İSRÂ SÛRESİ TEFSİRİ
Süleyman Karagülle
1658 Okunma
İSRA SÛRESİ 34-38.AYETLER

İSRA SÛRESİ - 8. Hafta

34-38 ayetler

 أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًا (34) وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (35) وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا (36) وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا (37) كُلُّ ذَلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا (38)

 

***

 

وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًا(34)

Va LAv TaQRaBUv MAvLa eLYaTIyMı EilLAv BielLaTIy HiYa EXSaNu XatTAv YaBLuĞa EaŞudDaHUv VaEaVFuv eLGaHDa EinNa eLGaHDa KAvNa MaSEUvLan

“Ve yetimlerin mallarına eşuddlerine baliğ olana dek ahsen olanın dışında yaklaşmayın ve ahitleri de ifa edin; ahit mes’ul bulunmaktadır.”

Allah her şeyi sayılı rakamlar içinde var etmiştir. Hamilelik dokuz aydır. Bunun üçte ikisi olan altı ay sagir hamilelik kabul edilmektedir. Azami hamileliği fıkıhçılar iki yıl olarak kabul ederler. Kayıtların yapıldığı yıllarda buna rastlanmamıştır.

2 yıl içinde süt emer, yürümeye başlar ve konuşur.

7 yaşında kendi başına kararlar alır, akıllanmaya başlar.

10 yaşında bağımsız davranmaya başlar.

15 yaşında baliğ olur.

20 yaşında eşüddüne erer.

25’inde rüşde ulaşır.

30’unda bedeni gelişim tamamlanır.

40’ında duraklama dönemi başlar.

50 yaş nominal ömrün ortasıdır.

63 yaşında artık yaşlanmaya başlar, bazı melekeler eskisi kadar çalışmaz.

70’lerde yaşlılık, 80’lerde şeyhlik yaşlarına ulaşır.

Bedeni buluğ 15 yaş civarında olur, zihnî buluğ ise ondan sonra gelir. Bedenen baliğ olunca kişi imtihan edilir, rüşde ermişse eşüddüne gelmiş demektir, mallar ona teslim edilir. Kur’an’da imtihan ve ibtila olarak geçmektedir.

Topluluğun yetim malları üzerinde koruma görevi vardır. Yetimin olan mallar tesbit edilir ve listeye alınır. Onun nafakasını temin edecek olana verilir. Malın aslına dokunmaz. Nemalandırır, nemasından yetimlere harcar. Yetmezse topluluk harcamak durumundadır. Zekâttan pay verilir. Ana mala yetim kişi baliğ oluncaya kadar dokunulmaz.

İşte, buradaki “ahsenden fazlasına yaklaşmayın” emri bunu içermektedir.

Fıkıhçılar bunu şöyle ifade etmişlerdir. Küçüğün malları mutlak fayda varsa alınır satılır ama zarar ihtimali varsa onda tasarruf edilmez. Böylece yetimin malları mevkuftur. Bu mevkufluk eşüddüne erişinceye kadardır. Eşüdde erişince mallar ona teslim edilir. Artık onlar diğer mallar gibidir, istediği gibi tasarruf eder, kâr veya zarar edebilir.

Buna aynı ayette “ahdleri ifa edin” diye atfetti. Borç ve alacaklar yani haklar iki şekilde oluşur. Biri doğal haklardır ki bu haklar Allah tarafından tesbit edilmiş olup kişilerin değiştirmeleri mümkün değildir. Bunlar iki gruptur. Biri akrabalık haklarıdır. Diğeri ise komşuluk haklarıdır. İkinci tip haklar ise sözleşmelerden doğar. Kişiler sözleşmeyi istedikleri gibi yaparlar ama yapıp imzaladıktan sonra sözleşmelere uymak zorundadırlar. Bunlara “akit” denir. Bir toplulukla yapılan taahhütlerdir. Kişi ben şunu yapacağım diye ilan eder. Buna “ahit” denir. Kabul edenler olduğunda akde dönüşmüş olur. Akitlerin ifası gibi ahitlerin de ifası emredilmiştir. Akitler karşılıklı icab ve kabule dayanır ve feshedebilmek için tarafların rızaları gerekir. Tek taraflı fesihten dolayı bir zarar doğuyorsa tazmin olunur. Kazanılmış hakların zayi olması söz konusudur. Fesh olduktan sonra kazanılacak haklardan dolayı tazminat istenmez.

Diyelim ki bir araziyi kiralayan daha bir yıl dolmadan kiracı olmaktan vazgeçti. Ekim mevsiminden sonra vazgeçmişse fiili zarar doğmuştur. Ama henüz ekim mevsimi geçmeden akit bozulmuşsa fiili zarar söz konusu değildir. Şufa hakkından tek taraflı vazgeçilemez.

Kadını boşayan erkek akdin iddetini beklemek zorunda olduğu için fiili zarar doğmuştur. Mihri vermek durumundadır. Erkek ise iddeti beklemek durumunda olmadığı için kadın boşadığı kocaya mihir ödeme durumunda değildir.

وَلَا تَقْرَبُوا

Va LAv TaQRaBUv

“Ve kurbet etmeyiniz”

“Kırba” suyun taşındığı kapalı bir kaptır. Askerlikte “Matara” diye tabir edilmektedir.

Toplayıcılık döneminde yiyecek zaten ağaçlarda bulunurdu. Suyun taşınması gerekirdi. İnsanlar kabak kabuğundan (su kabağından) oluşmuş kırbalar yapmışlardır. Daima yanında bulundurduğu için “akraba” kelimesi buradan gelmiştir. Yaklaşmak anlamında kullanılmakta ise de yardımcı fiil olarak da bulaşmayın demektir. Yetimin malları üzerinde tasarruf etmeyin demektir. Bundan önce aynı kelime zina etmeyin manasında geçmişti.

İkisini bir arada düşündüğümüzde manasını kavramaya başlıyoruz.

“Lâ Takrabû” beş yerde geçer. “Sarhoşken namaza yaklaşmayın” deniyor. Demek ki namaz sadece hareket değildir, toplanmadır. Cemaate gelmeyin anlamındadır. “Zinaya yaklaşmayın. Fevahişe kurbet etmeyin.” Biri En’am Suresi’nde olmak üzere iki yerde de “yetimin mallarına yaklaşmayın” denmektedir. Türkçede ise “bulaşmayın” denir.

مَالَ الْيَتِيمِ

MAvLa elLaYaTIyMi

“Yetimin malına”

“Yetim” burada marife getirilmiştir. İstiğrak için olmuş olur. Yani yetim kimin olursa olsun, onun malına dokunulmayacaktır. Babasız bulunan çocuk yetim olduğu gibi iltica etmiş ve müslim olmayan çocuk da yetim hükmündedir. Çocuk anasından veya babasından veya her ikisinden yetim kalmış olabilir, kız veya erkek olabilir. Yetimi büyütmek, bedeni hizmet vermek annenin anneden kadın akrabalarına aittir. Nafakasını ve süknasını (oturduğu yer) temin etmek babanın babadan erkek akrabalarına aittir. Yetime bakan kadın, annesi de olsa nafaka istihkak eder.

Yetim çocuğa kalmış olan malların aslına dokunulmaz. Velisine karzıhasen olarak verilmiştir, artma ve eksilme ona aittir. Taşınmazlar olarak bırakıldığı için kira payına iştirak eder. Yıpranma payı olup faiz değildir. Yapıların bakımı kira payından sağlanır. Meyvelikler gibi bakıma ihtiyaç var, kira getirmiyorsa veya hayvan süt vermiyor ve kısırsa, bahçe satılır ve başka bahçe alınabilir yahut süt hayvanı alınır, et hayvanı satılır. Velisi aynı hayvanı verme durumunda değildir, mislini verme durumundadır.

إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ

EilLAv BilLaTIy HiYa EaXSaNu

“Ahsen olanın dışında”

Ebu Hanife istihsanı delil kabul eder, Şafii şiddetle karşı çıkar.

Bu ayet istihsanın delil olduğuna delildir.

Ahsen ile hareket edilecektir. Ahsen naslarla değil istihsanla bulunur. Burada “Ellezî Hiye Ahsen” denmemiş de “Elletî Hiye Ahsen” denmiştir, sadece “Elletî Ahsen” denmemiş de “Elletî Hiye Ahsen” denmiştir. Hâlbuki “Hiye Hüsna” olması gerekirdi. “Ellezî Hüve Ahsen, Elletî Hiye Hüsna” olmalı idi. Arapçada öyle kelimeler vardır ki onlara hem dişi hem de erkek zamir gider. Mesela “Fulk” böyledir, “Sebil” böyledir, “Kavm” kelimeleri böyledir. Eğer kastedilen böyle bir kavramsa, o zaman “Billetî Hiye Ahsen” getirilir. Elleti vasl ismidir. Cümlede zamire ihtiyaç vardır. “Ahsen” fiil olsaydı, faili veya mefulü zamir yerine geçerdi. Ama burada “Ahsen” ismi tafdildir ve zamiri içermez. Bu sebeple “Hiye Ahsen” gelmiştir.

Bir şeyin hasen olması için iki yönden ele alabiliriz. Örnek olarak makinayı en iyi malzeme ile üretiriz ama işçiliği iyi olmaz, bu bir cihetle hasendir, işçiliği iyi olur ama malzemesi iyi olmazsa başka bir cihetle hasendir. Hem işçiliği hem de malzemesi iyi ise o da ahsendir.

حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ

XatTAv YaBLuĞa EaŞudDaHUv

“Eşüddüne baliğ oluncaya kadar”

“Mallara kurbet etmeyin” dendikten sonra, baliğ olunca zaten yetim malı olmaktan çıkar. O halde bu sınırın belirtilmesine gerek vardır. Çünkü burada yetim mallarına konan yasaklar vardır. O yasakların kaldırılması gerekmektedir. Bu da kendiliğinden olmaz. Yani rüşde eren bir vâris ben baliğ oldum diye mallarına resen tasarruf edemez. Malların ona teslim edilmesi gerekmektedir. Yine de şahitler huzurunda teslim edilecektir.

Biri öldüğü zaman mallar hemen vârislerine geçmez. Vasiyet ettiği birisi varsa o vâsi, yoksa ahlâkî velisi mallara sahip olur, borçları öder, vasiyetleri yerine getirir. Ondan sonra malları bölüştürerek vârislere dağıtır ve teslim eder. Demek ki vârisler mallara ölümle malik olamazlar. Batı hukukunda hemen malik olurlar.

Eğer vârisler yetimse onların paylarına her birine ayrı ayrı vâsi veya veli belirlenir ve mallar onlara teslim edilir. Herkesin kendi payı kendi velisine veya vâsisine teslim edilir. Bir belge ile tesbit edilir, şahitle teslim edilir. Sonra baliğ olunca da şahitle vârise verilir. Vâris ondan sonra malları üzerinde tasarrufa başlar.

İşte buna işaret etmek için bu şart getirilmiştir.

وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ

Va EVFuv eLGaHDı

“Ve ahdi ifa ediniz”

“Ahd” ve “Akd” sözde ve manada birbirine benzerdir. “H” yerine “Q” geçmiş. “Q” sert sürekli ve boğaz harfi olmayan arka kameriye harfidir. “H” ise yumuşak süreksiz ve boğaz harfi olan bir sestir. “Akd” net, belirli ve kesin anlaşmalardır. “Ahd” ise zımniler (belli olmayanlar) arasında anlaşmalardır. Kur’an her ikisi için “ifa ediniz” diyor. Bir de aynı emri keyl için zikrediyor. Vefa kökünden gelmektedir. “Vav” da “Fa” da birleştirme içindir. “Fa”da birleştirme var, devamlılık yok; “Ve”de birleştirme yok devamlılık var. Vefa akit veya ahitten itibaren başlar ve devam eder.

Akd ve ahd fıtri olmayan kuralları içerir. İnsan özgür yaratılmış, değişik şekilde yaşaması imkânı verilmiştir. Bu sebepledir ki kendi yaşama kurallarını kendisi koyar ve öyle hareket eder. Kurallarla hareket etmek zorundadır ama kuralları kendisi koymaktadır. Ortak kurallar da akit ve ahit ile oluşmaktadır, ekseriyetin parmak/el kaldırması ile değil.

إِنَّ الْعَهْدَ

EnNa eLGaHDa

“Ahit”

Zamir gönderilmemiş, “ahd” tekrar edilmiştir.

Her iki ahd da marifedir.

Birinci ahit ile kişilerin ahit yapmaları ve ahde riayet etmeleri gerekir.

İkinci ahitte ise ahdi yerine getirecek güce sahip olunmalıdır.

Birinci ahit ikinci ahitten farklıdır. Bir kimse birine ‘yarın sana bin lira borç vereceğim’ diye söz verse, bu ahittir. Karşılıksız bir borç olduğu için akit değildir. Ertesi gün gücü yetmediği için borç vermezse ahitten dolayı sorumlu olmaz. Mazereti vardır. Dolayısıyla ahdi yerine getiremeyenin sorumlu olması için ahdi yerine getirecek güce sahip olması gerekir. Bu sebeple “ahd” kelimesi tekrar edilmiştir.

Ahd mesul olununca, yetim malın hıfzı da elbette evleviyetle mesuliyeti içerir.

كَانَ مَسْئُولًا(34)

KAvNa MaSEUvLan

“Mesul bulunmaktadır.”

“Kâne” olmak anlamında olduğu gibi aynı zamanda bulunmak anlamındadır. “Olmak”ta sonradan olma vardır. “Bulunmaktadır”da ise eskiden beri böyledir demektir.

Ahitler karşılıksız iyiliklerdir, ihsandırlar. Söz verilmeden önce zorunluluk yoktur ama söz verildikten sonra artık onun ifası zorunludur.

İçtihatlar da böyledir. İçtihattan önce bir hükmü yoktur. Ama içtihat yapıldıktan sonra ona uymak zorunluluğu vardır. İçtihat yeni içtihatla değişebilir ama değişinceye kadar yürürlükte olur.

Bucak icmaları da böyledir. Bucaktaki ehlizikr mertebesinde olanların ittifakı o bucağın kamu düzenini kurarlar. Bu icma da ancak yeni icma ile değişebilir.

Bucağı kuranlar ittifakla sözleşme yaparlar. Böylece bucak icma üzerinde kurulmaya başlanır. Sonradan katılanlar eski icmalara katılmış olurlar. Dolayısıyla bucakta icma ile sabit olmayan bir kamu kuralı yoktur. Bu icma da ancak yeni bucak icması ile değişebilir.

İl merkez bucağı kuralları da il merkez bucağı kurucularının icması ile oluşur. Devlet merkez bucağı da devlet merkez bucağı kurucularının icmaları ile oluşur. İl tasfiye edilmeden, devlet yıkılmadan o bucağın icmaları (anayasası) ancak yeni icma ile değişebilir. Mekke bucağının icmaları bin senede bir yeni uygarlığın başlaması ile oluşmaya başlar.

وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (35)

VaEaVFuv eLKaYLa EiÜAv KiLTuM VaZiNUv BiL QiSOAvSi elLMuSTaQIyMı ÜAvLıKa PaYRun Va EaXSaNu TaEVIyLan

“Ve keyl ettiğiniz zaman keyli ifa edin ve müstakim kıstasla vezn edin. Bu hayırdır ve tevil olarak ahsendir.”

Ayetler acibdir. Bu ayette “İzâ Kiltüm” kaydı getirilmiştir. Neden “İzâ Kiltüm” denmiştir, sadece “Kiltüm” deseydi yetmez miydi? “Ve vezni ifa edin” denmiyor, “müstakim kıstasla” deniyor. Sonra “bu hayırdır”ın manası anlaşılıyor ama “tevil olarak ahsen olması” ilk bakışta zor anlaşılıyor.

Ahdi ifa ile keyli ifa arasında ne gibi benzerlik ve ayrılık vardır?

Bunları cevaplandırdığınız zaman ayeti yorumlamaya başladınız demektir. Öyle bir kitap yazmalıyız ki orada yalnız bu sorular olacak. Okuyucu bunları cevaplayacak. İşte size doçentlik çalışması. Tefsirleri okursunuz ve her açıklamayı soru hâline sokarsınız. Sonra da başka bir kitapta bu soruları cevaplarsınız.

Ahdi ifa edin ayetine atfedilmiştir. İfa edin tekrar edilmiştir. Keyli ifa etmek ile ahdi ifa etmek tamamen farklıdır. Biri verilen bir sözü yerine getirmektir. Diğeri ise ölçerken doğru ölçmedir. Ahdi ifa eden ahdin sahibidir. Keyli keyl eden başkası olabilir. Örneğin bir alanın büyüklüğünü ölçen mühendis o alanın sahibi olmayabilir. Bu sebeple “Evfû” kelimesi iade edilmiştir.

“İzâ Kiltüm” getirilmiştir. “İn Kiltüm” manası anlaşılmasın diye bu yapılmıştır; yani keyl etmek farzdır, keyl etmek zorundasınız. Keyl etmek demek ölçülendirmek demektir, israf etmemek demektir, işbölümü yapmak demektir. Keyl edilen para ile değerlendirilir.

Paranın dört özelliği vardır. Değer ölçüsüdür. Üretimde tüketimde en çok gün/saati elde etmek için para ile değerlendirilmesi gerekir. Şimdi ben bir iş yapacağım. Ne iş yapayım? Bu ancak keyl ile mümkündür. Ben şimdi karnımı doyuracağım; ne ile doyurayım ki gün/saat en büyük olsun; bu keyl ile mümkündür.

Sonra değiştirme de keyl ile mümkündür. Değiştirme topluluk içinde gün/saati en büyük veya daha büyük yapar. İsraf haram olduğuna göre değiştirmek de farzdır. Değiştirme miktarlar arasında değiştirmedir. Zaman içinde değiştirme ise borçlanma ile olur, bu da yine keyl ile sağlanır. Nihayet ürettiklerini hemen tüketemezsin. Depolamak gerekir. Kişinin depolaması zordur. Bunun için ortak ambara konur. Böylece ben ürettiklerimi depolamış olurum. Başkası kullanarak depolama giderlerini beşte bire indirebilir.

İşte, “İzâ” burada bunları yapmakla mükellef olduğunu göstermek için zikredilmiştir. Yoksa “İn Kiltüm” şeklinde ifade edilirdi.

“Vav”la atfedilerek müstakim kıstas ile veznedin diyor. Aslında vezn de bir tür keyldir. Kıstas terazidir ve keyl onunla yapılır. Ölçenler doğru ölçeceği gibi ölçen aletler de hilesiz olmalıdır.

Avrupa İslâm uygarlığının etkisi ile aydınlanmaya başladığı zaman bir müze kurmuştur. Orada ölçü birimlerini tesbit etti. Sevre’de bir mahzene konan mezraa (metre) ölçü birimi kabul edildi. Diğer bütün ölçüler ona dayatıldı. Böylece bu ayet Avrupalıların yaptığı inkılâba uyulması gerektiğini ifade etmiş olmaktadır. Okkanın kiloya, Hicri’nin Miladi’ye uyarlanması, tüm insanlığın ortak birimleri kullanması gerektiğini ifade etmektedir. Yani bu hususta yapılan Cumhuriyet inkılâpları Kur’an’ın emirlerinin bir uygulamasıdır.

Bu hayırdır. Çünkü bu sayede gün/saat azamiye çıkar. Buradaki “Zâlike” müstakim ölçme araçlarının kullanılması ve ölçmelerin doğru yapılması fiillerini içine alan bir şeye işarettir. Dolayısıyla birim gelmiştir. “Hasen tevildir” diyerek tüm içtihadın kurallarını ortaya koyuyor. İçtihat yapma demek ölçülendirme demektir. Yani karşılaştırma, haram tarafı artarsa haram, helal tarafı artarsa helal kabul etme demektir yahut sahih veya fasit kabul etmedir. Kıyas yaparken de keyl edeceksiniz, müstakim kıstasla keyl edeceksiniz.

Misal olarak, üzümden yapılan içki/hamr haramdır. Hamrdaki alkol miktarı %12’dir. Bira haram mıdır değil midir? Bunu bilebilmek için ondaki alkol miktarı %6’dan yukarı ise haramdır, değilse helaldir. Kıyastaki asıllar birer metredir, terazidir. İllet ölçü birimini bulmadır.

Demek ki bu ayet aynı zamanda bize kıyas müessesesini öğretmektedir. “Hasen tevil” atfı bunu ifade etmek için konmuştur. Müstakim kıstas sahih illettir.

وَأَوْفُوا الْكَيْلَ

Va EaVFuv eLKaYLa

“Ve keyli ifa edin”

“Keyl” ölçmek demektir. “Kile” Türkçede otuz okkadır. Bir dirhem 3.2 gramdır. 400 dirhem bir okkadır. Bir “kile” 4*3.2*400=38,4 kilodur, Batı’ya “kilo” olarak geçmiştir.

“Vefyü” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek tepedir. Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.

Ölçülerde tolerans konur. Mühendisler ± işaretiyle koyarlar. 10(±) 0,1 demek, 9,9’dan az, 10,1’den çok olmaz demektir.

Akitlerde geçen ölçüler asgari ölçülerdir. 10 yazdığınız zaman ondan büyük olacak demektir. Tam 10 yapmak mümkün değildir. “Evfu’l-keyle” bu demektir. Kıyasta bunun yarısını alıyoruz, yarısından büyükse vasıf vardır demektir. Yahut yarısından az olmalıdır.

إِذَا كِلْتُمْ

EiÜAv KiLTuM

“Keyl ettiğinizde”

Siz keyl etmek zorundasınız. Çünkü insanlar hayvanlardan farklı yaratılmışlardır. Hayvanlardaki ölçü kesindir. Oysa insanlarda ölçüler farklıdır. Arılar bal özü verip çiçek tozları alırlar, mübadele yaparlar ama ölçülü değildir. Hâlbuki inanlar beş kilo patates verip üç kilo soğan alırlar. Ölçme insana hastır ve insan için zorunludur. Bu sebeple “İzâ” getirilmiş ve “İn Kiltüm” manası verilmesin diye konmuştur.

وَزِنُوا

VaZiNUv

“Ve veznediniz”

Buradaki “Vav” atıf vavıdır. “VZN”deki “Vav” düşmüştür, aslı “İvzinu”dur. Kural olarak “Vav” düşmüş baştaki vasıl elifine de gerek kalmadığı için o da gelmemiş, “Zinû” olmuştur. “Vizr” ağırlık demektir, yük demektir. “R” “N”ye dönüşmüş ağırlık ölçüsü olmuştur. Bir sırığın ortasına ip takar eşit uzaklıkta birer sepet asarsanız, konan taş ile konan patates eşit ağırlıkta olur. Burada karşılaştırılan ağırlıklar değil kütlelerdir. Kollu kantarlar da kütleleri ölçerler. Oysa yaylı kantarlar kütleleri değil ağırlıkları ölçerler.

Deniz kenarında ölçülen kütleler ile dağ başında ölçülen kütleler aynıdır. Ağırlık ise değişmektedir. Müstakim terzi demek kıst yapan terzi demektir. Kıst yarılama demektir. O halde kantar kütleyi ölçmelidir, ağırlığı değil.

Düzlükte bir araba koyup sarkaçla ona vurursanız uyguladığınız kuvvetin zaman içindeki toplam miktarı sarkacı kaldırdığınızda yükselen miktarı ile sarkacın ağırlığı kadardır. Bu arabayı hızlandırır, sonra sabit hızla hareket eder. İşte burada ölçülen kütledir. Kütle demek hareketin değişmesine direnen varlık demektir. Sevap ve günahlar da kütlelerle ölçülecektir. Kıyas bunun için fiziki ölçmelerle yapılmıştır.

Aslında para da bir tür kütle ölçüsüdür, gün/saati ölçmektedir. Bir saat çalışan insanın yaşayabildiği gün sayısıdır. İnsan böyle yaratılmıştır. Yani bir saat çalışır, bir gün geçinir. Teknoloji ilerledikçe üretilen miktar azalır ama aynı emekle birim zamanda üretilen gün çoğalır, gün/saat uygarlaşma ile değişmez, aynı kalır.

بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ

BiLQiSOAvSi elLMuSTaQIyMı

“Müstakim kıstas ile”

“İstikamet” demek düz çizgi demektir.

İki nokta arasında yalnız bir doğru çizgi vardır ve bu en kısasıdır. Değişik ölçü araçları varsa en azını ölçen tercih edilir ve bu bir araç olmalıdır. Bir ışığı bir yerden başka yere gönderdiğiniz zaman en kısa yolu kat ederek hedefine ulaşır. Işıktaki kırılma bundandır. Ortamın yoğunluğu değişince ışık da en kısa zamanda ulaşacak şekilde kendisini ayarlar. Yol uzar ama zaman kısalır. Hacim ile ağırlık farklı sonuçlar veriyorsa kütleyi en doğru ölçen kullanılır. Yükseklik ile ağırlık değişir. Sıcaklıkla da hacim değişir. Hangisi değişmiyorsa o ölçü birimi kullanılır. “Müstakim” kelimesi bunu ifade eder.

Para olarak da altının, gümüşün, buğdayın, demirin kütleleri esas alınır. Kütle ne sıcaklıkla ne de yükseklikle değişir. Gün/saate ne hacminin ne de ağırlığının etkisi vardır. Kütlesinin etkisi vardır.

ذَلِكَ خَيْرٌ 

ÜAvLıKa PaYRun

“Bu hayırdır”

Bu hayırdır; yani müstakim kıstasla doğru ölçerek mübadele yapmanızda, en verimlisini seçmenizde, borç vermenizde ve biriktirmenizde, karşılıksız belirsiz faiz parasını kullanmamanızda hayır vardır. Bunlar olmadan çalışmanızda gün/saat bir ise bunlarla çalışmanızda on veya yüz misli, bin misli daha verim vardır.

Şimdi ömrü sona ermekte olan Sermaye’nin dünyaya sağladığı bu yarar sayesinde bugünkü uygarlık doğmuştur. O zaman sermaye terakümüne gerek vardı, karşılıksız paraya gerek vardı. Henüz tam istihdam elde edilemiyordu. Sermaye yapacağını yaptı.

Şimdi ona ihtiyaç olmadığı için Sermaye ya eski zaruri uygulamalarından vazgeçmeli yahut hayattan silinip gitmelidir.

وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (35)

Va EaXSaNUv TaEVIyLan

“Ve tevil olarak ahsendir.”

“Tevil” “evl” kelimesinden gelmektedir, başlangıç demektir. Rüyanın tevili vardır, hadiselerin tevili vardır, ayetlerin tevili vardır, nasların tevili vardır. Yerli yerine oturtan demektir.

Dilde tevil, lügat manasında kullanılan ifadelerin manasını çözmek demektir. Bütün hayvanlarda dil vardır. Hatta bitkilerin bile dili vardır. Ne var ki onlar yalnız lügat manası ile dillerini kullanırlar. Oysa insanlar yeni şeyler keşfettiği için uygarlaştığı için yeni manalar ifade etmek zorundadır. Bunu da değişik lügat sistemiyle yaparlar. Bunu ifade etmek var, bir de bunları anlamak var. Bu meleke yalnız insana verilmiştir.

Diğer taraftan da olayların bir görünür tarafı var, bir de arka tarafı vardır. İnsanlar ya geçmişteki olayların devamı olarak hareket ederler ya da gelecekte olmasını istediklerinin olması için hareket ederler. İnsanlar geçmişi ve geleceği bildikleri için gelecekte kimin ne yapacağını olayların tevili ile bilirler.

Plan ve projeler yapılır. Uygarlaşma bu plan ve projelere göre gerçekleşir. Plan ve proje demek ölçüler demektir. Uygarlaşma demek bu plan ve projelerde gösterilen sayılara uyma demektir. İşte bütün bunlar sözlerin ve olayların tevili ile mümkündür. Hepsi içtihada dayanır. Müstakim kıstas ve keylin ifası şarttır.

وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا (36)

Va LAv TaQFu MAv LaYSa LaKa BiHIy GiLMun EinNa elSaMGa Va eLBaSaRa Va eLFuEADa KulLu EüLAEiKa KAvNa GaNHu MaSEUvLan

“Ve ilminin olmadığına kafa olma. Sem' ve basar ve fuad, bunların küllü ondan mesuldür.”

“Kafa” Türkçede olduğu gibi başın üst tarafıdır. Arapçada “ra’s” bütün başıdır. Kur’an Arapçasında başkan “reis” olarak adlandırılmaz, “imam” olarak adlandırılır, “seyyid” olarak adlandırılır, “hadi” olarak adlandırılır; bir de “kafa” olarak adlandırılır. “Kafa” kökü Kur’an’da beş yerde geçer. Sadece burada sülasi olarak bir defa geçmektedir.

“Kafa olma” önder olma anlamındadır. Burada emanetin ehline verilmesi ilkesi yer aldığı gibi, bilmediğin konuda halkı çağırma demektir, öne düşme, imam olma demektir.

Bu sebepledir ki başkan olmaktan hep kaçındım, hangi konuda benimkinin yarısı kadar bilgisi olan arkadaşı buldumsa ben ona tabi olmaya çalıştım.

Başkan olmak görev değildir, cemaat olmak görevdir. Herkes kendisinden başkasını imam yapacaktır. Bunun için biz “sıralama usulünü” kabul ediyoruz. Herkes kendisinin dışında herkesle cemaat olmakla mükelleftir. Sadece tercih hakkı vardır. Kendisine son sıra numarası verilir. Bu son sıra numarasını bu ayete göre verir.

Başkan olmak için ilim ve cisim sahibi olmak gerekir. İlmi seviye imtihanlarla belirlenir. Üniversitelerin görevi, harp okullarının ve akademilerin görevi bunu sağlamaktır. Başkan olmak için önce buralardan diplomalı olmak gerekir, terfi edip orgeneralliğe yükselmek gerekir. Sonra da cisim sahibi yani güçlü olmak gerekir. Bunun için de halkın ona biat etmesi ve onun emri ile savaşması gerekir. Halkın bir kısmının değil bütünün ona biat etmesi gerekir. Biz, başkanın bölgelere atadıkları ordu komutanlarına biatı başkana biat kabul ediyoruz.

Herkes kendisi için âlim olduğuna kendisi karar verir ama kamu görevi yüklenebilmek veya bir işin emanetini alabilmek için imtihan müesseseleri kurulacak ve o müesseseler ilmî seviye ile ilgili diploma vereceklerdir.

İlim sahibi olmaktan sorumlu olanlar semi’dir, basirdir, bir de fuaddır.

Birisi gelir size haber verir, “Cumhurbaşkanı bugün Çağlayan’da konuşacak” der. Bu sesi duyduğunuz zaman bir şey anlarsınız, biraz sonra söylediği sözü hatırlamazsınız ama manası aklınızda kalır. İşte, sem’ o sözün manasını anlamak demektir. Bilmek demek, o işin yapılması için gerekli bilgileri bilmek demektir. Yani ‘ben bunu anlayamadım’ demek mazeret değildir. Söylenen cümlelerin manalarını içtihadi delaletle anlıyorsan o göreve talip olursun. Basar için de bu böyledir Manzaraya bakarsınız, bir şeyler görürsünüz ve gözlerinizi ayırdığınızda onun görüntüsü kaybolur ama o aklınızda kalır. Bir arkadaş geldi, bir şey söyledi ve gitti. Söylediği zamanki duruşunu ve hareketlerini unuttunuz, hatırlamıyorsunuz ama kendisi olduğunda şüpheniz yok. İşte bu da basardır. Resmini çekseniz bile bir mana taşımaz. Çünkü o resmin ne zaman çekildiğini bilmezsiniz. Ama beynimiz onu olaylar içinde yerleştirir. O basardır. Fuad beynin somunu demektir. Burası bir bilgisayardır. Ayrıca omurilikte de sinir merkezleri vardır. Kalbin kendisinin bağımsız çalıştığı sinir sistemi vardır. Ancak beyin insanın ruhu ile ilişki kuran bir bilgisayardır.

Şimdi benim yazdığım bilgisayar benimle çalışmaktadır. Benim tuşlara bastığımı algılamaktadır. İnsan beynini çalıştıran ve onunla beraber olan bir kimse vardır. O insanın ruhudur. Şifrelidir, başka ruhlar giremez. İllüzyon gibi durumlarda girildiği iddia edilmektedir. Şeytanlar ve melekler ise girmektedirler. Rüyayı onlar oynatmaktadır. Bir film çektiğiniz zaman sadece 01 rakamlarını sıralarsınız, o rakamları o kitabınızda yazıp da tuşlarla girersiniz. İki tuşla girerseniz oynamadan filmi çekmiş olursunuz.

İşte, ilim dışarıdaki olayları bilgisayara yükleyip ondan sonra kararlar almadır. O modelde düşünmedir. O modelde prova yapmadır.

Topluluğun önderi olmak için o konuda bilgi sahibi olmak gerekir. Dayanışma ortaklıkları bu bilgileri tesbit eder ve diploma verir. Kişi hata yaparsa dayanışması tazmin eder. Kişi resmi ehliyeti olmasa da arabayı kullanabilir. Ceza verilmez, kamu yollarında hareket etmesine mani olunmaz. Ne var ki kaza yaparsa kendisi öder, dayanışması ödemez.

وَلَا تَقْفُ

Va LAv TaQFu

“Ve kafa olma”

Bir çay bardağına su koyarsınız, çay koyarsınız, şeker atarsınız, limon sıkarsınız. Burada bunların molekülleri vardır. Her molekül ayrı ayrı hareket ettiği halde ortak hacmi, ortak basıncı, ortak sıcaklığı, ortak tadı, ortak rengi vardır. Hatta limon kokusu burnunuza gelebilir. Sıvı özelliğini gösterir. Bu çaya konan maddelerin miktar ve özelliklerine göre bir sıvı oluşmaktadır. Ne var ki bu özellik artık oraya maddeleri koyana ait değildir. Oradaki moleküllerin serbest hareketleri çayı oluşturmaktadır.

Topluluğun bundan farkı, bardağa yani topluluğa gelen maddelerin yani insanların kendi arzuları ile geldikleri ve istedikleri zaman da gidebilmeleridir.

Peki, insanlar bir topluluğa neden gelmeliler, insanları bir toplulukta toplayan nedir?

İnsanları bir araya getiren dört etken vardır.

-Birincisi sevgidir. Birbirlerini sevenler bir araya gelirler.

-İkincisi çıkardır. Birlikte olmada çıkarları varsa insanlar o birliğe katılırlar.

-Üçüncüsü korkudur. Tehlike anında insanlar birinin etrafında toplanarak kendilerini savunurlar yahut baş edemeyince ona teslim olurlar.

-Dördüncüsü bilgidir.

-Bütün bunlara rağmen insanlara kendini sevdirtmek, onlara çıkar sağlamak, onları korkudan emin tutabilmek için bu işin başını çeken birisine ihtiyaç vardır. Bir başın etrafında toplananlar topluluk olur ve birlik kurarlar. 

Mevcut olan başkanlara “imam” denir, topluluğu oluşturanlara ise “kafa” denir.

Bir partinin kurucusu kafa olduğu gibi kurucular da kafanın yanındadırlar. Takfiye etmek demek, parti kurmak, tarikat kurmak, kooperatif kurmak ve ekol kurmak demektir.

İslâmî partiyi Erbakan kurdu, Erdoğan devam ettiriyor.

İslâmî tarikatı Bediüzzaman kurdu, Gülen devam ettirdi.

İslâmî ilmi Akevler kurdu, devam ettirmektedir.

Henüz İslâmî ortaklıkları kuran olmadı. Akevler de şimdilik bunu başarmış değildir, henüz bir Adil Düzen işletmesini kuramamıştır. Bunu yapacak bir merkez beklenmektedir. Hüseyin Kayahan bunu Akhan Vakfı ile kurabilir. Bu konuda kimin ne yapacağını bilemiyoruz. Yahut Erdoğan bunu yapmak istiyor ama Akevler’siz yapmak istiyor, başarı şansı ancak bundan yani Akevler’siz yapmaktan vazgeçerse vardır.

مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ

MAv LaYSa LaKa BiHIy GiLMun

“Sende ona ilim olmayan”

Toplulukta fertler ayrı ayrı bir şeyler biliyorsa, bu topluluğun bilgisi değildir ama kimin neyi bildiğini başkaları da biliyorsa, onun bilgisi topluluğun bilgisidir. Diplomasız bir doktorun bilgileri ona ilimdir ama topluluğa ilim değildir. Hâlbuki diplomalı doktorun bilgisi başka fertler tarafından bilinmiyor ama topluluğun bilgisidir. Çünkü onun bildiğini biliyor ve gerektiği zaman da ona başvuruyorlar.

Başı çekecek kimse önce toplulukta kimin neyi bildiğini bilecektir; o zaman o da bilmiş olur, kendisinin doğrudan bilmesi gerekmez. İkincisi ise istişare edip gereken ilmi onlardan almalıdır. Bunun için iki şart vardır. Biri, devamlı istişare etmek, ikincisi kimin ne dediğini anlayacak seviyede olmak. Bunun için yeter derecede tahsilinin olması, bir de söyleneni kavrayacak zekâya sahip olması gerekir.

İşte, topluluk böylece başkanını seçer ve onun etrafında toplanarak topluluğunu oluşturur. Kur’an’ın bunun için kabul ettiği kurallar vardır. Önce iki kişi anlaşır ve her gün bir araya gelirler, yapmak istedikleri proje çalışmalarını yapar, başkanlığı da geçici yaparlar. İlk öneren başkan olur, ona uyan onun başkanlığını kabul etmiş olur. Sonra katılanlar arasında sonra gelen daha çok bilgili ise yahut daha çok yaşlı ise veyahut daha çok güçlü ise o başkanlık yapar. Bu şekildeki çalışma on kişi oluncaya kadar devam eder. On kişi olduktan sonra aralarından birini sıralama usulü ile başkan seçerler, artık kişi o topluluğun başıdır. İşte bu kişinin ilim sahibi olması gerekmektedir yani o çalışmalara katılıp ilmini göstermesi gerekir.

Bundan sonra artık federe birlik oluşur. Buna “aşiret/ocak” denir. Yüze yakın aşiret birleşip bir merkez aşiret oluştururlar. Aşiretler oraya temsilcilerini gönderirler.

Onlar “kabile” yani “bucak” aşiretini aynı usulle kurar ve semtleri oluştururlar.

Bundan sonra yüz kabile birleşip merkez kabilesini kurar ve oraya temsilcileri gönderirler. Onlar birleşip “kavim/ülke” merkez bucağını oluştururlar.

İşte buralarda hep yukarıda anlattığımız başkanın seçilme sistemi etken olur.

إِنَّ السَّمْعَ

EinNa elSaMGa

“Sem'”

Başkan her söze kulak verecek, herkesle istişare edecek, bunun için halkın temsilcilerinden oluşan meclisleri oluşturacak, ilk istişareler aşiretlerde/ocaklarda, ikinci istişareler kabile/bucak meclislerinde, üçüncü istişareler kavim/ülke meclislerinde olacak ve en sonunda başkana ulaşacaktır. Başkan onların söylediklerinin özetini öğrenecek, herkes değil ama görüşü meclise gelmiş olacak. Halk sokaklarda değil bu meclislerde konuşacak.

Bugün bu meclis olmadığı için peygamberlerin yaptığı gibi sokaklarda konuşuyoruz.

Bizimle görüşseler bizim bunları yazmamıza gerek kalmaz.

Demek ki “Sem'” danışma meclisidir.

وَالْبَصَرَ

Va eLBaSaRa

“Ve basar”

Başkanın her yerde temsilcileri olacak, onlar yönetime karışmayacaklar ama olup bitenden merkezi haberdar edecekler ve merkezin görüşlerini oradaki görevlilere ulaştıracaklardır. Yani bilgi vermenin sorumluluğu var, merkezin görüşlerini öğrenme sorumluluğu var ama ona uyma zorunluluğu yoktur. Her görevli görevini kendisi yapar ve üstüne karşı değil, hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumluluk var.

İşte, Kur’an buna da “basar” demektedir yani bir bakıma yönetim demektir.

وَالْفُؤَادَ

Va eLFuEADa

“Ve fuada”

“Fuad” beyin demektir, karar alan baş demektir.

İlim adamlarından oluşmuş meclisler vardır. Bunlar ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî dayanışmalar şeklinde organize olmuşlardır ve bunların sorumluları ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî şuraları oluştururlar. Bunlar da topluluğun beyni olurlar. Başkan bunlara da başkanlık yapar.

كُلُّ أُولَئِكَ

KulLu EüLAEiKa

“Bunların hepsi”

Bunların hepsi ondan mesuldür. Yani partiler, yönetim ve meclis şuralarının hepsi başkana karşı sorumludurlar. Sorumlu oldukları için de ilmi olmayanlar başkan olmamalıdır, halk da onları seçmemelidir.

كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا (36)

KAvNa GaNHu MaSEUvLan

“Ondan sorumludur.”

Buradaki “Hu” zamiri başkana gitmiş olur yahut insana gitmiş olur veyahut başkanlık müessesesine gitmiş olur. "Söz uzanır ger kalanı der isem"

وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا (37)  

VaLAv TaMŞı FIy eLEaRWı MaRaXan EinNaKa LaN TaPRıQa elEaRWa VaLaN TaBLuĞa elCiBAvLa OUvLan

“Ve Arzda mereh olarak meşy etme. Sen arzı hark edemezsin ve tulen cibala da baliğ olamazsın.”

Bundan önceki ayetlerde meslekî, siyasî ve ahlâkî sorumluların aynı zamanda ilim sahibi olacaklarını ifade etmişti. Bu sebepledir ki mecliste dört şura vardır; ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî şuralar vardır. Bunlar meclislerden oluşmalıdırlar. Yani parti kuran önce profesör (rasih) olacak, tarikat şeyhi önce profesör olacak, odaları veya sendikaları kuran önce profesör olacak, üniversiteleri kuran da önce profesör olacaktır ve bunların halk tarafından seçilip meclise gönderilmeleri gerekmektedir.

Bu kural olsaydı 15 Temmuz olmazdı. Bu kural uygulansaydı şimdi Selahattin Demirtaş hapiste olmazdı.

Kur’an topluluğa ait kurallar koymaz, topluluğu oluşturanların görevlerini nasıl yapacaklarına dair kurallar koyar, makrodan mikroya gitmez, mikrodan makroya gider.

“Mereh” kökü Kur’an’da üç defa geçmektedir. “Farah, Felah, Milh” benzeri kökler de vardır. “Bereh” ise o da üç defa geçmektedir. Dolayısıyla “Baraha” kelimesi ile eşleşmektedir. “Barah” ayrılmamakta sebat etmek, çakılı kalmak demektir. “Merha” ise “Meşy” kelimesi ile geçmektedir. “Bereha” da kendisini suçlu görüp kabuğuna çekilmektir. “Merah” ise tam tersine dünyayı ben yarattım deyip tanrı edası ile dolaşmadır. “B” mekanda belirlilik, “M” ise tarafa yayılma, genişlemek demektir. “Rah, Ruh, Rıh” ise kuvvet demektir. “Xa” hareketi ifade eder, “Ra” tekrarı ifade eder.

“Merehan meşiyet etmek” böbürlene böbürlene gezmek demektir.

Bir fakülteye gitmiştim, oranın ilim adamları toplanmıştı, sohbet ediyorduk. İçlerinde birisi farklı idi. Kendi kendime dedim ki ‘bu adam bürokrattır ama kimdir’? Sonra onun gerçekten büyük bir bürokrat olduğunu öğrendim.

İnsanlar zengin olurlarsa, âlim olurlarsa, yüksek bürokrat olurlarsa, hatta din adamı şeyh olurlarsa kendilerini büyük görmeye başlarlar. Herkesle görüşmeyi konuşmayı kendilerine zül sayarlar. Bu bir hastalıktır. İşte bunlara “kibirli” denmektedir.

Ben bu gibi kibirli olan kimselerden uzak dururum, onların toplantılarına katılmam. Turgut Özal ile daha önce görüşürdük. Başbakan olduktan sonra ne o aradı ne de ben. Bundan dolayı merahlanıp merahlanmadığını bilmiyorum.

“Ferah” bir sıkıntıdan kurtulduğu zaman kişinin duyduğu rahatlıktır, sevinçtir. Merah ise kendini üstün görerek rahatlamak, ferahlamak, başkasının yıkılması ve düşmesiyle rahatlamadır. Kur’an ikisini de nehy etmiştir. Bir ayette birbirine atfederek belirtilmiştir.

Arzı yarmaktan ve boyunu dağa çıkarmaktan bahsetmektedir. Arz yeryüzüdür. Sulu toprak tabakası 10 kilometredir. Susuz toprak tabakası 100 kilometredir. Kaya tabakası 1000 kilometredir. Hepsi bir katman oluşturur. Bundan sonra gaz tabakası mağma gelmektedir. Bugünkü lavlar oradan gelmektedir. Teorik olarak teknolojiyle burasını yarıp mağmaya ulaşmamız mümkün gibi görünmektedir yahut lavlar kontrol altına alınıp elektrik enerjisi üretebiliriz. Ama Kur’an burada bize bunun yapılamayacağını bildirmektedir. Göğe çıkacağız ama yerin altına inemeyeceğiz.

Bir cebelden değil de “cibal”den yani dağlardan bahsetmektedir ve marife olarak getirilmektedir. Bu Himalaya, Alp silsilesi ve Ant dağlarını içermektedir. “Tul” boy demektir.

Dağların boyuna ulaşamazsın denmektedir. Bu yükseklikte, bu cesamette yapılar yapamazsın demektir. Gelecekte bir tek devlet olunamayacak, tüm dünya bir hükümdarın emrinde olamayacaktır. Dolayısıyla senin kendini diğer insanlardan üstün görmen anlamsızdır.

Burada dünyaya hükmetmek isteyen diktatörlere önemli hatırlatma vardır. Sermaye’ye de aynı ihtarı yapmaktadır. Herkes kendi topluluğunun hizmetkârıdır. Halkın üstünde değil onun hizmetlisidir. Öbür türlü hareket edenler başarısız olacak kimselerdir.

Hazreti Peygamber kimseye elini öptürmemiştir. Hazreti Peygamber meclise geldiği zaman ayağa kalkmayın demiştir. Bu sebepledir ki imam meclise girerken kimse yerinden kımıldamaz. Özel görüşmeler yasaklanmıştır. İmam facir ve fasık olsa da sizinle namaz kılma tenezzülünde bulunduğu takdirde ona itaat edin demiştir.

Ben kimse için gereksiz olarak ayağa kalkmam, yer vermek için kalkarım. Kimsenin elini öpmem. Yanlış gördüklerimi -kim olursa olsun- söylerim. Onun için bana kibirli diyorlar. Ben kendimi eşit gördüğüm zaman bana emretmeye kalkıyorlar. Ben ne amirim ne de memurum, ben Rabbimin kuluyum. Allah’ın görevli gördüklerine tabiyim, onun yetkileri içindeki emirlere onun emri olduğu için değil Allah o yetkiyi ona verdiği için uyarım.

وَلَا تَمْشِ

V aLAv TaMŞı

“Ve meşyetme”

Kur’an’da “Seyahat Etme, Seyretme, Meşyetme, Sera” fiilleri vardır.

“Meşyetme” 23 defa geçmektedir. Bununla eşleşen meşc vardır. “Seyr ve Seyahat” bir yol istikametinde gitmedir “Meşy” ise sadece gezinmek ve dolaşmak demektir. Türkçedeki yürüme karşılığıdır. Meşc ise biyolojik eşleşme anlamındadır. Bir kapta bulunan moleküllerin hızları vardır. Bir yerde durmaz, hareket ederler. Bu hareketlere “Brown hareketi” denmektedir. İnsan da yerinde duramaz, dolaşmak ister. Onu bu dolaşmaya iten moleküller meşy eden etkilerdir.

فِي الْأَرْضِ

FIy eLEaRWı

“Arzda”

Buradaki fi-l arz satıhsal mekan mıdır, bir çeperin içi midir? Arz dağları hava boşluklarını da içine alır. Boy göstermek, gücü göstermek için dolaşma.

Hazreti Peygamber teftiş etmek için hiçbir zaman beldelere kasabalara gitmemiştir. Mekkelilerin saldırı savaşları dışında seriyyeye de çıkmamıştır. Cuma namazları, bayram namazları ve savaş dışında halkı toplayıp nutuk çekmemiştir.

İleride Kur’an’ı iyice anlamaya başladığınız zaman göreceksiniz ki üçüncü binyılın her şeyi değişecektir, kuralsız kaidesiz hiçbir şey yapamayacaksınız.

مَرَحًا

MaRAXan

“Marahan”

Böbürlenerek durmaktır. “Merahan” burada haldir. Yani kişinin halidir veya mahzuf olan veya onun yerine geçen mefulü mutlaktır. Sen marih olma veya meşyin marih olmasın anlamlarındadır.

إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ

EinNaKa LaN TaPRıQa elEaRWa 

“Sen arzı hark edemezsin”

Şimdi siyasi propaganda yapıyor, güç gösterisini yapıyorlar, ‘ben böyle güçlüyüm şöyle yaparım böyle yaparım’ diyerek muhalifleri korkutma, yandaşlarına da vaatlerde bulunma amaçlarını gütmektedirler; Kur’an ‘sen bir şey yapamazsın’ diyor. Partiler bugün televizyonla, basınla, okullarla, toplantılarla yaptıklarını anlatacaklar, sadece yapacaklarını anlatacaklar.

Kime anlatacaklar?

Kendi bucak halklarına anlatacaklar. Yerinden yönetim olduğu için güç gösterisine gerek yoktur. Milletvekillerini parti başkanları seçmez, halk seçer ve herkes kendi temsilcisini gönderir. Parti başkanları da sokaktaki halka değil meclisteki milletvekillerine anlatır.

Görüyorsun, hiçbir şey doğru işlemiyor. Kur’an da onların yüzlerine vuruyor. Partiler ‘biz yaptık’ diyorlar. Oysa ‘halktan alınan vergileri harcadık’ diyecekler, ‘siz vergi verdiniz biz de onu değerlendirdik’ diyecekler. İktidara talip olamayacak, halk onlara iktidar verecektir.

وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا (37)

VaLaN TaBLuĞa elCiBAvLa OUvLan

“Ve cibale de boy olarak ulaşamazsın.”

Kuran bu iki deyimi kullanıyor. Biri güçlü olduğunu, biri de kalabalık olduğunu göstermektedir. Halk da kim güçlüyse, kim kalabalıksa ona oy vermektedir. Onlar da sonra halkı sömürüyor veya eziyor. İktidar-muhalefet kavgası ile halkı uyuşturuyorlar.

Aslında insanlar parayı da zengin olmak ve halka hükmetmek için istemekte, bunun için çaba içindedirler. Hazreti Peygamber gelen sadakayı bir gece bitmeden yani üstünden bir gece geçmeden müstahakkı bulur verirdi. Kur’an bunun için daha önce geçen ayeti indirdi. Hazreti Peygamber kral değildi, şeyh değildi, patron değildi, allame değildi; sıradan bir insandı. İnsanlara hükmederek değil, onlara örnek olarak uygarlığı ve başkanlık sistemini kurmuştur.

Hazreti Musa’nın İsrail oğullarını çöle götürürken hangi gücü vardı; parası mı, silahlı orduları mı? Hazreti Musa asa mucizesini kullanıyordu ama İsrail oğullarını zengin etmiyordu. Hazreti İsa’nın nesi vardı? Ebu Hanife’nin, Sokrat’ın nesi vardı?

Evet, Adil Düzen partisini kurmalısınız ama bütün bunları öğrendikten sonra. Bizim hatamız şuydu; bunları öğrenmeden girişimde bulunduk. Bugünkü çıkmaz da buradan gelir. 

كُلُّ ذَلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا (38)

KülLü ÜAvLiKa KAvNa SayYiEuHUv GıNDa RabBiKa MeKRUvHAv

“Bunun küllüsünün seyyii rabbinin indinde mekruh bulunmaktadır.”

Buradaki “Zâlike” neye işaret etmektedir. Müfrettir, müzekkerdir. Bir de başına “Küllü” getirilmiştir. “Küllü’l-beyti” dediğiniz zaman evin tamamı demektir. “Beyt” tekildir ama tüm cüzleri içerdiği için küldür. Yukarıda sayılanların hepsi bir bütündür. Bazısını alıp bazısını atma bütünü parçalamadır.

Bizim Akevler’deki başarısızlığımızın temel kaynağı bazı tavizleri vermemizdir. Kur’an düzeninin hiçbir bölümünden taviz vermeyeceksiniz. Bundan önce “Küllü Ülaike” denmiştir. Yahut çoğulun üzerine getirince grupta bulunanlar kastedilir. Küllü-r ricali derseniz, kastedilen ricalin hepsi demektir.

Seyyii yani kötülüğü Allah’ın, rabbimin indinde mekruhtur.

Kur’an’da “Rabbinin indinde mekruh” kelimesi bir yerde geçer, o da burada geçer. Rab bundan hoşlanmaz ama böyle yapanlara ceza da vermez, mekruhtur, eğer başka bir suç işlememişse ahirette de bunun için cehenneme göndermeyecek, belki rütbe tenzil edilecektir. Bunların kendileri değil de kötülükleri mekruhtur. Böyle davranmasında kötülük doğar ve kötülükten de Allah hoşlanmaz.

Bu tür davranışların doğuracağı kötülükler marife olmalıdır.

Demek ki biz ilmi araştırmalar yaptığımız zaman bunların kötülüklerini göreceğiz.

Kur’an’ı herkes ayet ayet okuyacak ve her ayet böyle yorumlanacak. Hepimiz bütün ayetleri bilemeyiz ama hepimizin bildiklerimizin toplamı bize yetecek kadar bilmiş oluruz. Bir yasa koyduğumuzda, bir sözleşme yaptığımızda, bir şartname düzenlediğimizde bunun Kur’an’a uyup uymadığını istişare ederiz. Sonunda bize gelen ilhama göre hareket ederiz. Erbakan bunu kısmen Akevler Adil Düzen çalışmalarında yaptı, aklına yatan içtihatları kabul etti, başarısı meydanda. Ekip çalışmasına ihtiyaç vardır. Bugün değişik Kur’an çalışmaları yapılmaktadır. Bunlar işbölümü yaparak Adil Düzen fıkhını oluşturmalıdırlar.

Kur’an’da ibadetlerle öğretilen tebliğ, davet ve inzar şeklinden başkası kullanılmamalıdır.

Tebliğ yazılı olarak verilecek ve onlara anlatılacaktır. Televizyon ekranlarında tebliğ yapılamaz. Belki sadece tedrisat olabilir.

كُلُّ ذَلِكَ

KülLü ÜAvLiKa

“Bunun küllisi”

Bundan önceki ayette “Küllü Ülaike” denmiştir. Orada çoğul, burada tekil getirilmiştir. Bunun üzerinde düşünmeliyiz, orada neye burada neye işaret etmektedir?

Sem’, basar ve fuad insandaki melekelerdir. Topluluktaki kurumlara tekabül eder. Her biri ayrı varlık kabul edilmiş ve birlikte hareket etmeleri gerektiğini anlatmıştır.

Burada ise insandaki melekelerden bahsetmektedir.

Kötü melekelerde birlik yoktur, ayrılık vardır. İyi melekelerde birlik vardır, uyum vardır. İnsanın kendi hücreleri birlikte işbölümü içinde uyumlu olarak çalışırlar. Mikroplar arasında ise birlik yoktur. Her biri kendisi çabalar ve sonunda kendisi de ölür. Topluluk içinde de teröristler ayrı ayrı yayılmağa çalışırlar. Oysa polis ve asker birlik içindedir.

كَانَ سَيِّئُهُ

KAvNa SayYiEuHUv

“Seyyii bulunmaktadır”

Kendisi değil seyyii/kötülüğü bunun sonucunda doğan kötülükler sorumluluğa tabidir.

Allah kötülükleri düşünenlere düşündüklerinden dolayı sormayacaktır. Adam öldürmeyi tasarladı ama sonunda adamı öldüremedi. Bunun cezası yoktur. Öldürürse cezası vardır. Kötü düşünmenin cezası yoktur ama kötü düşünme sonucunda kötülükleri getirir. O kötülükler sorumluluk taşır.

Hazreti Ömer yaralandığı zaman vasiyet etti, ‘ölürsem kısas yapın’ dedi.

Yaralılar ölmezse kısas uygulanmaz, bu saldırıda yaralanan kişi halife de olsa.

عِنْدَ رَبِّكَ

GıNDa RabBiKa

“Rabbinin indinde”

Buradaki “rab” yönetimdir, yargıdır. Yani kendilerini üstün görüp hareket etmelerinden dolayı bir kötülük ortaya çıkarsa, yönetim ve yargının nezdinde sorumluluk vardır. Örnek olarak bir parti veya tarikat açık yürüyüşü düzenledi ama bir şey olmadı; bunun sorumluluğu yoktur. Ama bu yürüyüşten dolayı trafik aksadıysa, birinin malına canına bir şey olmuşsa, bunun sorumluluğu yürüyüşü düzenleyenlere aittir. Güvenliği sağlamak yürüyüşü düzenleyenlerin dayanışmasına ait olup devlet kuvvetleri güvenliği sağlamaz.

Kur’an düzeni bizim bugün yaşadığımız düzenden çok farklıdır. Kur’an fıkıh ilmi ile beraber okunmalıdır. Dört halife döneminde bürokrasi yoktur. Bugünkü bürokrasi ortadan kalkacaktır. Dayanışma ortaklıkları, serbest meslek erbabı ve sıra ile görev yapan askerlerden oluşan yerinden yönetim sistemine dayanan bir düzen İslami düzendir.

مَكْرُوهًا (38)

MeKRUvHAv

“Mekruhdur.”

Mekruhtur. Kısas yapılmaz, sadece diyet ödetilir. Sebebiyet verenler mübaşir olmadıkları için mesuliyetleri kerahattır, azap değildir.

Kur’an’da yalnız bir yerde, burada, rabbin indindeki kerahetten bahsedilmektedir. Fıkıhçıların sünnete dayanarak koydukları hükümleri Kur’an burada beyan ediyor.

 

 



© 2024 - Akevler