YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1341 Okunma
40 VE 44.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-15

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

وَمِنْهُمْ مَنْ يُؤْمِنُ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهِ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِالْمُفْسِدِينَ (40) وَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ لِي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنْتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ (41) وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ وَلَوْ كَانُوا لَا يَعْقِلُونَ (42) وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ (43) إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (44)

 

***

 

وَمِنْهُمْ مَنْ يُؤْمِنُ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهِ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِالْمُفْسِدِينَ (40)

(Va MİNHuM MaN YuEMıNu BiHIyVa Va MıNHuM LAv YuEMiNu BiHIy Va RabBuKa EaGLaMu Bi eLMuFSiDIyNa)

“Onlardan ona iman eden vardır. Onlardan ona iman etmeyen vardır. Rabbin müfsitleri en iyi bilendir.”

Buradaki zamir, en yakında geçen zalimlere racidir. Bununla beraber buradaki bahsedilenler cennet ashabı ile cehennem ashabıdır. O zaman da cehennem ashabı kastedilmektedir. O takdirde iman edenler de cehenneme gidecekler demektir. Yani cennet veya cehennemde olmak iman etmek değildir. İman edenler de cehenneme gidecektir demektir. Buradaki “Hu” zamiri Kur’an’a gitmektedir. Kur’an’a inananlar var, inanmayanlar var demektir.

Burada çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Yanlış bir inanç vardır; Kur’an’a inananlar cennete gidecek, inanmayanlar cehenneme gideceklerdir. Oysa burada işaret edilenler cehennem ashabıdır. Ona rağmen Kur’an’a inanmaktadırlar. Kimdir bunlar? Bunlar müfsitlerdir. Bundan önce zalimlerden, şimdi de müfsitlerden bahsetmektedir.

İki cümle “ve” ile atfedildikten sonra “zalimlerden müfsit olanlar vardır” demekle, buradaki müfsitlerin zalimlerden ayrı olduğuna işaret etmektedir. Buradaki “Hum” zamirinin zalimlere değil de ashab-ı nâra gitmesi racihtir.

Şimdi zalim ile müfsit arasındaki farkı bizim bulmamız gerekir. Kur’an bunların farklı olduğunu söylüyor, farkın ne olduğunu beyan ilmine bırakıyor. Biz düşüneceğiz, kendimiz farkını arayacağız. Bulduğunuz fark ilâhi vahiy ile ise üzerinde icma hâsıl olur. Ehl-i Sünnet’in görüşü budur. Kur’an’dan sonra vahiy devam etmektedir, ne var ki bu Cebrail vasıtasıyla değil icma ile sağlanmaktadır.

Ben şahsen buna bir hususu ekliyorum. Eğer kişi peşin hükümlerle değil de Allah’a tam teslimiyet ile içtihat yaparsa onu da Allah vahyeder. Ama bu vahiy Cibril vasıtasıyla olmamaktadır. Farklı içtihadlar şartların farklılığından doğar, ikisi de haktır. Hak olmayanlar da vardır. Bu kişinin içtihadındaki kusurundan ileri gelmektedir. Ehl-i Sünnetin bu hususta ihtilafı vardır. Müçtehit hata da yapsa içtihadına göre amel etmekle mükelleftir. Bazıları diyorlar ki; müçtehit hata etmez. Biz de diyoruz ki; tam teslimiyet ile içtihad yapan müçtehid hata yapmaz ama Kur’an’ı kendisine uyduran müçtehid hata yapar.

وَمِنْهُمْ

(Va MiNHuM)

“Ve onlardan”

Başta “ve” harfi getirilmeyip sadece “minhüm” denseydi “ve minhüm” kelimesini tekrar zikretmeseydi, o zaman zalimler veya cehennem ehli iki gruba ayrılmış olurdu. Bu şekilde “ve minhüm” kelimeleri tekrar edildiğine göre, zalimler veya ehl-i nâr arasında iman edenler var, iman etmeyenler var ve üçüncü grup da var.

Bu üçüncü grupta olanlar kimlerdir?

Gene beyan ilmine bırakılmıştır. Bugünkü insanlar içinde ne iman etmiş ne iman etmemiş durumda olanlar vardır. Bunlar Bakara Sûresi’nin üçüncü grubunda tanımlanmıştır. Biz Allah ve âhirete inandık dedikleri halde mümin olmayanlar vardır. Onlar Allah’ı ve müminleri kandırmaktadırlar. İşte orada Allah ve âhirete inanmayanlar için söylenen Kur’an için söylenmektedir. Yani Kur’an’a inanmış olanlar var, Kur’an’a inanmamış olanlar var.

Bugünkü Türkiye Müslümanları, dünya Müslümanları, hattâ insanlık böyledir. Bugün insanlar iman etmiyor, müminim diyor. Çünkü onlar Kur’an’a inanmış olsalardı, onu okur, içindekileri anlar ve uygularlardı, Avrupa Birliği’ne girmek için harcadıkları çabanın binde birini Kur’an’ı anlamakta harcarlardı. Ben yanlış söylüyorsam düzeltin de yayınlayalım.

مَنْ يُؤْمِنُ بِهِ

(MaN YuEMıNu BiHIy)

“Ona iman eden kimse vardır”

“Onların içinde müminler vardır” demiyor, “iman etmiş olanlar” vardır diyor. Burada başka şeye de işaret etmektedir. Bir kimse bir topluluğa mensup olunca, onların ferdi olunca, o topluluk zalim olabilir, o topluluk müfsit olabilir. Ama içlerinde mümin olanlar da olabilir. Topluluk olarak cehennem halkı oldukları halde içlerinden kişiler olarak mümin olabilir.

Zulüm yapmak için bir şehre doğru hareket eden geminin tayfası içinde görevini samimiyetle yapıp zulümden habersiz insanlar vardır. Bunlar ashab-ı nâr olan bir topluluktur ama içlerinde iman etmiş olanlar var, Kur’an’a inanmış olanlar var. Kıyasla tersi de olabilir. Topluluk cennet ashabıdır ama içlerinde zalim olan, müfsit olanlar da vardır.

Bizim görüşümüze göre; insanlar cennet ve cehenneme mümin olup olmadıklarına göre değil, zalim ve fasık olduklarına göre gideceklerdir.

O halde Türkiye’de yaşayan ne yapacaktır?

Türkiye’de yaşadığına göre Türklerin topluluk olarak zulümlerine ve fısklarına iştirak etmemiş olacaklardır. İştirak etmeyenler iki yoldan birini seçeceklerdir. Ya o ülkeyi düzeltmeye çalışacaklar ve cihad edeceklerdir. Bunu yapamıyorlarsa o zaman ülkede topluluğun zulmüne ve fıskına katılacaklar, ya da o ülkeden hicret edeceklerdir.

Bunun için ben Türkiye’den (Kırgızistan’a) hicret ettim, beş sene orada kaldım, çok daha beter bir dünya ile karşılaştım. Tekrar geri döndüm ve hicrete yeni mana verdim. Hicret, ülkenizden hicret edin şeklinde değildir, birbirinize hicret edin şeklindedir. O halde Kooperatifler kurup, orada toplanıp, zalim ve fasık olmadan, orada yaşamamız gerektiğine kanaat getirdim. İzmir’dekiler kulak vermediler. İstanbul’da faaliyet gösteriyorum. Küçücük dünyamıza hicret etmiş olarak zulme ve fıska karışmamaya çalışıyoruz.

Kendi dünyamıza çekilmekle yetinemeyiz. İçinde bulunduğumuz ülkenin ve insanlığın zulmünü ve fıskını def etmek için de çalışmamız gerekmektedir. Mesela, biz Allah’ın verdiği imkânla bu işi de bu satırları yazıp yayınlayarak yapıyoruz.

Allah bize çok büyük nimetler ihsan etmiştir. 1970’lerdeki durumumuzla bugünkü durumumuzu kıyasladığımızda, kıyaslanmayacak kadar Allah’ın nimetlerine ulaşmış oluyoruz. O gün CHP bir ateist idi. O gün MHP ırkçılık içinde idi. O gün BDP sadece bir eşkıya teşkilatı idi. Millî Görüş partisi de kapatılan ve yeniden kurulan bir parti idi.

Partimizi kapatıyorlardı. Gayeleri biz parti kurmaktan vazgeçelim, yeraltı faaliyetlerine katılalım istiyorlardı. Biz ne yaptık? Kapanan parti yerine yeni parti kurduk. 1973’te biz iktidar olduk. Risale-i Nur Cemaatine legal çalışmayı öğrettik. MHP’yi de legal çalışmaya zorladık. CHP, onlarla yaptığımız koalisyon sayesinde ateist olmaktan vazgeçti.

Bugün nerdeyiz?

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki duruma bakınız ve yetmişlerden beri Allah’ın bize neleri, neleri ihsan ettiğini görün. Bu bir ırmaktır, gittikçe coşarak akmaktadır. Biz de kayığımızın dümenini öyle sağa sola çeviriyoruz ki kayalıklara çarpmayalım. Nehri biz akıtmıyoruz, nehir bizi götürüyor. Bu sözlerimizi o nehir söyletmektedir.

وَمِنْهُمْ مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهِ

(Va MıNHuM LAv YuEMiNu BiHIy)

“Ve onlardan O’na iman etmeyen vardır”

Demek ki zalim ve müfsitler arasında Kur’an’a iman edenler vardır, Kur’an’a iman etmeyenler vardır. Bunun manası şudur, bugün insanlık iki gruba ayrılmıştır. Biri Kur’an’a inanan müslimler, diğeri Kur’an’a inanmayan Hıristiyanlar. Bunların dışında Çinliler ve Hindular vardır. Bu âyet Çinlilerin ve Hinduların varlığına “VeMinhum”u tekrar ederek işaret etmiş ama asıl anlattıkları Kur’an ehli olanlarla Kur’an’a karşı düşmanlık edenler vardır. Sermayenin etkisiyle Çin’de din düşmanlığı yapılmıştır ama bu Kur’an ehli oldukları için değil, Batı’nın oralardaki ifsadı sebebiyledir. Hindistan’da dinlere eşit muamele yapılmaktadır. Ama Hıristiyanlar İsa’yı ilahlaştırarak dünyaya zulmediyorlar ve dünyayı ifsat ediyorlar. Bu zulüm dünyası içinde Avrupa Birliği’ne katılmak isteyen Türkiye gibi Kur’an’a inananlar vardır, İngilizler gibi Kur’an’a inanmayanlar vardır.

Türkiye, Avrupa Birliği’ne neden katılmak istiyor? Yahudiler, Katolik ve Protestan dünyasını organize ederek dünyaya zulmediyorlar ve yeryüzünü ifsat ediyorlar. Türkiye de diyor ki; beni de aranıza katın, böylece birlikte ifsat edelim, birlikte zulmedelim. Demek ki AB’ne katılmak isteyen zalim ve müfsit ülkeler içinde Türkiye baş çekmektedir.

Yanlış anlaşılmasın, biz Avrupalılarla savaş içinde olalım demiyoruz. Evet, biz Hıristiyanlarla bir olalım ama dünyaya zulmetmek için değil, yeryüzünü ifsat etmek için değil; ihsan etmek için, ıslah etmek için bir olalım. O zaman da Avrupa Birliği’nin şartlarını Avrupa ateistleri değil, Papalık ve Diyanet koyacak demektir.

Kur’an’ı bugün bize inmiş olarak okursak önümüzü aydınlatır.

وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِالْمُفْسِدِينَ (40)

(Va RabBuKa EaGLaMu Bi eLMuFSiDIyNa)

“Ve Rabbin müfsitleri en iyi bilendir.”

Sömüren Batı ile sömürüsüne direkt ve indirekt hizmet eden ehl-i Kuranı en iyi bilendir.

Müslümanlar ne yapıyorlar?

a) Çin’de Doğu Türkistan olarak sorun çıkarıyorlar, sömürü sermayesinin kışkırtması sonunda sorun çıkarıyorlar.

b) Rusya’da Çeçenler yine sermayenin kışkırtması ile sorun çıkarıyorlar.

c) Hindistan’da Keşmir sebebiyle Müslümanlar sorun çıkarıyorlar. Afganistan’da da neler yapıldığını hep biliyoruz.

d) Müslümanlar ABD’de zenciler olarak sorun çıkaran topluluk hâline gelmişlerdir.

e) İslâm ülkelerinde sömürü sermayesinin ifsadı ile Müslümanlar birbirlerini kırıyorlar.

f) Afrika’da sürekli çatışmalar vardır.

İşte, Kur’an’a inandıkları halde zulme katılan ve hassaten ifsat edenler vardır.

Allah bu âyetlerle bugünkü dünyayı bize anlatmaktadır.

İlerleyen âyetlerde yahut başka sûrelerde, bu durumda “Adil Kur’an Düzeni” çalışanlarının ne yapması gerektiğini anlatacaktır.

وَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ لِي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنْتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ (41)

(Va EiN KaüÜaBUvKa FaQuL LıYa GaMaLIy Va LaKuM GaMaLuKuM EaNTuM BaRiEUvNa NinMAv EGMaLu Va EaNa BaRIyEun MinMAv TaGMaLUvNa)

“Seni tekzib ederlerse, de ki; Benim amelim benimdir, sizin ameliniz de sizindir. Siz benim amel ettiklerimden berisiniz, ben de sizin amel ettiklerinizden beriyim.”

Bundan önce onu iftira etti mi diyorlar. “Fa” harfi getirmeden; söyle, siz de buna benzer sûre getirin demiştir. Şimdi de; seni tekzib ederlerse deniyor. Buradaki “sen” bugün Kur’an üzerinde çalışıp günün sorunlarını çözmeye çalışan kimselerdir yani Adil Düzen çalışanlarıdır.

Erbakan sayesinde “Adil Düzen” tüm dünyaya duyurulmuştur. Risale-i Nur ve Millî Görüş’ün başarıları insanlığı üçüncü binyıl uygarlığının yanına getirmiştir. Şimdi kapıyı açıp içeri girme durumundadırlar. Adil Düzen Çalışanları olarak her biriniz, Kur’an düzenine insanları çağırma durumundasınız. Göreviniz budur. Allah size cenneti vaat etmiştir.

- Kur’an Allah’ın sözüdür, her asra ve her topluluğa, hattâ her kişiye ayrı ayrı doğrudan hitap eder. Herkes, Kur’an bana nâzil oldu, bize nâzil oldu diyecektir. Buradaki “Ke/Sen” harfinin muhatabı benim diyecektir.

- Kur’an’ı böyle okumaya başlayacaktır; meallerden ve tefsirlerden okumaya başlayacak, kendisinin ne yapması veya kendilerinin ne yapmaları gerektiğine kendileri karar vereceklerdir.

- Her söze kulak verecekler ve en iyisine uyacaklar.

- Her iyilik yapanın yanında ortaklaşa birbirlerine dayanışacaklar. Akevler benzeri kooperatifler her yerde kurulacaktır.

- Bu kooperatifler arası teavün yani karşılıklı yardımlaşma olacaktır.

İnsanları bu şekilde çalışmalara davet etmek görevimizdir. Kur’an Allah sözüdür. Onun dışında çıkar yol yoktur. Bu gerçek insanlığın kulaklarında çınlatılmalıdır.

Ama ona inandık diyenler ona inanmış değildirler. Bin sene evvelki tefsirleri okuyanlar onu değil o müfessirleri okumuş olurlar. Kur’an’ı şimdi kendileri anlamalıdırlar. Bediüzzaman, ‘tefsirler Kur’an’a perdedir’ diyor. Bunu Kur’an’ı okudukça çok kolay anlayacaksınız. Korkmayın, kimse Kur’an’ın bir kılına dokunamaz. Yanlış yorumlanacaktır veya biz yanlış yaparız diye korkmayın. O çok sağlam kaynaktır. Tüm insanlar bir araya gelseler ondan bir tüy koparamazlar. Bunu ben söylemiyorum. Biraz önce bu sûrede bu konu anlatılmıştı.

“Fa” harfi ile “söyle” diyor, tekzib ettikleri müddetçe söylemeye devam et. Ama benzer sûre getirin demeniz, bir defa her birinizin ayrı ayrı söylemesi yeterlidir demektir. “Kulû” demeyip “Kul” denmesinin hikmeti budur. “Kulû” denseydi bir defa Erbakan söylerdi, yeterdi; ama hayır, herkes söylemekle mükelleftir. “Fe” ile gelince de herkes her zaman söylemekle mükelleftir demektir.

“Benim amelim” diyor, “benim kavlim” demiyor, “benim imanım” demiyor. Çünkü asıl mesele sözde değil, asıl mesele inançta değil, asıl mesele ameldedir. Zulüm var mı, ifsat var mı ona bakın. Şimdi onlara her birimiz soruyoruz.

Batı uygarlığında zulüm var mı, Firavunluk var mı? Batı uygarlığında fesat var mı? İnsanlık fesat içinde değil midir? Rüşvet ve mafya yok mudur?

Behey şaşkınlar. O halde o zalimlerden, o müfsitlerden ne bekliyorsunuz? Sizi de kendileri gibi zalimler yapsınlar mı, sizi de kendileri gibi müfsitler yapsınlar mı?

Ne yapılması gerekir?

Türkiye’de “Adil Düzen” için âlimlerden bir heyet oluşturulmalıdır. Bu heyet mensupları bizim hazırladığımız “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı baştan ele alıp son şeklini vermelidirler. Sayın Cumhurbaşkanımız, belediye başkanı iken bizim bu çalışmalarımızın aleyhine, bazı arkadaşlardan heyetler kurdu ve aleyhimize raporlar yazdırdı. Şimdi onun kefaretini vermesi için çalışma arkadaşlarımızla beraber onlardan ve daha başkalarından oluşan, devamlı çalışan, başka işi olmayan bir kurul oluşturmalıdır. Ayrıca ordu da Harp Akademisi’nde bunu ele almalı ve askeri bakımdan incelemelidir.

Sonra Avrupa Birliği’ne şunu önermeliyiz: Sizin akletmelerinizi değil, gelin Tevrat, İncil ve Kur’an’ı inceleyelim, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı hazırlayalım. Buna Kilise ve Havra da katılsın. Sonra bunu Çin ve Hint dünyasına da sunalım, birlikte “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı hazırlamış olalım. Avrupa Birliği bu önerimizi kabul ederse birliğe müracaatımızı sürdürelim; hayır derse, müracaatımızı geri çekelim, zalim ve müfsit bir birliğin talibi olmayalım.

Beraat demek, beri olmak, ayrılmak demektir. Her birimiz söyleyeceğiz; ben sizin yanınızda değilim, sizden uzağım, Avrupa Birliği içinde yer almam. Siz de benden berisiniz.

Söylediklerimize kulak vermiyorsunuz.

Bir gün gelecek, bizim bu yorumlarımızı benimseyen cemaat oluşacak, Nur cemaati gibi cemaat oluşacak; Adil Düzen cemaati yahut Akevler cemaati. Başka ad da olabilir. İşte o cemaat bunları onlara söyleyecektir.

Önemli olan ameldir. Biz amellerde anlaşacağız. Barış içinde, adalet içinde yaşayacağız. İfsat demek barışı bozmak demektir. Zulüm adaleti bozmadır. Hazırladığımız “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”, aslında “Adil Düzene Göre İslâm Anayasası”dır. Her cümlesi Kur’an âyetleri ile teyit edilmiştir. Bu sebeple bu anayasa sadece Kur’an ehlinin değil, tüm peygamber ve kitapların ortak anayasasıdır.

وَإِنْ كَذَّبُوكَ

(Va EiN KaüÜaBUvKa)

“Ve seni tekzib ederlerse de”

“Onlar gelmese de sen gel” ile “Onlar gelmezse sen gel” arasında ne fark vardır?

Eğer “Ve” harfi getirilmeden söylenseydi, söyleyeceğimiz söz; “benim amelim bana, sizin ameliniz size aittir” cümlesi olacaktı. Ama tekzib etmedikleri zaman böyle söylememiz gerekmezdi. Şimdi “Ve” harfi ile getirilince anlamı; “onlar tekzib etseler de, onlar tekzib etmeseler de, sen de ki; benim amelim bana, sizin ameliniz size aittir. “İza Kezzebûke” denmemiş de “İn Kezzebûke” denmiş, bir de “Ve” getirilmiştir. Bu demektir ki onların içinde tekzib etmeyenler olacaktır. O halde biz söyleyeceğiz. Onlardan bizi tekzib etmeyenler olacaktır. Evet, onların içinden sözlerimize kulak verenler olacak, onlara etki edecektir. Söyleyenler olsun olmasın de ki; benim amelim bana aittir, sizin ameliniz size aittir.

İnsanların birbirlerini baştan tekzib etmeleri yani karşı taraftan delil istemeleri haklarıdır. Dolayısıyla burada if’âl babında kizb gelmemiştir. Tekzib, sizden delil istedikleri ve siz de onlara delilleri getirip iddianızı ispat ettiğiniz halde, onlar tekzipte ısrar ediyorlarsa, o zaman bu sözü söylemeniz gerekir.

Evet, Kur’an’ı herkes kendisi anlayacaktır; anlayıp onunla amel etmekle mükelleftir. Ancak Kur’an’ı anlamada cehd sarf etmelidir yani araştırıp onun ne söylediğini doğru anlamalıdır. Bu araştırmanın başında başkaları bu hususta ne söyledi, ona bakmamız gerekir. Bir cümleyi anlamadığımız zaman hemen bin sene evvel yazılmış tefsirlere başvururuz da şimdi söyleyenlere kulaklarımızı tıkarız. Bilhassa yarım mollalar vardır, Doğu ve Batı ilimlerinden mahrumdurlar. Kendileri belki diplomalıdır. Bir tarikat şeyhinden el almışlardır. Bildiği şeyler kulaktan dolma mesellerdir, atalarının söyledikleridir. Sizin iddialarınıza ne Kur’anî ilimlerle ne de fennî ilimlerle cevap verirler. Tek sığındıkları şey selef-i salihindir. Unuturlar ki selef-i salihinin yolu içtihattır ve tebeyyündür.

İşte, Kur’an’a inananlar ve inanmayanlar arasında bizi tekzib edenler olabilir ki bugün bunun biraz fazlası var. Bu durumda bizim yapacağımız söz çok basit ve sadedir...

فَقُلْ

(FaQuL)

“Söyle”

Tekzib ederlerse de ki; onlar bunu ifade ettiği için burada “Lehüm” kelimesi hazf olmuştur. Bundan sonraki “Entüm” de onlara delalet eder. “Kulû/Söyleyin” demeyip “Kul/Söyle” demesini, her birimiz her rastladığımız yerde bu gerçeği söylemeliyiz şeklinde anlamalıyız. Kur’an’ın tek çözüm olduğunu, her çağın ve her kavmin sorunlarını çözdüğünü, herkesin onu doğrudan tercüme ve tefsirleri ile okuması gerektiğini söyleyecektir. Bastırıp onlara hediye etmeliyiz. Onların kendi görüş ve düşüncelerine, kendi kitap ve anlayışlarına kulak vermeliyiz.

Mesela, biri çıkıp da Kemalizm’i bir din/düzen olarak takdim edecekse, her söze kulak vermemiz gerektiğinden ona da kulak vermeliyiz. Bizim onları dinlememiz gerekir ki onlar bizi dinlesinler. Birbirimizi anlamak zorundayız ama birbirimizin fikirlerini kabul etmek zorunda değiliz. Ama kimsenin dayatma hakkı yoktur, kimsenin zulüm yapma hakkı yoktur, kimsenin ifsat etme hakkı yoktur. Asıl anlaşacağımız husus budur.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı bu yönüyle birlikte ele almalıyız.

Biz 1967’de İzmir’de Akevler (Kredi ve Yardımlaşma) Kooperatifi’ni kurduğumuzda “hakemlik maddesini” getirdik. Yasalara dayanarak getirdiğimiz bu maddeyi Yargıtay iptal etti ve bizi belki onbeş yıl hakem kararlarından uzak tuttu. Ama sonra dışarıdan yapılan baskılar nedeniyle yeniden ortaya kondu. Şimdi “hakemlik sistemi” bizim istediğimize yakın bir şekilde kanunlarla düzenlendi. Şimdi o kararı veren hâkimi bulup sen ne diye yasalara aykırı karar verdin diye mahkemeye verip mahkûm ettirmemiz gerekir.

Ama biz diyoruz ki; o kararı “hâkim” vermedi, o günkü “zulüm düzeni” verdi. Onunla yani zalim düzenle savaştık ve yendik, ama sonunda yine onlar kazandı. Arkadaşlarımız o cepheye geçtiler. İslâm düzeni tahkik yoluyla kurulur, taklit yoluyla kurulmaz.

لِي عَمَلِي

(LiYa GaMaLIy)

“Benim amelim benimdir”

Bu âyetlerde “Kulû” değil de “Kul” demiş olmasının başka bir hikmeti daha vardır. Ortak sorumluluk yoktur. Ortak iş yaparız. Benim amelim benim, sizin ameliniz sizin olur. Sonunda ortak iş ortaya çıkar, ama katkımız ayrı ayrıdır, herkes payını katkısı nisbetinde alır.

Birlikte iş yapma ama ayrı yaşama sistemi yalnız insanlarda vardır. Diğer üç çeşit yaşama diğer canlılarda mevcuttur. Ağaçlar ayrı ayrı üretip ayrı ayrı yaşarlar. İnsan hücreleri birlikte üretip birlikte yaşarlar. Arılar ayrı ayrı üretip birlikte tüketir ve yaşarlar. Oysa insan birlikte üretip ayrı ayrı yaşar. İşte bu âyet bu hususa işaret etmektedir.

“Amel” kelimesi birlikte iş yapma anlamındadır. Ama herkesin kendi amelinden sorumlu olması insana şahsiyet tanımaktadır, özgürlük tanımaktadır. “Amelî Liye” denmeyip “Liye Amelî” denmiş olmasının hikmeti, amelin insana ait olması, insanın amele ait olmaması nedeniyledir. Yani kendi kazançlarım için çalışırım demektir.

وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ

(Va LaKuM GaMaLuKuM)

“Ve sizin ameliniz size aittir”

Burada “Amel” masdardır. Çoğulu yoktur. “Sizin ameliniz sizin” derken birlikte amelleri de olabilir yahut her birinin ameli de ayrı ayrı olabilir.

Sorun nerde?

Birlikte çalışıyoruz, ortak ürün ortaya çıkıyor. Her birimiz ayrı ayrı iyi işler yapıyoruz ama sonuç kötü oluyor. Her birimiz ayrı ayrı kötü iş yaparız ama sonuç iyi olur.

Bu durumun hükmü nedir?

Hukuk düzeninde herkesin davranışı önemlidir. Sonuçtan kimse sorumlu değildir. Sorumlu olan düzendir. Askeri düzende ise insanlar davranıştan değil sonuçtan sorumludurlar.

Burada anlatılan askeri düzen değildir, burada anlatılan hukuk düzenidir. Kimse başkasının yaptığından sorumlu olamayacaktır. Yirminci yüzyılda hâlâ bu idrak edilmemiştir. Başkan hata yapıyor, parti kapatılıyor. Aksine, başkanın hatasından dolayı parti zarar görüyorsa başkan cezalandırılmalı, partinin mağduriyeti giderilmelidir. Ama insanların akılları ancak bu kadar çalışır. Adam bin kişiyi kasten öldürüyor, onu idam edemiyorsun; neymiş, efendim can kıymetli imiş! Peki, öldürülen bin kişinin canı kıymetli değil mi? İşte, insan aklı bu kadar çalışır. Çok evlilik suç ama zina suç değil. Bir adam köyden geçerken köpekler saldırmış. O da taşı alıp atacak ama taşı yerinden alamıyor, sıkıca yapışık. “Burası ne biçim köy, köpekleri salıvermişler ama taşları bağlamışlar!” demiş.

Birinci ifade “Li” harfı ile başlar, herkesin kendi yaptığı kendisine aittir, yaptığı iyilikler kendisinin demektir. Bu manada değil de, kimsenin başkasının amelinden dolayı cezalanmayacağına bundan sonraki ifadelerde yer verilir.

أَنْتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ

(EaNTuM BaRiEUvNa NinMAv EGMaLu)

“Amel ettiğimden siz berisiniz”

Sanıklar muhakeme edildiği zaman mahkûm olurlar veya beraat ederler. Beraat etme demek suç ithamından kurtulma demektir. Borcun ödendiğini kabul etme demek ibra etmek demektir. İş yapan kimselerin kendi işlerinden sorumlu olmaları demektir.

“Mâ a’melu” burada tamim için gelmiştir. Bütün yaptıklarımdan siz sorumlu değilsiniz, bütünden sorumlu benim demektir. Burada “ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü birincinin açıklamasıdır. Benim amelim benimdir demek onun sorumlusu benim demektir, siz sorumlu değilsiniz demektir. O zaman neden “Aleyye Amelî” denmemiştir. Bu da şunu ifade eder. Amelin lehte olan sonuçları bana aittir, aleyhimde olacakların da bana ait olması gerekir. Böylece hak kiminse sorumluluk da ona aittir.

İnsanlık Anayasasında şöyle ifade edilmiştir. Görev ehliyetliye verilir. Görevli kim ise yetkili de odur, o karar verip yapar. Yetkili kim ise sorumlu odur, sorumlu kim ise hak sahibi de odur. “Liye” bunların hepsini ifade eder, hukuk buna göre düzenlenir.

وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ

(Va EaNa BaRIyEun MinMAv TaGMaLUvNa)

“Ve ben de sizin amellerinizden beriyim.”

Kur’an’a inanıp inanmama hususundaki beyanlarından sonra, herkesin kendi ameli kendisine ait kuralını getirmekte, fiili dememektedir. Çünkü burada anlatılan işletmeye girenlerin işletme girdilerinin girdi ile orantılı çıktılardan pay almalıdır.

Kur’an zorba bir kanun kaynağı değildir. Bugün güçlü olanlar kanun yapar ve bir mütegallibe oluştururlar. Onlar kendi çıkarları için düzen kurarlar. Biz ise çıkar paralelliği içinde düzenimizi kurarız. Bölüşmede herkes girdilere göre pay alır.

Burada da “tef’alûn” denmemiş de “ta’melûn” denmiştir.

“Mâ” hem tekil hem çoğul olabildiğinden amel edenler ayrı ayrı da amel etmiş, birlikte de amel etmiş olurlar. Bununla beraber kurallı çoğul geldikleri için çoğulu ifade eder, o zaman ben sizin kötü düzende işlediklerinizden de beriyim demiş olur.

Kooperatif kuruyor, onların faiz bataklığından kurtulmaya çalışıyor. Bu hem dışarıdakilerin kooperatife müdahale imkânını ortadan kaldırır, hem de kooperatifin dışarıdakileri rahatsız etmemesini sağlar.

Demek ki bu âyet aynı zamanda yerinden yönetimi içermektedir. Kişi aşiret/ocak içinde hürdür. Aşiret bucak içinde hürdür. Bucak il içinde hürdür. İl ülke içinde hürdür. Ülke de insanlık içinde hürdür.

“Ta’malûn” kurallı çoğul olduğu için de insanlık bir topluluktur. Ülke bir topluluktur. İl bir topluluktur, bucak bir topluluktur, ocak bir topluluktur.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ وَلَوْ كَانُوا لَا يَعْقِلُونَ (42)

(Va MiNHuM MaN YaSTaMıGuNa EiLaYKa EaFa EaNTa TuSMiGu eLÖumMa Va LaV KAvNUv LAv YaGQıLUvNa) 

“Onlardan sana istima’ ettirmek isteyenler var. Summa bir de akl etmezse sen mi isma’ ettireceksin?”

Önce cehennem ashabından ve cennet ashabından söz etmiş, sonra cehennem ashabından olanların içinde zalimleri ve müfsitleri açıklamıştı. Cehennem ashabı olarak da olanların zalim ve müfsit kimseler olduğunu anlatmıştı.

Bunları yani cehennem ehli olanları dört grupta toplamaktadır.

a)   KUR’AN’A İMAN ETMİŞ OLANLAR,

KUR’AN’A İMAN ETMİŞ OLMAYANLAR.

Kur’an’a iman etmiş veya etmemiş, biz buna bakmayacağız, biz sonunda amele bakacağız; ifsat ediyorlar mı, zulmediyorlar mı, bozuk düzene karşı cephe alıyorlar mı? Solcu olabilirler, ateist olabilirler, Hıristiyan, Yahudi, Budist, Hindu olabilirler, Müslim olabilirler. Kürt, Çeçen, Zenci, Kızılderili olabilirler. Ne oldukları bizi ilgilendirmiyor.

Bizi ilgilendiren şudur.

“İslâm düzeni”ni kabul ediyorlar mı yani “lâik düzeni” kabul ediyorlar mı? Her ırk ve düşüncede olanlarla aynı vatanda yaşamayı kabul ediyorlar mı? Yeryüzünü barış içinde paylaşmayı kabul ediyorlar mı? Biz işte onlarla oturup görüşmeye ve konuşmaya hazırız.

“Adil Düzen”i yani liberal düzeni, arz ve talep kanunları ile çalışan ve tekelleşmeyen ekonomiyi kabul ediyorlar mı? Yoksa akılları sıra biz sömürmeye devam edeceğiz, sömürülmemek için sömürenlerle işbirliği yapacağız mı diyorlar?

“Şeriatı” yani “demokrasiyi” kabul ediyorlar mı? Ekseriyetin ekalliyeti ezen demokrasiyi değil de, içtihad demokrasisini, hicret demokrasisini kabul ediyorlar mı?

“Hakkı” kabul ediyorlar mı yani “sosyal güvenliği” kabul ediyorlar mı?

Biz bunlara bakarız. Öbür taraftaki eksikleri konusunda uyarırız ama zorlamayız.

b) SENDEN DUYURMANI İSTEYENLER.

Onlardan bir grup vardır. Kendilerinin söylediklerinizi anlayacak kapasiteleri yoktur. Bizi dinlerler. Kabul etmek de isterler. Ama doğru söylediğinize kanaat getiremezler. Avrupalıların, daha doğrusu sermayenin söylediklerimizi tasdik etmesini isterler ve bizden şunu isterler; ‘öyle yapın ki bizi değil Batılıları ikna edin’ derler! Dünyanın gerçeğini göremediğimizi iddia ederler. Oysa Batılılar da anlamıyorlar; anlasalar bile işlerine gelmediği için anlamak istemiyorlar!

Biz Batı’nın Matematiği ile onlara delil getiriyoruz. Herkesin işi var, gücü var. İşsiz kimse yok. Siz insanlara faizli kredi verdiniz. 100 lira verdiniz; ertesi sene bana 110 TL ver diyorsunuz. Piyasada 100 TL var, size 110 TL’yi nasıl verecek? Onun 10 TL’yi bulup size verebilmesi için yeni yatırım yapmak zorundasınız. Yeni işçi yok ki yatırım yapasınız.

İşte, sisteminiz tıkandı, bunda anlaşılmayan ne var?

Necmettin Erbakan 40 sene bunları Batılılara anlattı; anladılar mı?!.

c) SENDEN GÖSTERMENİ İSTEYENLER.

Onlara “ADİL KUR’AN DÜZENİ”ni en sade dille anlattığınız halde, akılları erdiği halde, ‘başka bir yerde bunu yapan var mı’ derler.

İkincisi de görmek isterler ama görseler de yine inanmazlar; gösterdiğinizde, bu sefer de ‘gözlerimiz büyülendi’ derler.

d) BUNLARIN DIŞINDA OLANLAR.

Hesaplarının Allah’a ait olduğunu bilir, hesabı âhirete bırakırız.

Nihayet size hiç kulak vermeyen, duymayan, “dilsiz, sağır ve körler” vardır. İşte bu âyetler bize bunlardan üçünü anlatmakta, dördüncüsüne “ve” harfi ile işaret etmektedir.

Sen sağıra nasıl duyuracaksın, üstelik akletmezlerse nasıl duyuracaksın? Böylece duymayı akletme şeklinde anlayacağız. Kant gibi Batı’da yetişmiş filozoflar, düşünmenin ancak dille olduğunu uzun uzadıya anlatmaktadırlar. Duymayan insan da duyma mekanizması içinde düşünür. Kulakta arıza varsa beyindeki duyma merkezi çalışır ve yine akledilir. Ama beyindeki duyma merkezi de körelmişse, artık düşünme yeteneğini kaybeder. Bu sebepledir ki burada “Lâ Ya’kılûn” kelimesi geçmektedir.

Kavramları insan icat eder, kavramlar arasındaki ilişkiyi insan ortaya koyar.

وَمِنْهُمْ

(Va MiNHuM) 

“Ve onlardan”

“Ve” harfi ile atfederek onları tasnif etmektedir.

İman edenler var, bir de iman etmeyenler var. Bunların dışında iman etmek isteyenler var ama bunlar kendi akıllarına güvenmezler. Size de kendi içlerinden olduğunuz için sizin söylediklerinizi kabul etmezler, başkalarının tasdikini isterler. Bir Yahudi veya bir Yunanlı başkalarına inanmaz, kendisine güveni vardır, kendi halkının âlimlerinin söylediklerini kabul eder. Bu sebepledir ki başkalarından öğrendiklerini öğrendim dese halkı kabul etmez, onun için kendisi bulmuş kabul eder. Hattâ kendisi ben şuradan aldım der ama halkı onu aldığı yerden değil kendisinden kabul eder. Kanunların adı batıya kopya edenlerin adları olur. Bu Avrupa’da böyledir. Yunanistan’da böyledir. Bugünkü Yahudilerde de böyledir.

Müslümanlarda ise âlimler ben buldum deseler halk onu kabul etmez. Ama bunu Aristo buldu dersen dört elle sarılır. Kur’an’ı Süleyman Karagülle böyle yorumladı derseniz kulak vermez. Ama Ebu Hanife, Gazali böyle dedi derseniz dört kulak olur. Gelecekte ise Karagülle’nin olmayan görüşlerini değiştirerek insanlar Karagülle böyle dedi diyecekler.

Bunlar yanlış diyor, onlar da yanlış der; söyleyene değil söylenene bakmak gerekir.

İşte, birinci grubun yanında böyle orta yerde olanlar vardır.

مَنْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ

(MaN YaSTaMıGuNa EiLaYKa)

“Sana istima’ ettirmek isteyenler”

“Ke” harfi doğrudan “istimaa” mef’ul yapılabilir, “yestemiûneke” denir. O zaman sana istima’ edenler demek olur. “İlâ” ile ikinci defa taaddi edince senin insanlara anlatmanı isterler; anlaşılmıyor, kapalıdır derler.

İşlerine gelmediği için ‘anlaşılmıyor, tutarsızdır’ derler ama tartışmaya girmezler, bir cümle söyler hemen kaçarlar, çünkü dinleseler akılları daha çok karışacaktır.

Arkadaşlarımız olanlardan “Adil Düzen”e muhalif bir akademisyenler heyeti kurulur. Bu çalışmaları bizden saklı tutan bu kardeşlerimiz -ki biz onları severiz, onlar da bizi severler- bir rapor hazırlarlar; “Adil Düzen ne İslâmî’dir, ne de ilmîdir” derler! “Akevler’de çalışma var ama daha tamamlanmamıştır” derler. R. Tayyip Erdoğan, “Erbakan bunu okumaz bile” der; “Erbakan’a alternatif çare ve çözüm önereceksiniz” der. Sabahattin Zaim Beyden başkasında alternatif düzenden tek kelime yok. Sabahattin Bey de ilkeleri koyar, uygulamayı siyasete bırakır. İlkelerde de Almanya’dan birini kaynak gösterir. İşte İslâm âleminin hâli budur. Birileri o Alman düşünürün on misli daha ilerisini takdim etmiştir. Karşı düşüncedekiler de benim düşüncelerim demiyor, bir yabancı filozofun diyor. Bunu yapan bizim en yakın dostumuz olan kişidir ve ölünceye kadar dostluğumuzun sürdüğü kardeşimiz bunu diyor!

Necmettin Erbakan’ın büyüklüğü işte buradan gelir. Erbakan’a anlattığımızda, kendisine güveni olduğu için benimsedi ve insanlığa ‘benim düşüncelerim’ diye takdim etti. İşte, biz Erbakan’ı bunun için sevdik. Bir fikri benimsedikten sonra o fikir senindir. Kimden duyarsan duy, istersen onu değiştir. Nitekim o da başkasından duymuştur. Sabahattin Bey ise ortaya koyduğum fikirler benim değil Almanlarındır demektedir. Oysa o fikirler onundur. Bizimle rahatlıkla tartışabilirdi. Ama o insanlarla didişmek istememiştir. Bu yaptığı yanlıştır.

أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ

(EaFa EaNTa TuSMiGu elÖumMa)

“Sağırlara sen mi isma’ edeceksin?”

“İstima’” karşılığı “isma’” getirilmiştir. “İnkâr hemzesi” ile de duyuramazsın denmektedir. Kişinin kulağı sağırsa, sen ona ne kadar bağırırsan bağır, o artık duymaz.

Demek ki “el-Summ’” tam sağır kimselerdir.

Benim gibi -yaşlılık sebebiyle- duyması azalan kimse esemm değildir.

Ses ağızdan çıkar, kulağa gelir. Kulakta elektronik şifrelere yüklenir ve beyne gönderilir. Beyin bunları kendi diline çevirir ve ruha arz eder. Ruh sesleri almıştır. Ama o an manalar verir. Beyinde devreler harekete geçer. Kavramlar ortaya çıkar. Dosyalar oluşur. Belleğe alınır. Şimdi beyin bilgisayardır. Siz klavyenin başına geçip işlem yapıyorsunuz.

İşte, beynin de ruh ile ilişkisi vardır. O tuşlara basıyor ve program yapıyor.

Bilgisayardaki tüm hareketler sem’dir. Bunlardan biri bozuksa, bilgisayarınız çalışmıyorsa, artık siz tam sağırsınız demektir.

وَلَوْ كَانُوا لَا يَعْقِلُونَ (42)

(Va LaV KAvNUv LAv YaGQıLUvNa)

“Ve bir de akl etmezlerse.”

“Akletmek” demek ruhun beyin bilgisayarında çalışması demektir.

İnsan beyni arızalı olur, duyamaz ama diğer algıların yardımı ile işitme merkezinde yine kavramlar oluşur. Görmeden de, bilhassa dokunarak ve görerek alınan algılarla kavram oluşturulabilir. Düşünme merkezi çalışmaya başlar.

Bu meleke aslında körelmez yani beyin bozuk olsa da ruh yine çalışabilir. Ama ruhta bir arıza vardır. Tembeldir veya bir şeye takılmıştır, başka şeyleri duyamaz.

Harflere basarak bilgisayarı çalıştırmazsanız ona nasıl duyuracağız?

Demek ki Allah bize burada işitme ile mekanizmayı da anlatmaktadır.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ (43)

(Va MiNHuM Man YaNJuRu EiLaYKa EaFaMENTa TaHDIy elGuMYa ve LaV KaNUv LAv YuBJıRUvNa)

“Onlardan sana nazar edenler var ama körlere sen mi hidayet edeceksin? Ve bir de ibsar etmezlerse.”

Demek ne iman etmiş ne de inkâr etmiş olanlar vardır. Bunlar iki gruptur. Birileri başkalarını ikna etmelerini isterler.

İstanbul’da bir holdingin başında olan birisi Üsküdar’da yazıhanemize geldi, bir haftadan fazla çalıştı. Öğreneceğini öğrendi, ondan sonra da bana ‘sen bunları şeyhime anlat’ dedi. Ondan sonra “Adil Düzen”den öğrendikleri ile krizleri atlattı. Sonra da bana, ‘Birilerine “Adil Düzen”i anlatırken ne dileniyorsun!?’ demiştir! Yukarıdaki âyette geçmişti; denizde fırtınada iken dua ederler ama necata erince unuturlar.

Kâinat zaman ve mekândan oluşmaktadır. Zamanda sıra vardır, önce ve sonra gelenler vardır. Bir anda iki kelimeyi duyamazsınız. Kulak birini algıladığı zaman diğerini duymaz. Oysa gözde mekân algısı vardır, alanı ve hacmi birden idrak eder. Aynen kulak gibi çalışır, beyindeki işleyişi işitme mekanizmasının aynıdır. Ruh onu değerlendirir. İnsanın yüzünü görür ama onun için dün tanıştığım Ahmet’tir der. Bu ruhun idrakidir, basardır. Akl etmeden farklıdır. Akletmede zincirleme düşünme vardır. Basarda ise birlikte görme vardır. Bir adamın burnunun fotoğrafını çekseler, gözünü çekseler, kulağını çekseler, çok yakından bunları tanısanız, bu reydir. Ama sonra size o adamı gösterseler, siz onu tanımazsınız. Ama uzaktan birden gördüğünüz insanı ertesi gün hemen tanırsınız. İşte bu tanıma basardır. Cüzleri görme değil de, küllü birden görme, o sayede sonra görünmeyenleri de görme mümkün olur. İnsanın ön tarafını görürsünüz, arka tarafını da bilirsiniz. Dışını görürsünüz, içini de bilirsiniz. Rey gözledir, devrelerin çalışmasıdır. Basar ise ekrandaki görüntüleri algılamadır.

Kör olma demek, elektriki devrelerde bir aksaklık vardır demektir. Basarsızlık ise ruhtaki arıza demektir. İnsan gözle görür, ruhla basar eder. Beyinde bunlara ait merkezler vardır. Bir de tüm faaliyetleri bir arada algılayan durum vardır, buna “fıkıh” denmektedir.

Bu konular biyoloji ile psikolojinin ortak konularıdır. Bu âyetleri tam kavrayabilmek için her iki ilmin de bilinmesi gerekmektedir.

Onların kulakları var sem’ etmezler, onların gözleri var basar etmezler, onların beyinleri var fıkh etmezler âyetinden fıkhın manasını kolayca anlıyoruz.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ إِلَيْكَ

(Va MiNHuM Man YaNJuRu EiLaYKa)

“Ve onlardan sana nazar edenler vardır”

İnsanın kulağı karşı tarafın işitip işitmediğini bilmez ama insanın gözü karşı tarafın bakıp bakmadığını bilir. İki organımızdaki bu fark önemli farktır. Bakışarak anlaşmak vardır.

Oysa duyuşarak anlaşma mümkün değildir. Kişiler sana bakarlar. Bakışlarından onların bir şeyler istediğini anlarsın, hattâ ne istediğini de anlarsın. Anlattıktan sonra onlar gidip onu başkalarına anlatırlar. Onların itirazlarını ortaya koyar, senden onlara göster ispat et derler. Kulakla ispat fikri delillerle mümkündür. Oysa göze yapılacak olan en kolay ve kesin ispat, yaparak göstermedir. Bin nasihattense bir musibet evladır derler. Sana; yap da görsünler, görelim derler. Söylüyorsun ama sözlerine aklımız ermiyor derler.

أَفَأَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ

(EaFaENTa TaHDIy elGuMYa)

“Âmâlara sen mi hidayet edeceksin?”

Sağıra “isma’” ve köre “hidayet” kelimeleri getirilmiştir. Muttakilere hidayettir demek, onlara yaşayışlarını yani gidişatlarını anlatmak demektir.

Demek ki isma’da ruhun idraki kastediliyor. Hidayette de idrak kastediliyor. İdrak kastedildiğine göre sen köre yol gösteremezsin demek olur.

“Adil Düzen”i kursanız dahi “Adil Düzen”i bir bina olarak gösteremezsiniz. Onu göz görmez, onu ancak basar idrak eder, sem’ idrak eder. Dolayısıyla ne yaparsan yap, onlar görmezler. Batılılar şehadet etse de onların kulakları tıkalıdır, gözleri kapalıdır.

وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ (43)

(Ve Lav KaNUv LAv YuBJıRUvNa)

“Ve bir de basar etmezlerse.”

“Ayn” gözün yuvarlağı içindeki merceğin olduğu yerdir. “Basar” ise kaşıyla, kirpikleriyle, kapakları ile oluşan takımdır. “Ayneyn” vardır da “basareyn” yoktur. Bunun anlamı birden görüştür. Üç boyutlu olarak görüş anlamına gelir. Sonra ruhun görüşü manasına gelmiştir. Görme olayını fiziki olarak bilmekteyiz. Bazı devreleri bilmesek bile devrelerin olduğunu biliriz. İşitme de böyledir. Ruhla irtibatı nasıldır?

Beyindeki bir hücre yoluyla mıdır, yoksa değişik yerlerle algılamak mıdır? Bu konuda bilgimiz yoktur. Ruhun varlığı, ruhun beyinle sağladığı irtibat bilinmektedir. Ancak bunun nasıl sağlandığı hususunda bugün yeterli bilgiye sahip değiliz.

İnsanların böyle farklı oluşunun hikmeti nedir?

Onları da var eden rab aynı rabdir. Bunların genel oluşta yerleri vardır. Nasıl top oynarken aralarında işbölümü yapılır, herkes kendi görevini yaparsa, uygarlığın oluşmasında da böyle bir durum vardır. Gerek canlıların gelişmesinde, gerek insanlığın uygarlaşmasında bunların görevleri vardır.

Bizim görevimiz “Adil Düzen”i insanlığa sunmaktır. Onların da görevi buna direnmektir. Bunlar sünnetullahtır. Onun içindir ki geçmişte neler olmuşsa bugün de o olmaktadır. Şimdilik Kâinatı niçin böyle yarattı deyip hikmetlerini araştırmak görevimiz değildir.

Önce yaratılış kanunlarını, sonra yaratılanları öğreneceğiz, sonra da bizim görevimizi belirleyip yapmaya başlayacağız. Allah niçin böyle yaptı, böyle değil de böyle yapsaydı daha iyi olurdu şeklindeki mütalaalara girişmekte bence bir mahzur yoktur. Sonunda biz ne kadar Allah’tan kendimizi daha akıllı zannetsek de uygulayacak olan O’dur. Biz sadece zihin jimnastiğini yapmış oluruz.

إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (44)

(EinNa elLAHa LAv YaJLıMu elNAvSa ŞaYEan Va LAvKınNa elNAvSa EaNFuSAHuM YaJLıMuvNa)

“Allah nâsa bir şey zulmetmez velâkin nâs kendi nefislerine zulmediyorlar.”

Allah nâsa zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyor.

Zulmün manasını kavramamız gerekmektedir.

İnsan sancılar içinde doğar, ağlamaya başlar, başlangıçta huzursuzluk içinde yetişir. Baliğ olduğunda cinsi arzular duyar. Tatmin olmaz. Hasta olur, yaşlanır ve ölür. Hayatı bir macera olarak anladığımızda bu zulüm değil midir? Her kişiye Allah bunu takdir etmemiş midir? Bununla beraber kimse ben öleyim demiyor, herkes yaşamak istiyor. Bunların hiçbirisi kendisine zulüm olarak kalmayacaktır. Âhirete vardığı zaman her şeyi içeren muhasebe defterleri ile kişiye zerre kadar haksızlık edilmeyecek, herkese hakkı verilecektir.

“Şey’en” asla manasına getirilmiştir. Yani yaptığı her amelde insana zulm edilmeyecektir, edilmemektedir. Kendileri kendilerine zulmediyorlar.

Akevler’i kurarken, “Adil Düzen”i ortaya koyarken bizim için, hepimiz için olsun dedik. Çıkar paralelliği içinde çözmeye çalıştık. Bize yapılan zulüm bizi yetiştirdi, makamımızın yükselmesine sebep oldu. Bize zulmedenler de cezalanacaklardır. Biz zulmedersek biz de cezalanacağız.

Yaptığımız işi iyi niyetle yaparsak, sonuç kötü olsa da biz cezalanmayacağız.

Tekrar Kur’an’a dönelim. Allah’ın Kur’an’da öğrettiklerini insanlar kabul etmiyorsa, kabul etmeyen mi yoksa onlara ihsan eden kimse mi zalimdir? Allah kendi düzeni içinde hidayette olanları başarıya ulaştırır, ona uymayanlar da cezalarını çekerler. Bugün yeryüzünde dilleri ile Kur’an’ın indirildiği ulus Araplardır. Bu da ancak o gün zulüm gibi nimetlere ulaşmış olduklarındandır.

Bugün zulüm görüyorlarsa, bu Allah’ın zulmü müdür?

Bugün Türkiye sıkıntılar içinde ise bunun sebebi kendi nefisleridir.

Osmanlı İmparatorluğu çökmüş ise sebebi kendileridir.

Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (1900-1961) anlatmaktadır. Tarih boyunca İslâm âleminde şeriat ve kanun savaşı vardır. Medrese âlimleri şeriatı savunmuşlardır. Hükümdarlar ise kanunu savunmuşlardır. Selçuklularda başlayan kanun sistemi Osmanlılarda “Mecelle” ile son bulmuştur. Cevdet Paşa İslâmiyet’e büyük hizmet etmiş kabul edilir. Oysa şeriat sistemi ile verilen savaşta şeriata karşı son kılıcı o vurmuştur.

Şeriat sistemi içtihad sistemidir.

Kanun sistemi ise dayatma sistemidir.

İnsanlığın bugünkü ıstırabı kanun sistemidir.

إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ

(EinNa elLAHa LAv YaJLıMu elNAvSa)

“Allah nâsa zulmetmez”

Burada “Lâ Yazlımu Ehadan” demeyip “el-Nâsa” demekle topluluk kastedilmiştir.

Kişiler bu dünyada çeşitli sıkıntılar çekeceklerdir. Âhirette hesapları yapılacak, kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir.

Dünyada durum öyle değildir. Allah nâsa zulmetmez. Belli kurallar koymuş, kurallara uyan topluluklar saadetlerini bulurlar.

شَيْئًا

(ŞaYEan)

“Bir şey”

Burada yine bir soru gelir: Haklı oldukları halde yenilen devletler yok mudur? Topluluklar zulme uğramıyorlar mı? Bu husustaki görüşümüz şuradan ileri gelir.

Biz Çeçenler tarafı olduğumuz için Ruslar zulüm yapıyor diyoruz. Oysa Rusya hükümeti Çeçenlere dedi ki; ben size bağımsızlık vereyim, Rusya’ya bağlı olarak kalın dedi. Hayır dediler, biz tam bağımsız olacağız, ayrı devlet olacağız dediler. Şimdi Ruslar onlarla savaşırsa zulmetmiş mi olur?

Bu sebepledir ki Allah “hakemlik sistemini” koymuş, aralarında çıkan nizaları “hakemlik” ile çözmeleri gerekir. Bu hususu Müslümanlar arasında yeniden ortaya koyan ve hatırlatan Akevler olmuştur ama kimse duymuyor!

وَلَكِنَّ النَّاسَ

(Va LAvKınNa elNAvSa)

“Velâkin nâs”

Burada “el-Nâs” izhar edilmiştir. Birincisindeki nâs bütün insanlardır, ikincisindeki nâs nefislerine zulmeden insanlardır. Aynı kimseler olmadığı için nâs kelimesi tekrar edilmiştir. Bir de “hum enfusehum” da fesahat yoktur.

أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (44)

(EaNFuSAHuM YaJLıMuvNa)

“Kendi nefislerine zulmettiler.”

Allah insanlara hiçbir zaman kendi aleyhlerine bir şey emretmemiştir, Allah’ın emirlerinin hepsi kendi lehlerinedir. Şeriata uymamakla kendileri kendilerine zulmediyorlar. Sigara içenler kendilerine zarar veriyorlar.

“Nefsine zulmeder” demiyor da “nefislerine zulmeder” denmektedir. Topluluk içinde fert fert suçlu olmayabilirler. Hattâ hiçbiri suçlu olmaz da topluluk suçlu olur. Topluluğun kendi kendisini ıslahı denemeleri istenen sonuçlar vermemiştir.

Oysa peygamberler öyle inkılâplar yaptılar ki insanlar binlerce senedir o inkılâpların arkasından gidiyorlar. Hiçbir peygamber kavminin dışındaki kimselerle uğraşmadı, hepsi kendi kavmini uyarmaya çalıştı. Biz önce kendimizi kurtarmalıyız. Kooperatif içinde toplanıp kendi hayatımızı yaşamaya başlamalıyız.

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1631 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1433 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2167 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1372 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1256 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1409 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1530 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2149 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1497 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1299 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1318 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1447 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1253 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1238 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1341 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1361 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1214 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1685 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1295 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1328 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1559 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1296 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1327 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2025 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1357 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1302 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1840 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1607 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1310 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1329 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1298 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1225 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1269 Okunma
34-109.AYET
1509 Okunma