatışması olur. Topluluk yıkılır. Kişiler de yok olur.
  3. Gerek kişiler gerekse yöneticiler, günübirlik yaşamlarını değil, geleceklerini düşünmelidirler. İlerideki çıkarlarını hesap etmelidirler. Şimdi ise geçmişte kazandıklarını tüketebilirler. Böylece geleceği düşünenler topluluğu da kendiliğinden düşünmüş olurlar. Çünkü kişlerin kaderi topluluğun kaderi içindedir.
  4. Kişiler çıkarcı olmalıdırlar, ama sfaişh olmamalıdırlar. Yanız zevklerine göre değil, akıllarına göre de hareket etmelidirler.

İşte kişilere bu özelliklerini dinler kazandırmaktadır. Buna göre topluluk düzenini de dinler getirmektedir. Yoksa yönetilenler bencil ve geçici zevklerin peşinde ise, yöneticiler de aynı şekilde sadece o andaki hükümranlıklarını düşünüyorlarsa, o zaman o topluluk nasıl yaşar? Bir komutan çıkar, irtica ile bin yıl mücadele edeceğim derse, o zaman düşmanları memnun eder. Çünkü irtica ile mücadele demek, din ile micadele demektir. O da Müslüman halkla mücadele demektir. Bu da ordu ile halkın arasını açar. O ülke ileride düşmanlarına kolay yem olur. Bu beyan ile komutan ordusunu o anda korumuş olur. Çünkü bu ordu bize yara milleti ile arsı açlır ve biz Türk halkını kendi ordusna krdırız der ve dokjunmazlar. Askeri bakımdan uygun bir yol. Ama uzun vadede bu yol nereye gider? Sadeve Batının sömürü emellerine hizmet eder. İslâmiyet işte bu tür taktikleri savaşta meşru sayar ama barışta meşru saymaz.

 

-İnsanlar adil olanı değil, galip geleni alkışlarlar. ““Elde etmek arzusu kadar normal bir şey yoktur ve insanlar bu arzularını gerçekleştirebildiler mi ayıplanmazlar, övülürler daha çok.”(Prens, III)”(s.387)

Kuvvetli olan var, haklı olan var. O halde dört çeşit grup var.

  1. Hem zalimdir, hem de güçsüzdür. Bu kimse sorun olmaz. Çünkü bunlar o topluluktan hemen elenirler.
  2. Zalimdir ama kuvvetlidir. İşte bunlar varlıklarını sürdürürler ve insanlığa sorun olurlar.
  3. Haklıdır ama güçsüzdür. Bu kimslerin de yaşama hakları yoktur. Ezilip giderler.
  4. Haklıdır ve kuvvetlidir. İşte Allah’ın istediği kullar bunlardır.

Bunlar ile haksız zalimler arasında ebedi savaş vardır. Kıyamete kadar sürüp gidecek olan bir savaştır bu savaş. Bazan zalim kuvvetliler, bazan haklı kuvvetliler galip gelirler. Dinler, zalim kuvvetlilerin âhirette cehenname, haklı kuvvetlilerin ise cennete gideceklerini vadederler. Böylece haklı olanlar yenilseler bile sabredecekler, direnecekler, değişecekler, kuvvetli hâle gelecekler, böylece hakkı muzaffer kılacaklardır. Âhirette de cennete gideceklerdir.

Bugünkü İslâm âlemi, yani hak düzenini benimseyen Hıristiyan ve Müslümanlar mağluptur, ama teslim olmadılar. Varlıklarını sürdürüyorlar. III. bin yılın Hak uygralığını kurma çabasındalar. Kader gereği başaracaklar.

 

-İnsanlar nankör, içten pazarlıklı, doymak bilmez kimselerdir. ““Saklamaya gerek yok, insanlar çoklukla nankör, içten pazarlıklı, ürkek, doymak bilmez yaratıklardır.”(Prens, XVII)”(s.387)

İnsanlar ikiye ayrılırlar. İnananlar Allah’a şükrederler. İnsanlara tapmazlar. İçten pazarlıklıdırlar. Allah’a teslim olmuşlardır. Onun emirlerini yerine getirirler. O da onlara iyi şeyler emreder. Doğrudur, doymak bilmezler. Ama Allah’a yaklaşma hususunda yeter demezler, doymak bilmezler. Dünya malları ise onlar için gaye değil, araçtır. İnsanların bu duygularını adalet anlayışı dengeler. Hakemlerin kararlarına teslim olanlar denge içinde yaşarlar. Sonunda zafer onların olur.

Allah’a inanmayanlar ise zulme sabretmez, her şeye karşı çıkar ve sonunda yok olurlar.

Güçlü olduğun zaman adil olacaksın. Güçsüz olduğun zaman da güçlenmek için sabırlı olacaksın. Bundan daha iyi bir gidiş ve anlayış var mıdır?

 

-İnsanlar kötüdürler, yönetici de kötü olmalıdır. “Machiavelli’ye göre insanlar kötüdürler. Başarılı olmak, kazanmak isteyen akıllı bir yönetici, gerektiğinde kötü olmak zorundadır. Kötülere iyi davranmaya çalışırsa yitirir.”(s.387)

İnanmayan insanlar kötüdürler, onların yöneticileri de kötü olur.

İnananlar iyidirler, bundan dolayı onların yöneticileri de iyi olur.

Bu böyle olduğu içindir ki, peygamberler önce halkı düzeltmişler, sonra onları yönetmişlerdir, Önce yönetici olup sonra halkı düzeltmemişlerdir. Ne Hz. Musa Fiaravun olmak istedi, ne de de Hz. Muhammed Mekke’nin yönetimine talip oldu.

“İnsanlık Anayasası”na hizmet vermek isteyenler de bunları bilmelidirler. Önce adil düzen işletmelerini kuracaklar, ahşap evler sitelerini kuracaklar, orada inananlar kendi kendilerini eğitecekler. Ondan sonra siyaset yapılacakdır.

Machiavelli yine doğru söylüyor ama haklı değildir.

 

-Prens sözünde durmayabilir. ““(Çıkarlarına aykırı olunca bir prens verdiği sözü tutmayabilir.) Bütün insanlar iyi olsalardı bu kuralı ileri sürmek doğru olmayacaktı ama hepsi kötü ve aldatıcı olduğundan, iyi olmaması prensin güvenliği için gereklidir.”(Prens, XVIII)”(s.387)

İslâmiyet, harb hâli ile barış hâlini birbirinden ayırır. Savaşta sonuç önemlidir. Takip edilen yol önemli değildir. Savaşta hile yapmak, yanıltmak, pusuya düşürmek meşrudur. Ama barışta bunların hepsi haramdır. Hukuk düzeninde ise sözde durmamak savaş sebebidir. Düzen askerî kurallarla kurulur ve korunur, hukuk düzeni ile yaşar ve gelişir. Savaş barış içindir.

Savaş hâli asıl değildir. Machiavelli’nin yanıldığı husus budur. Savaş kurallarını barış içinde savunuyor. Oysa, insanlar hukuk düzeni içinde ve hukuk düzeni için yaratılmışlardır. Savaş, o düzeni korumak içindir. Kimilerine göre barış, savaş hazırlığını yapmak için zaman kazanmaktır, kimilerine göre savaş barışın tesisi içindir.

İşte kuvvet uygarlıkları ile Hak uygarlıkları arasındaki temel mantık farklılığı budur. Kur’an tüm peygamberlerin yoluna “İslâm” yani “barış” diyor, barışa girmek demek istiyor. Ana hedef olarak barış kabul ediliyor.

 

-Kötüler arasında iyiler batar gider. ““İyi olmayanlar arasında iyi olma sevdasına kapılacak bir adam mahvolmaktan kurtulamaz. Şu halde, batmamak isteyen bir prensin gerektiğinde kötü olabilmeyi öğrenmesi şarttır.”(Prens, XV)”(s.387)

Kur’an da bu kuralı açıklıyor, ama bir istisna getiriyor. İyilik için cihat yapanlar, kurtulmakla kalmaz, başarılı da olurlar. Kötüler düzelirler. Kur’an bunun için iyi düzen iyilerindir, kötü düzen de kötülerindir diyor. İfadeyi ters çevriyor. İyi düzende iyiler olur, kötü düzende kötüler olur. Bu sebepledir ki, kötü düzende iyi olmaya değil, iyi düzen kurmaya çalışılır. İşte bu sebepten dolayı Hz. İsa şeriat getirmedi. Yine bu sebepten dolayı Mekke döneminde düzenle ilgili hiçbir düzenleme yoktur.

 

-İnsanlar anne babalarını unutur, mal acısını unutmaz. Yönetici mülkiyete saygılı olmalıdır. “Machiavelli’ye göre, insanlar en çok mala önem verirler. Yönetici de bunu bilmeli, mülkiyete karşı saygılı davranmalıdır. Bir kimsenin malını alacağına o kimseyi öldürsün daha iyi...”(s.387)

Bu duygu, dinî eğitim almamış insan için son derece normal olan bir duygudur.

Oysa, Allah’a inanan kimse için dünya malı önemsiz bir şeydir. Mülkiyet insanları devamlı çalıştırır. Mülkiyetin zedelenmesi insanları tembelliğe sürükler. O zaman da insanları sopa ile yani korkutarak çalşıştırmak zorunda kalırsınız. Sovyetler bunu yapmış ve yıkılmıştır.

 

-Mülkiyet hakkının çiğnenmesi yöneticiye nefreti ayyuka çıkarır. ““Bence mülkiyet hakkını çiğnemek kadar hiçbir şey prense karşı o kadar nefret doğurmaz.”(Prens, XIV)”(s.387)

İnsanların mallarına dokunursanız isyan çıkar. Tarih böyle gelişmiştir.

Bunu bilen Batılılar Türk halkını isyana götürmek için, yöneticilere ekonmik kriz yaratmayı öğütlüyorlar. 28 Şubat 1997’den beri Türkiye’de olan budur. Başbakan Adnan Menderes, Türkiye’yi kalkındırdı ve halkı zengin etti diye astılar; SüleymanDemireli, Turgut Özal’ı, Tansu Çiller’i ve Necmettin Erbakan’ı halka refah getiriyor diye iktidardan indirdiler. Siyasi haklardan mahrum ettiler.

Halkımız sabırlıdır. İsyan etmiyor. Türk halkı yöneticilerine isyan etmez.

Bir de, iyi kötü halk ekonomisi vardır, kendilerini geçindiriyor.

 

Machiavelli’nin Siyasal Görüşleri

-“Siyasal görüşlerini daha çok Prens adlı yapıtından bir bir inceleyecek, sonra Söylevler adlı yapıtında öne sürdüğü düşüncelerini göreceğiz.”(s.387)

“Prens”de mutlakiyetçi olan Machiavelli, “Söylevler”de cumhuriyetçi olmuştur.

 

-Prens’de mutlak monarşiyi önermektedir. Bunun için Papalıkla, feodal beylerle ve burjuvazinin oluşturduğı ama şimdi kaldırmak istediği site devletleri ile uğraşmak zorundadır. “Ulusal devletin kurulması, İtalyan birliğinin sağlanması yolundaki burjuva eğilimini dile getirir. Kısacası amacı, İtalyan birliğinin sağlanması; İtalyan birliğinin sağlanması için gereken araç olarak gördüğü şey ise, “mutlak monarşi”dir...”(s.388)

Sermayenin bazı buluşları vardır. İnsanlığı bu buluşlar sayesinde sömürmektedir.

Bunların başında uygun olan insanları bulur, kendi çıkarlarına uygunsa onu destekler. Bu desteklemeyi günümüzde “basın” yani bugünkü deyişle “medya” yoluyla yapmaktadır. Görüşlerine uygun yayın yapanı uzaktan destekler. Reklâm ilânlarını verir, gaztesini tirajlı göstermek için satın alıp yakar. Böylece o kişi kendi kazancı ve sermayenin gayesi için onun emrinde çalışır. Ne zaman ona ne uygunsa onu destekler.

İkinci bulduğu silah da “kaşılıksız para”dır. Kâğıdı basarak dünyayı silâhsız ve tahsiladarsız vergiye bağlamıştır. Bu buluşu sayesinde tüm insanlığı kendisine ırgat yapmıştır. Machiavelli de bunlardan biridir.

 

-Papalık İtalyan birliğini kurmayı önleyen bir kurumdu, ama birliği kuracak güçte değildi. (s.388)

Sermaye Papalığı sindirip İtalyan birliğini önce krallara kurduracak, sonra yönetim şeklini cumhuriyete çevirecek, ondan sonra Avrupa Birliği’nde yok edecek.

Machiavelli buna hizmet etmektedir.

 

-Söylevler’inde diyor ki; “Dizsizliğimizi kiliseye borçluyuz. Ülkemizi kilise böldü ve bölünmüş kalmasını istiyor.” “İtalya’nın hiçbir zaman bir önder buyruğunda toplanmamasının sebebi, ne tüm İtalya’yı kendi yönetecek kadar güce sahip bulunan ne de herhangi bir başka gücün bu egemenliği kurmasına imkan veren kilisedir.”(Söylevler, I. 12)”(s.388)

Medeniyetler yaşlandıkça kurallar da eskir, yeni hayata uymaz olur. Böylece dinin işe yaramdığını görem halk dinden uzaklaşır. Mesela, namaz esasında çalışma ve yaşama saatlerini düzenleyen müessese iken, sanayi devrimi ile namaz çalışma ve yaşama düzenini bozan müessese oldu. Bunun için kiliseler ve camiler boşaldı.

İnsanlık Anayasası” ibadetleri ve şer’î hükümlerini tekrar aslî fonksiyonuna çevirince, halk mabetlere gelmekte yarar göreceği için din eski gücünü yeniden elde edecektir. Din, lâik düzen içinde bu gücünü elde edecektir.

 

-Machiavelli dine değil, Papalığa karşıdır. Dinin gücünü bilmekte, yöneticinin dindar olmasa da dindar görünmesi gerektiğini söylemektedir. (s.388)

Bu kuralı çok iyi bilen Batılılar, Türkiye’de tam tersini yaptırmaktadırlar. Bundan dolayı kimi yöneticiler dindar olsalar da dinsiz görünürler. Böyelece Batı’nın şerrinden korunurlar. Zaman kazanmak için, 80 yıl önce nüfusumuz 12 milyon iken, böyle bir siyasi takiyye düşünülebilir. Oysa, şimdi 70 milyon nüfusa eriştikten sonra, dindar oldukları halde hâlâ dinsiz görünüp din düşmanlığını yapan zavallı yöneticilerimize acaba ne denir?

 

-İtaatin kaynağı dindir. “ “Çünkü din prensle yurttaşlar arasında en kuvvetli bağdır. Prensde din duygusunun yokluğu, itaat etmemek için ileri sürülebilecek en haklı, en doğru görünen bahanedir.”(Prens, XVIII)”(s.389)

Çünkü dinler mutlak itaati emreder. Ya ülkeyi terk et, yahut itaat et der. Yöneticileri uyar ama isyan etme der. Uyarmakla, din adamları halkın nezdinde itibar kazanırlar, halkı itaata dâvetle de yöneticiler nezdinde itibar kazanırlar. Böylece din halk ile yöneticileri arasında bir bağ oluşturur. Buna bağlı olarak da karşılıklı sevgiye ve saygıya dayanan bir yönetim oluşur.

Dinlere dayanmayan topluluklarda ise yönetim zora dayanmaktadır ve bu da bir asır kadar varlığını sürdürmektedir. Ne var ki, bunlar sermayenin attığı adımlardır. Önce din adamlarını yıkacak, sonra amansızca dine saldıracaktır. Yani, siyasette krallık ve cumhuriyet, sermaye için kendi imparatorluğuna giden yolda birer basamaktır. Kilisesiz din, sonra tanrısız din, kendi sömürü düzenine basmaktır.

Gerçekte ise, bütün bunlar Allah’ın insanlığı “İnsanlık Anayasası”na götüren aşmalardır. Yıkacağız derken, daha güçlünün temellerini atıyorlar. Onlar ilmi kendileri için geliştirdiler; biz de onların geliştirdikleri ilmi Kur’an’ı daha iyi anlamak için kullanıyoruz.

 

-Machiavelli dindar değildir, dini amacı için kullanmaktadır. (s.389)

Machiavelli değil ama, sermaye din düşmanıdır.

Ancak, şimdilik dini basamak olmak üzere araç olarak kullanmaktadır.

 

-“Dinimiz mutluluğu alçak gönüllülükte ve dünyevî nesneleri hor görmede buluyor... Diğer dinler ise ruh ululuğunu ve beden gücünü iyi görüyor... Bizim dinimiz ülkeleri zayıflatmıştır”(Söylevler, II. 2)” (s.389)

Machiavelli’nin “diğer din” dediği “İslâmiyet”tir. Dinsiz değil, İslâmış bir dinin arkasındadır. Machiavelli İncil’in haber verdiği kurtarıcının İslâmiyet olduğunu bilerek söylüyor bunları. Ama sermaye bağımlısıdır. Daha ileri gitmesine imkân yoktur.

 

-“Machiavelli’yi aristokrasinin dinsel kültürüne ve dinsel düşünüşüne karşı burjuvazinin kendini dinden ve dinsel ahlâkın bağlarından kurtarmış pozitivist, pragmatik ve lâik görüşlerinin temsilcisi sayabiliriz.”(s.389)

Pozitivizm, tüme varım yoludur; rasyonalizm, tümden gelim yolurud. Pragmatizm, ilmin amel olması ilkesidir. Lâiklik, dinde zorlama olmaması ilkesidir. Tamamen İslâmiyet’in geliştirdiği bu ilkeleri, Batı dünyası tümden gelimi inkâr ederek ateizme doğru gitme şeklinde anlamıştır. Pragmatizmi çıkarcılık olarak anlamıştır. Lâikliği de dinsizlik olarak anlamıştır. Çünkü sermaye böyle istiyordu. Avrupa’nın huzurlu bir uygarlığı kurmasını istemiyordu. Dünya üzerindeki sermaye sömürüsüne böyle devam edebilirdi.

Machiavelli böyle düşünmüyor, bu müesseseleri İslâmiyet’in anladığı gibi ele alıyordu.

 

-Machiavellı feodal beyleri de İtalyan birliğne engel saymaktadır. “Machiavelli, feodal düzenin layik kanadı olan derebeyliklere de karşıdır. Bu kurumları, İtalyan birliğinin önündeki engeller olarak görmekten öte, derebeyliğe karşı olumsuz yargılara da sahiptir.”(s.389)

Feodal beylikler İtalyan birliğine mâni değildir. Yeter ki anayasada beylerin yetkileri ile kralların yetkileri kesin olarak ayrılsın, yerinden yönetimle merkez arasında denge kurulsun.

Machiavelli bunu bilmediği için feodal beylikleri ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bu bilgisizlik de Avrupa’yı asırlarca kana boyayacaktır.

 

-Halk derebeylerden nefret etmektedir, derebeyler halkı ezmektedir. ““Devleti bölebilecek öğeler iki noktada toplanır, derebeylerin amansız idaresine karşı halkın nefreti, derebeylerdeki halkı yönetmek ve ezmek arzusu...”(Prens, VII)”(s.389)

İyi idarede halk yöneticilere itaatlidir, yöneticiler de halkın sadık hizmetçileridir.

Kötü idarede halk yöneticilere karşı çıkmakta, yöneticiler de halkı ezmektedir.

Sistem olarak biri sevgi ve saygıya, diğeri nefret ve korkuya dayanır.

Hak medeniyetleri ile kuvvet medeniyetleri arasındaki ayırım budur.

 

-Prensler aristokratlarla yaşamak zorunda değildirler, halka dayanmaları gerekir. “Prenslerin aristokratlarla yaşamak zorunda olmadıklarını... Prensin feodal beylere, aristokratlara değil, halka dayanması gerektiğini ekler.”(s.390)

Masumane görünen bu ifadenin altında özel bir hedef gizlenmi,ş bulunmaktadır. Prenslerin feodal beyleri bırakıp burjuvazi ile işbirliğini önermektedir. Böylece birlik dağıtılacaktır. Bugün de ABD sömürü sermayesi ile işbirliği içindedir. Yönetim isterse onların işini bir gecede bitirir. Ama sonra kendisi de biter. Çünkü ABD’nin dünya hükümranlığı, sömürü sermayesinin bekçiliğini yapmış olmasından dolayıdır.

 

-Machiavelli’den önce düşünürler görüşlerini hep dine dayamışlar, olanı değil de olması gerekeni ele almışlardır. “Siyasal Düşünüşü Layikleştirmesi ve Bilimselleştirmesi: Machiavelli siyasal düşünüşte bir dönüm noktasıdır. Ondan önceki tüm düşünürler kendilerini dinsel düşünüşün etkilerinden kurtaramamışlardır...”(s.390)

İnsanlar inanca ve ilme dayanırlar. İlmin olmadığı yerde inanç hâkimdir. İbrahimî dinler insanların inançlarını ilme dayandırma çabası içindedirler. Yani, insanlar inanacaklar ama ilmin verilerine inanacaklar. Kâinatı ve insanları ilimle tanıyacaklar, Kâinatı var eden ve insanları yaratan Allah’a inanacaklar. Bunun için bu mantığın gelişmesinden ziyade ilmin gelişmesi gerekmektedir. İşte İtalya’da İslâm’ın etkisiyle öğretiler gelişince, müsbet düşünce de yagınlaşmaya başlamıştır.

 

-Machiavelli siyasal erkin Tanrı’dan değil de kuvvetten geldiğini görmüş ve siyasette lâik düşünmeye başlamıştır. “Bu nedenle Machiavelli, günümüz siyasal biliminin de kurucusu sayılır. Onun bu layik ve bilimsel tutumunu, siyasal olaylarda yazgıya pek söz hakkı tanımayışında gördük...”(s.390)

Zavallı mantık! Kuvveti veren kimdir? Siyaset erki elbette Tanrı’dan geliyordu. Çünkü kuvveti veren Allah idi. Madem ki Allah onu kuvevtli kılmışdır, bu kaderdir, biz ona itaat edeceğiz mantığı geliştirilmiştir.

Oysa, İslâmiyet’te de siyasal güç Allah’tan geliyordu; ama Allah ona güç verdiği gibi bize de güç verebilir. Yeter ki O’nun dediklerini yapalım. Gerçek de budur.

 

-Machiavelli’ye göre, amaç yüksek olunca her araç meşrudur. “Machiavelli’nin Makyavelizmi: İtalya’da başarıya ulaşmak için her yola, her araca başvurulan siyasal gerçeği yalnız kavramakla kalmamış, bu gerçeği olduğu gibi benimsemiştir... Kendini yüksek bir amaç ardında görmektedir. Bu yüksek amaç, İtalyan birliğinin sağlanmasıdır... Bu amaca ulaşmak için her türlü aracı yasal (meşru, mübah) görmektedir.”(s.390)

Her şeyden önce dinlere göre, amaç yüksek olsa da, amaca meşru yoldan ulaşmak gerekir. Meşruiyetin sınırı kısas ilkesidir. Seni öldüreni öldürürsün. İkincisi de, ulusal çıkarla site çıkarları arasında ne fark vardır? İkisi de bencil çıkardır.

Sermaye şimdi ona kutsallık vermiştir.

İnsanlık çıkarı dahi bencillik çıkarıdır. Yüksek çıkar Kâinat’ın çıkarıdır, yani Tanrı’nın düzenine hizmettir. Bunun dışındaki her söz aldatmacadır.

 

-Meşru amaç için her yol meşrudur. İtalyan birliği için her şey yapılabilir. “Siyaset sözlüğünde “Makyavelizm” olarak bilinen kavram, Machiavelli’nin Prens’inde ortaya koyduğu bu ahlâk anlayışının, “amaca ulaşmak için her türlü araca baş vurmanın uygun olacağı” anlayışının adıdır...”(s.391)

Askerliğin kuralı da budur. Meşru düzenin kurulması için her yol meşrudur. Çünkü meşru düzen yoktur. Kur’an, haramlar kısas iledir diyor.

Machiavelli tarafından burada meşru amaç olarak İtalyan birliğinin seçilmesi yanlıştır. İtalya’da birliğin değil de, meşru düzenin tesis edilmesi amaç olarak seçilmeliydi. O da ilâhî düzen, tabiî düzen, ilmî düzen olmalıydı.

 

-Düzen ikna yoluyla değil, silahla sağlanır. “Makyavelizminin bir uzantısı olarak, başarının koşulunun iknadan çok zora başvurmak olduğunu söyler: “İkna yoluyla hiçbir zaman başarı sağlanamaz. Kimseye bağlı bulunmayanlar, zorlama gücüne sahip olanlar, hemen her zaman muvaffak olurlar. Silahlı peygamberlerin zaferlere ulaşmış, silahsızların yenilmiş olmaları bundandır.”(Prens, IV)”(s.391)

Topluluk mıknatıs gibidir. Nüfus olarak topluluğun onda biri (1/10) sağ kutup, onda biri de sol kutuptur. Halk ortadadır, hangi taraf kuvvetli ise onun yanındadır. Halkın kuvvetlinin yanında olması, onun sadece kokmasından ileri gelmemektedir. Kendisi kuvvetli olanın koruyacağını (oruyabileceğini) bildiği için onun yanındadır.

Machiavelli’nin silahlı peygamber dediği İslâmiyet’tir.

Oysa, İslâmiyet silahla değil, ikna yoluyla başarı elde etmiştir. Silah zoru ile başarı sözkonusu olsaydı, şimdi İslâmiyet veya Hıristiyanlık değil, İskenderlik dini (Büyük İskender) dünyaya hâkim olacaktı. İnsanların %5’i ikna yoluyla yola getirilir. Bunlar karşı tarafta olan %10’u yenerler. Halk bunların yanında sevinerek yer alır. Kuvvete ihtiyaç vardır ama halkı zorla ikna etmek için değil de, halkın inanma hürriyetini sağlamak için.

“Fitne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar savaşın.” âyeti bunu ifade ediyor.

 

-“Bu düşünceleri ile Machiavelli, Zor Üzerinde Düşünceler adlı yapıtın yazarı, 20. Yüzyıl düşünürü Georges Sorel’i, onun kanalıyla da İtalyan faşistlerini etkilemiş olabilir.”(s.391)

Fikirlerin kaynağı sömürü sermayesidir. İtalya’da faşizmi tezgâhlayan da onlardır. Bu yolla müstemlekeciliği yıkacak, sermaye aracısız dünya ekonomisine hâkim olacaktır.

 

-İtalyan birliğinin sağlanması için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Hedefe ulaşılacak davranışlar mühim değildir. “İtalya’yı birliğe ulaştıracak başlıca araç mutlak monarşidir, yetkisi sınırsız olan bir prenstir... Prensi bu yolda bağlayan hiçbir sınıf, hiçbir kimse, hiçbir yasa, hiçbir ilke olmamalıdır.”(s.391)

Kur’an’a göre askerlikte durum budur. Savaşa girmeden önce tüm hukukî yollar ortya konmalıdır. Ama savaş başladı mı hukuk biter, artık ana hedef zaferdir. Eğer komutanın ölümü bile zaferi getiriyorsa, komutan feda edilmelidir. Zafere mutlaka ulaşılmalıdır.

İtalyan birliği için bu gerekli midir? Tabaiî ki, burjuvazi öyle istediği için gereklidir. Gerçekte ise ancak savaş durumunda her şey meşru hâle gelir.

 

-Yönetimi krallık ve cumhuriyet olarak ele alır ve krallığın elde edilmesini anlatır. (s.391)

Machiavelli, İbni Haldun’dan 250 sene sonradır. İbni Haldun iktidarı asabeye dayandırmıştır. “Mukaddime”siyle ilk sosyoloji kitabını yazmıştır. Hâlâ ders kitabı olarak okunabilir. Machiavelli onun çömezidir.

 

-Machiavelli tarihten örnekleri İtalyan birliğini sağlamada yarayışlı olanları seçmiştir. “Sabine, (Siyasal Düşünceler Tarihi; 2, s.12) onun tarihsel bir kültür edindikten sonra, genellemeler yapma gibi bilimsel bir tutum izlemeyip, tarihten İtalya’nın birleştirilmesi düşüncelerini destekleyecek örnekler seçtiğini söyler ki, doğru görünüyor.”(s.392)

Oysa, İbni Haldun tüm tarihin yorumlanması için, tarih ilminin eleştirilmesi için “Mukaddime”yi yazmıştır. Batı dünyası İbni Haldun seviyesine bugün bile ulaşamamıştır. Çünkü sermayenin emrindedir, müsbet düşünme özgürlüğüne sahip değildir.

 

-Türklerden bahseder, Yunanistan hakimiyetini iskân politikası ile açıklar ve Osmanlıları tüm halkın köle olduğu bir imparatorluk olarak düşünür. “Verdiği örnekler arasında Türkler de geçmektedir. Türkler’in Yunanistan’ı ellerinde tutuş nedenlerini, buraya kendi halkından kimseleri yerleştirmesinde bulur. Sonra Herodotos’un İran için söylediklerini, Osmanlı İmparatorluğu için yineleyerek, mutlak ve sınırlı monarşilere örnekler verirken, bir hükümdarın yönettiği, tüm yöneticilerin köle olduğu mutlak monarşi düzenine örnek olarak Türk monarşisini gösterir.”(s.392)

Batı Osmanlıları bu kadar anlar!

Osmanlıların zaferi, şeriatın getirdiği adaleti tesis etmeleridir. Osmanlı yönetimindeki halkın sosyal ve ekonomik yaşayışlarının, diğer yönetimlerden üstün olmasıdır. Pers İmparatorluğu için de aynı şey söylenebilir.

Machiavelli’nin en önemli hatası, Türklerin yönetimindeki halkı köle zannetmesidir. Osmanlılarda halk köle değ,ldir, reayadır; yani yönetilen kimselerdir. Bu yönetim şekli İslâmiyet’e aykırı bir anlayıştır, ama bu yönetim böyledir.

Padişahın “kullarım” dediği kimseler halk değil, devlet görevlileridir. Devlet eskiden kölelerle yönetildiği için devlette görev alanlar, fiilî köleliği kabul etmiş olurlar. Osmanlılar ulusal devlet kurmamışlardır. Dolayısıyla Machiavelli’nin benzetmesi hatalıdır.

 

-İtalya paralı asker kullanmamalı, millî ordu oluşturmalıdır. “İtalya’nın yenilmesini paralı askerler kullanmasında bulur... Ulusal devletler ulusal ordular kullanmaktadır. Machiavelli ulusal ordular kurulmasını öğütler.”(s.392)

İslâmiyet’te paralı ordu yoktur. Ordular halktan yani vatandaşlardan oluşmaktadır. Hattâ, savaş araçlarını da vatandaşlar kendileri getirmektedirler. Savaş ganimeti, savaşanlar arasında atlılara (mekanize birliklere) iki misli verilmek suretiyle bölüşülür. Paralı asker tutulmaz. Ancak, isterlerse savaşa yabancılar ve kadınlar da katılabilirler. Bunlar da ganimetten pay alabilirler, ama eksik alırlar. Kölelerin ganimeti efendilerine ait olur.

Osmanlılardaki yeniçeri askerleri, Abbasilerin hassa ordusundan veya Sasanilerin köle ordularından mülhem olabilir. Bu ordu dış zaferlerden ziyade, iç isyanları bastırmak için kullanılmaktadır. Böylece Machiavelli Osmanlı yeniçeri ordusunu taklit etmektedir.

 

-Prens halka hem kendisini sevdirmeli, hem de korkutmalıdır. Tercih sözkonusu olursa korkutmayı öne almalıdır. “Nedeni ise, korkunun altında akıldan hiç çıkmayacak olan ceza yatarken; sevginin çıkar hesapları karşısında tutunamayacağıdır. Ancak, prens korkunun dozunu kin yaratacak derecede artırmamalıdır.”(s.392)

Yönetimin görevi, haklıyı kuvvetli kılmaktır. Mazlumu koruyarak sevdirmek, zalimi korkutarak sinidrmektir. Kimin zalim olduğunu, kimin mazlum olduğunu yalnız hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı belirleyebilir. O halde yönetici yargının emrinde olmalıdır.

Ne var ki, zalimi korkutamayan yöneticiler zalimlerle bir olur ve mazlumları birlikte ezerler. İşte o zaman da o yönetim eşkıya olur. Rüşvetin yaygınlaştığı ülke böyledir. Rüşvet verenler sermaye yöneticileriyle bir olup halkı ezmeye başlarlar.

Bu sebepledir ki, Türkiye’deki sömürü sermayesinin taraftarı olanlar enflasyona taraftar oldukları gibi, rüşveti de meşrulaştırmakta ve desteklemektedirler. Demokrat Parti’den itibaren, elli yıldır yönetimde olan siyasal iktidarlar hep böyle yapmışlardır. Halkın oyları ile iktidar olur, ondan sonra da Batı’nın faizli sermayesi ile bir olup halkın kanını emerler.

 

-Prens iyi insan görünümünde olmalı, kurnazlığı bilmelidir. “Prensin başarılı olabilmesi için hem güçlü, hem dalavereci (kurnaz) olması; hem aslan, hem tilki postuna bürünmesi gerektiğini öne sürer...”(s.392)

İnsanlık tarihinde, Kutatgu Bilig ve Nizamülmülk gibi İslâm düşünürleri buna benzer önerilerde bulunmuşlardır. Siyaseti bilmek, herkese kendi siyaseti ile cevap vermek gerekir. Kurnazlara karşı kurnaz olmak gerekir. Ama sadık vatandaşlara karşı da kurnazlık yapılırsa, o topluluk yaşamaz. Bundan dolayı siyaseti dengeli bir şekilde yapmak gerekir.

 

-Medici ailesini İtalya’yı birleştirmeye çağırır. “Prens adlı yapıtına son verirken, Medici ailesine seslenerek, İtalya’nın birleştirilmesi için ellerine tarihsel bir fırsat geçtiğini, bunu harcamamalarını söyler.”(s.392)

Din adamlarının ve düşünürlerin gayesi iyi işlerin yapılmasıdır. Kimin yapması önemli değildir. Önemli olan yapılmasıdır. İtalyan birliğinin kurulması için her çareye başvuruluyor.

Nitekim, Mustafa Kemal de İstiklâl mücadelesinin başlangıç aşamasında, gayemiz saltanatı ve hilâfeti kurtarmaktır demiştir. Askerlikte bu tür sözleri söylemek meşrudur. Günü gelince uyma zorunluğu yoktur. Çünkü iktidar kimsenin değildir. Günün icapları ne gerektiriyorsa o yapılır. Bunun gayri meşru olması gerekmez. O gün saltanat ve hilâfetin kurtarılması sözkonusu idi. Saltanattan kastedilen devletti, hilâfetten kastedilen de İslâmiyet’ti. İkisi de kurtarılmıştı. Ama bu elbette Osmanlı Hanedanı’nın kurtarılması demek değildi.

 

-Titus Livius 142 kitaplık tarih yazmıştır. “Titus Livius, Roma tarihini yazan Roma tarihçisidir. 142 kitaplık Roma tarihinden ilk 35 kitabı kalabilmiştir. Bu 35 kitaptan, Roma’nın cumhuriyet dönemlerini anlatan ilk 10 kitabını ele alan Machiavelli, Livus’un yazdıklarını açıklarken, kendi siyasal görüşlerini sunar.”(s.393)

Machiavelli Medici ailesinden ümidini kesmiş olmalı ki, cumhuriyete geçmiştir. Aslında sermayenin istediği de budur. İtalya ulusal devleti kurulsun, sonra cumhuriyet olsun, sonra papalıktan ve beyliklerden kurtarılmış olan ülke sermayenin yönetimine girsin. Ama sermaye çıkmazdadır. Avrupa Birliği oluşunca sermayeye yer kalmaz. Çünkü Avrupa nasyonal sosyalisttir. Teorisini bilmektedir.

 

-Machiavelli, “Prens” kitabında monarşi, “Söylevler”de cumhuriyet üzerinde durmuştur. (s.393)

Cumhuriyet, eğer ekseriyet yönetimi ise dengesizdir, eğer merkezî yönetim ise aristokratiktir. Sermaye ile askerler birleşir, devleti aristokratik sınıf olarak yönetirler. Generaller hayatlarında rahat ederler, zenginler de soy olarak rahat ederler. Yapılan sözde seçimleri göstermelik olarak yapmaya başlarlar. Yönetim işbirliği içinde böyle sürer gider.

Krallıkta efendi bir tanedir, cumhuriyette yüz tanedir.

İnsanlık Anayasası” bir mesnedi olmayan krallığı elbette savunmaz.

İnsanlık Anayasası” cumhuriyet taraftarıdır, ama cumhuriyet yönetimindeki “ekseriyet sistemi”ne değil de, “yerinden yönetimli nisbî sistem”e taraftardır.

 

-“Prens, İtalyan birliğinin sağlanması aşamasıyla ilgili “özel” bir kuramdır. Buna karşılık, Söylevler, Machiavelli’nin genel siyasal kuramını, genel siyasal görüşlerini veriyor görünür.”(s.393)

Zamanla insan kendi dar dünyasından çıkar ve geniş görmeye başlar. Zamanla insan yanlışlarını düzeltir. Machiavelli de bunu yapmış olmalıdır. Hayatında yaşadıklarına ve yazdıklarına baktığımızda bunu görebiliyoruz. Daha çok İbni Haldun’a yaklaşmıştır.

 

-İnsanlar teker teker yaşıyordu. Birleştiler ve topluluk oluştu. En güçlü olan onları savundu. Sonra en akıllıyı seçtiler. Sonra yönetici soy ile gelmeye başladı. Aristokratlar yönetime el koydular ve zamanla onlar da bozuldu, oligarşi doğdu, Sonra cumhuriyet oldu ve o da bozuldu. (s.393)

İbni Haldun’un “Mukaddime”sinde bu evrimlere benzer evrimler vardır. Yunan filozofları da benzer şekilde anlatımlarda bulunmuşlardır. Burada önemli olan temenniler değil de, tarihî olgu anlatılıyor. Machiavelli İbni Haldun ekolüne katılıyor.

 

-“Görüldüğü gibi, onun bu düşünceleri, bir özgünlük (orijinallik) taşımaksızın, Eski Yunan’ın ve Roma’nın “yönetimlerin dolaşımı” kuramının yenilenmesidir. Şu farkla ki, çokluk yönetimine Eski Yunan’da “demokrasi” denirken, Machiavelli buna “cumhuriyet” diyor.”(s.393)

Demokraside halk yönetimi var, cumhuriyette çoğunluk yönetimi var. Ama Yunanlılar demokrasiyi çoğunluk yönetimi olarak anlamışlardır. Oysa, demokrasi Mezopotamya’daki site yönetimlerinden gelme bir anlayıştır. Orada parmak hesabına dayanan bir demokrasi yoktur. Parmak hesabı ile demokrasi olmaz, sadece aradaki güçlerin oyunu olur.

Halkı ikiye böleceksin. Bir fazla parmak karar almaya yeterli olacak, o parmağı da sermaye hareket ettirecek. Bu oyunun adı da “demokrasi” olacak! Oynanan oyun budur.

 

-Machiavelli, Roma Cumhuriyeti’ni anlatırken onu savunur. Cumhuriyet düzeninde devlet yönetimine prens, soylular ve halk katılacaktır. Karşılıklı denetleyeceklerdir. “Roma anayasa düzeninden etkilendiği için olacak, “denge ve denet” ilkesini de açıkça savunmuştur... Onun cumhuriyet dediği yönetimin demokrasiden çok “karma anayasa” (karma yönetim) olduğu anlaşılıyor.”(s.393, 394)

Her şeyin esası dengedir. Denge deyince, onu geri getiren kuvvettir.

İnsanlık Anayasası” tamamen denge üzerine kurulmuştur. İşte bu sebepten dolayı “Adil Düzene Göre” başlığı konmuştur.

Ordular birbirleriyle dengelenmiştir. Ayrıca, ordu jandarma kuvveti ile dengelenmiştir. Dayanışma ortaklıkları çoklu sistem içinde dengelenmiştir. Bakanlar kurulu yargı dnetimi ile dengelenmiştir. Başkanlık hakemliğe dönüştürülmüş ve denge korunmuştur.

 

-“Ona göre, halk kalabalığı prensten daha bilge ve daha kararlıdır...”(s.394)

Monarşideki fikirlerini değiştirmiştir. Çünkü fikrleri başarıya ulaşmamıştır.

Bizim denemelerimiz de ekonomi bakımından başarısız olmuştur. Çünkü sisteme inanmamış kimselerle denemeler yapıyoruz. Herkes birbirini kandırıyor ve sadece o andaki durumunu düşünüyor. Bundan dolayı şimdiye kadar başarılı olamadık. Sistem hâlâ mü’minlerini bekliyor. Onlar gelmedikçe başarı da gelmeyecektir.

 

-Machiavelli, kimine göre monarşiden, kimine göre cumhuriyetten yanadır. “ “Prens” ile “Söylevler”i Uzlaştırma: İki yapıtında farklı görüşleri savunduğu için, çeşitli yazarlarca farklı yorumlanmıştır. Kimi yazarlar onun monarşiden yana, kimileri de demokrasiden yana olduğunu söylerler.”(s.394)

Bizim değişmez dayanağımız olarak bir kitap vardır; Kur’an. Diğer bütün kitaplar, sadece bu kitabı daha iyi anlamak içindir. 1400 yıldır hiç şaşmadan ve değiştirmeden hep aynı merkezde dolaşıyoruz. Onu Allah’ın sözü olarak kabul ediyoruz ve onda hata olmadığına inanıyoruz. Görüşlerimiz evrimleşiyor ama merkez değişmiyor.

Kur’an açıkça “cumhuriyet” veya “krallık” diye bir yönetim belirtmiyor. İçtihat ve biat sistemini belirtiyor. Halk eğer bir hanedana biat ediyorsa, onu seçiyorsa, onu yasaklamıyor. Ama böyle bir zorunluk da getirmiyor. Halk kendi yönetim sistemini ve yöneticilerini kendisi seçiyor. Kendi seçtiği yöneticilerine itaat ediyor. İtaat etmeyecekse orayı terk ediyor.

Biz ne yapıyoruz? Bizim için en iyi ne ise onu içtihat ediyoruz. Başkaları da başka türlü içtihat ederler. Ama bir şeyden ayrılmazlar; o da, halkın istediği kimse iktidar olacaktır.

Machiavelli, açıkça görüldüğü üzere hayatında görüşlerini tamamen ters çevirmiştir. Acaba çağımızda yaşasaydı, marksist mi olacaktı, yoksa kapitalist mi?

 

-“Burjuvazinin 16. Ve 17. Yüzyıllardaki siyasal tutumu anımsanacak olursa, Machiavelli’nin, iki yapıtında ileri sürdüğü düşünceleriyle, burjuvazinin bu yüzyıllardaki tutumunun tipik bir örneğini verdiği görülecektir.”(s.394)

Yazılanlar doğru mu? Doğruysa, çağımızda bile hâlen en büyük siyasal kuramcı ve düşünür kamul edilen Machiavelli, tek kelimeyle “Makyavelizm” olarak ifade edilen felsefesini kendi yaşam biçimi için de aynen uygulamıştır. Demek ki, bu açıdan bakıldığında, Macihavelli bir düşünürden çok, sermayenin bir sözcüsü veya avukatından başka bir şey değildir.

 

-Burjuvazi feodal düzeni monarşi ile yıkıyor, ondan sonra monarşiyi de yıkarak kendisi ulusal düzenle yönetmeye başlayacaktır. Dolayısıyla Machiavelli’de tutarsızlık değil, kurnazlık vardır. “16. Yüzyılda burjuvazi, aristokratik siyasal düzenin saf dışı edilip, ulusal çapta siyasal birimlerin kurulmasını istememiş midir? Machiavelli de bunu istemiştir. Burjuvazi bunun mutlak monarşiler aracılığı ile gerçekleştirileceğini görmemiş midir? Machiavelli de bunu görmüştür. İtalya’nın ancak mutlak monarşi ile ulusal birliğini kurabileceğini sezmiştir. Prens’i bu amaçla yazmıştır... Mutlak monarşi de bu görevini tamamladıktan sonra saf dışı edilecek ve toplumu yönetmeye, burjuva kent devletleri meclislerinde olduğu gibi burjuvalar, ama ulusal çapta meclislerden yönetmeye aday olacaklardır. Bu nedenle İtalyan birliğinin kurulması için mutlak monarşiden, ama uzun dönemde, burjuvaziyi dolaysız iktidara getirecek cumhuriyet yönetiminden yana olmasında şaşılacak ve tutarsız bir durum sözkonusu olamaz.”(s.394)

Aslında kent yönetimleri de böyle bir aşamadır. Önce feodal yönetimi kent meclisleri ile bertaraf edecek, sonra monarşi ile kent devletini de ortadan kaldırıp ulusal sermaye yönetimi getirilecektir. Çünkü kentteki Yahudiler artık zengin olmuş ve Roma’ya taşınmışlardır. Daha sonra zengin olacaklar, Londra’ya ve New York’a taşınacaklar... Ondan sonra Avrupa Birliği, Sovyetler Birliği, Afrika Birliği gibi kıta yönetimleri oluşturulacak... Sonra onlar da kenara itilip “globalleşme” adı altında tek sermaye yönetimi gelecektir...

Bunlar başarılacak mıdır? Kısaca ve tek kelimeyle “hayır” diyebiliriz.

Ama şimdiye kadar başarıldı; şimdi neden başarılamayacaktır?  

Çünkü, şimdiye kadar Batı dünyasının kuvvet uygarlığı gelişiyordu, Doğu âleminin Hak uygarlığı geri kalmıştı Şimdi ise Doğu’nun Hak medeniyeti doğmaktadır, Batı’nın kuvvet medeniyeti çökmektedir. Artık sermaye zirveye varmış ve çökmeye başlamıştır. Yeni fetihler hayaldir. Sovyetler Birliği dağıldı. Batı Avrupa Birliği gerçek anlamda kurulamıyor. Diğer birliklerin ise adları bile yoktur. İnsanlık artık uyanmaktadır. İncil’in ve Kur’an’ın anlattıkları göre, insanlık yenilgiden kurtulacaktır. Adil bir dünya düzeni kurulacaktır.

 

Machiavelli’nin Yeri ve Önemi

-Machiavelli, zafere ulaşan burjuvazi yönünde görüşler ortaya koymuştur. Lâik ve ilmî düşünceyi getirmiştir. “Stato”yu “devlet” olarak o kullanmıştır. Devletlerdeki başarıyı yöneticilere bağlamıştır. “Machiavelli burjuvazinin bu tutumunu, bu tutum değiştirme eğilimini temsil ettiği için, siyasal düşünceler tarihinde önemli yeri olan bir düşünürdür.Bunun yanı sıra, onun, siyasal düşünceyi burjuva dünya görüşüne uygun olarak, layikleştirme ve bilimselleştirme yolunda ilk adımları atışı da önemlidir. “Makyavelizm”i, onun siyasal düşünceye bir başka katkısıdır. Son olarak, Batı dillerindeki “devlet” sözcüğünü (“stato”yu) ilk kez kullanan yazar olduğu için de anılmaya değer... Siyasal başarıları ve başarısızlıkları daha çok devlet adamının yeteneğine bağlayışı, siyasal gözlemlerinin, daha da önemlisi siyasal görüşlerinin yüzeysel kalması sonucunu doğurmuştur.”(s.394, 395)

Kritiğe sondan başlayalım. Bu görüşü, onun ilmiliğini değil, sihirsel düşünüşünü gösterir. Oysa, İbni Haldun olayları hep tarihin sosyal akışı içinde açıklamıştır. Demek ki, Machiavelli lâik düşünceyi getirmiş olsa da, ilmî düşünceyi getirememiştir.

Kur’an’da “Mülk” müessese olarak tanınmıştır. “Melik” ise kabul edilmemiştir. Her kavim için bir “hâd” denmiştir. Kur’an’da “devletin hukuku” “Allah’ın hukuku” olarak belirtilmiştir; “yönetimin hukuku” ise “resulün hukuku” olarak belirtilmiştir.

Machiavelli’nin “stato” kelimesini “devlet” olarak kullanması, etimolojik bakımından pek uygun değildir. Stat, sehir demektir. Cituasiyon da yerleşme demektir. Belediyeler için uygun olan bu kelimenin devlet için kullanılması ise site devletlerinin etkisiyle olmalıdır.

Türkiye’deki “devlet” kelimesinin de böyle uydurma manâsı vardır.

Machiavelli’nin olayları sosyal kanunlarla açıklamış olması, çalışmalarındaki ilmiliği ifade edebilir. Ama bunda onun bir katkısı yoktur. Yaptığı şey Yunan ve İslâm düşünürlerinin görüşünü aktarmaktan ibarettir.

Burjuvazi istikametinde oluşu onu iyi oyuncu yapabilir, ama iyi yazar yapamaz.

 

b. Bodin: Mutlak Monarşinin Egemenlik Kavramı

-Bodin’e göre, krallar yönetme hakkını Tanrı’dan değil, hukuktan alırlar. “Jean Bodin mutlak monarşinin savunucusudur... “Kralların tanrısal hakları” kuramına karşılık o mutlak monarşiye dinsel olmayan, layik bir kuram armağan etmiş; mutlak monarşinin “egemenlik” kavramını formülleştirirken, dinsel düşünüşü bir yana bırakarak hukuksal düşünüşü siyaset kuramına sokmuştur.”(s.395)

Yönetme hakkının kaynağı ikidir:

1. Bunlardan biri, halkın korkarak hükümdara itaat etmesidir. Bunun da iki türü vardır. Bunlardan biri silahtan korkmaktır. Bunun adı “sosyalizm”dir. Diğeri ise açlıktan korkmaktır. Bunun adı da “kapitalizm”dir.

2. Diğeri ise, halkın severek ve isteyerek yöneticiye itaat etmesidir. Bunun kaynağı da ikidir. Biri dindir, sevgidir. Buna “teokrasi” denir. Diğeri ise bilgidir. Buna da “demokrasi” denir. Yani, halk kendi aralarından en çok bileni kendilerini yönetmek üzere seçerler.  

İnsanlık Anayasası” demokrasiyi yani ilmin yönetmesini yönetim biçimi olarak seçmiştir. Bu Kur’an’ın seçimidir. Kur’an’a kadar vahye dayanan teokrasi yönetimi, Kur’an’dan sonra ilme dayanan demokrasi yönetimi gelmiştir.

İnsanlık tarih boyunca iki çeşit uygarlık yaşamıştır:

1. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve Kur’an uygarlıkları İslâm, barış uygarlıklarıdır.

2. Mısır, Greko-Romen, Bizans ve Avrupa uygarlıkları ise kuvvet uygarlıklarıdır.

İslâm uygarlıkları, yani Hak uygarlıkları önce dine dayanmışlar, daha sonra zamanla ilmîleşmişlerdir. Kuvvet uygarlıkları ise tarih boyunca hep silah zoru insanlara dayatılmış veya açlık korkuları ile hükmederek el değiştirip durmuşlardır.

III. bin yıllık uygarlık Hak uygarlığı olacaktır. Anayasası da “İnsanlık Anayasası”dır.

 

-Bodin’in babası terzi, kendisi avukattır. Eserlerini 1500’lü yılların ikinci yarısında vermiştir. “Bodin’in Yaşamı: Bodin (1530-1596) 16. Yüzyılda yaşamış, düşüncelerini bu yüzyılın ikinci yarısında sunmuş olan bir Fransız düşünürüdür. Babası terzi olduğuna göre, ailesi orta sınıftandır. Kendisi de avukat olduğuna göre, orta sınıfın (burjuvazinin) alt tabakasından üst tabakasına geçecektir.”(s.395)

Avukatlık, güçlülerin zayıfları ezme kurumudur. Varlıklı olanları savunarak, varlıksız olanları susturmasıdır. Tarih boyunca sermaye ile siyaset arasında meydana gelen çatışmalar, halkı kandırmak için göstermelik olarak yapılmış; gerçekte gizli ve örtülü anlaşmalar yaparak hep birbirini korumuşlardır.

İnsanlık Anayasası”nın en çok çatışacağı kurum avukatlık kurumudur. Avukatlık hakemlik kurumuna dönüşecek, vasat avukatlar için sorun teşkil etmeyecektir. Çünkü halka hizmet edecek, yaşamlarını ise kamu paylarından karşılayacaklardır. Ama sömürü sermayesi ve onların atadığı siyasi güçlerle işbirliği yaparak büyük paralar vuran ve çoğu meşru olmayan usullerle kazanılan davaları alan avukatlar, “İnsanlık Anayasası”na karşı çıkacaklardır.

Bodin avukattır. Orta sınıf burjuvazı sınıfında iken, avukatlık sayesinde büyük sermaye aristokrasisinin içine yükselmiştir. Onların istekleri doğrultusunda krallığın avukatlığını yapmıştır. Zaten avukat inandığını değil, kendisni icarlayanın yani kiralayanın haklarını savunmakla yükümlü olan kimsedir.

 

-Bodin, taşra üniversitesinde hukuku bitirir. Aynı üniversiteye öğretim üyesi olur ve bırakır. Sonra Paris’e gider ve avukatlık yapar. 1566’da tarih felsefesi üzerinde “Metot” adlı kitabını yazar. (s.395)

Sermaye Bodin’de kabiliyet görmüş olmalı ki, Paris’e göç ettirmiştir.

Daha sonra kitap yazmak için görevlendirmiştir.