YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1336 Okunma
93 VE 95.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-30

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مُبَوَّأَ صِدْقٍ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ فَمَا اخْتَلَفُوا حَتَّى جَاءَهُمُ الْعِلْمُ إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (93) فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَ لَقَدْ جَاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (94) وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ (95)

 

وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مُبَوَّأَ صِدْقٍ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ

(Va LaQaD BavVaENAv BaNIy EiSRAvEIyLa MuBavEa ÖıDQın VaRaZQNAvHuM MıNa elOayYıBAvTı)

“Ve İsrail Oğullarını sıdk mübevva’ ile tabvi’ ettik ve onları tayyibattan rızıklandırdık.”

Allah İsrail Oğullarına imkânlar vermiştir, bugün de servete ve imkânlara sahiptirler. Ama zulmediyorlar. Aralarında ihtilaf var, kendi çevrelerindekilerde ihtilafları var. Bunun yani yaptıklarının hesabını verecekler, yedikleri haramları ödeyecekler.

Hazreti Musa’nın kavmi ile denizi geçtiğini, Firavun’u kurtardığını ve âlini boğduğunu ifade ettikten sonra, İsrail oğullarının ondan sonraki hayatını anlatmaktadır.

İsrail oğullarına sıdkın mübevveini tebvi’ ettik dedi. Bundan önce Hazreti Musa aleyhisselama Mısır’da onlara buyutu tebvi’ edin diye emretmişti. Şimdi de Allah’ın mübevvei tebvi’ ettiğini beyan etmektedir.

“Bevvee” kelimesini vurgulayarak getirdiğine göre bize kooperatifleri nasıl kuracağımızı anlatmaktadır. Bunun üzerinde daha fazla durmamız gerekmektedir.

“BVE” “BYE”den dönüşmüştür. “Bey’e” bilekten sonraki el, el atmak, hazırlamak anlamındadır. Bir de vurmak, çarpmak anlamında kullanılmaktadır.  Dağdaki arı kovuğudur.

Ağaçlara boş arı kovanı koyarlar. Günü gelir de arı yavru yapınca, yeni anaç arı kovanda kalır, eski anaç arı arılarla beraber kendilerine konacak yer ararlar ve boş kovanlardan beğendiklerine yerleşirler. İşte bu arı kovanını hazırlamak tebvi’ olduğu gibi, arı kovanına yerleşmek de tebvi’dir.

Mısır’da beytleri tebvi’ ediniz diyor.

Evler hazırlanacak, arılar gibi boş buldukları evlere yerleşeceklerdir.

Biz de “Yüz Lojmanlık İşyeri Apartmanları” yapacağız,  işsiz kimseler dolaşacaklar ve arılar gibi en uygun apartmana yerleşeceklerdir. Arılar kovanlara yerleşirler, bal üretir ve kira olarak her sene bal verirler. Bizim lojmanlı işyeri apartmanlarımıza yerleşen çalışanlar da ürettiklerinden bize kira payı vereceklerdir.

Hazreti Musa peygambere evleri tebvi’ edin diye emrederken, burada biz onları mübevvee tebvi’ ettik diyor. Yani beyt demiyor, çünkü bunlar çöllerde dolaşacaklardır. Çölde göçebe hayatı vardır, evler yoktur. Bunun yerine barınaklar vardır. Bu sebeple mübevvee denmektedir. Başkan yapmıyor, Allah topluluğa veriyor.

Şimdi asıl üzerinde durulacak husus sıdkın mübevveidir. Sıdk sadakat anlamındadır. Kocanın kadına verdiği sadakat teminatına mehir denmektedir. Ben seni terk etmeyeceğim, terk edersem ben şu kadar meblağı veriyorum. Bunun gibi halkın bucak başkanına verdiği vergi de sadakadır. Halk sadakatını bu şekilde göstermiş oluyor.

O halde burada bahsedilen nedir?

Topluluğun sıdkıdır.

Toplulukta olanlar birbirlerine verdikleri sözlerde dururlar. Dolayısıyla insan sadakat içinde yaşar. Yalan söylemez, sadık olur. Sözünde durur, vaatlerini yerine getirir, sadık olur. Herkesin hakkını kendisine teslim eder, emanete ihanet etmez, sadık olur.

Sıdk demek böyle bir düzenin adı demektir.

Bunun anlamı nedir?

İnsanlar sözlerinde durunca kurallar oluşur, bu kurallar da o topluluğun şeriatı olur, herkes bilir ki ben ne yapsam ne ile karşılaşırım. Ona göre hareket eder. Elma yiyen elmanın yararlı olduğunu tadı ile bilmezse yemez ve ölür. Sosyal kurallar da böyledir. Kimin ne yapacağı bilinmezse ve kurallar olmazsa, o toplulukta bir iş yapamazsınız ve yaşayamazsınız.

Bugün kimse sözünde durmamaktadır. Size verilen sözlerde söz verenler duramayınca siz de duramamaktasınız ve bu durumda karanlık bir dünyaya girmiş olursunuz. Bu sebepledir ki zulmetmekle karanlık etmek aynı anlamda kullanılmıştır. Şeriat dışına çıkmak demek ortalığın kararmasına sebep olmak demektir.

“Dârı ve imanı tebevvu’ ettiler” âyetinde imanın tebevvüü bu demektir.

Çöller çok çetin hayattır, ancak birlik içinde yaşama imkânına sahip olursun. Bu sebepledir ki çölde yaşayanlar birbirlerine çok bağlı olurlar. Sözlerinde de dururlarsa birlik ve beraberlik içinde yaşarlar.

İsrail oğulları çöllerde dolaştıkları zaman sıkıntılara katlanmayı ve sözde durmayı öğrendiler. Sonra Filistin’e geldiklerinde o kurallara ve sadakate uydukları içindir ki kısa zamanda büyük uygarlığı kurdular.

Ve tayyibattan rızıklandırma da kevserdir.

Ovalardaki besinler doğa kirliliğinden kirlenmişlerdir, dolayısıyla tam sağlıklı değildirler. Hâlbuki Güneş’in sıcağında temizlenen çöl bitkileri ile beslenen hayvanlar çok daha sağlıklı yiyeceklerdir.

 Sıdk mübevvee sosyal yapıdır.

Tayyibat rızık ekonomik yapıdır.

Başka bir tasnif daha yapabiliriz. Ekonomide girdiler ya zamanla girerler ya da miktarla girerler. Miktarla girenler bedende yerlerini alırlar. Bu âyette bu iki girdiye işaret edilmektedir; yapılar ve yiyecekler. Her ikisinin refahını sağladık deniyor.

İsrail oğullarının arazileri yoktu, tarihte çiftçilik yapmamışlardır. Ermenilerin aksine bunların elleri de sanayiye yatkın değildir. Tek becerdikleri sanat ticarettir.

Tarım döneminde ticaret geçersiz bir sanat olmuştur. Ama uygarlaşma başlayıp insanlar ürettiklerini satmaya ve ihtiyaçlarını dışarıdan almaya başladığı tarihten beri daima ticaret geçerli olmuştur.

Ticaretteki yetenekleri dolayısıyla gittikleri yerde en yoksul durumdan en zengin duruma gelmişler ve oralarda servetleri ile hükmetmeye başlamışlardır. Yerli yöneticiler bunları ülkelerinden sürmüşler, böylece tüm yeryüzüne yayılmışlar, tüm yeryüzünde organize hâle gelmişler, her ülkenin dilini öğrenmişler ve ticaretine hâkim olmuşlardır.

Bugün de dünyaya hâkimdirler.

İsrail oğullarının Mısır’dan çıktığı tarihi tesbit etmiş değiliz. Ben ebced hesabı ile yaptığım tarihlemede 1600’ler çıkmaktadır. O tarihten beri yeryüzünün en zengini olmuşlardır. Karun onlar arasında yetişmiştir. Bugünkü sermaye Firavunları da onlardandır. Kur’an bunları beyan etmektedir.

وَلَقَدْ بَوَّأْنَا

(Va LaQaD BavVaENAv)

“Ve tebvi’ ettik”

Firavun tekrar tahtına oturmuş ama uslanmış ve İsrail oğullarına dokunmama kararını almış, Mısır dışındaki fetihlerden vazgeçmiştir.

Buradaki “Ve” harfi Firavun âlinin boğulması ve Firavun’un kurtulması âyetlerine atıf yapmaktadır. Lekad kelimesini kullanması yakın zamanda tebvi’ ettik manasındadır.

İki yolla bu barındırma sağlanmıştır. Gittikleri yerlerde onlara verimli topraklar verilmiştir. Bir de Mısır onları uzaktan korumuştur. Başka ülkeler Mısır korkusundan onlara dokunmamışlar, Mısır da denizde aldığı dersten dolayı onlara dokunmamıştır.

Sonra gelen Firavunlar İsrail oğullarına yardım etmiş de olabilir.

“Bev’ etmek” demek bir yere varmak, onun içinde olmak demektir. “Bae Fî Gadabin” demek, gadab içinde olmak demektir.

“Tebvi’ etmek” ise içine koymak, yerleştirmek anlamındadır.

Şartlar öyle ayarlanmıştır ki İsrail oğulları bugünkü duruma gelmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de böyle şartlarla bugünkü durumdadır. Türkiye üçüncü binyıl uygarlığını kurmak üzere hazırlanmıştır. Firavun nasıl uzaktan da olsa İsrail oğullarını desteklemişse, sermaye de Türkiye’yi desteklemiştir. İstiklâl Savaşı’nı ve Lozan Zaferi’ni öyle kazandık.

بَنِي إِسْرَائِيلَ

(BaNIy EiSRAvEIyLa)

“İsrail oğullarını”

İnsanlık avcılık döneminde dünyaya yayılmış ve ayrı ayrı uluslar olmuşlardı. Hazreti Nuh aleyhisselam zamanında Irak’ta insanlar yeniden toplanmaya başlamışlardır. Hazreti İbrahim peygamber tüm insanlığı bir araya getirmekle görevlendirildi. Hazreti İshak’ın oğlu Hazreti Yakup İsrail oğullarını oluşturdu. Hazreti İsmail Mekke’de yerleşti ve Kur’an’ın insanlığa ulaşmasının hazırlığını sağlamakla görevlendirildi. Hazreti İbrahim’in Kantura’dan doğmuş dört oğlu ise doğuya gidip Hint ve Çin uygarlığını oluşturdu. Bugün bu dört uygarlığın ulaşılan teknolojisi sayesinde bir araya geldiği gündür.

Bu uygarlığın oluşmasında İsrail oğullarının büyük rolleri vardır. Gerek ilimde gerekse ticarette daima etkin rol oynamışlardır ve oynamaya kıyamete kadar devam edeceklerdir. Sömürü sermayesinin sonu gelecektir ama İsrail oğulları varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceklerdir. Kur’an’ın bu beyanı onların kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerini ifade eder. Başka yerde de kıyamete kadar diyerek bunu açıkça ifade etmektedir. “Tebvi’” kelimesinin tefil bâbında kullanılması bu tebviin devam edeceğine delalet eder.

مُبَوَّأَ صِدْقٍ

(MuBavVEa ÖıDQın)

“Sıdk mübevvei ile”

Evet, insanlık üçüncü binyılda tek ümmet olarak oluşacaktır. İnsanlık bir topluluk olarak yaşayacaktır. Ne var ki bu topluluğun beraberliğini sağlayan bir ordusu olmayacaktır. Tek gücü sadakattir. Nitekim bugün sermaye dünyaya hâkimdir ama bu silahla değil sadakatle, kendi aralarında sadık olmaları sebebiyle böyledir.

Basel’de büyük kongrelerini (İsviçre-1897) yaparken ABD Yahudileri şiddetle buna karşı idiler ama kongre akdedildikten sonra artık ona sahip çıkmışlardır.

Gelecekte insanlıkta sıdkın mebveesinde yaşayacaklardır. Bunu da insanlığa İsrail oğulları getirmiş olacaklardır. İsrail oğulları tevbe edecek, faizli ve fuhuşlu uygarlıktan zekâtlı ve nikâhlı uygarlığa döneceklerdir. Sermayeyi sömürü aracı olarak kullanmaktan vazgeçeceklerdir. Yine de insanlığın sıdk dünyasında yaşamalarına yardımcı olacaklardır.

وَرَزَقْنَاهُمْ

(VaRaZQNAvHuM)

“Ve rızıklandırdık”

İsrail oğulları sürgünlerle de olsa yeryüzüne dağılmışlar ve oralarda ticaret yaparak zengin olmuşlardır. Tevrat’ın öğrettiklerine de uyarak elde ettikleri rızkın tayyibi ile beslendiler. Hâlâ kendi kestikleri hayvanların etlerini yemektedirler. Hâlâ domuz eti yemiyorlar. Dolayısıyla biz Müslümanlar da gittiğimiz yerlerde onların yiyeceklerini rahatlıkla yiyoruz.

مِنَ الطَّيِّبَاتِ

(MıNa elOayYıBAvTı)

“Tayyibattan”

Sağlıklı demektir.

Bugün yeryüzünde gıda endüstrisi doğmuştur. Sağlıklı gıda standartları oluşmuştur. İlaçlar denetlenmektedir.

Tüm bunlar İsrail oğullarının kurduğu kurallar içinde yapılmaktadır. Yeryüzünde gıda ve ilaç denetimini onlar kurmuşlardır ve yine onlar hâkimdirler.

Bu durum bize sömürü sermayesinin istismarı dışında yaptıklarından yararlanabileceğimizi, onların bu hususta koyduğu kurallara uymamız gerektiğini ifade eder.

فَمَا اخْتَلَفُوا حَتَّى جَاءَهُمُ الْعِلْمُ

(Fa MAv İPYaLaFUv XatTAy  CAvEaHuMu eLGıLMu)

“Onlara ilim gelinceye kadar ihtilaf etmediler.”

“İhtilaf” çoğul olarak kullanıldığı zaman her birinin farklı istikamette gitmesi demektir. İçtimanın aksidir. İnsanlarda kat’î ilimler vardır, zannî hükümler vardır. İlimde ihtilaf olmaz, zanda içtima olmaz. Birine icma, diğerine içtihat diyoruz. 

Allah insanların kendi zanları içinde yaşamalarını emretmiştir. Ne var ki bu zanlar ilme aykırı olmamalıdır. Yani ilimle sabit olmuş olan hususlarda ihtilaf olmaz. İçtihattaki farklı hareket icma değildir. İhtilaf, ilmen sabit olmuş olan hususlarda farklı hareket etmedir yani ilimden ayrılmadır.

İlim geldikçe ihtilaf edilmez. Çünkü ilmin olmadığı yerde neyin etrafında toplanacağız ki ayrılık olmasın.

İlim nasıl gelecektir?

Yunanlılar, insan aklının kat’i ve zannı ayıracağına inanmış ve felsefelerini buna oturtmuşlardır. Kur’an bu usulü reddeder. Ancak o hususta bilgi sahibi olanların ittifakı yani icma etmesi kesin gerçekleri ortaya koyar. Bir şey icma ile sabit olduktan sonra eğer muhalif hareket ederlerse o ihtilaf olur. Darvin zamanında henüz DNA’lar keşfedilmemişti. Dolayısıyla Lamark’ın (Jean-Baptiste Lamarck, 1744-18299) doğaya uyum nazariyesi benimsenmişti. Bu yolla yeni türlerin oluşacağı varsayılmış, Darvin de kendi teorisini bunun üzerine geliştirmişti. O günkü deliller zanni idi. Bugün ise DNA keşfedilmiş ve türün değişmesi ile değil yeni türün oluşturulup bir çiftten çoğaltılması ile türlerin geliştiği kabul edilmiştir. Bu hususta ilmin verileri kesindir. Bütün biyologlar bunu kabul etmektedirler. Hâlâ insanın maymundan zamanla geldiği iddiasını sürdürenler vardır. İşte bu ihtilaflıdır. Çünkü icma ile sabit olan bir şeye muhalif beyanlar devam ediyor.

İlim nasıl gelir sorusu ise çok açıktır. İster peygamberler getirsin, ister filozoflar getirsin, ilim geldikten sonra akıl onu inkâr etmez. Bir matematik sorusu çözülünceye kadar zorluk içinde oluyorsunuz ama biri çözerse ondan sonra herkesin aklı onu kabul eder. İlim gelmiştir. Ekseriyet demokrasisinin demokrasi olmadığı iddiasına kimse itiraz edemiyor ama başkası yoktur deyip kendi bilgisizliklerini Tanrı’nın beceriksizliğine yüklüyorlar!

إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ

(EinNa RabBaKa YaQWIy BaYNaHuM YaVMa eLQıYAvMaTi FIyMAv KAvNUv FiYHi YaPTaLiFUvNa)

“Rabbin kıyamet yevminde ihtilaf ettikleri hususta aralarında kaza edecektir.”

Burada “kaza” kelimesini getirmiştir. Kaza, hukuk davalarında hakemlerin verdiği kararları infaz etmek demektir. O halde ihtilafları fikrî değildir, ihtilafları fiilidir.

Aralarında ihtilaf ettiler, birbirlerinin haklarını yediler.

Bugün sermaye dünyaya hâkimdir. Tüm insanlığın parasını o idare etmektedir.

Bir bankanın para çıkarması için bir sabit meblağa dayanması gerekir. Bu meblağ eskiden altındı. Hazinede 1000 altın bulunursa devlet 5000 altınlık para çıkarır, gerektiğinde halk onu altına çevirirdi. Sonra ABD kendi dolarının altın olarak kabul edilmesini istedi. Mağlup devletler ister istemez kabul ettiler. 1970’lerde kendisi de doları altınla değiştirmedi. Böylece bugün herkes herkesin hakkını yemektedir. Merkez Bankaları dolara kote edilmiş para çıkarır. Karşılığı olmayan para ile insanlar birbirlerinin mallarını yemektedirler. Her biri kendi ekonomisini geliştirmeyi istemektedir. İşte bu hususta yani yenmiş ve yedirilmiş haklar hususunda Allah hükmünü verecektir. Kendileri bile bile bu hususta hakları yemişlerdir.

İsrail oğulları seçilerek görevlendirilmiştir. Bu görevleri hâlâ devam etmektedir. Ne var ki görevli görevini yerine getirmek zorundadır. Bir vali atanır. Vali kanunlara göre ili idare eder. Kanunlara uymaz zulüm yaparsa elbette o vali yakalanır ve cezalandırılır. İsrail oğulları da görevlerini yapmazlarsa Allah elbette onlara soracaktır. Yani seçilmiş olmak derecenin yükselmesine sebep olmuştur ama sorumlulukları da o kadar büyüktür. Bugün sermayenin sorumluğu büyüktür. Âhirette yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

Sermaye ile bir olup Tevrat’ı ve Kur’an’ı birlikte uygulamak zorundayız. Masonlarla işbirliği yapıp birlikte sömüreceklerine, âlimlerle işbirliği yapıp birlikte “Adil Düzen”i getirmelidirler. Bunun hesabını vereceklerini ifade etmektedir. 

إِنَّ رَبَّكَ

(EinNa RabBaKa)

“Rabbin”

Başta “İnne” getirilmiştir.

Kur’an’ı okuyan ve üzerinde duran kimsenin içinden şöyle bir soru geçer:

Allah İsrail oğullarını seçmiş, onlara zenginlik vermiş, onları köşklere sahip kılmış ve bizi onlara köle mi yapmıştır?

Bu seçilmişler halkın hâkimi değil hadimidirler. Hazreti Peygamber “Kavmin seyyidi onlara hizmet edendir” diyor. Görevliler insanların hâkimi değil hadimidirler.

Allah İsrail oğullarına imkân vermişse, bu vermesi insanlığa hizmet etsinler içindir. Onların sahip olduğu zenginlikler bugünkü uygarlığı oluşturmuştur. Bugün Sibirya’dan Türkiye’ye gaz gelmektedir; bunu sağlayan sermayedir. Bugün cep telefonu ile her yerde konuşabiliyoruz; bu sermaye sayesinde olmaktadır. Bilgisayarda yazıyorum; sermaye sayesindedir. O halde onlara bu varlıkları veren Allah onlara görev vermiş, onlar da bize hizmet etmektedirler. Öbür taraftan onların içinde görevi yerine getirmeyenler var, hadimliği hâkimliğe çevirenler var, yeryüzünü fesada boğanlar var. Böylece görevlerinde ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta da onlar hesaba çekilecek ve gerekli hüküm verilecektir.

İşte bu yanlış düşünceyi düzeltmek için “İnne” getirilmiştir.

“Rabbin” denmiş, “Allah” veya “Rabbiniz” denmemiştir. Allah herkesin rabbidir, herkesle özel olarak ilgilenmekte ve onu yetiştirmektedir. İsrail oğullarına verilen imkânlar herkes için verilen imkânlardır. Bunu belirtmek için “Rabbin” denmektedir. Yani Allah’ın İsrail oğullarına sağladığı imkânlar insanlığa hizmet etmeleri içindir, insanları sömürmeleri ve onlara hükmedip ezmeleri için değildir. Her mümin Yahudi bunu iyi bilmelidir.

يَقْضِي بَيْنَهُمْ

(YaQWIy BaYNaHuM)

“Onların arasında kaza edecektir”

“Rabbin” diye hitap edip tek başına muhatap olarak insana “onların arasında” derken o kişiden başka olan herkesedir.

Herkes için bir kendisi vardır, sonra diğer bütün insanlar vardır. Kişi onlarla muhataptır. Kendisi iyi insan olduktan sonra diğerlerinin yaptıklarından o sorulmayacaktır. Kişi hesabını Rabbine verecektir. Ona zulmedilmişse Allah onu kendisi tazmin edecek ve o kişiye ihsan edecektir. Sonra onlardan hesap soracaktır.

Burada bir hususa da işaret vardır. İnsanların yaptıkları şeylerin bir kısmı kendi iradeleri ile olmuştur, bir kısmı ise çevrenin zorlaması ile yapılmıştır. Düzenin zorlaması ile yapılanlardan dolayı insanlara sorulmayacak, düzeni değiştirmedikleri için sorulacaklardır.

يَوْمَ الْقِيَامَةِ

(YaVMa eLQıYAvMaTi)

“Kıyamet yevminde”

Bu dünyada yapılanlardan herkes gibi İsrail oğulları da hesaba çekilecek, herkes gibi onlar da hesap vereceklerdir. Allah herkese görev vermiş ve imkânlar da sağlamıştır. Herkes kendilerine verilen imkânlar içinde görevlerini yapıp yapmadıklarının hesabını verecektir.

Bu dünyada zulüm görenler, yani Allah’ın onlara izin verdiği ve zalimler zulüm yaptıklarından dolayı mazlumlar, âhirette zulmün tazminatını Allah’tan alacaklardır. Zulmedenler hesabı mazlumlara değil Allah’a vereceklerdir.

Demek ki zulmedenler âhirette zulmün cezasını çekeceklerdir.

O halde İsrail oğulları bugünkü hareketleri ile hesabını Allah’a verecek derk-i esfelde olacaklardır.

فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (93)

(FIyMAv KAvNUv FiYHi YaPTaLiFUvNa)

“İhtilaf ettikleri hususlarda...”

Buradaki ihtilaf fikrî ihtilaf olsaydı “yehkumu” olurdu. İhtilaf fiilidir. Birbirlerine zulmetmişlerdir. Birileri diğerlerine zulmetmeye zorlamıştır. Dolayısıyla sorun zulmün failini bulup cezalandırma sorunudur.

Şu gerçeği iyi bilmeliyiz ki bugün bize zulüm yapanlar zalim değildirler; zalim olan düzendir. Bizim savaşacağımız kişiler değildir; bizim cihat yapacağımız düzendir.

Düzenle savaşacağız... Faizle savaşacağız… Zina ile savaşacağız… Bürokrasi ile savaşacağız… İşsizlikle savaşacağız; işçilerle değil, bürokratlarla değil, politikacılarla değil.

فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَ

(FaEiN KüNTa FIy ŞakKin MimMAv EaNZaLNAv EiLayKa FaSEaLı elLaÜıYNa YaQRaEUvNa elKiTAvBa MıN QaBliKa)

“Sana inzal ettiğimizden şek içinde isen, senden önce kitabı kıraat edenlerden sual et.”

Bu âyetteki “Ke” harfinin muhatabı olarak Hazreti Peygamberi alabiliriz.

Ancak bu manayı vermemizde maniler vardır.

a) “Sana inzal ettiğimiz” nekre gelmiştir. O halde bu maruf olan Kur’an değildir. İnzal edilen herhangi bir şeydir.

b) Kur’an inzal değil tenzil olmuştur. O halde burada kastedilen Kur’an değildir.

c) Reyb gelende olur, şek ise gelende değil onu telakki edende olur. Yani anlaşılmada yanılma mı var. Sana inzâl ettiğimizi almadığında sen şekdesin, kendinde bir tereddüdün var demektir.

d) Senden önce inzal ettiklerimizi kıraat edenlere sor denmiyor, Kitabı kıraat edenlere sor deniyor. Bu kitap Kur’an’dır veya Tevrat’tır. Kur’an’dan şüphe ediyorsak, Tevrat’ı okuyanlara sormada bir uygunsuzluk yoktur.

Bu sebeple buradaki “sen” okuyucudur.

Ben Kur’an’ı anlamıyorum diyorsan, senden önce Kur’an’ı okuyanlara sor anlamını vereceğiz. Yani biz Kur’an’ı kendi keyfi anlayışımıza göre değil, bizden önce bu kitap üzerinde duranların bilgilerine başvuracağız. Onların söyledikleri, hele icma ettikleri hususlar bizim için delil olacaktır. Yalnız Kur’an’ı değil, bütün ilâhi kitapları okuyanların kitaplarını okuduğumuzda, Kur’an’ı anlamamıza kolaylık sağlayacaktır.

Kur’an’ın yorumunda takip ettiğimiz usul şudur.

a) Fukahanın icmaları ve içtihatları Kur’an’ı anlamada bize delil teşkil eder. Biz Kur’an’ı ve onun dilini onlardan öğreniyoruz. Onları devre dışı edemeyiz. İhtilaf ettikleri hususlarda onları dinleriz ama bizim aklımızla anlarız.

b) Müsbet ilmin verileri de Kur’an’ı anlamada bize rehberdir. Kur’an; biz onu ilimle tafsil ettik diyor.

c) Hazreti Muhammed’in uygulaması, sünneti de örnek uygulamadır, bizim Kur’an’ı anlamada yolumuzdur.

d) Nihayet Kur’an’ı anlamada bizden önceki kitaplar da bize yol göstermektedir. Tevrat, İncil ve Furkan birer hidayettir. Bunlar da bize delil teşkil ederler.

İşte, bizden önce kıraat edenler bunların dördüdür.

Biz Kur’an’daki mücmelleri (müteşabihleri) bunların yardımı ile anlayacağız.

Senden önce diyerek bizden önce kim okumuşsa onunla istişare edeceğiz demektir.

“Her söze kulak verirler ve ahsenine uyarlar”ın burada başka şekilde ifadesi vardır.

فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ

(FaEiN KüNTa FIy ŞakKin)

“Eğer sen şek içinde isen”

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bundan önce Allah’ın kıyamet günü onlar hakkında kaza edeceğini ve cezalarını vereceğini beyan ettikten sonra,  Kur’an’dan bir konuda şüphe içinde olursanız anlayamazsınız, o zaman bizden önce okuyanlara başvuracağız.

“Şek etmek” demek, bende olan bilgisizlikten veya anlamak istediğim şeyin karışık olmasından dolayı ben bunu anlayamadım diyorsanız sorun diyor. Eğer anlamak istediğinde bir karışıklık olarak görürsen ona murib şek denmiştir. Kur’an’da defalarca geçmektedir. Burada murib şek değil, bizim kendimizde anlamadaki zorluktan doğan şektir.

Bu âyetten, bize bizden öncekilerin yaptığı beyanları doğru kabul edebileceğimizi öğreniyoruz. İki türlü tefsir vardır. Biri rivayet tefsiri, diğeri ise dirayet tefsiridir. Asıl olan dirayet tefsiridir yani Kur’an’ı kendimizin doğrudan anlamamızdır. Ama bizim ilmimiz yetmedi, Kur’an’ı anlayamadık. O zaman bizden öncekiler de ona mana vermişler, hattâ manada ittifak etmişlerdir; biz onu alır ve doğru bilgi olarak değerlendiririz.

Misal olarak, Firavun’un boğulduğuna dair yorumları Kur’an’ın ifadelerine muhalif olduğu için reddederiz. İslâm’da recm cezası vardır sözlerini reddederiz. Çünkü biz onları anlamada şek içinde değiliz. Ama Hazreti Musa aleyhisselamın ve kavminin Mısır’dan ayrılma tarihi hakkında elimizde yeteri kadar bilgi olmadığı için o zaman Tevrat ehli olanların söylediklerini kabul ederiz.

Bizden önceki şeriatın bize delil olup olmadığı tartışılmıştır. Bugün bizden önceki müçtehitlerin içtihatları delil midir değil midir hususunda tartışma yapılmamalıdır. Ben kendim içtihat yapar ve ona göre amel ederim. İçtihat yapamadığım hususlarda Ebu Hanife’nin reyini kabul ederim. Çünkü bana göre en bilgili müçtehit odur. İşte bu usulü Kur’an bize burada açıkça beyan etmektedir.

مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ

(MimMAv EaNZaLNAv EiLaYKa)

“Sana inzâl olunanı da”

Biz diyoruz ki; Kur’an bugün bize doğrudan Allah tarafından nâzil olmaktadır.

Bu sözümüzü çok tekrar ettik ama bir hatamız vardır. Kur’an’ın bütünü bugün nâzil olmaktadır. Kur’an’dan bizi ilgilendiren ve bizim üzerinde durduğumuz âyetlerin bazı manaları bize nâzil olmaktadır. Onun için “Min” ile getiriyor, onun için “Mâ” getiriyor. Onun için “Nüzzile” değil de “Ünzile” deniyor. Çünkü aynı âyeti ben yarın okuduğum zaman başka manasını anlarım.

Kur’an’da ölü hayvan, kan, domuz eti ve Allah’ın adından başkası adına mukaddes günlerde kurban edilen hayvanların etleri size haram edilmiştir diyor. Sonra da boğulan, sürüklenen, yuvarlanan, vurulan ve canavarların yedikleri de deniyor. Bu âyeti yorumlarken, boğulan, sürüklenen, yuvarlanan ve vurulan dendiğinde, bunlardan ölmelerini anlıyordum. O zaman öyle yorumladım. Sonra Dr Mete Firidin’in çalışmalarından öğrendim ki burada vurulan ve canavarın yedikleri ölenler değil sağ kalanlardır. İyileşmeden kesilseler de etleri haramdır. Kendisi tabip olduğu için bu husustaki kanaati bizim kanaatimizden daha önce gelir. Demek ki o âyet bana o şekilde anlaşıldı, öyle yazdım; şimdi başka türlü anlıyor ve başka şekilde yazıyorum. Bunun için “Nüzzile” değil de “Ünzile” getirilmiştir.

İçtihat yaptıktan sonra araştırmalarını tamamlamadan vardığın ilk kanaatine göre amel edeceksin, ameli ertelemeyeceksin. İçtihada devam edeceksin. Ama içtihadın tamamlanmışsa, o hususta içtihada devam etmezsin. Ancak yeni delil zuhur ederse o zaman onu da değerlendirerek yeniden içtihat yaparsın.

فَاسْأَلِ

(FaSEaLı)

“Sual et”

Burada dikkat edeceğimiz husus, eski yazılan kitapları okuma değildir. Yaşayanlara sual etmedir. Yani burada emredilen, hayatta olan ulema daima birbirlerine sorup onların görüşlerini aldıktan sonra içtihat yapacaklardır.

Türkiye’de ilimler sadece ezberlemeden ibaret olduğu için kimse konuları tartışma gücünü kendisinde bulmaz.

Yalnız İslâm âlimleri değil, diğer bütün ilim mensupları bir araya geldikleri zaman iki şey yaparlar. Ya siyaset yapar ve çoğu iktidarı çekiştirir yahut maaşlara yapılacak zamlardan bahsederler. İlim konusunda ağızlarını açmazlar. Çünkü her birinin bildiği başka şeydir ve hiçbirisinin delili yoktur. Akevler bunu yenmiştir. Herkes kendi başına allamedir ve tartışır.

Bir toplantıda bakınız dedim, bir ilim adamını bir ilmî toplantıya çağırdığınız zaman ‘kimler var’ derler; ‘Süleyman Karagülle varsa ben gelmem’ der! Yalnız Karagülle ile toplantı olamayacağına göre ben hiçbir toplantıya davet edilmem dedim. Sonradan milletvekili olan bir profesör sözlerimi tasdik ederek neden böyledir diye sordu. Çünkü dedim, benim haklı olduğumu biliyorlar, orada cevap vermeyecekler. Ama beni tasdik etmek de onları makamlarından eder.

Burada “sual et” demekle, yaşayanların istişare etmeleri, sürekli olarak sormaları gerekmektedir.

Biz herkesle bir ilişki kurmak istedik. Kendilerini âlim olarak kabul ettirmiş kimselerden kimse bizimle tartışmak bile istememektedir. Allah razı olsun, internet dergimizde yazanlar bizim yükümüzü azaltmaktadırlar.

الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ

(elLaÜıYNa YaQRaEUvNa elKiTAvBa)

“Kitabı kıraat edenler”

Buradaki kitap Kur’an’dır.

Kitabı kıraat edenler kimlerdir?

Bir defa bunlar teker teker kitap okuyanlar değildir, cemaattirler.

Çünkü “Ellezîne” gelmiştir.

Kur’an’ı kendilerine rehber edinen bugün bilmediklerimle beraber yeter derecede vardır. Ben gençken Kur’an’ı cemaatle değerlendiren iki cemaat vardı. Biri Risale-i Nur şakirtleri idi. Biri de Süleyman Tunahan Efendi mensupları idi. Kendileri ile birlikte çalıştık, sonra ayrıldılar ve benimle görüşmek istemediler.

Allah bize diyor ki; Risale-i Nur şakirtleri ile ve Süleyman Tunahan şakirtleri ile istişare edin, bilmedikleriniz varsa onlara sual edin. Kur’an’la kim meşgul oluyorsa biz onlara bilmediklerimizi sorma durumundayız. Dergimiz bunun için herkese açıktır. Görüşlerimize zıt olabilir, hattâ küfür olabilir ama biz kimseye sahifelerimizi kapatmadık, kendileri terk ettiler.

مِنْ قَبْلِكَ

(MıN QaBLiKa)

“Senden önce”

Demek ki benden önce birisi bir konu üzerinde durmuş, ben de o konu hakkında tereddüde düşersem, o zaman ben ona sormak ve onun görüşlerini değerlendirmek durumundayım demektir. Bu suretle Kur’an çağımızda anlaşılır hâle gelir ve üçüncü binyıl uygarlığının sorunları çözülmüş olur.

Bir gün gelecek bizim çok okunan dergimiz olacak. Kur’an’la meşgul olan herkesin orada söz söyleme yetkisi olacak. Televizyonumuz olacak ve orada herkes konuşacak.

Bu nasıl olacak sorusunun cevabı dergi sözleşmesidir, televizyon sözleşmesidir.

Bugün İslâmî televizyon olduğunu iddia eden pek çok televizyon vardır.

Hayır, bunlar sermayenin televizyonlarıdır.

Niye?

Çünkü sermaye şunu istiyor. Herkese kendi görüşünü empoze edecek. İnsanları başka görüşlerden mahrum edecek. Ülke böylece birbirini tanımayan ve fikirlerini bilmeyen kişilerden oluşacak, sonunda birbirlerine düşüp helâk olacaklar. Oysa Kur’an her söze kulak veriniz diyor. O halde herkesin değil ama her sözün yeri olacaktır.

Böyle bir televizyon var mı? Böyle bir yayın var mı?

Yok.

Öyleyse Müslümanların da gazetesi ve televizyonu yoktur.

Ben İslâmî gazeteyim, ben İslâmî televizyonum diyen varsa; her zaman onlarla müzakereye hazırım; ona koşar, onun yanında yer alırım.

Beni susturan yayın İslâmî olabilir mi? Birbirlerine saldıran gazeteler İslâmî gazete olabilir mi, İslâmî televizyon olabilir mi? Zaman gazetesi Müslüman gazetesi olduğunu iddia ediyor mu? Sütunlarında Recep Tayyip Erdoğan aleyhinde yazanlar kadar, Erdoğan lehinde yazanlara da yer verecektir. Okuyucuları şartlandırmayacak, okuyuculara doğru karar verme imkânını hazırlayacaktır.

İşte bu durum bazen beni o kadar sıkıyor ki; derin kuyuya düşmüş, artık başımı kaldırdığımda sanki hiç ışık göremiyorum. Akevler’deki çalışıp tartışan arkadaşları gördükçe, o derin kuyudan çıkmış ve bir mum ışığında toplanmış insanları görüyor gibi oluyorum.

Bir gün bir gazeteyi sahnede görmek istiyorum; bu gazete İslâm gazetesi olsun. Bir gün bir televizyonun sesini duymak istiyorum; İslâm’ın sesi olsun, tüm insanlığın sesi olsun, iyi sözler de kötü sözler de orada olsun, insanlar onların içinden ahsenini seçebilsin.

لَقَدْ جَاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (94)

(LaQaD CAvEaKa eLXAqQu MiN RabBiKa FaLAv TaKUvNanNa MiNa ElMuMTARıYNa) 

“Şimdi sana Rabbinden hak gelmiştir. Mümterinden olma.”

Firavun hikâyesini, İsrail oğullarının hikâyesini anlattıktan sonra günümüze gelmekte, sana Rabbinden hak gelmiştir denmektedir. Rab kelimesi vurgulamak için tekrar edilmektedir.

“Başkan Erdoğan’dan istiyorum, bunu ancak Başkan Erdoğan yapar” dersiniz;  “yalnız ondan istiyorum” demezsiniz. Çünkü dediğiniz zaten onu yalnız başkan olan Erdoğan yapar demektir. Ne başkan olan Erdoğan yapar, ne de Erdoğan olmayan başkan yapar demektir. İşte bu sebeple burada Rabbin kelimesi tekrar edilmiştir. Hak sana gelmiştir. Kur’an’ı doğru anlıyorsun. Hata etsen de senin için hak odur. Onunla amel edeceksin.

“Şek, Zan, Reyb, Mirye” kelimeleri hep kuşku anlamındadır.

“Mirye” çakmak taşıdır. Ateş yakmak için çakmak taşlarını birbirine çarparsınız, kıvılcım çıkar. Tartışma buna benzetilmiş, fikirler ortaya atılır. Herkes bir şey söyler. Sonunda biri doğruyu söyler ve o gerçek ateşi yakar, ortalık aydınlanır. Gerçek ortaya çıkar.

“İmtira etmek” demek kendi kendine tartışma demektir. Hak mıdır değil midir diye eleştirmedir. Bir kitabı okurken, önce o kitabın varsayımlarını doğru kabul edip tüm düşüncelerini takip edeceksin. Bir defa onun ne dediğini anlayacaksın. Tutarlı olup olmadığını göreceksin. Onun ne dediğini anladıktan sonra onu ret veya kabul edeceksin. Okurken onun varsayımlarını bırakıp kendi varsayımların ile anlamaya çalışırsan onun dediğini anlayamazsın.

Kur’an, ben hakkım diyor.

Bu varsayıma göre Kur’an’ı anlamaya çalışacaksın. Onu Hz. Muhammed’in sözü olarak kabul ederseniz onun ne dediğini anlayamazsınız. Bitirdikten sonra tasdik edersin veya reddedersin. Baştan onun varsayımlarını reddederseniz anlayamazsınız.

Sana Rabbinden hak gelmiştir.

Bunu önce kabul et ve ona göre söylenenleri anla. Sonunda kabul veya reddetme senin aklına göre olacaktır. Çelişkiler varsa, ilmî hakikatlere uymuyorsa, o zaman reddedersiniz.

لَقَدْ جَاءَكَ الْحَقُّ

(LaQaD CAvEaKa eLXAqQu)

“Hak sana ciet etmiştir”

Şimdi sana hak ciet etmiştir. 1400 sene önce değil, hak sana ciet etmiştir. Kur’an o zaman nazil oldu. O kıyamete kadar geçerli formüllerden ibarettir. Sen onu şimdi bugünkü sorunlar için anlayacak ve uygulayacaksın. Senin Rabbin sana ilham edecek, sen onu senin için doğru anlayacaksın. Anlayışında hata olsa bile o hatayı Rabbin yaptırmıştır. Şimdi senin öyle uygulaman gerekir. Sen senin anlayışından sorumlusun. Sen onu doğru anlamaya çalışmazsan o başka. Ama sen Kur’an’ı onun ifadeleri ile anlarsan o hata olmaz.

İçtihat budur.

“Sana gelmiştir” deniyor, “size gelmiştir” denmiyor. Çünkü herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. “Size gelmiştir” dendiği hususlar da icma ile sabit olanlardır.

“Hak” marife olarak gelmiştir. Hangi konuda düşünüyorsan, hangi konuda içtihat ediyorsan o konuda hak sana gelmiştir.

Biz âyetleri yorumlarken icma ile sabit olan hükümlere göre yorumluyoruz. Herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi gerektiği hususunda icma vardır. Ehli Sünnet mezhebi budur.

Son Nebi’den sonra masum kimse yoktur. Herkes hata eder. Dolayısıyla başkasına uyman senin için doğru değildir. Sadece yukarıda söylediğimiz gibi; eğer bilmiyorsak o zaman başkalarının fetvası ile amel edebiliriz.

مِنْ رَبِّكَ

(MiN RabBiKa)

“Rabbinden”

Seni var eden Rab senin yaşaman için ne gerekiyorsa onu da sana vermiştir. Allah’ın hiçbir yaratığı O’nun terbiyesi dışında yaşayamaz, sen de yaşayamazsın. O halde senin aklına Kur’an’ın manası o şekilde gelmişse, senin için o doğrudur. O herkesin Rabbi olduğu gibi senin de Rabbindir. Herkesi O var etmiş ve ona özel yer vermiştir.

Şimdi biz İstanbul-Yenibosna’da çalışıyoruz. İçimizde iki kişi var mıdır ki aynı yerde olsun, aynı imkânlara sahip olsun ve aynı katkılarda bulunsun. Herkesin ayrı yeri ve kişiliği vardır. Yani herkes özel olarak terbiye edilmektedir, herkes ayrı varlıktır.

O halde sen içtihat yaparken Kur’an’dan ne anlıyorsan senin için hak odur. Yeter ki sen Kur’an’ı sana uydurmaya çalışma, sen Kur’an’a uymaya çalış. Yani içtihadında nefsini dalalete götürecek bir durum olmasın. Kur’an’a teslim olup o ne söylüyorsa onu anlamaya çalış. Ona senin istediklerini söyletme.

فَلَا تَكُونَنَّ

(FaLAv TaKUvNanNa)

“Sakın olmayasın”

“Felâ Tekün” denmiyor, “Felâ Tekûnenne” deniyor.

Kur’an’a inanmayabilirsin, bu Allah’ın sözü değildir diyebilirsin. Burada da aklın ermemişse sorumlu olmayabilirsin. Ama Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul ettikten sonra, Allah bilmiyor ben biliyorum diyemezsin. Kur’an’da yanlış yoktur, hata yoktur, yanlış ve hata varsa bizdedir diyeceksin.

Kur’an’a akıl vermeyeceksin, onu kendi heva ve hevesine uydurmaya çalışmayacaksın, günün modalarına göre anlamayacaksın, benim hoşuma gitmedi diye yorumları tahrif etmeyeceksin.

Tevrat’ı Allah sözü kabul edenler de öyle yapacaklar, Marksistler de öyle yapacaklar.

İnsan kendisi kitap yazar, onu da öyle anlamaya çalışmalıdır. Bugünkü kanunlar gibi dün böyle bugün böyle demeyeceksin.

Bizim 1960’lardan başlayan yazılarımız var. Şimdi okuyorum. Elbette içinde hatalar vardır ama yüzde sekseni bugün söylediklerimizle o gün söylediklerimiz uyumludur.

مِنَ الْمُمْتَرِينَ (94)

(MiNa ElMuMTAREıYNa)

“Mümterinden.”

Kendi varsayımlarını düşünürken tartışma, varsayımlara dayanarak sonuna kadar muhakemeyi sonlandırır. Sonunda uygun olmayan sonuç çıkarsa varsayımını değiştirebilirsin. Kur’an Allah’ın sözü değil Hz. Muhammed’in sözü dersin, o yalancının (!) kitabını bir defa okur, içinde doğru söz varsa yine alırsın. Ama Hazreti Muhammed’in doğru söylediğini kabul edip Allah sözü olan Kur’an’ı düzeltmeye çalışmak çok büyük hatadır.

وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ (95)

(Va LAv TaKUNanNa Mina elLaÜIyNa KaüÜaBUv BiEAvYAvTı elLAHı Fa TAKUvNa MıNa eLPAvSiRIyNa)

“Ve Allah’ın âyetlerini tekzib edenlerden olma, yoksa hasirlerden olursun.”

Allah’ın âyetleri nelerdir?

Müsbet ilimle sabit olmuş olan ve deneyle kontrol edilmiş olan Allah’ın âyetleridir.

Milattan 3000 sene önce gelmiş ve uygarlıklar oluşmuştur. Peygamberler söylemiş, söyledikleri denenmiş ve beş bin yıldır denemelerin sonunda hepsi doğru çıkmıştır.

Müsbet ilim işte budur.

Söylüyorsun ve söylediğin oluyorsa, demek siz ilimde yaparak söylüyorsunuz demektir. Yirminci yüzyılın kâfirleri dünyayı değiştirecek ve bu medeniyetleri inkâr edeceklerdir. Tevrat’ın, Kur’an’ın, Vedaların, Burkanların anlattıkları hep yalandır, masaldır, tarihi gerçeklikleri yoktur diyorlardı. Onlar kendileri kazdılar, kendileri ortaya koydular ve gördüler ki Tevrat’ta, Kur’an’da ve diğer kitaplarda söylenenlerin hepsinin gerçekliği vardır. Hazreti Nuh peygamber ve ondan sonra gelen peygamberler hep masaldı ama koskoca Mezopotamya uygarlığı var, yığın yığın kütüphaneler var. Hıristiyanlığın hükmettiği dönemlere karanlık çağ dediler ama olmadı, bugün karanlıklar hep aydınlandı.

Bir iddia karşınıza çıktığı zaman onu ne tekzib eder, ne de kabul edersin. Araştırırsın, doğru ise kabul edersin, yanlışsa reddedersin. Araştırmada sonuçlara varmışsan o zaman araştırmaya devam edersin. Baştan bir şey reddedilmez.

Kur’an ve Tevrat’ın anlattıklarında olanlardan yanlışı bulursanız bu yanlıştır dersiniz. Ama hayır, ben kazılarda bulamadım, o halde bu yanlıştır diyemezsiniz. Çünkü siz her şeyin âlimi değilsiniz. İlerde deliller ortaya çıkabilir.

Biz mukaddes kitapların söylediklerine inanırız. Çünkü bugünkü uygarlığı onlar bize bahşettiler. Onların söylediklerini yaptığımız için yaşıyoruz. Yanlışı ortaya çıktığı zaman da o kitaplarda hata olmaz, biz yanlış anlamışız deriz. Eğer bunlar Ahmet’in, Hasan’ın sözleri olsaydı hata etmişler deriz. Ama biz diyoruz ki, kâinatı var eden insanı var etmiştir. Hiçbir şey var edilip başıboş bırakılmadığına göre, Yaratan elbette en ileri yaratık olan insanı yaratıp da başıboş bırakmaz. Bu uygarlığı atalarımız bulmuşlarsa, demek akıllı imişler. Bizim bu uygarlığa katkı yapma hakkımız ve görevimiz elbette vardır ama onları reddetme hakkımız yoktur. O zaman bu uygarlığı terk edip yeniden sıfırdan başlamalıyız.

Kâinatın kanunları Allah’ın âyetleri olduğu gibi gelen kitaplar da Allah’ın âyetleridir. Çünkü başarıları ile ilmî oldukları kanıtlanmıştır. Şimdi çıkıp insanlığın geçmişini reddedip biz yeniden kâinatı kuracağız gibi gülünç iddialardan uzak durun.

Tevrat ve Kur’an’dan öğrendiklerini “Avrupa müktesebatı” diye insanlığa yutturma sahtekârlığına düşenlerin durumuna düşmeyin. “Beşeriyetin müktesebatı” diyebilirsiniz, peygamberlerin ve filozofların çalışmalarını içine katabilirsiniz. Matematik haktır. Fizik haktır. Kur’an haktır. Tevrat haktır. Bunları tekzip etmek sonunda hüsrana uğramaktır.

“Hasirlerden olmak” zarar etmek demektir. Kimse Allah’a, hattâ insanlığa zarar veremez. Herkes ancak kendisine zarar verir. Dolayısıyla biz tekzib etmeyiz. Yanlış olanların yanlışlığını ortaya koyar, gerçek olanları da Allah’ın âyetleri deyip onları tasdik ederiz. Bilmediklerimiz hakkında da sükût eder öğrenmeye çalışırız.

وَلَا تَكُونَنَّ

(Va LAv TaKUNanNa)

“Ve sakın olmayasın”

Sadece nehy etmekle kalmıyor, teyit ediyor. Biz “sakın” sözü ile tercüme ediyoruz.

İnsan olmanın özelliği vardır. İnsan içtihat yapan bir varlıktır. İnsan dışında diğer hiçbir canlı içtihat yapma kabiliyetine sahip değildir. Ama insan zayıf ve cehul yaratılmıştır. İçtihat sayesinde evrim yapmakta ve diğer hiçbir canlının yapamadığı işleri yapabilmektedir.

Burada (İstanbul’da) oturup Amerika’daki biri ile görüşen başka varlık var mıdır?

Sokakları (elektrik ve ampul ile) gündüze çeviren başka varlık var mıdır?

İnsan dışında uzaya yolculuk yapan başka varlık var mıdır?

İnsan çıplak yaratıldı. Ancak havası mutedil olan yerlerde yaşıyordu. Elbise icat etti ve o sayede denizin diplerine bile indi, onun sayesinde Ay’a bile ulaşabildi.

مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُوا

(Mina elLaÜIyNa KaüÜaBUv)

“Tekzib edenlerden olma”

Biri bir şey söyler, ona o anda doğru değil dersin. Ama o delillerini ortaya koyar ve sonunda sana delilleri ile doğruluğunu gösterir, sen hâlâ tekzib etmeye devam edersin. Men edilen şey budur. Âyet olduğu ispat edildikten sonra inkâra devam edersen tekzib olur.

Tekzib etmek kişiyi yalancılıkla itham etmek anlamında olduğu gibi söylediği sözün yanlışlığını iddia etmedir. Burada Allah’ın ayetlerine “bi” ile taaddi ettirilmiştir. Âyetler tekzib edilmeyecek.

Sosyalistler silah zoru ile halkı uygarlıklarından uzaklaştırmak istemişlerdir. Bakıyorsunuz, yaptıkları yeni hiçbir şey yoktur. Sömürmelerini isteyenlerin dikte ettiklerini uygulamışlar. Yaptıklarında hiçbir yenilik görmezsin. Soğuk soğuk batı taklidi nişanlar vardır.

بِآيَاتِ اللَّهِ

(Bi EAvYAvTı elLAHı)

“Allah’ın âyetlerini”

Allah’ın âyetleri tekzib edilmeyecektir.

Burada dikkat edecek olursak dişi kurallı çoğul gelmiştir.

İnsanlığı ele alalım. Dünyanın neresine gidersek gidelim hep aynı uygarlığı görürüz. Zinayı meşru sayan bir uygarlığa rastlayamazsınız. Sovyetlerde de sözde zina serbest idi ama herkes yine aileye sadık kalmış, sabredilmiş ve bu şekilde 70 senelik zulüm çekilmiştir. Budistlerle konuştuğunuz zaman başka insanlarla konuşmuyorsunuz, onlar da sizin gibi düşünüyorlar. İnsanlık anlayışında fark yoktur.

O halde peygamberlerin getirdikleri uygarlıkları reddetmek ve tekzib etmek insanlar için çöküş olmuş, ancak bu uygulamanın ömrü 70 sene sürmüştür.

Bugün Batı uygarlığında hâlâ sapıklıklar sürmektedir, eşcinsellik hâlâ özgürlük kabul edilmektedir. Ama Kilise gittikçe hâkim olmaktadır. Bunların hepsi tarihi hikâye olarak kalacaktır. Allah’ın nuru gelmektedir, hem de çok yakındır gelişi.

فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ

(Fa TaKUvNa MıNa eLPAvSiRIyNa)

“Yoksa hasirinden olursunuz.”

“Hasir olmak” gelip gitmek demektir, zarar etmek demektir.

İnsanın hatalara düşmemesi için gerçekleri tekzib etmemesi gerekir.

Böylece Kur’an İslâmiyet’in temeli olan içtihadı ve icmayı bu âyetlerde bize öğretmektedir.

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1637 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1441 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2175 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1376 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1260 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1415 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1536 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2159 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1502 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1306 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1326 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1453 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1258 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1243 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1347 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1367 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1220 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1693 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1302 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1333 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1566 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1301 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1334 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2032 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1363 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1309 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1856 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1614 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1317 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1336 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1304 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1231 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1276 Okunma
34-109.AYET
1516 Okunma

© 2024 - Akevler