ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1637 Okunma
TARİHÇE-2-DÖRT ALAN

 

C- DİNÎ OLAYLAR

1- KİLİSE ÇÖKMÜŞTÜR

a) REFORM HAREKETLERİ İLE KİLİSENİN KUTSİYETİ SARSILMIŞTIR

Çok eskiden başlayan reform hareketlerine karşı kilise son derece şiddetli tedbirler almıştır. Kilisenin yaptığı en büyük hata hiç sebep yokken ilme karşı cephe alması idi. İlim İncil’e karşı hiçbir şey söylemiyordu. Tam tersine, ilim Tevrat ve İncil’in öğretilerini sağlamlaştırıyordu. İlim adamlarının çoğu İncil’i müsbet ilme göre tevil ederek inanmış modern dünya için çalışıyorlardı. Ne var ki, bu durum sömürü sermayesinin işine gelmiyordu. Bundan dolayı o sermayesiyle aşırı uçları desteklemiştir. Kilisenin satın alınmış papazları ilme saldırıyorlardı. İlim adamlarından satın alınmış olanlar da dine saldırıyorlardı. Aslında iki taraf da yalan söylüyordu. Din ile ilim arasında bir çatışma ve çelişme yoktu. Ama sermaye bu normal olan sesi kısmış, diğer iki ifrat ve tefriti desteklemiştir. Sonunda önce kilise galip gelmiş, ama 19. asırda kilise mağlup edilmiştir. Bu sayede Avrupa’da dinsizlik moda hâline getirilmiş ve halk dinden uzaklaştırılmıştır. Yani, ilmin saçtığı ışık karşısında karşı çıkan din adamları mağlup edilerek dinin mağlup olduğu kanısı yaygınlaşmıştı.

Kilise ilim karşısında tutunamayınca, yine sermayenin hokkabazlığı ile din ile ilmin sahalarının ayrı olduğu, dinin kilise içine kapanması gerektiği, ilmin ise kiliseye girmemesi gerektiği gibi saçma bir yol telkin edilmiştir. Böylece kiliseye giden halka dünya duruyor diye anlatılıyor, dışarı çıkınca da dünya dönüyor denmeye başlıyordu. Bu tür mantıksızlıktan tiksinen halk kiliseyi terk etmiştir. Kilisenin gelirleri azalınca da, meşru olmayan yollardan kazanç sağlama yoklunu tutmuş ve bu sebeple kilise büsbütün sevilmez bir yer olmuştur. Bu kusurlar yetmiyormuş gibi, sermayenin kiraladığı kalemler kilise aleyhine birçok iftira ve senaryolar uydurmuşlardır. Bütün bu gelişmelere rağmen, kilise en şiddetli fırtına zamanlarında bile kendisini korudu ve hâlâ bütün heybetiyle varlığını sürdürmektedir.

b) SANAYİ İLE ZENGİNLEŞEN HALK KİLİSEDEN UZAKLAŞMIŞTIR.

Halkın dinden soğumasının asıl sebebi, halkın ulaştığı sefahat ve sefalet durumlarıdır. Sanayiin oluşması ile halk işçi, sermaye de patron olmuştu. Yahudilerle işbirliği hâlinde olan masonlar zengin sınıfını oluşturuyordu ve bunlar zenginliklerini dinsizliğe borçlu idiler. Sermayeleri ile destekleyeceği kimselerden istedikleri tek şey vardı. İyi görünecekler ama iyi olmayacaklar. Dindar görünecek ama günah işleyeceklerdir. Dindar görünmek zorundadırlar, çünkü halk dindar olmayanlara itibar etmez, dolayısıyla sermayenin mallarını satmazlar ve onlardan mal almazlar. Ama günah işleyen biri olmalıdır, yoksa bu sefer sermayenin emrine girmez, sermayenin istediği işleri yapmaz. Bunun için günah mekanizmalarını geliştirmişlerdir.

  1. Mason içki içmelidir. Günah deyip bundan kaşarsa o makbul biri değildir. İçki içen kimseye sonunda her şeyi yaptırabilirsin, çünkü iradesini kaybeder.
  2. Dans, balo, çıplaklık, serbest cinsi ilişkiyi yapacaksın. Böylece ailenle olan bağın kopar. Kişiliğin pespayeleşir. Ancak bunları gizli yapacaksın. Daha doğrusu sen bunu yapacaksın ve gizli tutacaksın. Sermaye yarın seni cezalandırmak isterse bu ilişkilerle sana saldıracaktır.
  3. Ekonomini hep faiz üzerine kuracaksın. Yoksula merhametli olmayacaksın. Tenebbildiğinin canını alacaksın. Borçlanacaksın ki, seni yıkmak istediği zaman alacağı sayesinde seni çökertsin.
  4. Dönek olmalısın. Bugün böyle, yarın öyle söyleyebilmelisin. Yoksa ona itaat etmemiş olursun.

Bütün bu özellikler zenginleri dinsiz hâle getirdi. Halk da baktı ki, dinsizler zenginlik ve refah içinde, kendisi dindar olduğu halde sefalet içinde, o halde dindarlığı bırakmalıdır. Bu gibi gelişmeler sayesinde dinsizlik moda hâline gelmiştir. Bunun dışında halk işçidir, sermayenin emrindedir. Sermaye dinsiz olanlara iyi para veriyor, günah işleyenlere imk3an sağlıyor, böylece dinsizlik moda hâline getiriliyordu.

Sermaye rüşveti bir kurum hâline getirmiştir. Rüşvet almayan memur görevden uzaklaştırılır. Böylece ancak rüşvet alan memurlar işbaşında kalabilir. Bu mekanizma sayesinde işler rüşvetle yürümektedir. Sermaye en çok rüşvet verebilen bir güce sahip olduğu için de onun işleri görülüyor. Yolsuzluk ise günahtır. Günah işlemeye başlayan halk ve görevliler dinsiz olmayı yeğlemişlerdir.

Burada şunu belirtmemiz gerekir ki, dinsizlik modasının ilmî gelişmelerle hiçbir ilişkisi yoktur. Sadece ilim sermayenin desteği ile geliştiği için dinsizler ilmi istismar etmişlerdir. Ne var ki, günü geldiğinde kendi ürettikleri ilim kendilerinin başını yiyecektir.

 

2- MÜSLÜMANLAR YENİLMİŞTİR

İslâm âlemindeki dinsizleşme tamamen başka sebeplere dayanır. İslâm dininde resmî yorumlayıcı yoktur. Halife dinin hâmisi olup hâkimi değildir. Şeyhülislâmlar da sonradan ortaya çıkmıştır. Fetva makamıdır. İsteyen sorar ve ona uyar, isteyen uymaz. Halife yeryüzündeki bütün Müslümanların başı olarak sayılmış ise de, şeyhülislâm ancak Osmanlı yönetiminin müftüsü idi. Fetvaları da kanun mahiyetinde değildir: Farklı mezhepler vardır. Mezhepler ayrılığı yoktur. Yani, bütün mezhepler aynı imamın arkasında namaz kılarlar. Birbirlerini asla dışlamazlar. Yani, İslâm dinini temsil eden resmî yorum müessesesi olmadığı için ilimle uğraşacak bir kurum ortaya çıkmamıştır. Alimlerin kendi görüşleri ise resmî görüş olmadığı için halkın üzerinde hiçbir etki yapmamıştır. İşte bu sebepten dolayı İslâm âleminde dinsizleşme ilimle çatışmadan dolayı doğmamıştır.

İslâm dininde çökme siyasi sebeplerden doğmuştur. Müslümanlar Bedir Savaşı’ndan sonra hep zaferlerden zaferlere koşmuşlardır. Endülüs’teki mağlubiyet mahallî bir mağlubiyetti. Moğolların galibiyeti de geçici olmuştu. Sadece askerî zaferlerden ibaretti. Oysa Avrupalıların galibiyeti sadece askerî sebeplerden ileri gelmiyordu. Uygarlıktaki üstünlükle bu zaferler başlamıştı. İşte Müslümanları dine karşı soğutan bu idi. Yenilmez olan İslâmiyet mağlup olmaya başlamıştır. Oysa Kur’an mutlak galibiyeti emretmişti. Bununla beraber 19. asırda İslâm âlemi henüz kendisini mağlup kabul etmiyordu. Halifelerinin kendilerini kurtaracağını bekliyordu. Dolayısıyla 19. yüzyılda İslâm âleminde dinsizlik henüz yaygın değildir. Bununla beraber yöneticiler artık Avrupalılaşmışlar, görünürde Müslüman olsalar bile artık eski samimiyetleri kalmamıştır.   

Teknikte ilerleme ilimden sonra olur. Önce yeni tekniğin ilmi bulunur, sonra o teknik genişler. Müslümanlar yeni tekniklerin ilimlerini bulmuşlardı, ama daha teknikleri gelişmeden çökme başlamıştı. Batı ise bu ilmi alıp tekniğe uygulamıştı. İşte bu sebeple son derece ileri bir uygarlık oluştu. Peri masallarında olan olaylar gerçekleşti. Yüzlerce kürek mahkûmunun çektiği küreklerle alınan ve aylarca süren deniz yolculuğu, birkaç ton kömürle artık sadece birkaç gün sürüyordu. Karada otomobil yürümeye başlamıştı. Telsiz veya telgraf sayesinde uzaklarla görüşülebiliyordu. Geceler ampullerle aydınlanmaya başlamıştı.

Bütün bu gelişmeler İslâm âlemini derinden yaralamıştı. Biz niye yapamıyoruz da cehennemlik olan gavurlar yapıyor?!. Tekniğin geri kalmışlığı fende de geri bırakıyor, Müslümanlar artık kendi deneyleri ile vardıkları sonuçlara değil, Batılıların buluşlarına inanmak zorunda kalıyorlardı. Bugün hâlen Türkiye’de ne teknik vardır ne de ilim vardır. Sadece Batı’nın yaptığını yapmak, Batı’nın söylediklerine inanmak dışında yaptığımız bir şey yoktur. Kur’an imdada yetişmese, bu durumdan biz de etkilenecek ve artık ümidimizi kesip oturacağız. Ne var ki, Kur’an bütün bu olanların son derece normal olduğunu, devl eden eyyam olduğunu ifade etmiştir. Bu üstünlüğün Hıristiyanlık üstünlüğü olarak değil de, ateizmin üstünlüğü olarak ortaya çıkması ise, bir taraftan Hıristiyanlarla Müslümanları birbirine yaklaştırmış, diğer taraftan da dinsizliği moda hâline getirmiştir. Böylece 19. asır dinsizliğin en yüksek seviyeye ulaştığı bir asırdır.

Dinsizleşmenin dış sebepleri yanında iç sebepleri de vardı. Dinler 1000 yılda bir yenileniyordu. Allah düzeni böyle kurmuştur. Uygarlıkların ömürlerini biner yıl yapmıştı. 2000. yıla yaklaşılıyordu. Yaşlılıktan doğan sıkıntılı günler yaşanıyordu. Hıristiyanlık II. bin yıllık uygarlığını tamamlıyordu. Bu uygarlık Bizans uygarlığı idi, papalık uygarlığı idi. Bu uygarlık ;ö sonra 1000 yıllarında başlamıştı. Germenler bu tarihte Hıristiyan olmuştu. 1500 yıllarında zirveye ulaşmıştı. Ama aynı zamanda çökmeye başlamıştı. İşte bu çöküş asrı 19. asırdır. Kilise yaşlanmış ve çökmeye gitmiştir. Aynı tarihlerde yani 1000 yıllarında İslâm Uygarlığı dünya uygarlığı içinde gelişmeye başlamış ve yine bu tarihlerde Türkler Müslüman olmuştu. Müslümanlar en ileri uygarlık eserlerini bu tarihlerde vermişlerdi. Yani, 1000 ile 1500 arasında İslâm Uygarlığı’nın da zirvede olduğu yarım bin yıldır. İslâmiyet’te medrese ilmi, tekke ise dini temsil ediyordu. Başlangıçta samimi olarak aşkla dine hizmet eden tarikatlar gittikçe çıkar merkezleri hâline geldiler. İstismar yuvaları oldular. Dolayısıyla İslâm medresesi ve tekkesi de bozulmaya gitmiştir. Bütün bunlar yaşlılıktan doğan hastalıklardır.

İslâm âleminde halkı dinden soğutan da bu dinî kuruluşların bozulmuş olmalarıdır. Bunlar önce zenginleşmişler ve din adamları sefahate başlamışlardır. Dinî hizmet yerine dinî sömürü ortaya çıkmıştır. Din adamları sermaye ile işbirliği yapıp halkı sömürmede onlara destek olmuşlardır. Sermaye siyaset adamlarını da etkisi altına alınca; sermaye, yönetim ve din adamları üçlüsü halkı ezmekte birleşmişlerdi. Bu da halkın dinden soğumasına sebep olmuştur.

Dinsizliğin daha derin bir sebebi vardır. Dinin getirdiği ibadetler ve hükümler topluluğu ilerletmek içindir. Yani, insanları ileri götürmek için hükümler konmuştur. İbadetler hayatla uyum içindedir. Namaz mesai saatlerini tanzim eder, zekât kamu bütçesini oluşturur, oruç halkı irade sahibi kılar, hac insanlar arasındaki ekonomik ve sosyal ilişkileri sağlar. Zina yasağı aile müessesesini yaşatır. Faiz yasağı tekelleri önler. Cezalar siyasi düzeni sağlar. Bu ibadetler zamanla bu fonksiyonlarını kaybetmişler, gelişen dünyaya ayak uyduramamışlardır. Namaz mesai saatlerini aksatan araç olmuş, zekât Müslümanlara vergiden başka ayrıca yük teşkil etmiş, oruç aslî fonksiyonunu yapamamış, hac ise sadece merasimlere dönüşmüştür. Zina yasağı evlilik yasağına dönüşmüş, faiz sermaye terakümünü önlemiş, cezalar uygulanmaz olmuştur. Böylece din insanlığa zararlı olmaya başlamıştır. Çünkü dinî hükümler eskimiştir. İşte asıl dinsizleşmenin sebebi budur. Diğer sebepler zamanla kendiliğinden de kalkar, ama bu sebep kalkmaz. Bunun çare ve çözümü, dinlerin kendilerini yenilemeleridir. Bu yenileme ancak Kur’an’la sağlanır. Kur’an bu güce sahiptir. Kur’an kendisini yenilerse İslâmiyet yenilenmiş olur. Diğer dinlerin de benzer yenilikleri yapmaları kolaylaşır. Hıristiyanlık böyle bir yenilemeyi İslâmiyet’in tesiri ile 1000 yıllarında yapmıştır.

Burada bu vesileyle belirtmemiz gerekir ki, Kur’an üzerindeki yenileme sadece Müslümanların eseri olmayacaktır. Ateizm karşısında işbirliği yağan büyük dinler birlikte bütün dinî kaynakları ele alacaklardır. Yeni hayata uygun yeni bir din anlayışı böylece ortaya konacaktır. Neden Kur’an’dan başlanacaktır sorusuna verilecek kısa cevaplar vardır.

  1. Kur’an son kitaptır. Dolayısıyla diğer bütün dinleri içermektedir. Ondan başlamak en makul olanıdır.
  2. Kur’an hiç değişmeden lafzıyla ve diliyle bize kadar ulaşmıştır. Oysa diğer kitaplar değişerek bize kadar gelmiştir. Dolayısıyla önce en mevzuk olandan başlanmalıdır.
  3. Kur’an üzerinde yorumlama ilmi doğmuştur. Yani, Kur’an ilmin metotları ile yorumlanmıştır. Bunun ilmini geliştirmiştir. Diğer dinler ise ilimle değil, din adamlarınca yorumlanmıştır. İnsanları ilim birleştirebilir. Dolayısıyla önce Kur’an ele alınacaktır.
  4. Nihayet, Kur’an kendisinin Allah’ın sözü olduğunu ispat etmektedir. Diğer dinlerde ise mucize peygamberlere aittir. Biz bugün elimizde bulunan mucizeyi değerlendirebiliriz. Artık yaşamayan peygamberlerin mucizesi mucize olmaz. Bu sebeple Kur’an önce ele alınmalıdır. Sonra tarih sıralarına göre geri giderek bütün dinî kaynaklar değerlendirilmelidir. Budizm de ele alınmalıdır. Vedalar üzerinde de çalışılmalıdır.

İşte dinlerin sözkonusu bu yeniden oluşuma gidebilmesi için önce dinsizliğin gelmesi gerekiyordu. Bundan dolayı Allah Yahudi sermayesini bu işi yapmakla görevlendirmiştir. Şimdi de müminlere boşalan arsa üzerine yeni dinî binanın dikilmesini emretmektedir. Bu da sadece ilimle ilgilidir; resmî ilimle değil, halk ilimleri ile ilgilidir. Bu sebepledir ki, böyle bir şeyi İlâhiyat fakülteleri ve benzeri resmî kurumlardan beklemek, boş yere beklemektir.

 

3- FIKHIN HÜKÜMLERİ GEÇERSİZ OLMUŞTUR

Din dışı mevzuat aranmaktadır.

a) İçtihat kapısının kapanmasıyla fıkhın yerini beşerî kurallar almaya başlamıştır.

Kur’an tamamlanmış ve peygamber ölmüştür. O tarihten itibaren İslâm düzeninde Kur’an’dan sapma başlamıştır. İlk sapma Hz. Ebu Bekir’in seçimi ile başlamıştır. “İmamlar Kureyş’dendir.” Hadisiyle, hanedan değil ama bir kabile yönetimi hâkim kılınmış ve buna bugün dahi istismar edilerek uyulmaktadır. Batlılar Osmanlılara karşı bu tür hükümleri ileri sürmüşlerdir. Oysa Kur’an böyle bir hükmü asla getirmemiştir. Hz. Peygamber’in bu sözü doğru olsa bile, “Kureyş” tüccar demektir, yanı Mekke halkı demektir. İmamlar Mekke halkındandır anlamı çıkar. Hazreti Ömer zamanında bu sapma çok daha ileri gitmiştir. Kadılık icat edilmiş ve yargı merkezileştirilmiştir. Böylece merkezî yönetim tesis edilmiştir. Bu uygulama içtihat sistemine aykırı idi. Hazreti Osman zamanında bürokrasi tesis edilmiştir. Oysa İsl3amiyet’te bürokrasi yoktur. Hz. Ali zamanında devlet merkezi Kûfe’ye taşınmış ve hilafette soy iddiası ortaya çıkmıştır. Emeviler hilafeti gasp ederek saltanata dönüştürdüler. Abbasiler uluslararası merkezden yönetilen imparatorluk kurdular. Bunların hepsi İslâmiyet’e aykırıdır. Gazneliler içtihat kapısını kapattılar. Osmanlılar kanunlar yapmaya başladılar. Cumhuriyet ise ahkâm-ı şer’iyyeyi lağvetti. Görülüyor ki, İslâm tarihi siyasi bakımdan hep gerileme tarihidir.

İslâmiyet bir taraftan Kur’an’ın hükümlerinden uzaklaşırken, diğer taraftan da Kur’an’ın hükümlerini korumak ve anlamak için ilim geliştirdi. Bu ilim “fıkıh” ve “usûlü fıkıh”tır. Tamamen resmî olmayan bu gelişme 400 yıl içinde en mükemmel seviyeye ulaştı. Bu ilimlerde “tümevarım” kullanıldı. Sonra bu tümevarım sayesinde Avrupa bugünkü uygarlığa ulaştı. Metot itibariyle son derece mükemmel olan, hâlen de bu mükemmelliğini koruyan fıkıh ve usûlü fıkıh, vardığı sonuçlar bakımından çağımızın sorunlarına cevap vermekten çok uzaktır. Siyasiler sorunları hemen çözmek zorundadırlar. İlmî araştırmaları bekleyemezler. İşte bu sebepten dolayı tarih boyunca yönetimde hep İslâmlıktan uzaklaşma olmuştur. İlim adamları çözüm üretemeyince siyaset adamları pratik çözüm ararlar, o pratik çözüm de dışarıyı taklittir. Bundan dolayı Sasaniler ve Bizanslılar taklit edilmiştir. Yine bu sebeple Batılılaşma hareketi başlamıştır.

Bu durumda bizim yapmamız gereken mevcut düzeni yok etmek veya onları kritik etmek değil, yeni şeriat düzenini ortaya koymaktır. Yani, yeniden içtihat yapıp bugünkü sorunları çözmektir. Bunu işletmelerde uygulayıp göstermektir. Çünkü siyasiler teorileri anlamazlar, görünene bakarlar. İşte 19. asrın felâketi buradan gelmektedir. Çünkü dinler hiçbir çözüm üretmemişlerdi. Bu da normaldir. Çünkü Batı Uygarlığı henüz çökmeye başlamamıştır. Batı Uygarlığı 20. yüzyılda çökmeye başlamıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı içtihadı da ancak 21. yüzyılda yapmaya başlayabileceğiz.

 

b) 1000 yıl önce ortaya konan hükümler o zaman için doğru olsalar da, bugünkü sorunları çözmemektedir.

1000 yıl önce yapılan içtihatlar o gün için çok doğru ve çok yararlı olmuştur. Ancak, artık bugün o çözümler çözüm olmaktan çıkmıştır. Bunu şöyle ifade edelim. 1000 yıl önce Bağdat merkezdi. Orada o zaman üretilen hükümler bugün Ankara’da uygulanamaz. Çünkü Bağdat’ın şartları Ankara’da yoktur. O zaman İslâm âlemi zaferden zafere koşuyordu. Dünyanın rakipsiz süper gücü idi. Bugün ise İslâm ülkeleri bağımsızlıklarını zor koruyan devletler hâline gelmişlerdir. O hükümler bugün nasıl uygulanacaktır? O gün İstanbul’dan Bağdat’a üç-dört ayda ancak varılırdı. Oysa bugün üç-dört saatte varılıyor. Bağdat ile İstanbul’un haberleşmesi için aylar gerekiyordu. Şimdi telefon numarasını çevirdiğiniz anda karşı tarafla görüşüyorsunuz. O gün kılıçtan ve attan başka silah yoktu. Bugün atom bombası var, füzeler var. O gün insanlar mum yakıyordu, bugün geceler de gündüzler gibi aydınlanmıştır. O gün altın ve gümüş sikke vardı, bugün banka kartları var. O gün herkes ekip biçiyor ve yaşıyordu. Bugün ise tüm ekonomi mübadele ekonomisine geçmiştir.

Nereden bakarsak bakalım, bin yıl önceki çözümler çözüm değildir. Dinler bugünkü sorunları çözmelidir. Bu sorunları çözerse dinler yeniden varlıklarını ortaya koyacaklardır. Dinlerin bu işi başarması için inanmış insanlara ihtiyaç vardır. Çünkü ne sermaye, ne yöneticiler, ne de din adamları böyle bir şey istemiyorlar. İşbirliği hâlinde Kur’an hükümlerinin anlaşılmasını önlemeye çalışıyorlar. Resmî dinî kuruluşlar gerek çıkar, gerekse baskı sebepleri ile tarihî çözümleri dayatıyorlar. İşte müminlerin zorluğu buradadır. Müminler kendileri inanacak, kendileri Kur’an’ı anlayacak, kendileri yeni içtihatlara göre ekonomik, ilmî ve dinî uygulamalar yapacaklardır. Siyasî uygulama ise en sona saklanacaktır.

Necmettin Erbakan denemesinin istediğimiz sonucu vermemesi bu sebepledir. Çünkü o halkı değiştirmeden yönetimi değiştirmek istemiştir. Hattâ yönetimi değiştirmeyecek, bin yıl önceki içtihatlara zâhiren uymuş görünecek, gerçekte Batı sömürü sermayesinin emrinde olacaktır. Daha gülüncü, Yahudi sermayesinin 500 yılda elde ettiği hakimiyetini elinden alıp kendisi o hakimiyeti tesis edeceği hevesine kapılmıştır. Yani, İslâmiyet’i Batı kapitalisti yapma sevdasına düşmüştür.

19. yüzyıl i dinsizliğin her yönüyle yaygınlaştığı ve zafer kazandığı bir asır olmuştur.

Ahlaksızlık yaygınlaşmıştır.

Evlilik dışı ilişkiler yaygınlaşmıştır.

İçki ve uyuşturucu kullanımı yaygınlaşmıştır.

Tüm sosyal faaliyetler cinsî tahrik ve teşhire dayanmıştır.

Yolsuzluk, rüşvet ,vurgunculuk ve çıkarcılık meşrulaşmıştır.

 

D- EKONOMİK OLAYLAR

1- İŞÇİLİK SİSTEMİ GELMİŞTİR

a) Kişiler mal satmıyor, emek satıyor ve elde ettikleri ücretle geçiniyorlar.

Tarihte ilk olarak insanlar yemişliklere gittiler ve meyveleri toplayıp orada yediler. Sonraları meyvelerin olmadığı zamanlarda da yaşayabilmek için onları topladılar, kuruttular, turşu yaptılar, toprağa gömdüler ve evlerinde depo etmeye başladılar. Avcılık dönemlerinde ise birlikte avlandılar ve ortaklaşa avı bölüştüler. Çobanlık zamanında hayvanları ortak meralarda otlattılar, inekleri ahırlarına götürdüler, kendileri süt sağıp içtiler. Tarım döneminde herkes kendi tarlasını ekmeye başladı. Hasılatını ailece tükettiler.

Toplayıcılık döneminden beri insanlar alışveriş ve borçlanma işlerine girişmişlerdir.  Elinde fazla malı olan komşusuna verdi, ileride kendisine lâzım olunca geri aldı. Ona da bir şey lâzım olunca, o anda yoksa da başkasından borç aldı. Yahut elinde fazla malı varsa başkasının fazla malı ile değiştirdi. Böylece iki tarafta da olmayan mallar elde edildi. Bu kredileşme veya değiştirme insanlara has bir olay olup, hem insan toplulukları böyle oluşmakta, hem de kişiler kişiliklerini korumaktadırlar.

Mallarda bu değişmelerin yanında hizmetlerde de değişmeler oldu. Herkes her işi yapamaz duruma gelindi. Yapamayanlar hizmetleri başkalarına gördürdüler. Mesela, ağaca çıkıp silkmek herkesin elinden gelmeyebilir. Buna karşılık ya üründen pay verdiler veya başka işlerde onlar ona yardım ettiler. Bu durum bazı kimseleri sadece meslekleri ile geçinir hâle getirdi.

Bu durumda kasabalar doğdu. Esnaf kasabada oturuyor, halk kendi yapmadığı işleri onlara yaptırıyor, buna karşılık kendi ürününden onlara birşeyler veriyordu. Aslında uygarlık böyle doğdu. Kasabada oturanlar borç ve alacaklarını yazmak için yazıyı icat ettiler. Böylece kasabalar arasında ticaret başladı. Gezgin tüccarlar doğdu. Kasabada değişik işleri değişik kimseler yapıyorlardı. Bu hizmetlerden köylülerin yanında kasaba halkı da birbirlerinden yararlandı. Okuma-yazma zordu. Çünkü başlangıçta şekil yazısı vardı. Kasabalardakilerin büyük çoğunluğu bilmiyordu. Okuma-yazma için okullar oluştu. Bunlar aynı zamanda halkın danışmanları oldular. Böylece din adamları zümresi oluştu.

Bir yerde servet birikmeye başlayınca onu koruyacak tedbirlerin de alınması gerekir. Herkes sabaha kadar kendi malını bekleyemez. Genel olarak bu nöbetlerle yapılmaya başlandı. Böylece bir koruyucu sınıf doğdu. Koruma işi savaş ve güçle oluşur. Böylece din adamlarının yanında siyaset adamları ortaya çıktı.

Zamanla ilim de dinden ayrıldı. Böylece uygar bir ülke oluştu. Ancak 19. yüzyıla kadar halk genellikle kendi çalışıyor ve üretiyordu. İlkin kendisi tüketiyor, artanı satıyordu. Sonra bütün ürettiklerini sattı ve ihtiyaçlarının tamamını satın alarak gideriyor oldu. Bu arada kendi yapamadığı işleri de başkasına yaptırıyordu. 19. asırda ise insanlar artık kendi işlerinde çalışmadı, birisinin fabrikasında işçi oldu, ondan ücret aldı ve ihtiyaçlarını para ile giderdi. İşte bu inkılâp büyük inkılâptı. Mal mübadelesi yerine emek mübadelesi başlamıştı.

Mal mübadelesinde insanlar hürdü. İstediği zaman çalışır, istediği işi yaparlardı. Oysa emek mübadelesinde insan artık hür değildi. İşyerine zamanında gelmek ve iş sahibinin işini yapmak zorunda idi. Kölelik kaldırılmıştı ama tüm insanlar köle hâline getirilmişti. Bu durum insanı iş bulamama korkusu içinde bıraktı. Hastalık gibi çalışmama hallerinde çözümsüzlüğe götürdü. İşte böylece yepyeni bir dünya meydana geldi. Eskiden onda birden daha az kimse kasabalarda oturduğu halde, bu oran büyümeye başladı. Büyük şehirler oluştu. Yeni sorunlar ortaya çıktı. Emek mübadelesinin doğurduğu sonuçları şöyle özetleyebiliriz:

  1. İnsanlar köleleşti.
  2. Kentleşme başladı.
  3. Sosyal güvenlik sorunları ortaya çıktı.
  4. Eğitim zorunlu hâle geldi. Okumayanlar şehirde yaşayamaz hal aldı.

 

b) Küçük sanayi çökmeye başlıyor.

Kentler oluşup esnaf sınıfı ortaya çıktıktan sonra insanlık pek çok araç icat etti. Ticaret yaygınlaştı. Birçok hizmet ve imalât zanaatları oluştu. Kasabalarda usta-çırak düzeni doğdu. Doğan bir çocuk ustasının yanında yetişiyor ve belli bir yaşa ve ustalığa ulaşınca ona dükkân açma izni veriliyordu. Bir dükkânda birkaç kişi çalışıyordu. Kasabadaki esnafın köylerle ilişkisi kesilmemişti. Usta olmayan çocuklar köyde kedi işlerine dönüyorlardı. Kentte belirli sayıda esnaf ve çırak kalfa vardı. Denge oluşmuştu. İnsanlar işlerinde son derece usta olmuşlardı. Makinelerden daha kaliteli üretim yapabiliyordu. Uygar ülkelerde bu durum devam ederken, 19. asırda sanayileşme hareketi başladı. Fabrikalar hem ucuz hem de kaliteli mal imal etti. Batı dünyasında bu gelişmeler olurken Doğu’da durum farklı idi. Halk eski esnaf sanayiine devam etti. Bu gelişmeler sebebiyle 19. asır esnaf sanayiinin çökmeye başladığı asırdır. Fabrika sanayiinin yaygınlaşaamdığı asırdır.

Doğu, ihtiyacı olmadığı için fabrika sanayiini kuramamıştır, kurmamıştır. Avrupa ise esnaf sanayiine sahip olmadığı için makine sanayiini kurmak zorunda kalmıştır. Bu gelişme üstün olan Doğu’yu aşağı duruma düşürmüştür. Esnaf sanatı makine sanayii ile yarışamamış ve çökme başlamış, 20. asırda da çökmüştür. Bu yeni durum Batı dünyasına yalnız teknik üstünlük sağlamamış, aynı zamanda ekonomik üstünlük de sağlamıştır. Sermaye ise büsbütün hâkim duruma gelmiştir.

 

  1. TEKEL OLUŞUYOR

a) Sermaye Tekeli Oluşmaya Başlıyor

Ekonomi tarihte dört safha geçirmiştir. Bunlardan birincisi, halkın kendi ürettiklerini kendilerinin tüketmesidir. Bu dönemde ekonomi henüz sosyal bir kurum değildir. İkinci dönemde ise halk doğrudan mübadele dönemine girmiştir. Mallarını pazara götürüyor ve diğer satıcılarla değişiyordu. Bu dönemde ekonomi artık içtimai müessese olmuştur. Ancak henüz ekonomik hastalıklar ortaya çıkmamıştır. Üçüncü safhada ise aracı mübadelesi başlamıştır. Ekonomik sorunlar işte bu dönemde ortaya çıkmıştır. Aracılar alıp satmakla kâr etmeye başladılar. Emeksiz olarak elde edilen bu kazanç sınırlanmamış, gittikçe bütün sermaye tek elde toplanmıştır. Yani, halk ürettiklerini bir kimseye satmak ve tükettiklerini de bir kimseden almak zorunda kalmıştır. Bu da sonunda ekonomik darboğazlara sebep olmuştur. Alıp satan kişi istediği kadar aracı kârı koymuştur. Kârlar yığılmış, yığılmış, sonunda bütün para tekellerde toplanmıştır. Halkın elinde para kalmadığı için satın alma gücünü kaybetmiştir. Dolayısıyla üretici üretilen malı satamamıştır. Satamayınca da başka malları alamamıştır. Böylece kesat ortaya çıkmıştır.

Dinler işte bu probleme çare bulmuşlardır. Sermaye vergisi alınmıştır. Yani, tüccarın elindeki malların ve paraların küçük bir kısmını almış ve halka karşılıksız dağıtmıştır. Böylece, bir taraftan halkın zaruri ihtiyaçlarını gidermiş, diğer taraftan halka satın alma gücünü verdiği için halk tüketeceği malları satın almaya başlamış ve böylece kendi malını da satabilir olmuştur. Zekât denilen bu müessese insanlıkta binlerce yıl dengeyi sağlamıştır. Tekelin en büyük âmili olan faizi de haram kılarak tekellerin oluşmasını önlemiştir.

Bu sistemin eksik tarafı, sermaye terakümünü önlediği için büyük sanayiin oluşmasını engellemiştir. İşte bu sebepledir ki Avrupa sanayileşirken sermaye vergisi demek olan zekâtı kaldırmış, onun yerine gelir vergisini koymuştur. Gelir vergisinin manâsı, artık değerin sermaye ile devlet arasında bölüşülmesidir. Ne var ki, tekel oluşunca artık değer yok olur, onun yerine halktan kendi yiyecekleri ellerinden alınmaya başlanır. Yani, kâr diye vergi alınır ve bu da ekonomik çöküntülere sebep olur. İşte 19. yüzyıl ekonomisinin özü buradadır. Yani, tekellerin oluşmasıdır.

Tekel ekonomisi kârı maksimize eder. Üretimi yarıya düşürür. Bunun sonucu olarak halk yarı yarıya işsiz kalır. Dolayısıyla sefalet içinde yaşamaya başlar. Bu tekelleşme önce kasabalarda başlar. Kasabanın servetine kasabadaki birkaç kişi sahip olur. Sonra bölgelere intikal eder. Sonra bu insanlığa çıkar. İşte bu tekelleşme 19. asırda başlamıştır. Bu tekeleşmeyi keşfeden Marks, bunun devlet tekeli hâline getirilmesini önermiştir; hem de bütün insanları yöneten bir devlet tekeli oluşturmak istedi. Bu yolla sermaye devleti oluşacaktı. Bu konudaki çalışmalar istenen sonuçları vermemekle beraber, sermaye henüz bu işin peşini bırakmış değildir.

 

b) Devlet Müdahalesi Başlıyor

19. yüzyılda sermaye tekeli oluşmaya başlıyor. Bu sermaye tekeli henüz insanlığa kadar ulaşmamıştır. Ancak artık etkileri görülmeye başlar. Sorunlar ortaya çıkar. Bir taraftan sorunları çözmek için devlet müdahalesi yapılır, diğer taraftan insanlık içinde sermaye tekelinin oluşması için bu müdahaleler araç olarak kullanılmak istenir. Devlet müdahalesi ile küçük firmalar tamamen ortadan kalkar. Tekel tam anlamıyla yerine oturur. Müdahaleler sebebiyle halk ekonomisi zorlaşır ve herkes işçi olmak zorunda kalır.

Devlet müdahalesi nasıl yapılır?

  1. Devletin müdahalesi emek üzerinde olmaktadır. Devlet güya kişilerin haklarını koruyacağını söyleyip işçilere asgari ücret belirler. Buradaki maksat işçileri korumak değil, küçük müteşebbisleri ortadan kaldırmaktır. Böylece küçük müteşebbisler fazla ücret ödeyemeyeceklerinden dolayı devreden çekilirler. Bir başka müdahale azami mesaidir. Güya işçilerin hakkını korumak amacıyla fazla çalıştırma yasaklanır. Oysa buradaki asıl gaye küçük müteşebbisleri ortadan kaldırıp ucuz maliyetleri yok ederek tekele kolay pazar sağlamaktır. Güya işçilere sağlanan sosyal güvencedir. Hasta olursa tedavi edecek, sakat kalırsa tazmin edecek, yaşlanınca maaş bağlayacak. Bu yükümlülükleri yerine getiremeyenler piyasadan çekilecektir. İşçilerin hakkını koruyoruz iddiası ile tekel oluşturmaktadır. Hakkınızı koruyacağım diye onları elsiz ve kolsuz bırakmaktadır. Bütün bunlar devlet eliyle gerçekleştirilmektedir.
  2. Devlet müdahalesi sermaye üzerinedir. Önce gelir vergisi esası getirmekte ve işletmeciyi hesap tutmaya zorlamaktadır. Böylece küçük müteşebbisler bu işleri yapamayacakları için devreden çekilmektedirler. Ağır vergiler yükletiliyor ve tekel olmayan işletmeler bu vergileri veremeyecekleri için devreden çıkartılmaktadır. Yüksek faizli krediler veriliyor, küçük sermaye, tekel olmayan sermaye bunu ödeyemediği için devreden çıkarılıyor. Böylece devlet müdahalesi ile işçiler işsiz bırakılıyor ve büyük sermayeye esir ediliyor. Küçük sermaye de faiz ve gelir vergisi altında ezilerek büyük sermayeye aktarılıyordu.

Ekonomideki tekelleşme siyasette de tekelleşmeyi beraberinde getiriyordu. Bazan tek parti, bazan ayarlanmış iki parti devrededir. Sermaye kimi isterse onu iktidar etmektedir. Sermayedeki tekelleşme ilimde de tekelleşmeye gidiyor. Dinsizleştirilerek dinde de tekelleşmeye gidiliyordu. 19. asrın en önde gelen hususiyeti sermayenin tekelleşmesi ve işçiliğin doğmasıdır.

 

 

  1. SANAYİLEŞME GERÇEKLEŞİYOR

a) BÜYÜK MAKİNE İŞLETMELERİ KURULUYOR

İnsan ilk yaratıldığı günden beri konuşmaktadır. Aynı dili bilmeyen çocuklar bir araya gelerek bağırıp çağırarak oyun oynamaktadırlar. Çocuklar birbirlerinin sözlerini anlamıyorlar, ama seslerini anlıyorlar. Çocuklar bu anlaşmaları nasıl yapıyorlar? Önce çocuklar çıkardıkları seslerle karşı tarafın dikkatini çekiyorlar. Sonra hareketleri ile onlara örnek oluyorlar, böylece sözlere anlamlar yüklüyorlar. Kişiler davranışlarda birbirine gidip gelmede ve işaretleşmede aralarında sosyal kurallar koyuyorlar. Birbirlerinin dillerini anlamayan on çocuğu bir oyun bahçesinde meyvelikler içine koyalım. Burada bunlar hemen sosyal ilişkilere girer ve ortak işler yapmaya başlarlar. Biraz sonra aralarında dilleri, sanatları, teknikleri ve örfleri olan topluluk olmuşlardır. İşte sanayileşme de böyle çok ilkel zamanlarda doğmuştur.

Sanayileşme üretim yapma demektir. Mesela, ilk üretilen sopalar olmuş, giyim olmuş, taşlar olmuştur. Bunlar mübadele de edilmiştir. Bıçak gibi alet yapan alet yapma çok eskiden beri gelişmiş olan bir sanattır. Kentleşmeden sonra değişik yörelerden gelen işçiler yeni şeyleri birleştirerek daha gelişmiş bir sanayii ortaya koydular. Ancak 19. yüzyıl sanayii tamamen farklıdır.

  1. Bir defa 19. asrın sanayii hesabî sanayidir. Yani, artık ustaların takdirleri ile oluşturulan, büyüklükler yerine mühendislerin hesaplamaları ile oluşturulan ölçüler esas alınmıştır. Artık sanayi proje ve hesap sanayiidir. Bunun sağladığı en büyük avantaj, aynı işi birçok kişi bir arada yapabiliyor, herkes projeye uyuyor ve binlerce insanın yaptığı iş birleşerek ortak ürünü doğuruyor. Usta sanayiinde duvarlar yapılmadan kapı yapılmaz. Çünkü kapının ölçüleri alınacak, ona göre duvar yapılacaktır. Halbuki proje sanayiinde duvarlar projeye göre örüleceği için kapı önceden hazırlanmaktadır. Sonra sadece monte yapılmaktadır. Demek ki, proje sanayiinin sağladığı en büyük özellik hem birçok işçi bir arada çalıştırılabiliyor, hem de bir çok bölüm beklemeksizin bir arada üretilebiliyor. Bu sistem bir taraftan işbölümünü ortaya koyuyor, ihtisaslaşmayı gerçekleştiriyor, sürati ve kaliteyi yükseltiyordu. Diğer taraftan artık mühendislerin beyinlerinde ürettikleri mamul veya makine veya yapılar kendileri tarafından değil, birçok insanın birlikte çalışması ile gerçekleştirilmektedir. Bu sayede büyük buluşlar imkân dahiline girmektedir. Bu uygulamalar aynı zamanda deney mahiyetinde olduğu için de bir taraftan ilim sanayii, diğer taraftan sanayi ilmi destekler olmuştur. Bu işi organize eden de büyük sermaye olmuştur. İşte dünyayı sömürerek ulaştığı bu büyük başarı ile büyük sermaye aldıklarını insanlığa fazlasıyla ödemiştir. Yahudi-Hıristiyan işbirliği ile başarılan bu işteki şerefi bunlar hep koruyacaklardır.
  2. Sanayi inkılâbının ikinci özelliği makine sanayii olmasıdır. Elle yapılan şeyler makine ile yapılmaya başlanmıştır. Elbette makine de ilk insanın doğuşunda vardır. Bir ip makinedir. Ama bu makinelerin enerjileri insan tarafından sağlanmaktadır. İnsanlar daha önce de rüzgâr ve su enerjisinden yararlandılar. Unu su veya rüzgâr enerjilerinde ürettiler. Yemeklerini pişirenler de makine kullandılar. Ancak sanatı döneminde bu tamamen farklı bir şekil aldı. Önce taşınır tabiî enerjilerini kullandılar. Elektrik enerjisi ile akarsuyun enerjisini istediği yere götürdüler. Buhar ve içten yanmalı motorlarla birçok işleri yapmaya başladılar. Eskiden elle yapamadıklarını makineye yaptırıyorlardı. Şimdi makinenin yapamadığını el yapıyordu. Makine sanayii ile ölçüler çok daha hassas yapılabildi. Birbirine uyan makineler ve parçalar üretildi. Tabii ki makine sayesinde üretim son derece bollaştı ve ucuzladı. Bu da Avrupa’nın dünyaya hakimiyetini bir kat daha artırdı. Bu sayede birçok ilmî keşiflerin yanında sanayi keşifleri peş peşe geldi. Eski büyücülerin göz boyamacılığı bunların elinde hakikat oldu.
  3. Sanayi devrimi Avrupa tekelini ortaya çıkardı. Şöyle ki, dünyada sermayedarlar Masonlar aracılığı ile ticarî ilişkileri kurmuşlardır. Yahudi sermayesi ile dünyanın her tarafından mallar alınmakta ve Avrupa’ya gelmektedir. Avrupa fabrikalarında Hıristiyan işçilere işletilmektedir. Çünkü makine sanayiinin bir özelliği de düz işçilerle üretim yapabilmedir. Böylece elde edilen mamuller dünyaya satılmaktadır. Esnaf sanayii ortadan kalkmış, onun yerine hammadde üretimi ve Avrupa sermayesinin şubeleri oluşmuştur. Yahudiler kredileri masonlara veriyor, Masonlar da kendi ülkelerinde ham madde satın alıyor, Avrupa’ya gönderiliyor, fabrikaların ücretleri peşin olarak ödeniyor ve mamul madde olarak yine veresiye olmak üzere Mason tüccarlara satıyor, onlar da kasabalardaki esnafa veresiye veriyorlardı. B tezgâhın hoşluğu, burada serbest rekabet de görünürde devam ediyordu. Çünkü sermaye veresiye veriyor, ama tahsil edemediği tüccarın üzerine yürüyor, iflas ettiriyor, başkasına verdiği kredi ile onda bir fiyatla geri alıyordu. Yani, sermaye tekelini yalnız ekonomik olarak kurmamıştır, aynı zamanda hukuki yoldan da kendisini garantiye almıştır. Avukatlık müessesesi ile parası olmayan halk artık insan olmaktan çıkmıştı. Kimin parası varsa o avukat tutabiliyor ve davayı o kazanıyordu.
  4. Büyük sanayi sayesinde ulaşım ve haberleşme sağlanmış ve yeryüzü birbiriyle hem ekonomik hem de teknik olarak birbirine bağlanmıştır. Daha önce din bakımından da Hıristiyanlık Katoliklik sebebiyle yekvücut olmuştur. Sermaye bir taraftan dinsizliği teşvik ederken, diğer taraftan da insanlık arasında birliği sağlamak için Hıristiyanlıktan da yararlanıyordu. 19. asrın Avrupa ilimleri dünyada tartışılmaz olmuş, tüm dünya onları tedris etmeye başlamıştır. Böylece büyük sanayi sermayeye tekel yönetimi için zemin sağlamıştır.

Büyük sanayi tüm hayatı altüst etmiştir. Kentleşmeyi gerçekleştirmiştir. İnsanlık katı düzenden sıvı düzene geçmiştir. Tabii ki birtakım sorunları da yanında getirmiştir. Sermayenin bu başarıları 20. asrı istediği gibi düzenlemesine yol açmıştır.

 

4- SERMAYE - DEVLET İŞBİRLİĞİ ORTAYA ÇIKIYOR

Sermaye halkı baskı altına alabilmek için basın ve yayın müesseselerini kuruyor. Tiyatro ve sinemalarla halkı hissen etkisi altına alıyor. Diğer taraftan haftalık dergiler ve günlük gazeteler çıkarıyor. Bunları sermayesiyle destekleyerek halkın almasını sağlıyor. Kurulan okullarla okuyucu yetiştiriyor. Okuma-yazma kampanyaları açıyor. Bu sayede halkı etkisi altına almaktadır. Basın ve yayın sermayenin desteğiyle yayınlandığı için tamamen onun yönlendirmesiyle faaliyettedir. Basın-yayın yoluyla yöneticileri etkisi altına alıyor. Onları iktidardan indiriyor veya iktidara çıkarıyor. Gizli haberleşme teşkilâtını oluşturuyor ve böyle direk etkilerle de istediği eylemleri imkân dahiline getiriyor. Silahlı mafyayı oluşturuyor, işine gelmeyenleri silah zoru ile yok ediyor. Bu basın ve yayın organlarını reklam vererek besliyor. Hükümetler de bunlara reklam vermek zorunda bırakılıyor. Bu tezgâhlar 19. asırda hazırlanıyor, burada elde ettiği güçle 20. yüzyıl onun oyuncağı oluyor.

Basın ve yayın dışında, devletler arasına hattâ iller arasına gümrük ve vizeleri koyuyor. Böylece halkın ekonomik bakımdan birbirleriyle ilişkisini kesiyor. Diyarbakır’daki koyun Suriye veya Irak’taki hurma ile değiştirilemiyor. Koyun Fransa’ya gidecek, oradan Suriye’ye gelecek, hurma da İtalya’ya gidip oradan Türkiye’ye gelecek! Böylece sermaye tüm ekonomik hareketleri kendi emrinde tutacaktır. Kaçakçılığın olmaması için de iki taraf birer ordu besleyecek, mayınlarla hudutları koruyacak, giden-gelen olursa orada kurşunlanacaktır! Güya bunlar millî menfaat için yapılacaktır! Oysa eğer bu engel konmazsa Suriyeliler bir kilo hurmaya bir kilo et alacaklardır. Şimdi Suriyeliler dört kilo hurma verip bir kilo et alıyorlar, Türkler de dört kilo et verip bir kilo hurma alıyorlar. Bu hududu serbest bıraksalar, buradaki jandarmaya harcadıkları giderler ile silah alacaklar ve Batılılara borçlanmayacaklar.  

İşte görülüyor ki, sermaye tezgâhları o kadar basit bir yöntemle kurmuş ki, onun adına buralarda insanlar kendi kanlarını akıtıyor, emeklerini heder ediyorlar. İşte ilmin kudreti budur. Tarihte hep ilim hâkim olmuştur. Peygamberler ilimle dünyaya yayılmışlardır. Mısır, Yunan, Kilise ve Avrupa’da başarılar elde etmişlerdir. İşte biz “İnsanlık Anayasası”nda bütün faaliyetlere kurallarla son vermiş bulunuyoruz. Gümrük, vize ve pasaport yoktur.

 

SONUÇ

Her uygarlık doğar, gelişir, olgunlaşır, yaşlanır, çöker ve ölür. Avrupa Uygarlığı bundan 500 yıl önce doğdu. İlk 100 yılda 10 yaşına geldi. 16. asrı böyle kapattı. II. yüzyılda 20 yaşına geldi. 17. asrı böyle kapattı. 18. asırda 30 yaşına geldi. O zamanki uygarlık olan İslâm Uygarlığı ile aynı seviyeye ulaştı 19. asır ise onu 40 yaşına getirdi. Çağının rakip uygarlığının üstüne çıktı. 20. yüzyıl ise onun en güçlü olduğu asırdır. Artık 50 yaşına gelmiştir. Sonra 21. yüzyılda duraklama çağına girecektir. 22. asırda da üstünlüğünü koruyacaktır. 23. asırda artık üstünlüğü olmayacaktır. 24. asırda çökmeye başlayacak ve 25. asırda çökecektir. Sonraki yüzyıllarda yeni bir kuvvet uygarlığı doğacaktır.

İslam uygarlığı ise 1500’lü yıllarda en üst seviyede idi. 1400-1600 arası duraklama dönemidir. 1600’lü yıllarda gerilemeye başlamıştır. 1700’lerde gerilemiştir. 1800’lerde çökmüştür. 1900’larda ortadan kalkmıştır. Şimdi yeniden “Hak Uygarlığı” doğmaktadır. Bu hak uygarlığı “İnsanlık Anayasası” ile gelecektir.

Bu “İslâm Anayasası”nı kim gerçekleştirecektir? Onu bilemeyiz. Ama bunun ilk oluşturulma hareketi Türkiye’de Akevler’de başlamıştır. Kimler kabul edecek ve kimler yararlanacaktır? Şimdilik bilinmiyor. Hedefimiz bunun Arapça, İngilizce, Rusça ve Çince lisanlarına çevrilmesidir. Bunun için girişimlere başlanmıştır.

19. asır Avrupa dışındaki tüm ülkelerin ve görüşlerin yenildiği asırdır. “İnsanlık Anayasası”nın oralarda ne gibi çözümler getireceği ele alınmamıştır. Çünkü 19. asır sorunsuz asırdır. Batı zafer peşine koşmakta, dünya da Avrupalılaşma peşindedir. Bağımsızlık savaşları bile yoktur. Asıl sorunlar 20. asırda ortaya çıkmıştır. Hem Avrupalıların sorunları var, hem de diğer ülkelerin sorunları var. “İnsanlık Anayasası”nın önerileri orada ele alınacaktır. Ama 20. asrı iyi anlayabilmek için 19. asrın Avrupa devletlerini ele almamız gerekir. Bunlar şunlardır:

1- İspanya

2- İngiltere

3- Fransa

4- Almanya

5- İtalya

6- Avusturya-Macaristan

7- Rusya

8- Osmanlı

Bunlardan İspanya tarihî rolünü oynamış ve devreden çekilmiştir. 20. yüzyılda etkisi yoktur. Diğer yedi devlet düvel-i muazzama olarak 20 yüzyılın mimarları olmuştur. Bu devletleri ayrı ayrı incelemede 20. yüzyılı kavrama açısından yarar vardır. Bundan sonraki bölümde bu hususlar ele alınacaktır.

 

MS XX. YÜZYIL SON  

 

 



© 2024 - Akevler