Ey iman edenler…-2
Mekke’den yazmakta olduğum bu önemli konu yani “Ey iman edenler…” bahsine kaldığım yerden devam ediyorum…
Bir işlem yaparken şimdi nasıl notere gidip mukavele yapıyorsak, İslâm düzeninde de insanlar polise gidip onların huzurunda sözleşme yapıp onları şahit tutarlar. Bugün nasıl mahkemelerde noterin verdiği belgeyi ibraz ediyorsak, İslâm düzeninde polisi şahit olarak gösteririz. Hangi polisi? Bizim noter seçer gibi kendi seçtiğimiz polisi şahit gösteririz.
Bugün noter yazıları yazar ve kendisi saklar. İslâmiyet’te yani İslâm düzeninde bu mesele böyle değildir. Bugün olduğu gibi yazıyı yine kâtip yazar yani noter yazar. Kâtip azdığı belgeyi iki suret yapar, şahitlerden birine birini, diğerine de diğerini verir. Onlar bu verilen belgeleri saklarlar.
Şahitler hakemler tarafından çağırıldıklarında ellerindeki bu belgelere dayanarak şahitlik yaparlar. Şahitler yalnız bu belgelere dayanarak şahitlik yapmazlar; kendileri de ayrıca soruşturma yaparlar ve kendilerine göre dosya hazırlarlar, sonra gerektiğinde işte bu dosyaya göre şahitlik yaparlar. O halde bu âyette hakemlerin soruşturma yapmayacaklarını, hakemlerin şehadete göre hüküm vereceklerini öğrenmiş olacağız ve bu mekanizmayı kuracağız. Çünkü aramızda şehadet vardır.
Maide Sûresi’nin bu âyetinde ele aldığımız mesele “Ey iman edenler” diye başladığına göre soruşturma görevi kamuya aittir, dolayısıyla soruşturmacının yani şahidin yani polisin ücretini devlet verecektir. Vatandaş vergisini bunun için vermektedir. Bunun için vatandaştan ayrıca bir karşılık istenmez. Mekanizma işte bu şekilde kurulacak ve vatandaşın ihtiyacı bu şekilde karşılanacaktır.
Kur’an’da hükümler bir örnek üzerinde anlatılır, diğerlerini ona kıyas ederek biz ortaya çıkarırız. Şahitler hakkında Bakara Sûresi’nde sözleşme yapılırken bahsedilmişti, şimdi ise (Maide Sûresi’nde) vasiyet esnasında bahsedilmektedir.
Orada şahitleri bulundurmak tarafların yetkisindeydi.
Burada acil durumlardan ve şahitlerin denetiminden bahsetmektedir.
***
Kur’an’ın âyetleri okunup hükümler çıkarılmalıdır...
Bu çalışmalardan sonra o çağın ihtiyacı olan fıkıh tedvin edilmelidir...
Biz şimdiye kadar bu imkâna tam sahip olamadık, yapılması gerekeni yapamadık...
Neden olamadık, neden yapamadık?
Yapamadık çünkü bunu bir kişi yapamaz...
Bu köşede nasıl olacağını daha önce yazdığım yüz dairelik bir “fıkıh çalışanları apartmanı” yapmalıyız. Yüz aile orada yerleşmelidir. Ailenin diğer fertleri oranın işyerlerinde çalışmalıdır. Yüz ailedeki yüz âlim de fıkıh üzerinde çalışmalıdır. Âlimlere müellefe-i kulub faslından maaş bağlanmalıdır...
Bu âlimler bütün Kur’an ilimlerini ihtiva eden “Ruhu’l-Kur’an” çalışmamızdan yararlanarak ilimleri öğreneceklerdir. Ondan sonra da fıkhın konularını bölüşüp her âlim bir fasıl üzerinde çalışıp içtihat yapmalıdır. Böylece bir mezhep oluşturulmalıdır. Ortalama olarak böyle on mezhep olacaktır. Diğer apartmanlar bu mezheplere göre örgütlenmelidir...
Bu âyetler üzerinde durup tezekkür etmeden “Adil (Ekonomik) Düzen”i getirmek veya getirmeye çalışmak bugünkü yarım kalan durum olur.
Sokrat Ekolü (Felsefe Ekolü) gibi Ebu Hanife Ekolü (Fıkıh Ekolü) gibi bir ekolün kurulması için dua ediyoruz... (Bu satırları Mekke-i Mükerreme’de yayına hazırlıyorken Üstadımın bu duasına bu mübarek topraklardan katılıyor, burada kabul olunan dualara dâhil olmasını niyaz ediyor ve derinden “ÂMİN” diyorum... RNE)
Bunun nasıl olacağı hususu yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Yüz dairelik proje temenniden fiiliyata bu şekilde geçirilmiş olacaktır.
İnşaallah…