ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1694 Okunma
15GEREKÇE-15-

İnsanlık Anayasası”nın yaptığı iş, yeni bucakların, illerin ve devletlerin barış içinde de kurulabilmesi, yeni mezheplerin barış içinde de kurulmasıdır. Yoksa, sosyal patlama olur, savaş olur, ama insanlık kendi gelişmesine devam eder, ilâhî kader değişmez. Su akacaktır. Biz kayalara çarpmadan ilerleme yollarını bulmalıyız. “İnsanlık Anayasası” insanlığın sosyal tufandan kurtarılması için ele alınmıştır. Aynı zamanda tufandan kurtuluş için sosyal gemidir.

 

-Yasalar her ulusa göre öyle biçilmiştir ki başkasına zor oturur. “Gerçekten Montesquieu, bu görüşün doğal uzantısı olan tutucu bir tutumla: “Yasalar kendileri için yapılan uluslara o kadar uygundur ki, bir ulusun yasalarının başka bir ulusa uygun düşmesi pek büyük bir rastlantı eseri olabilir.” demektedir.”(s.450)

Her bedenin bir elbisesi vardır. Yasalar da ulusların kendi bedenlerine göredir. Ancak, bugün standart elbiseler üretilmekte, kişiler bedenlerine göre seçip giymektedir. İşte “İnsanlık Anayasası” ne tek tip elbiseyi her bedene uydurur, ne de eskiden olduğu gibi herkes için ayrı elbiseler diker, tip yasalar ürettirir. Halk bunlardan kendilerine uyanları seçerler. Çoklu sistem budur. Yerinden yönetim budur. Bedene uymayanları nasıl firmalar kısaltır, uzatır, daraltır, genişletir, bedene uydurursa, tip sözleşmeleri de isteyenler değişiklik yaparak kendilerine uyarlarlar. Uygarlık budur. Uygarlaşma da böyle gerçekleşir. Nasıl elbiselerde modalar sözkonusu ise, hukukta da modalar olacak ve böylece ilerleme sağlanacaktır.

 

-Yasalar, geleneklerin ve göreneklerin dile getirilmesidir. “Gene bu görüşün doğal uzantısı olan bir tutumla yasa koyucunun yasalar üzerinde yapacağı temelden değişiklikleri kuşkuyla karşılayıp, yasa koyucunun olabildiğince geleneklere ve göreneklere uygun yasalar koymasını istedi. Ve genel olarak yasaları geleneklerin ve göreneklerin dile getirilmiş biçimleri olarak gördü.”(s.450)

Yasalar, bir taraftan halkın kapalı anlaşmalarını dile getirmektedir, dilin taşıdığı anlamları ortaya çıkarmaktadır. Diğer taraftan yeni sözleşmeler üretmektedir. Halkın benimsemesi ile yasalara dönüşmesini sağlamaktadır. Bundan dolayı İslâmiyet’te içtihat vardır, yasa yoktur. Kişileri bağlayan kendi içtihatlarıdır, hakemleri bağlayan da kendi içtihatlarıdır. Fıkıh, kanunlar değildir. Fıkıh, hukuk ilmidir. Kişiler ve hakemler onlardan yararlanırlar. Esas olan içtihat, sözleşme, başkanın istişarî kararları ve hakemlerin hükümleridir. Bunlar mevzuatı oluştururlar ve bunlar kollektiftir. Bütün bunlar karışıklık yapmazlar mı?

İstanbul’u düşünün. 10 milyon insan merkezî bir düzenleme olmaksızın her gün iş yapmakta, akşama da karnını doyuracak kazanç temin etmektedir. Hemen hemen açlıktan ölen insan bulunmamaktadır. Bunu kimse merkezden düzenlemiyor. Her şey hep kendiliğinden oluşmaktadır. Herkes sabahleyin kendisi nereye gideceğine karar vermektedir.

İşte kollektif oluş budur. Bunu dilde de görüyoruz. Kelimeleri herkes istediği gibi kullanmaktadır. Kimse yönetmeliğe uyarak konuşmamaktadır ama biz Türkler anlaşabiliyoruz. Sanat böyle değil mi? Şaire şunu yaz, biz mi diyoruz, mimara şöyle çiz diye, biz mi söylüyoruz? Ama ortak sanat oluşuyor ve bizim duygularımızı birleştiriyor. Hukuk da bunlardan biridir. Korkmayın, kendiliğinden yasalar oluşur. Hukukçu bir gramerci gibidir, kendisi gramer kuralları koymaz, keşfeder. Hukukçu kendisi sözleşmeler yapamaz, yapılan sözleşmeleri keşfeder, birleştirir, kurallara dönüştürür. Gramer dilde neye yarıyorsa, yasalarda da kanunlar o işe yarıyor. Kur’an insanlara her şeyin en iyisini öğretmiştir.

 

-Her ülke için en iyi yönetim yoktur, ama her ülke için kendine özgü en iyi yönetim vardır. Yunan ve Roma cumhuriyetleri birer örnektir. “Montesquieu’nun Yönetim Biçimlerine İlişkin Görüşleri: Montesquieu, tüm ülkeler için geçerli bir en iyi yönetim biçiminin olamayacağına inanmakla birlikte, bir ülkeye en uygun olan yönetim biçiminin olabileceği görüşündedir. Kendisi, almış olduğu antik kültürün etkisi ile, gönlünü Eski Yunan ve Roma cumhuriyetlerine kaptırmıştır. Bu antik cumhuriyetlerin vatandaşlarının “siyasal erdem”e ve “kamu ruhu”na sahip olmaları... Sözünü ettiği siyasal erdem yüzünden bu cumhuriyetlerde özgürlüğün gelişip serpildiğine inanıyordu.”(s.450-451)

Montesquieu’nun gerçekleri ortaya koyan yasalar anlayışı sermayenin işine gelmektedir. Çünkü sermaye Fransa’da cumhuriyeti istiyor. Kara Avrupa’sında cumhuriyetleri istiyor. Cumhuriyetlerde imparatorluk oluşturamazsınız. Herkes kendi halkı içinde yaşar. Merkezî sistem kuramazsınız. Avrupa’yı dağıtmak ve etkisiz hâle getirmek istiyor.

Buna karşılık İngiltere’de krallığı istiyor. Krallık sayesinde dünyaya hükmedilecektir. Ülkeler işgal edilecektir. Oralara valiler atanacaktır. Ne var ki, kralı da denetim altına almak için parlamentolara ihtiyaç vardır. Kralın yaşaması için aristokrasi olması gerekir, kralı denetlemek için demokrasi olmalıdır. İşte çift meclis de bu dengeyi sağlamak içindir. İngiltere yönetimi iyidir, doığu yönetimi iyidir, ama kendi ülkeleri için iyidir. Oysa, Avrupa için ise cumhuriyet yönetimi iyidir. Çünkü böylece Avrupa ülkeleri karasında hapsolup kalabilirler.

İnsanlık Anayasası”nda yönetim biçimleri bucaklarda halk tarafından kendilerince oluşturulmalıdır. İyi veya kötü, onu kendileri bilsinler. Kimsenin kimseye hükmetmeye hakkı olmadığı gibi, toplulukların da birbirlerine hükmetme hakları yoktur. Merkez bucaklar temsilcilerden oluşsun ama kendi bucaklarının yönetimlerini kendileri yapsın. İllere merkezden valiler atanmasın. Ülkeler bağımsız devletler olsun. İnsanlık ortak teşkilât olsun, kıta yönetimleri insanlık merkezine bağlansın. Kıtalar ayrı devletler birliği oluşturmasın, uluslar topluluğu olsun. “Avrupa Topluluğu”na evet, “Avrupa Birliği”ne hayır. “Birleşmiş Milletler”e evet.

 

-“Çağının cumhuriyetlerinde, İtalya’daki ve Hollanda’daki kent cumhuriyetlerinde, böyle bir siyasal erdemin bulunmadığı için, öyle bir özgürlüğün de görülmediği kanısındaydı. Ancak İngiliz yönetimiyle ilgili gözlemleri onda, antik cumhuriyetlerdeki üstün siyasal erdem yerine, yönetimin doğru bir biçimde örgütlendirilmesinin de özgürlüklerin gelişebileceği ortamı yaratabileceği umudu uyandırdı.”(s.451)

Burada bir gerçek daha ortaya çıkmaktadır. Halkın özgürlüğü ile yönetim biçimi arasında fazla bir ilişki yoktur. Faşist ve sosyalist ülkeler de hep “cumhuriyet” idi ama halk bu yönetimlerde özgür olmamıştır. Fransız İhtilâli halkı özgür kılmadı.

Oysa, Selçuklularda ve Osmanlılarda saray ve yönetim despottu, ama halk özgürdü. Çünkü halkın hakkını arayabileceği bir merkez vardı. O da adaletle sağlanıyordu. Valileri kadılarla denetim altına almıştı. Sosyalistler de yönetimi partilerle denetim altına almak istediler, ancak merkezî yönetim bu denetimi çalışmaz hâle getirdi. Ya parti kenara itildi, ya da parti yönetici oldu. İslâmiyet’te bunun çalışması şöyle sağlanmıştır. Şeriatın yönetimin dışında olması, kadıların fıkha bağlı olmaları, içtihat kapılarının kapalı olması nedeniyle denge vardı. Bir şey yoktu, o da ilerleme sözkonusu olmamıştı. İnsanlar özgürdü ama ilerleyemiyorlardı. Özgürlük eşkıyalığa da dönüşmüştü. Ferman padişahın, dağlar onların olmuştu.

 

-İngiltere’de feodal beylerin oluşturduğu parlamento krala karşı hakları koruyordu. Fransa’da ise mutlak hükümranlık vardı. “İngiltere’de gözlemlediği şey, feodal ve geleneksel güçlerin parlamentoda temsil edilmeleriydi, ve İngiliz parlamentosunun bir danışma organı olmaktan çok bir yasama organı durumuna gelmiş olmasıydı. Böylece İngiltere’de özgürlükler, krala karşı korunabiliyordu. Fransa’da ise, özgürlük mutlak monarşinin baskısı altındaydı. Neden?”(s.451)

Feodal yönetimde feodal beylerin elinde halkı itaat ettirecek güçleri yoktur. Halka kendilerini sevdirmek, onlara çıkar sağlamakla hâkim olmakta idiler. Kral eğer feodal beylere dayanmıyorsa bürokrasiye dayanmak zorundadır. Bürokrasi de halkı kral adına ezer. Aslında kendi çıkarları için ezer. Demek ki, feodaliteye dayanan yönetimler yerinden yönetim olduğu için halk rahattır. İşte biz de bucakları birer federe cumhuriyetler şeklinde oluşturmaktayız. Hattâ, isterlerse federe beylikler şeklinde oluşsunlar. Hangi yönetim iyi ise, bucaklar kendi istekleri ile zamanla oraya dönerler. Bir yönetici yönetir, ölür ve gider. Babadan oğluna intikal etsin, ne zararı var? Yeter ki iyi yönetsin, bucakta âlimler yetişsin, kitaplar yazsın ve binlerce yıl etkilerini sürdürebilsinler. Cumhuriyet olmuş da ekseriyete hâkim olanlar halkı ezmiş, ne çıkar? Halk kendi yönetimlerini kendileri bulsun. Merkezden atanmış yöneticilerden her zaman daha iyi olacaktır. Birliğin sağlanması için bölge ve ilçelere atamalar merkezden yapılacaktır. Denge böylece sağlanmıştır. Birlik içinde özgürlük.

 

-Fransa’da derebeyliklerin kaldırılmış olması nedeniyle özgürlükler yok. “Montesquieu bunun nedenini araştırınca, Fransa’da mutlak monarşinin,kralla halk arasındaki feodal beylikleri, kent ve kasaba yerel yönetimleri olan komünleri kaldırarak, geleneksel Fransız anayasasını bozmasında buldu. Kısaca, Fransa’da mutlak monarşinin, kralla halk arasındaki ara yönetici kurumları, aristokratik kurumları [“tampon kurumları”] zayıflatması ya da kaldırması, geleneksel özgürlükleri yok etmişti...”(s.451)

Yan, İngiltere yerinden yönetimle yönetiliyordu, Fransa ise merkezden yönetiliyordu. Bürokrasi ile yönetiliyordu. Bu sebeple özgürlükler yoktu. Montesquieu’nun bu tesbitleri yerindedir. Ancak “İnsanlık Anayasası”nda bir fark daha vardır. Feodal cumhuriyetler vardır, bunlar yerinden yönetim ilkesi içinde tam bağımsız olarak kendilerini yönetirler. Ancak bunlar parlamento üyeleri değildirler. Sitelerini uzaktan yönetmezler. Parlamento doğrudan halkın ilmî temsilcilerinden oluşur. Ne feodal beyler merkeze hükmeder, ne de merkez feodal beylere hükmeder. Halk hicret etme hakkı ile feodal beylerini denetler. Başka bir denetim mekanizması da hakemler ilçelerde bulunur, bucaklardaki davalarda hakemler ilçelerdeki merkezî ehliyetliler arasından seçilir. Aynı şey il için de geçerlidir. Yüksek hakemler bölgede otururlar. Üstün hakemler ise devletin merkezinde otururlar. Böylece hakemlerin merkezden ehliyetli olması sayesinde yerel yönetim yargı yoluyla denetim altına alınmış olur. Devlet bir araba gibidir. Her tarafı birbirine bağlı olarak birlikte düzenlenmiştir.

 

-Montesquieu İngiliz anayasasını örnek alarak Fransa’ya bir anayasa düşündü. “Aristokratik ayrıcalıkların parlamento yolu ile krala karşı korunup sürdürüldüğü İngiliz siyasal düzenini,Fransız aristokratlarının geleneksel ayrıcalıklarına kavuşabilmelerini sağlayabilecek bir örnek olarak görmeye başlayan Montesquieu, Fransa’ya uyacak en iyi yönetim biçimi ile ilgili görüşlerini İngiliz anayasasını örnek alarak oluşturdu.”(s.451)

Demek ki, tarihte ilim adamları ve düşünürler anayasalar hazırladılar, sonra zamanla halk onları benimsedi, yahut onlardan yararlandı. Şimdi ise sermaye ilim adamlarının anayasa hazırlamasını yasakladı. Memurlara hazırlatıyor ve kendisi ne istiyorsa onu yazıyor. Eğer insanlar “İnsanlık Anayasası”nı okur, anlar, başkalarına anlatabilir ve okutabilirlerse, yeni uygarlığa geçiş kansız olacaktır. Ama cehalet içinde başlarını kuma gömerlerse, sosyal tufan kopacak, kan gövdeyi götürecek, ama yine “İnsanlık Anayasası” yeryüzüne hâkim olacaktır. Çünkü insanlığı başka çare, çözüm ve alternatifi yoktur.

 

-Üç türlü yönetim vardır. Cumhuriyet, meşrutiyet ve mutlakiyet. “Çeşitli yönetim biçimleri ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken başlıca üç yönetim biçimi olduğunu söyledi: 1. cumhuriyet, 2. monarşi, 3. despotluk. Cumhuriyet, monarkın bulunmadığı, demokrasi ile aristokrasi karışımı bir yönetimdir. Monarşi ise, mutlak monarşiden farklı olarak, bir tür meşruti monarşi olup bu yönetim biçiminde, kralla halk arasında aristokratlar ve komünler gibi aracı kurumlar bulunur. Despotluk, monarşideki gibi kralla halk arasında aracı kurumların bulunmadığı, yasalara bağlı olmayan kralın keyfî yönetimidir.”(s.452)

Yönetimleri önce “merkezî yönetim” ve “yerinden yönetim” diye ayırmak gerekir. Merkezî yönetimde merkezde yapılan kanunların taşrada geçerli olması ve bu kanunların taşrada merkezden atanan görevlilerce uygulanmasıdır. Kanunlarla yerel yönetime yetkiler verilmiş olsa bile bu bir şeyi değiştirmez. İstediği zaman alma yetkisi kendisinde varsa bu merkezî yönetimdir. Yerinden yönetimde ise kararlar yerinde alınır ve orada seçilmişler tarafından yönetilir. Merkezde alınan kararlar geçersiz olduğu gibi, oralara merkezin yetkilileri değil, hizmetlileri getirilirler. Merkezler vardır ama hizmet etmek için vardır, hükmetmek için değil. Merkez hizmetlerine karşılık halktan vergi almaktadır. Ancak bu vergi baştan belli oluyor, sonra tek taraflı olarak değiştirememektedir. Bunun dışında, yasaların yapılması hususunda da değişik yöntemler vardır. Yöneticilerin yasa yapabilmesi merkezî yönetimlerde esastır. Yönetimlerin yasa yapmayıp sadece yasaları uygulaması da yerinden yönetimin uzantısıdır. Meşrutiyet, yasamayı yönetimden alan bir yönetim şeklidir. O halde aslında dört çeşit yönetim vardır:

1- Merkezi mutlakiyet, 2- Federatif mutlakiyet, 3- Merkezî demokrasi, 4- Federatif demokrasi. Demokrasilerde yasama ile yürütme birbirinden ayrılmıştır, federatifte yerinden yönetim vardır. “İnsanlık Anayasası”nda bunlardan farklı bazı özellikler vardır.

İnsanlık Anayasası”nda kişi, ocak, bucak, il, ülke ve insanlık yerinden yönetimle yönetilir. Kıta, bölge, ilçe, semt ve aile merkezî yönetimle yönetilirler. Halk doğrudan doğruya ocağın, bucağın, ilin, ülkenin ve insanlığın üyesi olup, kademeli olarak üye değildir. Kişi bunlara ayrı ayrı üyedir. Her birine karşı ayrı uyarı hak ve görevleri vardır. Ocağı içinde yaşar, bucağı içinde çalışır, ili içinde güvenliğini sağlar, devleti içinde savunmasını yapar ve insanlık içinde de uygarlaşma yolunda dayanışır. Bu sebepledir ki, kişi haklarını her kademedeki yargı içinde arayabilir. Üstün hakemlere kadar giderek dava açabilir. Oralarda davalı olabilir. Yüksek ehliyetliler ancak yüksek, üstün ehliyetliler ancak üstün hakemlerce muhakeme olunabilirler. “İnsanlık Anayasası” bucakları kendi yönetimlerini tesbitte kendilerini serbest bırakmıştır. Merkez bucaklar taşra bucaklara karışamazlar.

 

-Montesquieu’ya göre yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirinden ayrılmalıdır. “Montesquieu’nun Kuvvetler Ayırımı Kuramı: Özgürlüklerin korunup despotluğun önlenmesi için İngiliz anayasasına benzer bir anayasal düzenin kurulmasını gerekli gördü. İngiliz anayasa düzeninin sırrını, yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirlerinden ayrılmış olmasında ve despotluğa kaymalarını önleyecek biçimde birbirlerini denetlemelerinde buldu.”(s.452)

Yani, demokratik federe düzeni olmalıdır. Merkezde kral oturabilir, tattâ oturmalıdır.

Burada bir ayırım daha gelmektedir. Başkanlar seçimle veya irsî olarak gelebilir. Buna göre yönetimleri ayıranlar vardır. Bu şekliyle yönetimleri adlandırmak suretiyle cumhuriyet veya meşrutiyet, yahut mutlakiyet olarak sınıflandıranlar varsa da, bunun sosyal bir anlamı yoktur. Başkanın nasıl atandığı önemli değil, neler yapabildiği önemlidir.  

İslâmiyet’te başkan seçilebilmek için ilmî ehliyete sahip olmak gerektiği gibi, siyasî iktidara da sahip olmak gerekir. Onlar arasından seçimle atanır. Yani, hanedandan değil ama seçkin zümreden atanır. Bu seçkin ilmî ve siyasî iktisapla elde edilir. Bugün de herkes devlet başkanı olamıyor, yüksek tahsilli olmak ve kırk yaşını geçmiş olmak gerekiyor. Biz yüksek tahsilin yerini üstün ehliyete ve askerî mükellefiyeti ifa etmiş olmasına bağlıyoruz. Üstün ehliyetliler askerî eğitim almakla general olurlar, kıtalarda yeterli hizmeti verirlerse korgeneral olurlar. Meclis bunlardan orgeneralleri seçer. Sonra da ilmî şûra bunlardan devlet başkanını sıralama usûlü ile seçer. O da bölgelere ordu komutanları atar, halk bu ordu komutanlarına üye olur. Yeterli sayıda üye olurlarsa, ordu komutanının komutanlığı kesinleşir. Bölgelerdeki ordu komutanlarının komutanlıkları kesinleşince, başkanın da başkanlığı kesinleşir. Yani, sonunda halk başkanını ittifakla seçmiş olur.

 

-Montesquieu meşruti monarşi sistemini İngiltere’nin yanında Roma ve Atina’dan da alıyordu. “Montesquieu’nun bu konudaki bir esin kaynağı İngiliz siyasal düzeni ise, öteki Roma siyasal düzeni ve Eski Yunan’dan beri süregelen, özellikle Roma’da üzerinde önemle durulan “karma anayasa”, “karma yönetim” düşünceleri idi.”(s.452)  

Yargı ile yönetimin ayrılması Halife Ömer zamanında başlatılmıştır. Osmanlılarda “şeyhülislâmlık” oluşturulmuştur. Yasalar içtihatlarla medresede geliştirilmiştir. Dolayısıyla, İslâm’da üç kuvvet fiilen ayrıdır. Medrese ve tekkeler bağımsızdır. Medresenin yasama görevi devam etmektedir. Şeyhülislâm baş yargıçtır, sadrazam da başbakandır. Hükümdar bunların başındadır, kendisi ne yönetim işlerini ne de yargı işlerini yönetmektedir. Medrese ve tekkelere zaten kimse karışmamaktadır. Yönetim ise yerinden yönetim olarak yapılmaktadır. Merkezden ancak genel valiler atanmaktadır, diğerleri ise sipahi beylerce yürütülmektedir. Halktan vergi dışında bir şey alınmamaktadır. Federatif beylikler vardır ama parlamento oluşturmamaktadırlar. Aslında bu düzen Bizans’ta da vardır. Bu sistem Mezopotamya’da başlamıştır. Değişerek, belki de gelişerek günümüze kadar gelmiştir. Hemen hemen bütün ülkelerde belediyeler yerel seçimle seçilmekte ve yönetime gelmektedir.

 

-Yönetim İngiltere’de kabinenin eline geçmişti ve kuvvetler ayrılığı çalışmıyordu. Montesquieu kuvvetlerin tanımını yapmamıştır. “Montesquieu, İngiliz anayasasının monarşi,aristokrasi ve demokrasi öğelerinin karışımı olduğunu, katlın yürütme, parlamentonun yasama, mahkemelerin yargı erkini ellerinde tuttuğunu sandı. “Sandı” diyoruz çünkü, 18.yüzyılda İngiliz anayasasında yürütme erki, kralın elinden, yasama erkini elinde tutan parlamentonun içinden çıkan kabinenin eline geçme yolunda idi. Montesquieu bu üç erkin ayrı ellerde bulunması gerektiğini söylemiş, hangi işlerin yasamanın, hangi işlerin yürütme erkinin görev alanına girdiğini araştırmamış, erklerin yetki alanlarının sınırlarını çizmeye kalkmamıştı. Kalksaydı, İngiltere’de ne kuvvetler ayırımı, ne de kuvvetlerin birbirini dengeleyip denetlemeleri gibi bir durumun bulunmadığını görebilirdi.”(s.452-453)

Kuvvetlerin tanımı bugün de yapılmamıştır. Çünkü işlerine geldiği gibi kullanılacaktır. Halka yutturulacaktır. Türkiye’de bugün meclis kukla hâline gelmiştir. Ordu böyle istiyor, böyle yap! IMF böyle istiyor, yap! Oysa, bunların hiçbirisin ne ordu, ne de IMF istiyor. Onlar sadece kalkan. İsteyen, bu ülkeyi yok etmek isteyen sömürü sermayesidir. Yurt dışından komuta edilmektedir. “İnsanlık Anayasası” bunları hep açıkça tanımlamıştır. Konuların nasıl belirleneceğini de belirtmiştir.

  1. Önce, yönetim kademelerinin görevlerini ve dolayısıyla yetkilerini belirlemiştir. Ocak yaşamayı, bucak çalışmayı, il iç güvenliği, ülke dış savunmayı, insanlık uygarlaşmayı yüklenmişlerdir.
  2. İlmî dayanışma ortaklılarınca oluşmuş olan meclisleri ortaya koymuştur, bunlarla merkez bucakları oluşturulmuştur. Merkez bucaklar kendi görevlerini yapacaklar, ayrıca taşra bucaklarına hizmet vereceklerdir.
  3. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî şûralar oluşturulmuş ve her birerlerinin görevleri net olarak tanımlanmıştır.
  4. Başkanların görev ve yetkileri belirlenmiştir.
  5. Bakanlar kurulu oluşturulmuş, 25 bakanın görevleri ilmî bir şekilde tanımlanmıştır.
  6. Çevre merkez bucaklarında bakanlıkları temsil eden genel müdürlükler kurulmuş, bunların görev ve yetkileri de net olarak ifade edilmiştir.
  7. Kamu Hizmetleri yanında “Genel Hizmetler” sayılmıştır. Teker teker belirli hâle getirilmiştir.

Önemli olan husus, bu görev ve yetki dağılımında çıkacak ihtilâfları önce başkanlar geçici olarak çözerler. Sonra hakemlere gidilebilir, daha ilmî ve kesin çözüm oluşmuş olur. Gittikçe sınırlar netleşir. “İnsanlık Anayasası”nda bugünkü tüm kuruluşlar yer alır, ancak bunların ilmî tarif ve tasnifleri yapılır. Yeni uydurmalar ve hayalî şeyler yoktur. Sadece bugünkü kanunlarda kabul edilmeyen ama gerçekte varolan müesseseleri de meşrulaştırır. Onlara kendi işlerini tevdi eder. Mesela, bugün kanunen tanınmadığı halde tarikatlar vardır, onlar fonksiyonlarını yerine getirmektedir ama yönetim onları tanımıyor. Biz tarikatları tanıyoruz ve işlevlerini de resmen kabul ediyor, hizmetlerinden dolayı kamu bütçesinden pay ayırıyoruz. Din görevlilerine sadece sus payı olmak üzere maaş vermiyoruz. Konuş ve halkı ikna et, maaşını al diyoruz.

 

-Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı ilkesi burjuvazi tarafından kullanılmış, Fransız ve İngiliz anayasalarına girmiştir, modern anayasaların temeli olmuştur. “Montesquieu’nun Etkisi: Montesquieu’nun İngiliz anayasasını yanlış anlayarak kurduğu “kuvvetler ayırımı” kuramı, bunu aristokrasinin ayrıcalıklarını mutlak monarşiye karşı korumak için kurduğu halde, daha çok 18. yüzyıl burjuvazisi tarafından mutlak monarşiye karşı kullanılmış, burjuvazi tarafından benimsenmiştir. Burjuva devrimleri başarıya ulaşınca, kuvvetler ayırımı ilkesi Fransız ve Amerikan devletlerinin anayasalarına geçerek, varlığını çağdaş anayasalara kadar sürdürebilen bir anayasa durumuna gelmiştir.”(s.453)

Önce İslâmiyet’e dönelim. İslâmiyet’te tarikatlar devlet işlerine, devletler de tarikatlara karışmıyordu. Tarikatlar çok sayıda olmak  üzere kendiliğinden oluşuyordu. İslâm devleti lâikti. Medreseler devlete karışmıyordu. Vakıflar vardı. Değişik içtihat ekolleri gelişmiştir. Beş-altı tanesi faal haldedir. Fıkıh bunlar tarafından geliştiriliyordu. Halk kendi mezhebini seçiyordu. Herkese mahkemelerde kendi mezhebi uygulanıyordu. Tam olarak yasama bağımsızlığı vardı.

Hükümdarlar kanunları yönetimlerle ilgili olarak çıkarıyorlardı. Kanun değil, yönetmelikti. Devlet sadece vergi alıyor, ekonomik faaliyetlere asla karışmıyordu. Yargı kadılardan oluşuyordu.Kadılar yönetim tarafından değil, şeyhülislam tarafından atanıyordu. Uaghuy padişahça atanıyordu. Yönetimin işi iç ve dış güvenliğin tesisinden ibaretti.

Demek ki, bugünkü anayasalara Montesquieu’nun fikirleri değil, İslâmî yönetimin şekli olan Osmanlı örnek olmuştur. Kabineyi başkanlıktan ayırıp sadrazama (yani başbakana) mutlak yetkileri devreden ve perde arkasından kabineyi takip eden Fatih Sutan Mehmet’tir, Montesquieu değil. Sermaye bu gidişi kendi çıkarları yönünde yönlendirmiştir.

 

c. Rousseau (1712-1778): Eşitsizlikçi Düzenin Eleştirisi

-Montesquieu çağın gerisinde feodal düzeni savundu. Rousseau çağın ilerisinde aşağı sınıfları savunacaktır. İkisini de burjuva kullanacaktır. “Montesquieu’nun siyasal görüşlerinin, aristokrasinin çıkarlarını savunmaya kalktığı için,çağının gerisinde kalmasına karşılık, Rousseau ekonomik ve toplumsal tabanını bir sonraki yüzyılda, 19. yüzyılda bulacak olan bir ideolojinin temsilcisi olmuştur. Bu nedenle o da çağının ilerisine geçmiştir. Nasıl ki Montesquieu’nun düşünceleri burjuvazi tarafından kullanılmışsa, Rousseau’nun düşünceleri de, çağının burjuva ideolojisine malzeme olmak yazgısından kurtulamamıştır...”(s.453)

Sermayenin işi, iki zıt görüşü destekleyip geliştirmek, bunlar arasında denge kurup bu arada kendi işlerini yapmaktır. Kiliseyi yıkmak için, ulusal kiliseleri destekleyerek reformu ortaya koymuştur. Tarım mülkiyetini yıkıp sermaye mülkiyetini koymak için krallıkları desteklemiştir. Kralları dizginlemek yahut ortadan kaldırmak için parlamento sistemini desteklemiştir. Şimdi sıra halkı harekete geçirmektedir. Şimdi de Rousseau’yu desteklemektedir. Bütün olaylar Avrupa’yı bir yere götürüyor; sermayenin önderliğinde dünya hakimiyetine götürüyor. 19. yüzyılda dünya Avrupa’nın müstemlekesi olmuştu. 20. yüzyılda ise Avrupa Uygarlığı’nın kabul edilmediği yer kalmamıştı. Her şey Avrupa’nın denetimine girmişti.

Sermaye bunu yaparken neye dayanmıştır?

  1. Önce, müsbet ilme dayanmıştır. Müsbet ilim Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’nın temel dayanağı olmuştur. Krallar, kiliseler, feodal beyler müsbet ilme cephe aldığı halde, sermaye var gücü ile ilmi kendisine yarayacak bir şekilde finanse etmiştir.
  2. İlmin verdiği güçle yeni teknoloji geliştirmiş, icatlar yapmış ve insanların yaşayış tarzını değiştirmiştir.
  3. Dünyayı istilâ etmiş ama oraları ham madde kaynağı yapmış ve mamul madde pazarı şeklinde kullanmıştır. Böylece ekonomik olarak bir vücut olmuştur.
  4. Avrupa’nın içinde demokrasiyi geliştirmiş, Avrupa’nın dışında müstemleke siyasetini gütmüştür. Aydınlar ve masonlar arasında ateizmi geliştirirken, halkın içine Hıristiyanlıkla girmeye çalışmıştır.

Tekrar belirtelim ki, çok güzel usûl bulmuştu. Bir yerde ilmî ve fikrî çalışmalar başladı mı, önce onu kendisine uygun bulmuyorsa onu boğmaktadır. Onların buluşlarını kendi işine yarayan kimselere aktarmaktadır. Böylece kendi sermayeleri veya çabaları ile elde ettikleri sonuçlar sonunda sermayenin yerini alıyordu. Kendi işine yarayacak çabalar ise destekleniyor ve geliştiriliyordu. Şöhret yapılıyor, böylece istediği istikamette ilerliyorlardı. İnsanlar materyalist yapılmıştı ve çıkarları nerede ise ona doğru ilerliyorlardı.

Artık Tanrı göklere çekilmiş, yeryüzünü bir ğay yönetmeye başlamıştı. Para. Herkes kazançlı ne ise onu söylüyor, onu yazıyor, onu üretiyor, onu satıyordu. Artık helal-haram, günah-sevap diye bir şey kalmamıştı. Yani, herkes sermayenin esiri idi. Bunun arkasında sömürücü sermayenin olduğunu düşünse de, düşünmese de, bir şey değişmiyordu. Bu yapılanlar eski putperestlerin yaptığından başka bir şey değildi. Herkes “karşılıksız para”ya ibadet etmeye bir defa başladı mı, gerçek tanrı gibi etki etmeye başlamıştı. Çünkü parayı bir defa ele geçiren kimse tanrı oluyordu. Yani, para yalnız insanın karnını doyurmakla kalmamıştı. Eğer biriktirebilirse onu tanrı yapıyordu, çünkü bu sefer başkaları ona tapıyordu. Para böylece dünyayı organize etmişti. Yoksullar orta varlıklılara, orta varlıklılar zenginlere, zenginler de sömürücü sermayeye esir olmuştu. Aynen askerî disiplinde olduğu gibi, kendiliğinden bir hiyerarşi oluşmuştu.

Şüphesiz tarihte bu tür oluşlar her zaman olmuştur. Ama hiçbir zaman dünya çapında olmamıştır. Hiçbir zaman böyle karşılıksız ve silahsız bir para görülmemiştir. Bu sahte tanrının keşfi tamamen Batı dünyasına ait bir buluştur. Dünya hakimiyetini ona o sağlamıştır. Şimdi “İnsanlık Anayasası” ile delinmektedir. Top patlayacak ve sahte tanrı da yeryüzünde yok olacaktır. Karşılıksız paranın sonu gelecektir. Delinme alâmetleri belirmiştir. Amerika önce, siz karşılıksız para basın, ben altın karşılığı basayım diye dünyayı iğfal etmiştir. Sonra karşılıksız paranın iş yaptığını görünce o da altınla kote edilmiş bir paraya dönmüştür. Ne var ki, şimdi herkes bunu öğrendiği için kendi paralarını dolardan azat etmekle meşguldürler.

 

-Rousseau, Cenevre’de doğdu ve yetişti. Cenevre’de kent devleti vardı. Püriten ahlâkı öğretiliyordu, Rousseau bu eğitimi aldı. Bir taraftan eğitilmiş insan oldu, diğer taraftan kiliseye karşı cephe almaya yöneldi. Görüşlerini kent yönetimi üzerinde geliştirdi. “Rousseau’nun Yaşamı: Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) Cenevre’de yoksul bir saatçi ve dans öğreticisinin oğlu olarak doğmuştur. Cenevre, Püriten ahlâk anlayışının yerleştiği bir kent idi. Rousseau da Püriten bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmiştir... Cenevre’de bir kent devleti yönetimi vardı; Rousseau da siyasal düşüncelerini kafasındaki böyle bir modele oturtacaktır.”(s.453)

Tarihteki bütün büyük uygarlıklar kentler üzerinde doğmuştur. Mezopotamya Uygarlığı kent uygarlığıdır. İbrani Uygarlığı kabile uygarlığıdır. Yunan Uygarlığı kent uygarlığıdır, Roma Uygarlığı kent uygarlığıdır, İslâm Uygarlığı kent uygarlığıdır; yani, bucak uygarlığıdır. Çünkü sosyal yapı bucaklardadır. İlk hücre bucaktır. İnsanlar da bir hücreden oluşmuyor mu?

İşte bu sebepledir ki, “İnsanlık Anayasası”nda bucak ve bucağın özerkliği esas alınmıştır. Yeryüzünde bir milyon kadar bucak olacaktır. Bu bucaklar özerk olarak kendi kendilerini geliştirecekler. Yani, yeryüzünde bir milyon sosyal laboratuarlar olacaktır. Bunların her biri kendi tarihî kültürlerinin varisleri de olacağı için, kendilerini koruyacaktır. Yeryüzünde bir milyon dil varlığını sürdürme sahasını bulacak. Tarih miras korunacak. Onların içinden en iyileri sonra hâkim olacak. Diğerleri ileride hâkim olacak. Yani, merkezî bucaklar ileri yönetimli bucaklar olacak. Barış içinde uygarlığın oluşmasına imkân doğacaktır. İslâmiyet gelecektir.

 

-“Yedi yaşında Plutarkhos’un yapıtlarını dinleyen Rousseau, bu yazarın özellikle Sparta toplumunu ve Spartalı tanrısal yasa koyucu Lykurgos’u anlatan yapıtından etkilendi. Bu yapıtta anlatılan Sparta toplumunun yalın ve eşitlikçi yaşamı onun kafasında derin izler, canlı düşler çizmişti.”(s.454)

Avrupa İslâm’a karşı aşağılık duygusuna kapılmıştı. Hıristiyanlık öğretisiyle yenmesi mümkün değildi. Çünkü Hıristiyan olarak bu duruma düşmüştü. İncil ile Kur’an’ın karşısına çıkılamazdı. Avrupa kendi moralini Yunanistan’a sarılmakla buldu. İslâm’dan aldıklarını da yanına mâl ederek öğretiler yapıldı. Böylece Avrupa ileri düşüncelere ulaştı.

Bizim bir şansımız var, biz Avrupa’ya açıkça teslim olduk, ama kurtulamadık. Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet, ne de Cumhuriyet bizi iflâh etti. Bin yıl önceki içtihatlarımızla da kendimize gelemeyeceğimiz artık herkesçe kabul edilmiştir. Avrupa’nın elinde zaten bir dayanak yoktur. Marks sönmüş gitmiştir. Sosyalizmin cenazesi kaldırılmıştır. Kapitalizm acılar içinde kendi kulelerini yıkıyor. Peki, ne yapacağız da dünyaya çöken kâbusu ortadan kaldıracağız?

İşte bizim de bu konuda daha çok, daha gerçekçi dayanağımız vardır; Kur’an. Modern Avrupa ilimleri ile Kur’an’ı yeniden anlayacağız, böylece III. bin yıllık Hak Uygarlığı’nı, II. Kur’an Uygarlığı’nı, uygarlık öncesini de uygarlıktan sayacak olursak VI. İslâm Uygarlığı’nı oluşturacağız. Karşımızdakilerin elinde enflasyonla sönüp gitmekte olan karşılıksız paradan başka bir şeyleri kalmamıştır. Bizim karşımıza çıkacak hiçbir şeyleri yoktur. Tüfek bizde de var. Bomba ise dağları yıkıyor, insanlara bir şey olmuyor. O silahların hepsi yine kendilerine dönecektir. Birbirlerine karşı kullanacaklar. Tarihte kuvvetin îmanı yendiği görülmemiştir. Îman bütün güçleri yener. Karşılıksız parayı da yener. Onun ürettiği füzeleri de yener. Çanakkale’de yenmedi mi? Sakarya’da yenmedi mi? İran’da yenmedi mi? 19. yüzyılda teslim aldığı kaleleri bir bir bırakmıştır. Oysa, 20. yüzyılda füzeyi buldu, atomu buldu, kimyasal silahları buldu, biyolojik silahları buldu; ama kullanamıyor. Çünkü buluşları karşı tarafça da öğrenildi. Kimse Allah’ı yenemez. Yendim zannettiği gün perişan olur. Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın zaferini çok yakında insanlık kutlayacaktır. Ateizm belki bir daha yeryüzünde boy gösteremeyecek, insanlık yine şirklerle uğraşacaktır. Müsbet ilim bu darbeyi vuracaktır.

 

-Anası doğarken öldü. Babası Cenevre’yi terk etti. Bir papazın yanında çalıştı, Lâtince öğrendi. Sonra çıraklık yaptı. Küçük burjuva ile tanıştı. Fikirleri burada oluştu. “On yaşındayken eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı... Çeşitli işlerde çıraklık yaptı. Küçük burjuva kökenli Rousseau’nun avam halkla ilişki kuruşudur bu olaylar...”(s.454)

Bir çağın ilerisine gidebilmek için çağın dilini ve ilmini öğreneceksiniz, ama bu yetmez. Çağın gerilerine gidip eski uygarlıkların dilini de bileceksiniz. Daha doğrusu ilmî dili bileceksiniz. Yeryüzünde Sümerce tarihteki ilk ilim dili olmuştur. Mezopotamya’ya Sami dili hâkim olduğu halde, ilmî dil sonuna kadar Sümerce olmuştur. Mısırca hiçbir zaman ilmî dil olamamıştır. İkinci ilmî dil Lâtince olmuştur. İbranice ilmî dil olamamıştır. Üçüncü ilmî dil Arapça olmuştur. Rousseau nasıl Lâtince öğrenmişse, siz de Arapça öğreneceksiniz. Kur’an’ı yakından tanıyacak olursanız, gelecek uygarlığa ancak öyle hizmet edebilirsiniz. Günümüzde herkes İngilizce öğreniyor. Oysa, İngilizce’deki bütün bilgiler Türkçe’ye rahatlıkla aktarılabilir. Ama Kur’an hiçbir dile aktarılamaz. Gelecek uygarlığa katkıda bulunacak herkes mutlaka “Matematik” ve “Arapça” öğrenmelidir.

 

-Bir burjuva bayan ile tanışır, orada burjuvaziyi tanır. “Gençliğinin ilk yıllarında Maddame de Warren ile tanışır. Bu bayan yetenekli delikanlıyı korumasına alır... Bu bayan kanalıyla burjuva kültürünü, burjuva çevresini ve aydınlar çevresini tanımaktadır...”(s.454)

Yaşadığı ortam bir insanı eğer iyi kanalize ediyorsa, o da kabiliyetli ise o topluluğu sarsacak davranışlarda bulunur. Bunu kimi eşkıyalıkla yapar, kimi de fikirleri ile yapar. Avrupa’da Hıristiyanlık gücünü tamamen kaybetmiştir. Bunun sebepleri şunlardır:

  1. Hıristiyanlığın öğretileri günün sorunlarını çözmüyor ve insanlara yol gösteremiyordu. Benzer olaylar ile İslâm medreseleri ve tekkeleri de karşılaşacaklardır.
  2. Hıristiyanlık bir defa ilme cephe almıştır. İlmî verileri İncil ve Tevrat’a karşı görüyordu. Yani, Tevrat ve İncil’i ilme göre yorumlayacağına, karşı yorumları geliştiriyordu. Müsbet ilimle ters düşmüştü. Kur’an’ı da böyle yorumlamak isteyen gafiller veya hainler az da olsa Müslümanlar arasında da görülüyor.
  3. Kilise çıkar merkezi hâline gelmişti. Eski zenginliğinde alıştığı refahı yitirmiş, şimdi halkı soyma yollarını arıyordu. Ahlâksızlığın merkezi olmaya başlamıştı.
  4. Sermaye dine karşı şiddetle cephe almış, sermayesi ile saldırarak onu çökertiyordu. Ne var ki, tam olarak çökertemedi. Şimdi sermaye korkulu rüyalar görürken, kilise emin adımlarla yeniden canlanmaya başlamıştır.

 

-Venedik büyükelçiliğinde yazman olarak çalışır, ücretini alamaz, Paris’e gelir ve alır. Bu olay monarşiye karşı düşüncelerini geliştirir. “Venedik büyükelçisinin yazmanı olarak yaşama atılan Rousseau, ücretlerini alamayınca, Paris’e gelip ücretlerini almak için uğraşır, sonunda alır. İşte bu sıralarda siyasal konularla ilgilenmeye başlamıştır. Ücret olayı onun düzene (monarşiye) karşı çıkan düşüncelerinin tohumunu atmış olabilir.”(s.454)

Hayatta sorunlarla karşılaşırsınız. Çoğu kimseler sorunlarını kısa yoldan çözüp hayatlarına devam ederler. Bir kısım insanlar ise sorunlarını yalnız kendileri için çözmezler, herkes için çözmeye çalışırlar. Tabiî ki, sırtlarına büyük yük yüklenmiş olurlar. Ama sonra o çözüm yolu insanlara yararlı olur. Kendileri sıkıntı çekerler ama sonrakiler yararlanırlar.

Kendimden örnek vereyim. 1960 yılında Demokrat Partili olmadığım halde, kimsesiz buldukları için DP’li sayarak devlet görevinden attılar. İzmir’e gittim ve yine resmî görevden sonra serbest iş denemesi yaptım ve perişan oldum. Tek başına bu işleri yapamayacağımı anladım ve arkadaşlarla birlikte 1967 yılında İzmir’de “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi” kurduk. İşin vahametini sezdiğimiz için 1969 yılı seçimlerinde 14 arkadaş Necmettin Erbakan’la bağımsız adaylıklarımızı koyduk ve yeni siyasî faaliyete giriştik. İşte bu kültür böyle oluştu. Akevler’de belirlenen dört esas vardı:

  1. Çözümler sürekli olacaktır. Yani, bir sorunu çözdüğümüz zaman, ileride benzer olaylar oluştuğu zaman benzer çözümler işe yaramalıdır. Mesela, rüşvet geçici çözümdür.
  2. Çözümler genel olacak. Aynı sorunlarla başkaları karşılaştığı zaman onlar için de çözüm olmalıdır. Böylece birbirimizin çözümlerinden yararlanma imkânını buluruz.
  3. Çözümler zâtî olacak. Yani, herkes kendi sorununu kendisi çözecek, başka çözümlerden yararlanılacak ama kopya edilmeyecek.
  4. Çözümler ilmî olacak. Çözülecek, uygulanacak, sonra sonuçlar yine gözden geçirilecek, yeniden denenecek, bir uygulama - bir teori, bir uygulama – bir teori olarak gidilecek.

İşte Rousseau anlaşılan sorunu genelleştirerek çözmek istemiş, onun için etkili olmuştur.

 

-Halkla ilişkilerden hoşlanır, otel hizmetçisi ile birlikte yaşar ve beş çocuğu olur, çocuklara bakamaz ve kimsesizler yurduna koyar. “Yukarı sınıflar arasında rahatsız olmakta, kendisini avam arasında daha rahat duymaktadır...”(s.454)

İslâmiyet’te evlenme nedir? Evlenme, yasak olan bir fiili meşrû hâle getiren bir işlemdir. Yani, cinsî ilişki yapmaları yasak olan bir kadın ile erkek, evlenmekle meşrû hâle getirirler. Bunun için resmî hiçbir işleme gerek yoktur. Basit alış ve satışa benzer akit yapılması yeterlidir. Yani, Rousseau İslâmiyet’e göre evlidir. Ama kilise bunu evlilik saymaz. Bunun ne Tevrat’ta ne de İncil’de yeri vardır. Roma hukukunun etkisi ile kilise böyle bir yasak geliştirmiştir. Avrupa’yı bugün de çökerten budur. Çocuklarına bakacak kadar kaynağı sağlayamayan Rousseau, anlaşılan sermayenin de işine gelmemiştir. Sermaye bu safhadan sonra yararlanır.

 

-1745’de Diderot ile tanışır, Ansiklopedi’ye yazılar yazar. Uygarlığın etkisi konulu yarışmaya katılır. Uygarlığa karşı halkın direndiğini anlatır. Aklın yanında duyguların galip geldiğini ileri sürer. “Uygarlıkla birlikte artan eşitsizliğin insanca değerleri bozması olgusuna karşı, aşağı sınıfların, kendini uygarlığa karşı çıkma biçiminde ortaya koyan tepkisini dile getirmektedir...”(s.455)

İlim yeni düzeni oluşturur. Bu oluşlar insanlık tarihinde ya Allah’ın vahyi ile peygamberlerle oluşmuştur, yahut iki uygarlığın karışması sonunda ortak etkilerle düşünürler tarafından oluşturulmuştur. Yalnız projenin oluşması yeterli değildir. O projeye inanan insanlar ortaya çıkacaktır. Bunu din sağlar. Peygamberler ikisini birden yürütmüşlerdir. Din duyguları harekete getirir. Duygular ya sevgiden, ya da korkudan oluşur. Demek ki, medeniyetler ya kala dayanır ve korku ile oluşturulur, ya da vahye dayanır ve îmanla gelişir. İslâm Uygarlığı vahye ve îmana dayanır, Batı Uygarlığı akla ve korkuya dayanır. Zaten hak uygarlığı ile kuvvet uygarlığı bu demektir.

 

-1755’de Ansiklopedi’ye “Ekonomi Politik” makalesini yazar. “Siyasal düşünüşünün odak noktasını oluşturacak olan “genel irade” kavramını ilk kez bu makalesinde ortaya atmıştır. Aynı yıl İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı dilimize de çevrilen ünlü yapıtı yayımlanır.”(s.455)

Siyasetle ekonomi arasında çok sıkı bir çelişki vardır. Canlılar arasında savaş vardır. Bu savaşın kaynağı beslenmedir. Bir de cinsî yarıştır. Ekonomiyi elde edenler siyasete hâkim olmak isterler; kapitalim budur. Siyasete hâkim olanlar halkı sömürmek isterler. Bunlar arasında denge oluşturmak gerekir; işte devlet budur. Devlette ne sermaye kâhyadır, ne de hükümet korumadır. Başka bir deyişle, devlette sermaye halkın kâhyasıdır, yönetimde halkın korumasıdır.

Eşitsizlik deyince iki şey anlamak gerekir. Biri, hukukî eşitsizliktir, insanların doğuştan farklı haklara sahip olmasıdır. Diğeri ise farklılıktır. Farklı kabiliyetleri olanların farklı iş yapmalarıdır. Farklılık ve işbölümü uygarlığın simgesidir. Doğuştan eşitsizlik ise gericiliğin simgesidir. Tarihte doğuştan üstünlük gücünü yitirmiştir. Ama farklılık ve işbölümü hep artmıştır. İnsanların eğitildiği başka mekanizmalar olmadığı zaman, insanları seçen başka bir kural da olmayınca, iş aile eğitimine kalır ve seçim de irsî olur. Zamanla eğitim müesseseleri geliştirir gibi imtihan sistemleri de gelişmektedir. Dolayısıyla, bir taraftan aile eğitimine gerek kalmadığı gibi, aile dışında üstün kabiliyetlileri ortaya çıkarma sistemleri oluşmuştur.

Biat sistemi en çok adil olan sistemdir, hem de en uygun sistemdir. Biat şu demektir. Semciler vekâlet sistemi ile gelirler. Yani, temsilciler vekildirler. Sadece bir fark vardır, vekil olabilmek için belli bir eğitimi almış olmak gerekmektedir. Bugün avukatlar için durum budur. Bunun dışında asgari belli miktardaki kimsenin vekâletini almış olmak gerekir. Böylece temsilci olmuş olursun. Bu da irsiyetin çok üstünde aristokratları oluşturur. Başkanları ise sıralama usûlü ile aralarından seçerler.

 

-Rousseau Cenevre’den dâvet alır, oraya döner. “Toplum Sözleşmesi” ile “Emil” kitaplarını yazar. “Cenevre halkı Rousseau’yu çağırır. Rousseau bu çağrıyı kabul ederek ülkesine döner. 1761’de insanların özgürlüğe kavuşmasını, kadınların tutsaklıktan kurtarılmasını isteyen,aristokratik ahlâkı eleştiren Yeni Güneş adlı yapıtını, 1762’de siyaset üzerine Toplum Sözleşmesi ve terbiye üzerine Emil adlı yapıtlarını yayımlatmıştır.”(s.455)

Kitaplar yazar, ne yararı olur? Kendisinden sonra sermaye o kitapları kullanır ve insanlığı ateizm ile cumhuriyete götürür. Sonunda bugünkü hâle geliriz. Aslında bu gelişmeler bize yaramaktadır. Çünkü Rousseau her ne kadar ateizme âlet olmuşsa da, kendisi şöyle demiştir: “Ben dindar değilim, dindar olsaydım Müslüman olurdum.” Demek ki, Müslüman olsaydı dindar olacaktı. Böylece insanlığı bâtıl inançlardan kurtarırdı. Ateizm ise boş alandır. Gerçek Tanrı’nın oturmasına engel değildir. İkinci özelliği, de hanedan sistemine karşı darbe vurmuştur. Böylece bizim cumhurî yönetimlere imkân ve zemin hazırlamıştır.

 

-Rousseau Tanrı’yı nesnelliğe indirir, dinî kuruluşları reddeder. Kilise onu cezaya çarptırır. Ülke ülke gezer, Paris’te kenara çekilir, “İtiraflar”ını yazmaya başlar. Yoksulluk içinde ölür. “Emil’in bir bölümündeki “deist” görüşlerinden dolayı, parlamento hakkında soruşturma açılmasını ister. Paris Piskoposu kendisine karşı buyrultu yayınlar. Cenevre’de ise cezaya çarptırılır. Cenevre’den ayrılmak zorunda kalır. Bir süre Almanya’da kalır. İngiltere’ye geçer... 1770 yılında Paris’te yerleşme izni alır, köşesine çekilir. Bu ara Portekiz ve Polonya için istenen anayasa tasarılarını hazırlar. Yaşamını anlattığı (iki ciltlik) İtiraflar’ını yazmaya başlar, tamamlayamadan, 1778 yılında yalnızlık ve yoksulluk içinde ölür.”(s.455)

İleriyi gören düşünürler sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar. Çünkü ileriyi tam olarak izah edemezler, söyledikleri hatalı görüşleri içerebilir. Bunun dışında da, ileri sürdükleri görüşler günün dengesini sarsan bir olaydır. Bundan dolayı herkes ona saldırır. Sosyal yapı böyledir. Eğer bir kimse tanrılaştırılmışsa kimse onun aleyhine konuşamaz, şeytanlaştırılmışsa da kimse onunla konuşamaz. Görüşler el altından yayılır, ama o görüşlerin sahibi olan düşünür yalnızlığa mahkûm edilir, yoksulluğa mahkûm edilir.

Hazreti İsa bunun örneğidir. Bugün iki milyar insan onun adını takdis ediyor. İkinci örnek Bediüzzaman’dır. Bugün dünyanın her yerinde onun açtırdığı okullar vardır. Hz. Muhammed ve Hz. Musa gibi hayatında başarıya ulaşanlar da olmuştur. Bunlar Allah’a inandıkları için hayatında başarıya ulaşıp ulaşmamak onlar için önemli değildir.

Bizim nesil de büyük başarılara ulaşmıştır. Ama daha işin başında bulunuyoruz. “İnsanlık Anayasası”nı ancak otuz yıllık çalışmadan sonra sunabildik. Otuz yıl sonra meyvelerini vermiş olacağını ümit ediyoruz.  

 

Rousseau’nun Siyasal Düşünceleri

-Rousseau geleceği görmüş, geçmişi özlemiştir. İlkel topluluğu övmüştür. “Böyle bir yaşam deneyimi olan Rousseau, ekonomik ve sınıfsal tabanını bir sonraki yüzyılda bulacak bir ideolojinin öncülüğünü yapan biri olarak, çağının ötesinde duran bir düşünürdür dedik. Düşüncelerini uygarlığın eşitsizliğine tepki olarak, ilkel toplumlara duyduğu özleme dayandırdığı için, çağının çok gerilerinde kalmış olarak görünür...”(s.455-456)

İnsan geçmişte hür değil, serbestti. Yani, vahşice yaşıyordu. Yenen yenileni yok ediyordu. Uygar topumda yenilen istihdam edildi. Diyelim ki, çobanlık dönemini yaşayan bir bucak, komşu bucağa saldırıyor, onun hayvanlarını alıp yağmalıyordu. Üstüne gelirse öldürüyordu. Oysa, uygar toplumda yenen yenilene sürüyü de bırakıyor, toprağı da bırakıyordu; ama her yıl onlardan belli sayıda koyun alıyordu. Eskiden insanlar eşitlikçi idi, birbirini yiyordu. Sonra eşitsizlikçi oldular ama herkese hayat hakkı doğdu. Hattâ öyle zamanlar geldi ki, halk kendi kendine haraç vererek yaşamayı tercih ettiler. Çünkü öylece güvenlik içinde yaşar oldular.

Şimdi iki türlü uygarlık vardır. Bunlardan biri, peygamberlerin uygarlığıdır. Halk kendilerini düşmanlardan ve canavarlardan koruması için bir teşkilât kuruyor, başlarına bir komutan atıyorlar ve kendilerini böyle savunuyorlar. İşte “İslâm düzeni” bu demektir.  

Diğer yönetim şeklinde ise, halk başka topluluklara mağlup olur, korkusundan ona teslim olur, böylece haraç öder, veya asker olur. Batı dünyası böyle bir yönetimi gördüğü için mevcut düzene hep hınçla bakmıştır. Oysa, Doğu’da, Ortodokslar da dahil, savaş halk arasında değil, yöneticiler arasında olur, yöneticiler kendilerini kabul ettirmek için halkı memnun etmeğe çalışırlardı. Halk hoşuna gitmeyen iktidarın muhalifini destekler, böylece yeni yönetimi iktidar ederdi. Bugün sermaye kimi desteklerse o iktidar oluyor. Doğu’da seçim yoktu ama halk kimi desteklerse o iktidar olurdu. Yani, Doğu’da mesela Selçuklularda bugünkü Avrupa’dan daha ileri tabiî demokrasi vardı.

İnsanlık Anayasası”nda temel kural şudur. Öyle bir düzen kuralım ki, artık insanlar insanlara hükmetmesin. İlkel topluluklar da tam hür olsun. Ama av avlamasın da bilgisayarlarda kendisine iş arasın. Genel hizmetlerini de kendi seçtiği hizmetliler bedava hizmet olarak versin. Vergi halktan alınmasın, ürün bilgisayarda paylaşılsın. Haklar hakemler yoluyla bölüşülsün.

 

-Eşitsizlikçi toplumda ezilen halk vardır, oysa ilkel toplumda eşitlikçilik vardır. “Rousseau’nun Uygarlığa Tepkisi: Rousseau’nun siyasal düşünüşünü ördüğü yumaklardan biri, kendisini ilkin Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma adlı yapıtındaki “uygarlığa tepki”dir. Bu tepkinin altında, uygarlığın eşitsizlikçi gelişimine karşı aşağı sınıfların eşitsizlikle özdeşleşmiş uygarlığa karşı düşman tutumlarının yattığını belirtmiştik. Gene bu tepki kendini bir yandan da ilkel, yalın yaşamlı, eşitlikçi toplumlara duyulan romantik bir hayranlık biçiminde ortaya koyabilmektedir.”(s.456)

Uygarlık, benzerlikten rarhlılğa ve iş bölümüne dayanır. Beyin hücreleri ile deri hücreleri farklı görev görürler. Evrim sözkonusudur. Her şey farklılaşmaya ve iş bölümüne gitmektedir. Bunu durdurmak mümkün değildir. Ne var ki, insanın fiilî hürriyeti artmaktadır. Dağ başına bıraktığımız insan teoride sonsuz hürriyete sahiptir. Şehre getirdiğimiz bu insanın teoride hürriyeti daralmıştır. Ama fiilen dağlarda değil hür olmak, yaşamak şansına bile sahip değildir. Kentte ise birçok imkânlarla istediğini yapmaktadır.

İnsanlık Anayasası”nda kişinin kısıtlanan kendi hürriyeti değil, kendisine sağlanan imkânın sınırlılığıdır. Böylece imkânlar oluşmuştur. Bu sebepledir ki insan, mesela ormana açılırsa istediğini yapma serbestisine ulaşır, dağlara çekilirse istediğini yapma serbestisine ulaşır. Ama kentimize gelirse bizim orada işgal hakkımız var, ihya hakkımız var, bizim gibi davranmak zorundadır. Hattâ bizden izin alarak girmek durumundadır.

İnsanlık Anayasası”nda insanlar insanlık ve kıta bucaklarında izinsiz girip dolaşabilir ve yaşayabilir. Ama bir ülkenin herhangi bucağına girebilmek için o ülkenin vatandaşı olmak gerekir. Bir ülkenin vatandaşları ülkesinin ülke ve bölge merkez bucaklarına izinsiz girip dolaşabilir, diğer bucaklara girmek için oradakilerden izin almak gerekecektir. Bir ilin halkı il ve ilçe merkez bucaklarına izin almadan gidip dolaşabilir, yerleşebilir. Başka bucaklara girmek için izin almak gerekir. İzin de oradaki herhangi bir vatandaşın izni yeterli olur, hattâ zimmî izni bile yeterli olur. Uygar toplumda daha çok hürriyet vardır.

Burada savunulan bir şey var. Mevcut düzeni yıkmak, onun yerine sermaye düzeni getirmek, bütün çaba bundan ibarettir. İlkelliğe dönmek tabiî olma şeklinde ortaya konuyor. Oysa, insan sosyal evrim yapan varlıktır. İlkele dönemez. İnsan artık kertenkele olamaz. Demek ki, aydınların düşünceleri aydın değil, saçmalıklardan ibaret.

 

-Rousseau hayalinde bir toplum yaratmış onu ideal edinmiştir. “Rousseau da bir yandan “altınçağ” mitosundan, bir yandan toplum sözleşmecilerin doğa durumuna ilişkin kurgularından, bir yandan da Amerika’nın ilkel yerlileri olan Kızılderililer hakkında yazılan yapıtlardan etkilenerek, ilkel yaşamı ülküleştirmiştir. Ona göre ilkel toplum, insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlâkını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik toplumudur. Böyle bir toplumun antropologların anlattıkları ilkel yabanıl topluluklardan çok, Rousseau’nun kafasında yarattığı bir toplum olduğu açık.”(s.456)

Antropologların ilkel toplumu da onların hayallerinde oluşan ilkel toplumdur. Bizim ilkel toplum ise, Tevrat ve Kur’an’a dayalı olarak ortaya koyduğumuz toplumdur. Antropologların buluşları ile çakışmaktadır ama yorumlar onlardan farklı olmaktadır. Onlar, insanlar mağaralardaki resimleri sihir amacıyla yaptılar diyor. Biz ise eğitim amacıyla yaptılar diyoruz. Sonra açıkgözler ondan büyüde yararlandılar diyoruz. Biz, önce eğitim, sonra büyüleştirme diyoruz. Onlar, önce büyü, sonra eğitim diyorlar. Bizimkinin dayanağı Kur’an’dır, onların dayanağı da yine Kur’an’dır. Bir şartla, onlar Tevrat ve Kur’an ne söylüyorsa yanlıştır, başkasını söylemek gerekir diyorlar. Biz de, Tevrat ve Kur’an ne söylüyorsa o doğrudur diyoruz. Ama ne onların ne de bizim başka dayanağımız yok. Biz müspetiz, onlar menfidir. Menfiliğin delâleti yoktur. Yok olan bir şeyin yokluğu ispatlanmaz. Bir delilin yanlış olması aksinin doğru olmasını gerektirmez. Kur’an’ın söyledikleri yanlış olsa bile, diğerlerinin doğru olduğu ortaya çıkmaz. Çünkü yanlışlar tek değildir. O halde biz usûl olarak onlardan sağlam varsayımlara dayanıyoruz.

 

-İlkel toplum hürdü ve erdemliydi. Uygar toplumun yararlarını da düşünerek onun iyiliklerini almak gerekir demek istemiştir herhalde. “İlkel toplulukla karşılaştırıldığında Rousseau uygar toplumu, insanın iyi doğasının bozulup, erdemin yittiği, özgürlüğün yerini tutsaklığın aldığı bir toplum olarak görür... Doğru yorum, onun uygar toplum içinde ilkel topluluğun erdemlerine yeniden kavuşmanın yollarını aradığı, ilkel topluluğun erdemleriyle uygar toplumun yararlarını bir araya getirecek bir düzeni araştırdığı olsa gerek.”(s.456)

Rousseau öyle dememiştir. Rousseau’nun görevi yıkmak olduğu için konuşmuştur. Ne yapmak gerektiğine dair bir görüşü yoktur. Sonra Marks da aynısını yapacaktır. Niçin? Çünkü mevcut düzen yıkılacak, sermaye düzeni ile dünya imparatorluğu kurulacaktır.

İbrahim Peygamber’den beri İbraniler’e vaadler vardır. Sizi kum tanesi kadar bereketli bir kavim yapacağım. Hz. Musa arz-ı mev’udun sınırlarını çizmiştir. Siz buraya hâkim olacaksınız ve buradan bütün insanlar sizin köleniz olacaktır. Bu vadin ilki Davut Peygamber zamanında kısmen gerçekleşti.

Arz-ı mev’ud nerelerdir? Bunu bilmek gerekir. Çünkü sömürücü sermayenin hedefi burada İsrail İmparatorluğu kurma ve oradan dünyayı tek yönetim içinde yönetmedir. Kendisinin askeri olmayacak, sadece bloklarda oluşturduğu askerleri kullanacaktır. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa, Ortadoğu, Çin, Hint, Afrika, Avustralya birlikleri kurulacak, bunların orduları olacak, bu orduları sermaye finanse edecek. Biri baş kaldırırsa diğeri ile vuracak ve böylece tek devlet olarak dünya yönetilecektir. Kendi merkezi ise Tevrat’ta çizilmiştir. Fırat ve Dicle havzası ki, Erzurum’a kadar gelir, Toroslar’ın güneyi, Fethiye’ye kadar gelir, bütün Arabistan Yarımadası. Bunlar o ülkenin olacaktır. İşte Rousseau mevcut düzeni yıkıyor, ilkelliğe götürüyor, yenisi belli değil. Sermaye nasıl isterse o düzen gelecektir.

 

-İnsan da bir hayvandır. Sadece iradesi vardır ve evrimleşebilmektedir. “Rousseau2da Doğa durumu: Doğa durumunda insan, fizik bakımından öteki hayvanlardan farksızdır... Tinsel bakımdan ise onu hayvanlardan ayıran iki özelliği vardır. Birincisi hayvanların doğa yasalarına içgüdüleriyle uymalarına karşılık, insanın o ya da bu davranışı seçebilme yeteneğine sahip olması, ikincisi evrim gösterme yeteneğine sahip olmasıdır.”(s.457)

Sanki yeni şeyler söylemiş gibi yazılıyor. Yunanlılara göre, insan hayvanı nâtıktır. Müslümanlara göre de insan hayvanı mürittir. Allah Rab’dır ve peygamberleri insanlar evrimleşsinler diye göndermiştir. Şimdilik Rousseau İslâm’ın öğretileri ile doğru düşünmeye başlar, ondan sonra hemen saçmalıklara atlar.

 

-Doğa durumunda iyi ve kötü diye bir şey yoktur, adalet ve zulüm de yoktur. “Doğa durumunda, iyi kötü, adaletli adaletsiz gibi kavramlar sözkonusu olamaz; çünkü insanların birbirlerine karşı hiçbir görev ve sorumlulukları yoktur. Aralarında zekâ, yaş vb. alanlarında ama küçük ve önemsiz doğal eşitsizlikler dışında uygarlığın yarattığı eşitsizlik yoktur. Bu nedenle doğa durumunda “eşitlik”, daha önemlisi, eşitliğin yarattığı bir “doğal özgürlük” vardır. Doğa durumunda insanın iyi doğasını, erdemini bozacak etkiler de yoktur...”(s.457)

Hayvanlarda iyi veya kötü diye bir şey yoktur, adalet veya zulüm diye bir şey de yoktur, doğru ve yanlış da yoktur. Sadece yararlı ve zararlı vardır. O da sadece o an için ve kendisi için, yahut topluluğu için. İnsanda dört meleke oluşmuştur. Doğru-yanlış, ileride ve düzen için yararlı ve zararlı, adalet ve zulüm, iyi ve kötü. İyi ve kötünün de kriterleri vardır. Varlık yokluktan iyidir, birlik ayrılıktan iyidir, denge dengesizlikten iyidir. Evrim durağanlıktan iyidir. Denge bozulmanın azlığıdır, entropinin küçüklüğüdür. Bugün matematikle bu ölçülmektedir. Evrim de farklılık ve işbölümüdür. Bunu da matematikle ölçebiliriz. O halde insan, bu melekeleri olan varlıktır. Buna “irade sahibi varlık” diyoruz. İlk yaratıldığından beri insan bunların hepsine mâliktir. Ve ilk insan günah işlemeye başlamıştır. Diğer hayvanlar kendilerine zararlı olan otları yemedikleri halde, insan hâlâ yiyor. Zevk alıyor ve kendisini helâk ediyor. Sigara içen başka bir varlık var mı? İlk insan aynı zamanda düzen kurmuş ve sevap işlemiştir. İnsan iyilikleri ve kötülükleri ile her zaman vardır.

Ben bir köyde doğdum ve büyüdüm. Henüz kentleşmemiş bir yerde yaşadım. Burası dinî bakımdan da Müslüman bir yerdi. Buradaki fesat, buradaki sıkıntı şehrin on mislidir. Hep silahla dolaşırsın, her an öldürülme tehlikesindesin. Küçük bir töre dışı hareket yaptınız mı herkes sizden bahseder. İstanbul’a geldiğin zaman hür olursun. Artık sizi kimse tanımıyor, düşmanlar yok. Güvenle sokaklarda dolaşırsın. Karşında görevliler de yok. Oysa, köyde jandarma her an tependedir. Yumurta vereceksin, meyve vereceksin, odunu yoksa taşıyacaksın...

Hâsılı, ilkel toplumlar eşitlikçidir sözü son derece yanlıştır. İlkel toplumlarda aile soyları var. İçlerinde son derece disiplinlidir. Askerî disiplin vardır, aralarında da hiyerarşi vardır.

Bu durum tavuklarda denenmiştir. Kümeslerde tavuklar gezinirken birbirine yol verirler ve aralarında hiyerarşi oluşmuştur. Kimin kime yol vereceği bellidir. Değişik kümeslerden gelen tavuklar birbirine yol vermez, dövüşürler ve dövüşme sonunda biri diğerine hâkim olur, sonra hep ona o yol verir. İşte ilkel topluluklarda da durum aynen böyledir. Burada önemli olan husus, bu yol verme açık zincir olarak tepede son bulmaz. A B’ye yol verir, B C’ye yol verir. Bunun mantığı, A C’ye yol vermesi gerekir. Ama öyle olmaz. Bakarsın C yenilmiştir, C A’ya yol verir.

İşte ilkel toplumlarda durum budur. Uygar toplumlarda ise bu olay belirlenmiştir ve tepede olan hepsine hâkimdir.

 

-Rousseau bu önerinin hayal olduğunu da belirtmektedir. “Toplum Sözleşmesi’nde “Artık var olmayan, belki hiçbir zaman var olmamış ve olasılıkla hiçbir zaman var olmayacak olan, bununla birlikte şimdiki durumumuzu gereğince anlayabilmemiz için, hakkında doğru dürüst bilgi edinmemizin hiç de gerekli olmadığı bir durum.” diye söz eder doğa durumundan.”(s.457)

Bazı varsayımları öne sürersiniz, bu ütopya derler. Şimdi bu ütopyayı tanımlamanın zamanı gelmiştir. Kâinat’ta, yeryüzünde, insanda ve toplulukta yaratılıştan gelen kanunlar vardır. Mesela, insan kızar, insan kıskanır, insan sever, insan korkar, insan acıkır, insan itaat eder. Bunlardan birini yok sayar da birtakım hayaller kurarsanız, bu ütopyadır. Yerçekimi olmayan bir uçak var etmeniz ütopyadır. Çünkü insanlar bir şey yaratamazlar, yaratıklardan yararlanabilirler. İnsanı değiştiremezler, insandan yararlanabilirler. Yeryüzünde zıtlıklar var, onunla dengelersiniz. Yer çeker ama, suyun kaldırma kuvveti, havanın hıza karşı direnme gücü, merkezkaç kuvvet vardır. Bununla dengelersiniz. İnsanda hâkim olma duygusu yanında itaat duygusu da vardır, insanda kızma duygusu yanında sevme duygusu da vardır. Zalim olduğu gibi adildir de. İşte böylece zıt kuvvetlerden yararlanarak dengeyi bulmak gerekir. Senin söylediklerin yoktur, olmaz demek ütopyadır. Nitekim, geçmişe devlet yoktu, şimdi var. Geçmişte uçak yoktu, şimdi var. Bir şey ütopyadır demek, sosyal veya tabiat kanunlarına aykırıdır demektir. Bu iddianın kanıtlanması gerekir. Rousseau’nun ve Marks’ın iddiaları ütopyadır, çünkü insanın hilkatine aykırıdır. Biz insanı değiştiremeyiz. İnsanda varolan melekeleri çevre veya eğitimle geliştirebiliriz.

 

-Eşitsizliğin kaynağında mülkiyetin, toplum sözleşmesinde sözleşmelerin eşitsizliğe sebep olduğunu anlatır. Birini tarihî, diğerini kuramsal olduğu ile açıklayabiliriz. “Rousseau’ya Göre İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı: Mülkiyetin ve uygarlığın doğa durumu eşitliğini bozmasıyla uygar topluma geçildiğini söyler. Toplum Sözleşmesi adlı yapıtında ise, bu geçişin bir sözleşme ile olduğu görüşündedir. Birincisinde geçiş çok kötü, ikincisinde ise hiç de kötü olmayan bir adımdır. Rousseau, iki ayrı kitabında savunduğu iki ayrı ana düşünceye göre, bu ana düşüncelerini destekleyecek iki ayrı geçiş çizmiştir. Bu iki geçiş birbirleriyle tutarlı görünmezler. Aralarındaki farklılık ancak, birincisinin “tarihsel” durumu, ikincisinin “kuramsal” bir sorunu açıklamak için çizilmiş olabileceği söylenerek  açıklanabilir.”(s.457)

İki ayrı çeşit geçişlerin olması çelişki değildir. Tarihte de değişik yer ve zamanlarda olmuş olabilir, kuramsal da olabilir. Çift uygarlıkların kaynağı bunlardır. Hak uygarlıklarında sözleşmelerle, kuvvet uygarlıklarında ise savaşlarla ve yağmalarla oluşmuştur. Her ikisinde de mülkiyet vardır. Mülkiyet hissi ve topluluğun onu benimsemesi hiçbir zaman yok olmaz ve uygarlık da onunla oluşur. Ama onu kullanma şekli ise farklı olabilir. Kimi anlaşmalı, kimi korkutmalı. Peygamberler anlaşmalı sistemi seçmişlerdir, filozoflar ise çatışmalı ve kandırmalı yolu tutmuşlardır. Bu iki metot hep sürüp gitmektedir.

İnsanlık Anayasası” anlaşmalı düzenin kurallarını koyuyor, ama anlaşmanın her zaman olmayacağını da bildiği için askerî düzen olduğunu da ortaya koyuyor ve askerî düzen için kurallar vazetmiyor. Sadece hukuk düzeni ile ilgili kuralları belirtiyor.

 

-Madencilik ve tarım mülkiyeti doğurmuştur, doğa durumunu bozmuştur. “Maden işletmeciliğinin bazı insanların silahlanmalarına yol açtığını; tarımın bazı kimselerin topraklar üzerinde tekel kurmalarına, mülkiyet kurumunun yaratılmasına yol açarak, doğal eşitliğin bozulmasına varan etkiler yarattığını düşündüğü anlaşılıyor:”(s.458)

Doğa durumu ilkellik kabul ediliyor ve uygarlığı da doğa durumunun bozulması şeklinde görüyor. Oysa, ilkellik sosyal evrimin olmamasıdır. Uygarlık da sosyal evrimdir ve hep devam etmektedir. Ve edecektir. Evrim de insanın dört melekesinde ve müessesesinde olmaktadır. İlimde daha çok biliyor hâle geliyoruz, ekonomide daha çok üretim yapabiliyoruz, siyasette daha çok güçlü silahlar keşfediyoruz ve dolayısıyla halkın düzene isyan gücü azalmış oluyor, inançlarımızda daha çok ilmîleştiriyoruz. Naklî delillerden aklî delillere doğru kayıyoruz. Bu doğallıktan uzaklaşma değil, ilkellikten uygarlığa doğru gitmedir. Genel evrim kanunlarına uymadır. Acaba Tevrat ve Kur’an neden böyle ütopik hatalar yapmadı? Neden sihir gibi içi boş dayanaklar üzerinde oturmadı?

İnsanlık Anayasası” bu kitaplara ve ilme dayandığı için en az bin yıllık başaralı bir düzenin kurcusu olacaktır. Ondan sonraki bin yıllara de örnek olacaktır.

 

-Tarlayı çevirip çitleyen ve bunu da diğerlerine kabul ettiren ilk uygar toplumu kurmuştur. ““Bir tarlanın etrafını çitleyip ‘burası bana aittir’ diyen ve bu söze inanacak kadar saf kişiler bulan ilk insan uygar toplumun kurucusu olmuştur.”(İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, II. Bölümün ilk sözü)”(s.458)

İlk karı-koca olarak yaratılan Hz. Adem ile Havva’nın elbiseleri vardı. Bu elbiseler palmiye yapraklarındandı ama kendilerine aitti. Çünkü bedenleri farklı idi. Adem ile Havva bir kovukta yatıyorlardı.Belki otlardan, belki taştan yastıkları vardı ama yerleri belli idi.

Bir erkek balık suyun içinde bir yer beller ve ötmeye başlar, başka erkek balıkları oraya yaklaştırmaz. Yeteri kadar gün geçip de oraya başka erkek balığı uğratmadıktan sonra gider, yumurtaları oluşmuş dişi balığı bulur, ona kur yapar ve oraya getirir. Önce dişi balık yumurtalarını bırakır, sonra erkek balık spermlerini akıtır. Sonra erkek balık biraz daha bekler. Döllenme tamamlandıktan sonra artık erkek balık da orasını bırakır. Balıklar kendiliklerinden yumurtadan çıkıp büyürler. Demek ki, omurgalıların ilk varlığı olan balıklarda bile işgal ve mülkiyet anlayışı vardır.

İnsanlık Anayasası”nda işgal ile bölüşme bu esasa dayanır. Burasını şimdi ben işgal ettim, sen de git başka yeri işgal et. Bu işgal emekte inzimam edince mülkiyete dönüştü. Mülkiyette devredilmeye başlandı. İlk günden beri bu vardır. Horoz ağzı ile yakaladığı mısır tanelerini tavuklara devreder. Burada eklenmiş olan şey emektir ve kalıcı hafızadır. Yani, insanlar burada kimin emeğinin geçtiğini bilir ve onun mülkiyetine tecavüz etmezler. Çünkü onlarda adalet anlayışları vardır. Zamanla bunlar savaşın da kaynağı olmuştur.

İnsanlık Anayasası”nda bu mülkiyet kavramı kurallara bağlanmıştır.

Yeryüzü insanlığındır, işgal ile bölüşmüşlerdir. Emeğin katılmasıyla mülkiyete dönüşür. Ama insanın bu mülkiyeti koruması için şartlar vardır:

  1. İhya ancak kollektif olarak ortaya doğar. Çünkü çit çevirmekle değil, ana yollarla bağlantı olması gerekir. O halde imar edilen yerlerde topluluğun da payı vardır ve topluluk buna karşılık vergisini alır, yani hâsıladan payını alır. Bu pay site içi, site dışı, bucak, il, ülke ve insanlık arasında bölüşülür.
  2. Artık ferdî ihya yeterli değildir, dolayısıyla ihya plan ve projeye göre yapılmalıdır ve tamamlanmalıdır. Başlayan tamamlamazsa başkası tamamlar ve onlar katkıları nisbetinde o yerden yararlanma mülkiyetine ortak olurlar.
  3. Bir mülkü işletmek artık ihtisas istediğinden, yatırım yapanlar yararlanma mülkiyetine sahip olurlar, işetme mülkiyetine ise işletme ehliyeti olanlar mâlik olur. Esasen vergi de işletmeden alınır.
  4. İşletme yapamayan işletme mâlikleri mülkiyetlerini ellerinden çıkarırlar. Yeter miktarda gelir getirmeyen taşınmazların pay senetlerini kamu alır ve eski mâliklerin elinde bir mülkiyet hakkı kalmaz.

Diğer taraftan insanlığın, ülkelerin, illerin, bucakların, ocakların ve kişilerin mülkiyetinde olan topraklar vardır. Bu mülkiyetin de şartları vardır:

  1. Topluluğun bu topraklara mâlik olması için, temlik sebebi ne ise onu yerine getirmelidirler. Ülkeler savunmayı yapabilmeli, iller güvenliği tesis edebilmeli, bucaklar hukuk düzenini kurup çalışma şartlarını hazırlamalı, ocaklar da yaşama şartlarını hazırlamalıdırlar. Bunu başaramayan toplulukların yönetimleri değiştirilir. Düzelmezlerse topluluk dağıtılır. Bunlar hakem karaları ile yapılır ve uymazlarsa silahla zorlanırlar.
  2. Herkes işgal ettiği yerin hakkını vermelidir. Asgari üretim yapmalı veya asgari insanı barındırmalıdır. Bu gerçekleşmiyorsa ya yeni muhacir kabul etmeli ya da toprağını küçültmelidir.
  3. Üreticilerden anayasalarca belirlenmiş kamu payı alınmalı, ondan fazlası ise emeğe bırakılmalıdır, sermaye bırakılmalıdır. (Sermaye eski emektir.)
  4. Mal, emek, sermaye ve bilginin yeryüzünde serbestçe dolaşmasına izin verilmelidir. Gümrük, pasaport, vize gibi kurallar kalkmalıdır. Topluluk kendi vergi payını almalı, sonrasına karışmamalıdır. İşte doğal olan budur. Eskiden vergi alınmadan da dolaşıyordu, şimdi vergi ödendikten sonra dolaşacaktır.

Bütün bunlar hakemlerce düzenlenir.Hakem kararlarına uymayanlara karşı silah kullanma meşrudur. Bizde ütopik bir düşünce varsa, buyurun dinleyelim.

 

-Mülkiyet aynı zamanda hırsızlıkların, savaşların, cinayetlerin de kaynağıdır. “Aynı zamanda bu kimse, Rousseau’ya göre, mülkiyet kurumunu yaratarak, insanlık tarihini kana bulayan, hırsızlıklara, cinayetlere, savaşlara yol açan gelişmelerin de başlatıcısı olmuştur.”(s.458)

İnsan kan akıtıcıdır. Habil ile Kabil meyve toplar ve getirip aileye sunarlar. Birinin topladığı yararlıdır, kabul edilir; diğerini ise yaramazdır. Birininki yenir, diğeri yenmez. Zaten o zaman kollektif yaşama olduğu için ortak mülkiyet var. Kabil kendisinin başaramadığına kızar ve Habil’i öldürür. Bu hikâye bize insanın savaş için neleri bahane edebileceğini gösterir.

Marks da savaşların sebebi olarak mülkiyeti, dini, aileyi ve devletleri göstermiştir. Ona göre sosyalist bir devlet kurulacak, önce dini, aileyi, mülkiyeti kaldıracak, orası cennet olacak. Sonra o devlet tüm dünyayı işgal edecek ve tüm dünya cennet olacak. Sonra da kendisine gerek kalmayacak, kendi kendisini dağıtarak insanlık komünizme geçecektir. İşte bu teoriye dayanarak insanlığa 70 yıl kan kusturmuş, içeride 40 milyon insan bu cennet uğruna öldürülmüş, dünya üzerinde soğuk savaş nedeniyle sermaye sömürüsünü en yüksek seviyeye çıkarmış ve ulusları esir etmiştir. Ama sonunda insanlar mülkiyeti azaltmadılar, hırsızlığı çoğalttılar.  

Eski Sovyet ülkelerine bir öneri götürdüğün zaman, yetkililer oturur ondan kendilerinin nasıl hırsızlık yapabileceklerini düşünürler. Özel çıkarları varsa seninle anlaşma yaparlar, bulamazlarsa öneri reddedilir. Tüm devlet işletmeleri feodal beyler arasında bölüşülmüştür. Meselâ, eczacılığı birisi yapar, taşımacılığı birisi yapar, elektriği birisi dağıtır, trafik birisinin elindedir. Karakollara birisi hâkimdir. Mahkemelerin beyi birisidir. Bir kimse birini öldürdüğü zaman ağır cezası var, hapishaneye atarlar. Çıkmak için rayiç bir bedel vardır. Benim oralarda bulunduğum zaman bu rayiç 30 000 dolardı. Bunu verdin mi, bu miktar polis, savcı, hâkim ve adalet bakanlığınca bölüşülür ve kişi serbest bırakılır. Tabii ki bu sistemde bir ceza olmuş oluyor. Elektrikler üretilir, satılır, devlet bütçesine bir pay verilir. Kalan elektrikle ilgilenen genel müdürdür. O çalışanlar arasında bir derebeyi gibi bölüştürür. İşte sosyalizm bunları getirmiştir. Ticaret yasaktı. Kişiler senede bir-iki defa kaçakçılık yapar, bir yıllık kârı sağlar, ondan sonra artık izin verilmezdi. Orada bir malın fiyatı belli değildir, hırsızlıkla sattıkları için neye isterse ona satar. Buna rağmen halk yaşama yolunu bulmuştur.

 

-Halk mülklerini korumak, savaş durumundan kurtulmak için zenginin hakimiyetine girdi. “Mülkiyet, toplumdaki barışa son vermiş, savaş durumu yaratmıştır. O zaman savaşa son vermenin yolları aranmaya başlanmıştır. Zenginler, bazı yoksulları, boğaz tokluğuna mülklerinin koruyucusu yaparak, mülklerini korumanın ve savaşı önlemenin yollarını bulmuşlardır. Savaşa son vereceği umudu ile herkes bu uygulamayı benimseyerek, zincirlerini kendi elleriyle boyunlarına geçirmeye koşmuştur. Çünkü o sıralarda, siyasal kuruluşların zararlarını görebilecek, daha sonra ortaya çıkacak olan tehlikelerini sezebilecek deneyimleri yoktur.”(s.458)

Gerçek odur ki, insanlar ayrı ayrı ne kendilerini koruyabildiler, ne de üretim yapabildiler. Buradaki korunma, hem diğer topluluklardan, hem de canavarlardan korunmadır. Üretimde ise bazı kuralların yürürlükte olması gerekir. Devlet öncesinde de mülkiyet vardır. Halk o kurallara uyar. Kavga insanlar arasında kendisi haklı olduğu halde hakkı başkaları tarafından gasp edildiği zaman ortaya çıkar. Bu haklar da ma’şerî haklardır. Eskiler ne yapmışsa onu yapmaktır. Fıkıhta bu istishab olarak ele alınmıştır. İşte bu nedenlerle daima birlikte yaşama ihtiyacı hissetiler ve yönetim aşağıdaki evreleri geçirdi.

Göçebe topluluklarda kişi yönetimi vardı. bir baba ailesini nasıl yönetiyorsa, bir ocak başkanı da ocağını ona göre yönetiyordu. Yönetimde kurallar yoktu. Nua kadar böyle geldi.

Sonra topluluklar büyüyünce kişi yönetimi geçerli olmadı. Kural yönetimi geldi. Yönetici kurallar koyuyor, görevlileri o kurallara göre yönetiyordu. Kuralların bekçisi de başkandı. Nuh Peygamber’in yönetim şekli bu idi.

Sonra yasa dönemi başladı. Yasalar peygamberler tarafından veya meclisler tarafından yapılıyor, başkan dahil herkes ona uyuyordu. Şeriat yönetimi geldi. Kanun yönetimi geldi. Bunu da Musa Peygamber getirdi. İlk kanun Tevrat oldu.

Sonra yasayı içtihatlarla, sözleşmelerle halk kendi kendine yapmaya başladı. Buna “serbest sözleşme dönemi” denmektedir. Devlet sözleşmelerin koruyucusu oldu. Sözleşmenin içeriğine karışmadı. Böylece uygarlık en ileri şekle girdi. Bu son uygulama Müslümanlarda başladı, Batı’ya geçti. Yani, Roma Hukukundaki resmî sözleşme sistemi kalktı. Ama izleri hâlâ vardır. Hâlâ nikâhlar memurlar tarafından yapılmaktadır. Hâlâ taşınmazlar tapu memurlarınca yapılmaktadır. İslâmiyet’te böyle resmî nikâh yoktur. Akitlerde istenen, anlaşmaların şahitler huzurunda yapılması ve resmî kâtiplerce düzenlenmesidir. Tüm borç ve alacakların muhasebeye geçmesidir.

 

-Mülkiyet ekonomik ve siyasî eşitsizliklere, hakimiyete, sömürüye neden olmuştur. İnsanın hürriyeti alınmıştır. ““İşte zayıflara yeni köstekler vuran, zenginlere yeni kudret veren, doğal özgürlüğü bir daha geri gelmeyecek biçimde ortadan kaldıran, mülkiyet ve eşitsizlik esasını sonsuza dek kuran, ustalıkla yapılmış bir gasptan bir daha geri alınamaz bir hak yaratan ve birkaç muhterisin çıkarı uğruna bundan böyle insanlığı çalışmaya, köleliğe, yoksulluğa mahkûm eden toplumun ve yasaların kaynağı budur veya böyle olmalıdır.” (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. Erdoğan Başar, s.151)”(s.458)

Rousseau asla inandıklarını söylemiyor, sermayenin hoşuna gidecek şeyleri konuşuyor.

İnsan topluluğa katılınca hür olmaktadır. Hür demek, istediğin işi yapabilmek demektir. Nasıl tabiî kanunları bilirsen onlardan yararlanırsan ve onları kullanmakta daha hür isen, teknik bilgiler ve imkânlara sahip değilsen tabiata karşı hür değilsin. Mesela, eskiden bir aslan saldırdığı zaman onu defedecek gücün yoktu, şimdi tüfekle kurşun sıkarsın ve ona hükmedersin, o senin emrindedir, yani hürsün. Sana bu tüfeği kim verdi? İşte o uygarlık verdi, o topluluk verdi. Demek ki, ürettiği araçlarla seni tabiata hâkim kıldı ve seni hür yaptı.

Hukuk düzeninde de sosyal kanunlar vardır. Ne yaptığın zaman ne ile karşılaşacağını biliyorsun. Böylece o kurallar sayesinde topluluğa hâkimsin. Yani, orada barış içinde yaşayabilirsin. O halde devlet sana hürriyeti getirdi demektir.

Bunun böyle olduğunu biliyor, biliyor ama, işin içinde gizli bir oyun var. Yönetimde eskiden din adamları, sonra feodal beyler, sonra krallar oturdu. Şimdi onlar def edilecek ve yerlerine sermayenin adamları oturtulacaktır. Meclisler icat edilecek, ekseriyet sistemi kabul edilecek, para ile satın alınan birkaç kişi ile sermaye perde arkasında oynayıp duracak.

İşte Rousseau önce eski yönetimi yıkıyor, yok ediyor, sonra sözleşme ile kuruyor. Tabii bu kendisinin aklı mı, yoksa başka yerlerde hazırlanan piyes mi? Onu şimdilik bilmiyoruz. Ama her halükârda yaptığı şey sermayenin istediğini yapmaktan ibarettir.

 

-Özgürlük doğa durumudur ama, geri dönülemez uygar toplum da sürmelidir. “Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi Kuramı: “insanlar özgür doğarlar, oysa her yerde zincirlere vurulmuşlardır.” sözleri ile başlayan Toplum Sözleşmesi yapıtında bir başka doğa durumundan uygar topluma geçiş manzarası çizmektedir. Bu manzara kuramsal bir amaca hizmet etmesi için çizilmiştir. Rousseau bununla, özgürlüklerin ve eşitliklerin kaynağının doğa durumunda olduğunu, ancak eşitliğin ve özgürlüğün uygar toplumda da sürmesi gerektiğini göstermek istemiştir.”(s.459)

Artık geri dönülemez ama el değiştirebilir. Dinden, feodal beylerden, krallardan alınır ve burjuvazinin desteklediği kimselere verilebilir. Ancak burjuvaziye doğrudan versek mantıklı olmaz, güya halka verilir. Seçimle ve ekseriyet sistemi ile bu iş yapılır, sonar sermaye perde araksından hâkim olur. Bu anlayış bugün Amerika’daki 200 Yahudiyi dünyanın patronu yapmıştır. Bunu yapan Rousseau’nun fikirleri değil, Rousseau’ya bunları söyleten sermayedir.

İlâhî kader olarak 2000 yılına kadar bunların yükselmesi ve tekelleşmesi vardı. İnsanlık için gerekiyordu, yararları vardı. Bunlar olmasaydı sanayi inkılâbı olmazdı. Şimdi ise artık görevleri bitti. Bundan sonra onlar için kader mağlubiyeti çizmiştir. “Adil Düzen”in gelmesiyle bunlar kendiliğinden ya sömürüden vazgeçip yeni düzende varlıklarını sürdürecekler, ya da direnip sosyal tufanda boğulacaklardır.

İnsanlık Anayasası” bunlara yol göstericidir. Artık sermayelerini üretimden çekip, uluslararası serbest ticarete yöneltmeliler. Artık ülkelerin iç işlerine karışmamaları gerekir. İnsanlık yönetiminde hâkim değil, hâdim bir kuruluş olarak vergi paylarını verecekler, hakları da korunacaktır. Gelişmelerden tüm insanlar yaralanacak, onlar da daha fazla iş yaptıkları için yararlanacaklardır. Seçim kendilerine aittir.

 

-İnsanlar mülkiyetle güçlendiler, savaş kızıştı, bu sefer savunmak için yeni bir yol aradılar. “Doğa durumunda ilkel insanlar az sayıdaki gereksinimlerini kolaylıkla karşılayabiliyorlarken, zamanla gelişip, evrim geçirip ilkellikten uzaklaşınca karşılayamaz olurlar. Çünkü evrim mülkiyeti, mülkiyet kavgaları doğurmuştur. Kavgaları önlemek için kuvvetin yerine hakkın konması gerekir. Çünkü kaba kuvvet kavgaları önleme niteliğine sahip değildir. Kuvvete dayanılarak barış durumu kurulduğunda, onu aşan bir başka kuvvetin çıkması her zaman barış durumunu bozabilmektedir.”(s.459)

İnsanlar daima evrim içindedirler. Hak uygarlıkları ile kuvvet uygarlıkları birbiriyle savaş içindedirler. 500’üncü yaşlarında galip durumunda olan hak uygarlığı, 1000’inci yılında mağlup durumdadır. Kuvvet uygarlığı da böyle bir dutumdadır. Şimdi mağlup olan Hak uygarlığı artık galip gelmeye başlamıştır. Bu galibiyetler daha ileri gitmekle sağlanır. Yani, bizim Batılıları kendi uygarlıkları içinde yenmemiz ve geçmemiz mümkün değildir. Biz Batı Uygarlığı’ndan daha ileri bir uygarlığı oluşturursak onları geçeriz.  

Bir çocuk doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Uygarlıklar da böyledir. Batı gelişmiştir, 50 yaşlarındadır. İslâmiyet ise yeni doğmaktadır. “İnsanlık Anayasası” bir döllenme dönemidir. Bundan sonra cenin olacak, doğacak ve gelişecektir. Batı da yaşlanıp çökecektir. Batı Uygarlığı bundan 500 yıl önce başlayan, daha 500 yıllık geleceği olan bir uygarlıktır. Kendisinde genetik değişme yoktur. Oysa, 1500 yıllarında Batı Uygarlığı Ortaçağ Katolik Uygarlığı ile İslâm Uygarlığı’nın sentezinden oluşmuştur. Her iki uygarlığın genini taşımaktadır. Şimdiki II. Kur’an Uygarlığı da Avrupa Uygarlığı’nın genleri ile I. Kur’an Uygarlığı’nın genlerini birleştirip yeni uygarlık oluşturacaktır.

Aslında Mustafa Kemal de bunu yapmak istemiştir. 1933 yılında Cumhuriyetin kuruluşunun 10. Yıl Nutku’nu söylerken hedef göstermiştir; muasır medeniyetin fevkine çıkacağız demiştir. Kendisini o asırda muasır medeniyetin seviyesinde görmüştür.

 

-Uygarlaştığında kaybettiği hürriyetini geri almak için hürriyetini kişi ve kurumlara değil, topluluğa devretmek olur. O zaman hem birlik sağlanır, hem de hürriyetler geri gelir. “İnsanlar işte bu kavga durumuna son verebilmek ve kuvvete dayanmayan bir barış düzeni kurabilmek için, aralarında bir sözleşme yapmaya karar verirler... Öyle bir formül arıyorlar ki, herkes bir egemenin yönetimi altında birleşmekle birlikte, gene de kendine itaat ediyor olsun ve eskisi kadar özgür kalsın. Sonunda formülü buluyorlar (elbette Rousseau’dur formülün bulucusu). Herkes tüm haklarını topluma devrederse, hiç kimseye devretmemiş olacak, toplumun yönetimi altına girmekle birlikte, gene de kimsenin yönetimi altına girmemiş, kendilerine itaat etmiş olacaktır...”(s.459)

Aslında tarihte olan odur. Bir başkana itaat eden halk, o başkanda topluğu temessül ettiği için itaat etmektedir. Kur’an, “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.”[Nisâ(4);80] diyor. Topluluğa itaat eden, onun temsilcisi olan başkana itaat etmelidir. Gerçek de böyledir. Başkan topluluktan aldığı güçle orada oturmaktadır.

Ama Rousseau, eskilerini iktidardan indirip yenilerini bindirebilmek için eskilerin zorla oturduğunu, yenileri ise kendilerinin oturtacağını ileri sürmektedir. Aslında eskiler de zorla oturmadılar, yeniler de kendileri tarafından oturtulmayacaklardır. “Ekseriyet sistemi” ile hanedanlık sistemi arasında sadece sık sık değişme farkı vardır. Başka bir şey değişmemektedir.

İnsanlık Anayasası” düzeninde, halk dayanışma ortaklıkları ile çoklu sistem içinde görevlileri kendisi seçmesi suretiyle, hakemlerini kendisi seçmesi yoluyla, nihayet yerinden yönetimde yerini yani başkanını değiştirme hakkı ile kendisi seçmiş olur.

 

-Bir taraftan özgürlüğünüzü koruyacaksınız, diğer taraftan toplulukta görevinizi yaparak topluğu oluşturacaksınız. “Rousseau’dan dinleyelim bu sihirli formülü: “Sorun, tüm olarak ortak güçle kişiyi ve her bir üyenin çıkarlarını koruyacak ve savunacak bir birlik şekli bulmaktır, ki bu birlikte her bir üye, bir yandan kendini diğerlerine bağlarken, diğer yandan yalnız kendine itaat edebilsin, işte toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur.”

Kâinat hep denge üzerinde kurulur. Güneş’e yaklaşırsanız kavurur, uzaklaşırsanız donarsınız. Hep dengede kalacaksınız. Biraz yaklaşacak, biraz uzaklaşacaksınız. Topluluk içinde de dengede olacaksanız. Kurallar içinde kalarak topluluğu oluşturacaksınız, kurallardan yararlanarak özgürlüğünüzü kullanacaksınız. İşte Tevrat’ın önerdiği şeriat budur. Kur’an’ın en son seviyeye çıkardığı şeriat budur. Tevrat, konan kurallara uymayı öğretti. Kur’an, “kendi koyduğun kurallara kendin uy”u öğretti. Batı dünyası, bu kuralların bozuk felsefesini yapıyor. Usûlü Fıkıh bütün bunları ele almış ve düzenlemiştir. İlim olarak bin yıl okutmuştur. Batı, bu uygarlığın kuvvete dönüşmüş şeklidir.

 

-Rousseau, toplumsal çıkarlarla kişi çıkarlarını paralelleştirmektedir. “Rousseau bu formülü ile tam bir birey-toplum sentezi yapmaya, bireysel çıkarlarla toplumsal çıkarları çakıştırmaya çalışmaktadır. Bu sihirli formülün anahtarı ise “genel irade”dir.”(s.460)

İşte Kur’an düzeni budur. Ne var ki, Kur’an bunu teorilerle değil de, getirdiği kurallarla yapmıştır. Toplumsal çıkarlar ile özel çıkarları nasıl paralel hâle getireceksiniz? Bunun için bulunmuş sihirli formül, “hayırda yarış” formülüdür. Bir malı en ucuz kim üretirse halk o malı ondan alacaktır. Öyleyse, eğer serbest piyasayı korursanız, topluluk çıkarı ile kişi çıkarını korumuş olursunuz. Kişi çıkarı korunur, çünkü kişi malı ucuz ürettiğinde her zaman müşteri bulacaktır. Topluluk çıkarı korunacaktır, çünkü herkes en ucuz malı bulacaktır. Mal ucuzlayınca tüketiciler artacak, böylece üretim de çoğalacaktır. Herkes iş bulacaktır. Kamu hizmetlerinde de kişilere hizmetlere göre değil de, sorumluluğa göre ücret verilmesi ve hizmetliyi seçme hakkı halka verilerek yine yarışmayı oluşturmadır.

Batı bugün bunları bulmuş değildir. Sermaye her şeyi tekeline almış, kendi çıkarına çalışmaktadır. İlaç sömürüsü, silah sömürüsü, hukuk sömürüsü, bakım sömürüsü vs. alabildiğine dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. İlaçlar insanları tedavi etmek için değil, hasta etmek için vardır. Avukatların işi niza üretmek olmuştur. Yedek parça ile bir araba vatandaşa birkaç defa birkaç misli fiyatla satılıyor. Savaşlar silahların satılması için çıkarılıyor...

İnsanlık Anayasası”nda bütün bunlara son verilmiştir. Silah vakfı kurulmuştur. Silah vakıflarca herkes tarafından alınmakta ve her orduya satılmaktadır. Silah dengesinin sağlanması için silah cirosuna göre farkkoanr barış için kullanılmaktadır. Mesela, atom silahı embinde tutulacaksa en ucuz satanlardan alınmaktadır. Araya kâr konarak satılmaktadır. Bu kâr o kadar fazladır ki, yılda ancak bin bomba satılabilsin. Bu miktar ilim tarafından araştırmalarla insanlık için en uygunu ne ise ona göre tesbit edilmektedir. Bu hususta son karar hakemlerindir.

 

-Herkes kendi iradesini genel iradeye devretmelidir. “Rousseau’nun Genel İrade Kavramı: Toplumu oluşturacak, bütün insanların kendilerini hem öteki insanlara bağlamalarını, hem de kendilerine itaat ediyor olmalarını ve eskisi kadar özgür kalabilmelerini sağlayacak durum, herkesin bütün haklarını bir “genel irade”ye devretmesiyle yaratılır:”(s.460)

İslamiyet’te kişi kendi iradesini genel iradeye devretmiyor. Ortak irade oluşuyor. Ortak irade ile topluluk doğuyor. Bu sözleşmeler ve icmalardır. Bu genel mülkiyet içinde oluşan genel irade sınırları içinde kendi mülkiyetinde kendi iradesini kullanmaktır.

 

-Her şey bütünün bir parçası oluyor. ““Her birimiz genel iradenin yüksek yönetimi altında nefsimizi ve bütün iktidarımızı birleştiriyoruz ve her üye bütünün bir parçası oluyor.”(Toplum Sözleşmesi, I. IV)”(s.460)

En koyu diktatörler zaten bunu söylüyor.

İnsanlık Anayasası”nda ortak işlerimizi birleştiriyoruz. Genel iradeye onu veriyoruz. Kendi irademizi ve kendi hürriyetimizi koruyor, o genel irade içinde kullanıyoruz. Kabın dışına çıkmıyor ama kabın içinde serbestçe dolaşıyoruz. Bu sebepledir ki hukuk düzeninde kısas dışında ölüm cezası yoktur. Sürme vardır.

Batı mantığı ile İslâm mantığı arasındaki fark bariz bir şekilde ortaya çıkıyor.

Batı, hürriyetleri öyle veya böyle yok ediyor. İslâm ise toplum içinde insanı daha hür hâle getiriyor. Topluluğun gayesi hürriyetleri kısmak değil, tam tersine hürriyetleri geliştirmektir. Diğer hürriyetlerin korunması için davranışlarımız kurallara bağlanmış ve hukuk düzeni oluşturulmuştur.

 

-Toplum sözleşmesinin oy birliği ile kabul edilmiş olması gerekir. “Herkesin tek tek haklarını devretmesiyle ortaya, toplumu yönetecek olan “genel irade” denen ortak bir güç çıkmaktadır. Böyle bir toplumsal sözleşmeye toplumun bütün üyeleri katılmış, katılmayan toplumun dışında kalmıştır. Demek ki, toplumun üyelerinin tüm haklarını genel iradeye devrettikleri toplum sözleşmesinin, oybirliği ile kabul edilmiş olması gerekir.”(s.460)

Fıkıhta dört delil vardır. Birinci delil, Allah’ın gönderdiği Kur’an’dır. İkinci delil ise Hz. Peygamber’in uygulamalarıdır. Ama bunlar kadar önemli, hattâ uygulamada bunlardan da daha ileride olan “icma” vardır. Oybirliği ile elde edilen sonuçtur. Ancak bunda da şart vardır. Delilsiz sosyal baskı sonucu elde edilen delil değil, ilmî araştırmalar sonunda elde edilen delildir.

İcmamın hükmü şudur. Her karar ancak kendi seviyesinde bir kararla değişebilir. İcma olmayan hususlarda insanlar kendi içtihatlarıyla hareket ederler. Oysa, eğer bir konuda icma varsa, kişi kendi içtihadıyla değil, icmalara uyarak hareket eder. İçtihat içtihatla değişir, icma ise ancak icma ile değişebilir. Aksine icmanın oluşabilmesi için içtihatlar devam eder, değişmesi de son muhalif kalmayıncaya kadar sürer.  

Demek ki, Rousseau’nun anlattığı usûlü fıkıhtır.

İslâmiyet’ten önce ne içtihat, ne de icma vardı. Dolayısıyla böyle sözleşme de yoktu. Belki kişilerin etrafında toplanma vardı. Oysa, İslâmiyet sözleşmeler etrafında toplanma kuralını getirdi. Ama tam uygulama III. bin yılın uygulamasına kaldı.

 

-Bütün doğa haklarını ve özgürlüklerini devlete devredecek, devletten de uygar özgürlük ve haklarını alacaklardır. “Toplum üyeleri sözleşmeden önce, doğa durumunda sahip oldukları güvencesiz “doğal haklarını” ve “doğal özgürlüklerini” topluma, egemene, devlete devredeceklerdir; toplum, egemen, devlet, bunlara karşılık üyelerine güvenceli “uygar haklar” ve “uygar özgürlükler” bağışlayacaktır; ki bu bir kazançtır.”(s.460)

İşte “İnsanlık Anayasası” ile çelişen görüş buradadır.

İnsanların Allah’a karşı hak ve vazifeleri vardır. Bunlar “tabiî hak ve vazifeler”dir. Bunlara “dinî haklar ve vazifeler” denmektedir. Arapçada “hak ve vazifeler”in ortak adı vardır, o da “hükümler”dir. Fıkıhta “haklar” olarak geçmez, “hükümler” olarak geçer, ama hükümler tanımlanırken “hak ve vazifeler” olarak tanımlanır. İnsanlar bu “hükümler”den yani “hak ve hürriyetler”den küçük bir kısmını kamuya devretmişlerdir. Orada kamunun teyidi alınmaktadır. Başkanın veya hakemlerin kararlarına uyulmaktadır. Yoka, insan hürdür ve Allah’a karşı sorumludur. Bu sebepledir ki, “vekâlet sistemi” geçerlidir. Şûra üyeleri “sözleşme” ile “vekâlet”i almışlardır. Başkanlar da ittifakla hazırlanan “sözleşmeye göre” başkan seçilmişlerdir. Ancak şûranın ittifakı ile sözleşmede değişiklik yapılabilir. Sözleşmede tek taraflı ekseriyet de olsa, değiştirme sözkonusu değildir.

 

-Genel irade nasıl ortaya çıkacak, kim kullanacak? bundan bahsetmiyor. “Toplumu genel irade diye soyut bir kavram yönetemeyeceğine göre, genel iradeyi temsil eden ve kullanan bir egemen olacaktır elbette. Kimdir o, kimlerdir, ya da hangi kurumdur? Bu konuda Rousseau açık bir şey söylemez; genel düşünüşünden, kuramının genel çatısından okuyucunun çıkarması gerekir...”(s.461)

Bahsedemez, çünkü henüz, “genel irade sermayedir” diyemez. Ekseriyet de tatmin edici değil. Bundan dolayı Rousseau meseleyi öylece bırakır. Marks da öyle yapar. Komünizme gelinceye kadar her şeyi izah eder, her türlü zulmü meşrulaştırır. Ama komünizm nedir? Orası havadadır. O anka kuşudur. O tekel sermayedir. Ama cephenin gerisindedir.

Görünmez kuvvettir. Cindir. Zaten Süleyman Peygamber Fenikelileri (yani cinleri) duvarcı ustaları olarak çalıştırırdı. Bunlar hüviyetlerini gizlerler, kim olduklarını söylemezlerdi. Belki kendilerine bir şey yaparlar diye, hem İbranilerden korkarlardı, hem de Fenikelilerden korkarlardı, onlara ne diye ırgatlık yapıyorsunuz derlerdi. İlkel toplulukta ücretle çalışmak ayıptır. Benim doğduğum köyümde işçi bulmak mümkün değildi.

 

-Genel irade birlikte olan iradedir. Özel irade çıkarların toplamını esas alır. “Rousseau bu yolda genel iradenin ne olduğunu değil, ne olmadığını gösterecek bazı ipuçları vermekle yetinir: “Herkesin iradesiyle genel irade arasında çok kez büyük bir fark vardır. Genel irade yalnızca ortak çıkarı göz önüne alır. Kişisel irade ise kişisel çıkarların ve yalnızca özel çıkarların toplamıdır.” (Toplum Sözleşmesi, I. IV)”(s.461)

Genel irade, ortakların ayrı ayrı iradelerinin birleşiğidir. Bunların toplamı sıfır olabilir, yahut çok küçük olabilir. Özel irade ise kişilerin ayrı ayrı iradelerinin toplamıdır. Şimdi şöyle bir kural koyabiliriz. Birlikte oluşan genel irade, balonun çeperlerine basınç yapar ve balonu şişirir. Oysa, özel iradeler balonun içindeki dolaşma serbestliği ile ilgilidir. Serbest iradeyi şimdi hürriyeti değişebilme ile tanımlayalım. Değişebilmek için diğer moleküllere çarpmak gerekir. Onun için de kapalı bir alanda olacaksınız. Sizin hürriyetinizi kısacak, ama diğerlerinin de hürriyeti kısılacağı için onlarla etkileşime girişebilirsiniz. Balon patlarsa boşlukta dağılır, artık kimse ile çarpışma imkânı kalmadığı için de değişme imkânınız kalkar, hürriyetiniz yok olur. İnsanın hürriyeti, insanın istediğini yapabilmesidir. Topluluk içinde isteme hürriyetiniz kısıtlıdır. Topluluk dışında ise yapabilme gücünüz kısıtlıdır. Öyle bir denge oluşmalıdır ki, hürriyetiniz azami olsun, yani çok istediğiniz işi yapabilmelisiniz. Bu da topluluğun belli sınırlarda tutulmasıdır. “İnsanlık Anayasası” Kur’an’ın öğretileri ile bu ideal sınırı bulmuştur.

 

-Toplumsal irade toplumsal çıkar ile belirlenir. Oy çokluğu, hattâ oy birliği ile değil. “Burada “genel irade”nin kişisel iradelerin toplanması sonucu oluşacak bir “çoğunluğun iradesi” demek olmadığını görüyoruz. Genel iradeyi genel yapan oyçokluğu değilse, nedir? Toplumsal (ortak) yarardır. Bu durumda genel iradenin ortaya çıkması için ne oyçokluğunun ne de oybirliğinin olması zorunlu değildir. Bir durumda oyçokluğu sağlanmış olabilir ama o şey gene de toplumun çıkarına olmayabilir, dolayısıyla gene iradeye uygun sayılmayacaktır. Öte yandan çoğunluğun katılmadığı bir görüş, toplumsal çıkara dolayısıyla genel iradeye uygun olabilir. Hatta tekbir kimsenin görüşü bile, toplumsal çıkara uygunsa, genel iradeye uygun demektir.”(s.461)

İnsanlık Anayasası” bu sebepledir ki, yasama erkini alimlerden oluşmuş halkın seçtiği meclise vermiştir. Onlar da ekoller oluşturarak değişik sözleşmeler hazırlarlar. Bu halkın da çıkarına ise, kabul edenler uygular. Yani, âlimler genel çıkara göre sözleşme hazırlayacaklar, halkın onu benimsemesi için halkın da çıkarını düşünecekler. Böylece âlimlerin hazırladığı sözleşmeler halkça benimsendiği kadar genel oy olur. Âlimler de halkın dayanışma ortaklıkları olarak oluşturduğu kuruluştur. Halk bunu dayanışma içinde oluşturduğu için kendi isteğiyle haklarından bir kısmını ona devretmiştir. Çoklu sistem onları iradede serbest bırakır. Onların hazırladığı kararları da isteyerek kabul eder, yoksa değiştirir. Onların oluşturduğu ittifak icma olur. İslâmiyet’te âlim olmayanların icmada yerleri yoktur. Çünkü çıkar paralelliğini sağlıyorsa, o genel iradedir. Dinler isteklerini ortaya koyarlar, bunlar isteklerin toplamıdır. İlimler bunları sentez ederek genel iradeye dönüştürür. Bütün bunlar usûlde mekanizması ile vardır.

 

-Rousseau’ya göre, bunları kullanan önemli değil, kullanılma şekli önemlidir. Buna tüm üyeler, seçkinler, yahut bir kişi karar verebilir. “Böyle bir düşünce, genel iradeyi, 1. toplumun tüm üyelerinin, 2. bir azınlığının, 3. tek bir üyesinin temsil edebileceği; genel iradeyi temsil edip kullanan egemenin, tek bir kişi, bir azınlık, çoğunluk ya da toplumun tümü olabileceği sonucuna varır. Sanırız Rousseau da, genel irade kavramına, onun toplumsal yarar yönünde kullanılabilecek tüm yönetim biçimlerine uyması için, böyle akışkan bir nitelik vermiştir.”(s.461)

Kişi önce kendisi ile ilgili kararı kendisi verir. Ancak bu durum toplulukta ortak kararlar oluşturur. Bunu dil, sanat, teknik ve örf olarak geliştirir. Seçkinler oluşturur. Bunlar âlimlerdir. Halk onlara ilmî rütbe vermiştir. Onların içtihatları ve icmaları geçerlidir. Şûrada görüşülen şeyler hakkında başkan karar verir ve uygulanır. Bunların hepsi yargı denetimindedir.

İslâm’ın ilmîleştirdiği konuları Rousseau fikirler olarak ortaya atıyor.

 

-Rousseau’ya göre, böyle bir yönetim ancak kentlerde, birbirlerini tanıyanlar arasında gerçekleşecektir. “Biraz daha somuta inelim. Rousseau’nun kafasında, eşitsizliğin bulunmadığı, ve büyüklüğü kent devleti çapını aşmayan bir toplum ideali vardır. Böyle bir toplum doğrudan demokrasiyi, vatandaşların bir alana toplanıp toplumsal sorunları karara bağlamalarını olanaklı kılacaktır. Böyle bir küçük toplumda eşitsizlik bulunmayacağı için, kişisel çıkarlarla toplumsal çıkarlar aynı yönde olacaklardır. Tüm üyeler toplumsal sorunlardan haberli ve bilgili olacaklardır... İşte bu ideal durumda, bireyler toplumun iradesine, genel iradeye uymakla aynı zamanda kendi iradelerine uymuş olacaklardır.”(s.461-462)

Kur’an ocaklara “aşiret” diyor. İşret, bir arada yaşamak, birlikte yiyip içmektir. Aşere de on sayısıdır. Bir aşiret on aileden oluşur. Kabile ise, günlük hayatta birbirleri ile karşılaşan, dolayısıyla birbirlerini tanıyan kimseler demektir. Bin haneden oluşacaktır. Hukuk düzeni burada kurulur ve oluşturulur. İl, ülke ve insanlık bunlara hizmet etmek için vardır. Hâkim değil, hâdimdirler. Haftalık kongreler bucaklarda olmaktadır. Herkes doğrudan katılmaktadır. Yerinden yargı sistemi vardır. Yargılama bucakta yapılır ve organize edilir. İdam etme yetkisi olmayan bir sitede Cuma namazı kılınmaz. Cumanın on iki şartı vardır, biri de budur. Demek ki, bir kimse doğru söz söylemişse o Kur’an’da vardır. Kim yanlış söz söylemişse, o da Kur’an’da yanlıştır diye vardır.

 

-Temsili demokrasi, ekonomik ayrıcalıkları yaratmamak şartı ile uygun olur demektedir. “Rousseau, temsili demokrasileri “seçilmiş aristokrasiler” olarak görmekle birlikte, bazı koşulların varlığında bunları en iyi yönetimler olarak görür. Bu koşullar, o ülkenin ılıman iklimli ve lükse yol  açmayacak orta verimlilikte olmasıdır. Demek ki, ekonomik eşitsizlikler yaratacak koşulların bulunmayacağı ülkeler olmaları gerekir... Ekonomik eşitsizliklerin bulunmadığı bir ülkede temsili demokrasinin iyi bir düzen olabileceğini kabul eder. Çünkü temsil düzeneği genel iradeyi ortaya çıkarabilecek bir yönde çalışacaktır...”(s.462)

Temsili demokrasi, yerinden yönetim ilkesi içinde geçerlidir. Temsilciler merkez bucakları oluşturacaklardır. Merkez bucaklar taşra bucaklara sadece hizmet verecekler, onlara hükmedemeyecekler. Onların yaptığı kanunlar taşrada geçerli olmayacak, onların askerleri izin almadan taşra bucaklara giremeyeceklerdir. Temsilciler sadece merkez bucakları yöneteceklerdir. Merkez bucaklarda temsilci olmayanların yönetime katılma hakları yoktur. Zaten merkez bucakları gereksizdir. Bakınız, bütün sorunlar nasıl çorap söküğü gibi çözülüyor. İşte peygamberlerin öğretileri içinde varsayımları ele alırsanız hep böyle sonuçlar elde edersiniz. Uygulamada sizi doğrular.

 

-Genel çıkar yönetime hâkimse, genel irade de onların yanındadır. “Rousseau bazı kötü yönetimlerin devrimle yıkılıp, başa halkın çıkarını izleyen yöneticilerin gelebileceğini (ya da gelebildiğini) düşünmüş olmalı. Bu durumda egemenliği eline geçiren tek bir kişi, bir grup, ya da bir azınlık, toplumu toplumsal yarar yönünde yönetiyorsa, genel iradeyi temsil ediyor demektir. Yanılmış  ya da aldatılmış çokluk o sırada kendilerine karşı olsa bile. Bu durumda, çokluğun iradesi de azlığın, hatta tek bir kişinin iradesi bile genel irade olabiliyor.”(s.462)

Ortada bulunan bir kişiyi herkes kendisine çekse veya herkes kendisinden itse, o dengede kalır. Kendisi ne tarafa gitmek isterse o tarafa gider. Genel çıkara uygun davranırsa bu itme ve çekme dengesi bozulmaz. Ama eğer yönetim genel çıkar etrafında çalışmazsa, halk arasında denge bozulur. Ondan sonra yönetici de iradesini kaybeder. Yani, tabiî cezalandırma olur.

Kur’an işte hep bunları anlatıyor, tabiî ve sosyal âfetlerle karşılaşacaklarını bildiriyor. Biz bunları yalnız tarihlerde okumakla kalmadık, kendi hayatımızda da yaşadık. Refah Partisi’nin belediyeleri kazanması bereket getirmiştir.

 

-Genel iradeye bazen azlığın veya çokluğun iradesi uymaz. “Peki, bir azlığın, hatta bazı durumlarda çoğunluğun iradesi genel irade ile uyuşmazsa durum ne olacaktır?..”(s.462)

Harun Reşit demiş ki; “Ben tebama pamuk ipliği ile bağlıyım. Gelirlerse çekerim, onlar çekerse ben giderim. Pamuk ipliğimi koparmam.”

İşte genel irade budur. Toplulukta denge varsa yönetici kendisi yürütür. Denge yoksa, denge kim tarafından bozulmuşsa o tarafa gidilir. Başkan ipi koparmazsa, denge aksi istikamette oluşur. Çünkü topluluğu bir tarafa çekince bazı kimselerin çıkarına olur, onun karşısında güç oluşmaya başlar.

İnsanlık Anayasası” bu gidişi dengeleyecek sistemler geliştirmiştir. Önce çoklu sistem getirmiştir. Halkın dayanışma ortaklarını, hizmetlilerini değiştirme yetkisi vardır. Ortaklığı ve bucağını her zaman değiştirebilir.

 

-Sözleşmede böyle kimselerin cezalanacağı kayda alınır. “Yanıtını veriyor Rousseau: “Toplum sözleşmesi, genel iradeye itaat etmeye yanaşmayanların topluluk tarafından itaate zorlanacağını üstü örtülü olarak garanti eder... Bu genel iradeye karşı duran kişinin özgür olmaya zorlanacağı anlamındadır.” (Toplum Sözleşmesi, I. IV)”(s.462)

Siyasi dayanışma ortaklıkları bunun için oluşmakta; bucakta bekçilik, ocakta koruma, ilde güvenlik ve ülkede savunma nöbetleri bunun için tutulmaktadır. Hakem kararlarına uymayanlar bunlarla yola getirilecektir. Yani, haklı kuvvetli kılınacaktır.

 

-Rousseau hem Fransız devrimcilerine yani kapitalizmin oluşmasına, hem komünizm lehine etki etmiştir. Faşist Hitler ve Mussolini, komünist Lenin etkilenmiştir. İktidar tecezzi etmez ilkesi bugünkü anayasalara girmiştir. “Rousseau’nun Genel irade Kavramının Etkisi: Rousseau’nun bu genel irade kavramının hem demokratik hem otoriter yorumlara elverişli olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle bu kuram, hem Fransız Devrimi’nin burjuva demokratik düşünürlerini, hem otoriter bir devlet anlayışı geliştiren Hegel’i etkilemiştir. Dahası, genel iradeyi temsil ettiklerini söyleyerek onun kuramlarından yararlanan hem Lenin gibi komünist parti, hem Hitler ve Mussolini gibi parti önderleri de etkilenmiştir. Rousseau’nun egemenliğin bölünmeyeceği ilkesi ise, çağdaş anayasalara geçmiştir.”(s.463)

Sömürü sermayesi iki tip yönetimi planlamaktadır. Biri, ekseriyet sistemine dayalı temsilî sistem getirecek, buralarda kendisi halka etki ederek yönetimi elinde tutacaktır. Ekonomisi gelişmiş ülkelere bunun uygulanması doğru olur. Diğeri ise, başlarına birer diktatör koyarak onlara halkı ezdirmek, sermaye desteğiyle ayakta kalmalarını sağlayarak istediğini yaptırmak. Bu sebepledir ki, parasıyla hâkim olamadığı ülkelerde demokrasiden hoşlanmaz, sık sık askerî darbelerle totaliter rejimlerini yürütür. Bu darbelerin olmasını para ve ekonomik krizlerle sağlar.

İktidar tecezzi etmez kuralı ile kuvvetler ayrılığı da çelişkidir.

Biz bunu “kuvvetler dengesi” olarak görürüz, başkanı denge unsuru olarak görevlendiririz. Askerlikte tam iktidar tekliği sözkonusudur. Devlet dışarıya karşı tektir. Ama içte yerinden yönetim esastır. Dolayısıyla denge oluşturulmuştur. Diğer taraftan bir görev birisine verilir. O tam yetkilidir. Kendisi sorumludur. Üst görevden alabilir, ama talimat veremez. Bunlar hukuk düzeninde geçerlidir, askerî düzende geçerli değildir.