KUR'AN'I KERİM MUCİZELERİ
Süleyman Karagülle
1871 Okunma
İ'CAZ MUCİZESİ

 

    الاعجاز

 

Kur’an Benzerini İstemektedir

Kur’an nâzil olduğunda insanlığın o zamana kadar ulaştığı seviyeyi kökünden değiştirmiştir. Önce Arabistan Yarımadası’nda yaşayanlar henüz devlet aşamasına gelmemişti. Kur’an onları uygarlaştırıp devlet aşamasına getirdi. Sonra Türklerin devletleri vardı ama bu devletler yağmacılık esasına dayanarak kurulmuştu. Kur’an Türkleri uygarlığı dünyaya götüren bir topluluk hâline getirdi, devletleri artık ‘şer’ değil ‘hayır’ olmaya başladı. Moğollar bir ara dünyayı işgal ettiler ama sonra Müslüman oldular.

Kur’an dünyaya müsbet ilim anlayışını getirdi.

Kur’an bunları yaparken arkasında kendisinden başka bir gücü yoktu, mucize/ler gösteren bir peygamber bile yoktu.

Kur’an bir uygarlığın geleceğini çok açık bir şekilde defalarca izah etmiştir.

Kur’an’ın İlâhi söz olduğunu, benzeri olmadığını, dünya bir araya gelse benzerini getiremeyeceğini meydan okuyarak iddia etti. O tarihten beri başta Araplar olmak üzere her toplulukta Kur’an’a karşı şiddetli adavet mevcuttur. Kur’an b düşmanlıklara karşı tarih boyunca hep meydan okumuş, ‘buyurun benzerini getirin’ demiştir. Ama hiçbir zaman biri çıkıp da ‘işte ben de Kur’an’ın benzerini getirdim, işte bu ondan üstün bir kitaptır, hattâ onun kadar bir kitaptır’ diyememiştir.

Dünyada Marksistler Marks’ın Kapital’ini baş kitap kabul ettiler ama hiçbir zaman ‘Kapital Kur’an gibi bir kitaptır, işte şu sebeple onun yaptığını yapma gücüne sahiptir’ demediler, diyemediler. Silahlarla, işkencelerle, KGB ile sistemlerini yaşatmak istediler ama yetmiş sene sonra çekilip gittiler. Marks’ın Kapital’ini artık Marksistler bile okumuyor.

Kur’an bugün yeryüzünde milyarlara varan miktarlarda basılıyor. Her dile harıl harıl tercümeleri yapılıyor. Milyarlarca kişi onun emirlerini yerine getirmek için her gün ibadet yapıyor. Marks’ın kitabı kaç tane basılıyor, hangi dillere tercüme edildi, kim okuyor?

Kur’an’a karşı olan bazı Kemalistlere gelelim. Kemalistlerin kaçı Büyük Nutku okumuştur, kaçının evinde vardır, Büyük Nutuk için kaç tane tefsir yapılmıştır?

Tarih boyunca pek çok kitap yazılmıştır. Bir ilmî heyet kuralım da incelesinler, bir kitap ortaya koysunlar, biri çıkıp da desin ki ‘Kur’an kadar etkin bir kitap şudur.’

Bir Amerikalı profesör yazdığı kitapta dünya tarihindeki yüz etkin kişiyi saymış, Hazreti Muhammed aleyhisselâmı listenin başına almış, sonra Newton’u, sonra Hazreti İsa’yı koymuştur. Marks çok sonralarda yer almış, Mustafa Kemal hiç yer almamıştır. Bu yazara Muhammed’i başa koymasının sebebini sorduklarında; ‘O Kur’an’ın yazarıdır’ demiş.

Eğer bir kimse çıksa da dünyada en etkin kitap hangisidir diye araştırsa, tereddüt etmeden Kur’an’ı başa getirecektir. Kur’an çok açık olarak diyor ki; bu kitap gibi bir kitabı getirin, o zaman sizin Allah’a inanmanız gerekmez. Ama getiremezsiniz, getiremeyeceksiniz. O zaman yakıtı taş ve insan olan ateşten korkun diyor. Başka bir yerinde de “Bunlardan (Tevrat ve Kur’an’dan) daha doğru yol gösteren kitabı getirin, ben ona uyayım de.” diyor.

Kur’an okumayı yasaklayarak, İmam Hatip Okulları’nı kapatarak, İlâhiyat Fakültelerini etkisiz hâle getirerek Kur’an’ı yenmeye çalışıyorlar.

Oysa onların yapacakları iş nedir?

Kur’an’dan daha etkili bir kitap yazsınlar. Lâik okulları var, onları açsınlar halk onlara gitsin. Silah zoru ve kaba kuvvet ile değil de, minderde Kur’an’ı yensinler. Medreseler kapatılmadan, tarikatlar kapatılmadan halkevlerini kursalardı ya. Köy Enstitüleri’ni İmam Hatip Okulları ile yarıştırsalardı ya. Hayır, onlar bütün maddî güçlerini kullanarak saldırdılar, ama sonuç yine onların mağlubiyetiyle bitti.

Kanunlar yapıyorlar, uygulanmıyor; yarım asır sonra değiştiriyorlar, o da uygulanmıyor. Oysa Kur’an’a dayalı Fıkıh bin sene önceki hâliyle duruyor, günümüz Türkiye’sinde bile Medeni Kanun’dan daha etkili olarak varlığını sürdürüyor. Herkes zekât vermeye çalışıyor, herkes kurban kesiyor. Ama KDV kaçırma yarışında müttefiktirler. Devlet kurban derilerine göz dikmiş.

Kur’an eşsizliğini iddia etmişti. Ama ne Marks ne de Mustafa Kemal böyle bir iddiada bulunmadılar. Biri unutulup gitti, diğeri de tanrılaştırıldı. Ona ibadet ettirilmek isteniyor. Oysa Hazreti Muhammed’in böyle bir iddiası olmamış, Hazreti İsa’nın da olmamıştır.

Kur’an’ın ne özelliği vardır ki onun benzeri getirilemiyor?

Bu bölümde işte o özelliklere temas edeceğiz.

 

1. Arapçaya Benzer Diller Yoktur

Şimdiki Arapça da o Arapçadan farklıdır

Tarihte ilk uygarlık Sümerler arasında Irak’ta doğdu. İkinci uygarlık bundan beş yüz yıl sonra Mısır’da doğdu. Arabistan, medeniyet havzası olan işte bu iki uygarlık arasında köprü konumunda olan bir bölgedir. Uzun çöl yolculukları ile aşılarak iki uygarlık bölgesi arasında ticaret yapılabiliyordu. Bu uzun yolculuklara çöl Araplarından başkaları dayanamazdı. Bu iki uygarlık birbirleriyle çöl Arapları aracılığı ile ilişki kuruyorlardı.

Bunun çok büyük önemi vardı. Arap tüccarlar Mısır ile Irak arasında ticaret yaparken o uygarlıkları tamamen öğrenmişlerdi, oralardaki kavramları ayrı dillerde biliyorlardı. Bu kavramlara Arapça karşılık aradılar, böylece Arapça gelişmeye başladı. Buna mecbur idiler.

Radyoyu Avrupa’dan Türkiye’ye getirirseniz kelimesini alırsınız, o kelime dilinize girer ve dilinizi bozar. Ama eğer radyo gelmeden radyo kavramını getirirseniz, o zaman kendi dilinizde ona bir kavram geliştirmek zorunda kalırsınız. Böylece kavramlar dilinizde gelişir, diliniz bozulmaz. İşte, Arap tüccarlar kendi halklarına uygarlık kavramlarını anlatabilmek için Arapça karşılığını bulmak zorunda idiler. Arapça böylece bozulmadan gelişti ve uygarlık dili oldu. Halk uygarlaşmadan dilleri uygarlaştı.

Çöl bedevileri gezgin halktı. Birbirleriyle karşılaştıkları zaman selamlaşır, oturup karşılıklı sohbet ederlerdi. Böylece Arapça tek ulusal dil olmuştu. Irak/Mezopotamya ve Mısır arasındaki kervan yolları böyle sohbet merkezleri olmuştu. Halk bu merkezlere gelir, satabileceği malları satar, alabileceklerini alırdı. Mekke işte böyle kervan yolları üzerinde oluşmuş olan bir ticaret merkezi idi.

Hazreti İbrahim Hazreti İsmail’i Mekke’ye getirip yerleştirdiği zaman, Allah’ın bu iradesini yerine getirmişti. Yani bu yer Mısır ile Mezopotamya/Irak arasında konaklama yeri idi. Mekke kervanların konaklandıkları yer olmuştu. Kur’an’ın inzal edilmesi için gerekli dilin ortaya çıkması için seçilmiş bölge idi.

Mekke’nin başka bir özelliği daha vardır. Mekke karaların ağırlık merkezindedir. Yani Mekke’nin kuzeyinde ne kadar kara varsa, Mekke’nin güneyinde de o kadar kara vardır; doğusunda ne kadar kara varsa, batısında da o kadar kara vardır. Mekke karaların merkezindedir. Arabistan da o zaman henüz devlet aşamasına ulaşmamış çöllerden oluşan büyük bir yarımadadır.

Nasıl bir insanın DNA’ları var, yabancı bir madde vücuda girdiği zaman vücut onu dışarı atmaya çalışır da atamaz, kendisi hasta olursa, dil de böyledir. Dilin kendi DNA’ları vardır. Yabancı kelime veya kural geldiği zaman o dili bozar. Kelimeler birbirine yabancılaşır. Oysa dil eğer kendi içerisinde gelişirse, birbirine uyumlu bir şekilde varlığını korur. Kelimelerin çıkışları ile son kullanışları arasında ilişkiler sürer. Bu sayede Kur’an’ı etimolojisi ile yorumlayabiliriz. Dünyada hiçbir dil bu imkana sahip değildir. Kur’an dilini bulamayınca Kur’an’a benzer kitap da yazamazsınız.

Buna karşı şu söylenebilir: Kur’an dili Arapçadır, Arapça da hâlen konuşulmaktadır. O halde Arapça ile Kur’an’ı yazabiliriz diyebilirsiniz. Bunu yapamazsınız, çünkü İslâmiyet’in gelişi ve dünyaya yayılmasıyla o Arapça bozulmuştur. Bugünkü Arapça Türkçeden farksızdır. Bu sebepledir ki Arap gramercileri Hadisleri dil için örnek olarak göstermezler. Kur’an’a ve Kur’an’dan önceki Arapçaya, o zamanın halk Arapçasına ve cahiliye şiirlerine dayanarak Kur’an dilinin gramerini oluşturdular.

“Hadid” kelimesinin tahlilinden öğreniyoruz ki, Kur’an Arapça yazılmadı, Arapça Kur’an’a göre oluşturuldu. Biz Kur’an’ı böyle anlıyor ve ona göre yorumlar yapıyoruz. Arapçanın özelliklerini Kur’an’ın hükümleri olarak anlıyoruz. Mesela Arapçada cemi kıllet var, cemi kesret var. Kıllet en az üç ile on arasındadır. Kesret ise on ile daha çok arasındadır.

Biz Arapçanın bu kuralını esas alarak doğal aileyi en az üç ve en çok on kişiden oluşmuş kabul ettik. Buna göre yani Arapça kelimelere dayanarak aşiretin, karyenin, kabilenin, beldenin, şa’bin, medinenin, kavmin ve mısrın nüfuslarını belirledik; şundan az olamaz, bundan çok olamaz dedik. Türkçede veya başka bir dilde olsaydı böyle bir istidlâl yapamazdık.

Kur’an baştan sonuna kadar böyle yorumlandığı halde çelişki ortaya çıkmaz, mükemmel sosyal yapı çıkar. Bu da ancak Kur’an’ın mucizesi ile izah edilebilir.

 

2. Kur’an Tercüme Edilemez

Her dilin kendi yapısı vardır. Kelimeler birbirine yakındır ama aynı değildir. Mesela “burun” kelimesi Türkçede denizdeki çıkıntı anlamındadır. Arapçadaki “enf” ise yüzdeki burun anlamının dışında, biraz önce anlamına gelir. “Anifen” kelimesi Türkçede bile kullanılır. Dolayısıyla Kur’an’da geçen burun kelimesi ile Türkçede geçen burun kelimesi farklıdır. Türkçedeki “gelecek” kelimesi ile Arapçadaki “gelecek” kelimesi de farklıdır. Bazı dillerde erillik dişillik vardır, bazı dillerde yoktur. Bazı dillerde artikel vardır, bazı dillerde yoktur. Dolayısıyla hiçbir dil başka dile tercüme edilemez. Kur’an da tercüme edilemez. Ancak Kur’an’ın dışındaki kitaplar tercüme ediliyor, onlar kadar etkili oluyor, hattâ onlardan daha da güzelleri oluşuyor.

Kur’an neden tercüme edilemez?

Bunu tam anlamamız için söylenen cümlenin derece derece mânâsı vardır diyoruz. İbari mânâsı söyleyenin o anda istediği şeyleri ifade eder. Birisine ‘siz Ankara’dan ne zaman geldiniz?’ derseniz; karşı tarafta olan da ‘dün geldim’ derse; burada ibari mânâsı dün geldiğidir. Ankara’dan geldiğini soran zaten biliyordu. Onu anlatmak için bu cümleyi söylemiştir. Ama onu duyan onun Ankara’dan geldiğini de öğrenmiş olur. Buna iş’arî mânâ denir. Yani söyleyen onu anlatmak için söylememiştir ama ondan o mânâ çıkmıştır. Buradan şunu da öğreniyoruz ki, dünden evvel o kişi Ankara’da imiş, burada değilmiş. Şimdi de burada imiş. Buna delâlet mânâsı diyoruz. Dil bunu ifade etmez ama kuru mantık bu sonuçlara varabilir. Dördüncü bir mânâ daha vardır. O da Ankara uzak olduğuna göre dün araca binmiş olması da anlaşılır. Bu da iktizaî mânâdır.

İşte, ibari mânâlar çoğu zaman iş’arî mânâlara tercüme edilebilir. Diğer mânâlar ise tercüme edilemez. Bir dilde bile başka kelimelerle o ifade edilemez. Kur’an’ın dışındaki yazılar ibari mânâları ile anlaşılır. Zaten yazar onu kastetmiştir. Oysa Kur’an her dört delâleti ile delâlet edecek şekilde yazılmıştır.

İlim kitapları ve hukuk kitapları da böyle yazılmaya çalışılır. Bir kişi değil ama bir çağın âlimleri ve hukukçuları böyle dili oluştururlar. Ama o dil halk dili olmaktan çıkar ve o yalnız o ilmin ıstılah dili olur. Kur’an’ın özelliği, halk dili olmaktan zerre kadar bir şey yitirmeden, hukuk dili ve ilim dili olmasıdır.

İşte, Kur’an aynı zamanda hukuk ve ilim dili olduğu için başka dillere tercüme edilemez. Kimse tercümeye Kur’an’ın taşıdığı iş’arî, delâlî ve iktizaî mânâyı başka dillere aktaramaz. Zaten böyle bir tercüme yapmak demek, Kur’an’ı yeniden yazmak demektir. Gücü yeten Kur’an’ı iş’arî ve iktizaî mânâları ile tercüme etsin.

Bir örnek verelim.

Kur’an’da abdest alınırken “yüzlerinizi yıkayın, kollarınızı yıkayın, başınızı meshedin, ayaklarınızı da” diyor. Şimdi burada iş’arî mânâsı açıktır. Dört uzuv yıkanacaktır. Ama şu sorular soruluyor. Bu sırayı takip etmek gerekir mi? Hayır, çünkü takip etmesi gerekseydi “Ve” bağlacı yerine “Fe” bağlacı kullanılırdı. Çünkü Arapçada böyle harf vardır. Oysa başka dillerde yoktur. Yıkanmalar arasında zaman geçebilir mi? Evet, çünkü “Fe” harfinde ardından yapma var; oysa burada “Fe” değil de “Ve” kullanılmıştır.

“Allah gafurdur, rahimdir” derseniz, gafur ve rahimi marife olarak kullanırsanız, gafur ve rahim olan yalnız Allah’tır anlamı çıkar. Ama “gafurun rahimun” denince Allah’tan başkası da gafur ve rahimdir demektir. Biz bunu yorumlarken, devletten Allah’ın halifesi olarak gafur ve rahim anlamı çıkar, bundan da devletin af yetkisi olduğu istidlâl edilebilir dedik.

Kur’an’ın tercümesi çekilen fotoğrafa benzer, insanın o anki o duruşunu yansıtır, sadece görünüşünü gösterir. Oysa insan canlıdır, her an değişmektedir. Derinlemesine girdikçe Kur’an’ın mânâları daha çok anlaşılır olur. Tercüme bir ânı yansıtmaktadır. Kur’an ise bir canlı gibi tek harften oluşumu başlatmıştır. İç organları olan, hücreleri olan, kromozomları ile DNA’ları olan bir varlıktır. Bir kurt heykeli ile gerçek kurt arasında ne kadar fark varsa, bir tercüme ile Kur’an arasında da o kadar fark vardır. Az Arapça bilenler bile bunun hemen farkında olurlar.

 

3. Kur’an Dilinin Grameri

Bir dilin yabancı dillerin etkisinde olmaması için kendi kurallarını kendisi geliştirmelidir. Kendisi uygarlaştıkça dili de gelişmelidir. Bu ancak dış tesirler altında olmadan gelişen uygarlıklar için mümkündür. Uygarlık dış tesirlerle gelişmiş ise onların dillerinden de etkilenir. Kelimeler alır, kurallar alır.

Örnek olarak Türkçeyi ele alalım. Türkçe kurallı dildir. Önce kökler tek hecelidir. Kökler arasında ilişkiler vardır. Çakmak, çıkmak, gelmek, gitmek gibi birçok kök akrabadır. Ne var ki kurallar çoktur. Dolayısıyla kuralsızlık hakimdir. Birçok yabancı kelime girmiştir. Bugün konuşulan Türkçeler ayrı diller olmuşlardır. Anadolu Türkçesine pek çok Arapça ve Farsça kelimeler girmiştir. İki asırdır da Batı dillerinden kelimeler girmektedir.

Zamanla dil kendi kurallarını kaybetmekte, dil kurallar dili olmaktan ziyade kelime dili olmaktadır. Böylece siz veciz olarak kısa bir şekilde o dilde ifadeler elde edemezsiniz. Oysa, eğer dil kuralları içinde gelişmişse, ifade kuralları sayesinde yeni kökler yerine az sayıda kök ve kurallarla pek çok kelime üretirsiniz, pek çok mânâları kısaca ifade edebilirsiniz. Bu yalnız Arapçaya mahsus bir özelliktir.

Arapçada on kadar atıf harfi olup bunların her birinin kendine özgü anlamları vardır. Türkçede ise kendine özgü atıf harfleri vardır. Bunlar değişik şekillerde ortaya çıkar. Yabancı dillerden aktarmalar yapılmıştır. Artık onların arasındaki fark ya bilinmemektedir, ya da bilinse bile onu kullananlar o mânâları kastederek konuşmamaktadırlar.

Arapçada kurallar net ve sadedir. “Fe” takip içindir. “Ve” mutlak cem içindir. Böylece hukuk ve ilim dilinde kullanılacak ve bu kadar kısa ifadelerle çok şey ifade etme kabiliyeti olan başka bir dil mevcut değildir. Olsa bile grameri yazılmamıştır.

Diller canlıdır. Değişmeler olunca diller de değişir. Osmanlıların da hükümeti vardı. Cumhuriyet döneminin de hükümeti vardır. Osmanlılarda hükümeti padişah oluşturuyordu, şimdi meclis oluşturuyor. O halde anlamları farklıdır. Aynı kelimeyi kullansanız bile mânâları farklı olmaktadır. Kaldı ki Osmanlılarda Arapça “nâzır” deniyordu, şimdi ise “bakan” deniyor. Osmanlılar en büyük baş anlamında “sadrazam” diyorlardı, şimdi “başbakan” diyoruz.

İşte, bir eserin tam olarak anlaşılması için o eserin yazıldığı zamanın dilini bilmek, gramerini bilmek gerekir. Bugün Tevrat’ın aslını bulsak bile o Kur’an’la yarışamaz, çünkü Kur’an’ın grameri var, Tevrat’ın o günkü dilinin grameri yoktur. Çok yakın zamanda yazılmış Almanca ile bugünkü Almanca farklıdır. Mustafa Kemal’in Nutku Türkçeye çevrilmekte ve tahrif edilmektedir. Nutku tam anlayabilmemiz için o günkü dili bilmemiz gerekir.

Uygar toplulukta yazılan eserler seçkinlerin dili ile yani okumuşların dili ile yazılmaktadır. O günkü dilin gramerini bilmek kolay değildir. Dil değişmiştir. Halk da o dili konuşmamaktadır. Oysa Kur’an dili tamamen farklıdır.

a) Önce Arapların yazılı 600 mısraa varan şiirleri vardı, başka herhangi yazılı metinleri veya kitapları yoktu. Bu şiirler de halk için yazılıyor ve onlar okuyordu. Hazreti Muhammed bunları ezbere yapılan okumalardan duymuştu. Aklında bir şiir de ezberlemiş değildi.

b) Kur’an halka on sene içinde yayıldı, Kur’an kentlerde on sene içinde benimsendi. Çölde ise henüz uygarlıkla ilgili değişmeler olmamıştı. Badiyedekiler İslâmiyet’ten sonra bir iki asır aynı dili konuştular. Gramerciler badiyedeki cahiliye dönemi Arapçasını konuşanları esas aldılar.

c) İslâm gramercileri Arapçanın değil, Kur’an’ın gramerini yazmayı kendilerine görev bildiler, Kur’an Arapçasının kurallarını tespit ettiler. Onu doğru Arapça, fasih Arapça kabul ettiler, onun dışında yazılmış eserleri ise bozuk Arapça kabul ettiler.

d) Gramerciler Kur’an Arapçasının gramerini oluştururken onun getirdiği uygarlığı ifade edip etmediğine bakmadılar. Ama fıkıhçılar sonunda Kur’an’ı yeniden o gramer kurallarına göre yorumladılar ve gördüler ki gramercilerin tesbit ettiği kurallara göre Kur’an yorumlandığı zaman Hazreti Peygamberin öğrettiği İslâmiyet ortaya çıkıyor.

İşte Kur’an’a eş bir kitap oluşturmak için o kitabın kaleme alındığı dilin gramerini sonradan yazmak gerekir. Bu da mümkün değildir, çünkü yazanlar halk diliyle yazamazlar, böylece o eserin tam gramerini koymak mümkün değildir.

 

4. Kur’an ve Usulü Fıkıh

 Kur’an 600 sahifelik bir kitaptır. Bugünkü İslâm uygarlığı ve Batı uygarlığı onun üzerine bina edilmiş bulunmaktadır. Bu nasıl olmuştu?

Kur’an Mekke’de nâzil olunca uygulanamadı, ona sadece inanıldı. Uygulamaya Medine’de başlandı. Halk Kur’an’ı değil, Hazreti Muhammed’in dediklerini uyguluyordu. Çünkü hem henüz Kur’an tamamlanmamıştı, hem de Kur’an’ı yorumlama ilmi doğmamıştı.

Hazreti Peygamber vefat edince onun yerine halife seçtiler. İlk dört halife zamanında Kur’an istişare ile yorumlandı, vahyin yerini istişare aldı. Kur’an istişare ile uygulandı ve İslâmiyet ilk bir asırda süper güç hâline geldi.

Hilafet saltanata dönüşünce halk kendine fakih aradı, böylece tamamen bağımsız fakihler ortaya çıktı. Bunlar Kur’an’ı yorumlayarak fıkhı oluşturdular. Sonra fıkha dayanarak tümevarım yoluyla usulü geliştirdiler. Daha sonra usule dayanarak Kur’an Arapçasının gramerini yazdılar.

Tümevarım yoluyla buldukları usul şu idi: Herhangi bir metin, mesela bir sözleşme, bir kanun metni yazılmadan evvel taraflar söyler ve kaleme alınır. Anlaşma olduktan sonra artık metin tarafları bağlar, yazılmış olduğu şekliyle artık tarafların kastetmediği hükümleri de içerir. Tarafların zıt olarak anladıkları mânâlar da vardır. İşte bu metnin objektif kurallarla yorumlanması gerekmektedir.

Bir örnek verelim: Bir şeyin ortak olduğu ifade ediliyor, yalnız ortaklık payları belirtilmiyorsa, o şey onlar kaç kişi iseler eşit olarak bölüştürülür. Bu kaide, belirsizler belirli olanlara irca edilir kaidesidir. Halk bunu bilmeyebilir, ama fıkıhçılar böyle ifade ettiler ve böyle uyguladılar. İşte Kur’an Arapçası örnek alınarak bir metnin gramer ve gramerin dışındaki kurallarla yorumlanması ilmi bu şekilde doğdu. Buna “Usulü Fıkıh” denir.

Usulü Fıkıh oluştuktan sonra gramer yazıldı. Bugün elimizde bulunan Kur’an’ın gramerini bildiğimiz gibi, bin yıldan beri uygulanan yorumlama kaideleri de bellidir. O kaidelere göre bugün de yorumlama durumundayız.

Usul ile füru arasında şöyle farklar vardır:  

a) Usul aklîdir, füru naklîdir. Yani Kur’an’a ve sünnete dayanır. Ama ondan çıkarılacak mânâlar keyfî olmamalıdır. Usule göre makul sonuç yine usule göre çıkarılmalıdır. Marksizm veya kapitalizm kendi 600 sahifelik kitabını yazar, sonra şimdiye kadar yapılan uygulamalarla tüme varır ve sonra o kitaba göre bin sene uygulama yapılır. Uygulamalar Adam Smith’in eserlerine ve Marks’ın Kapital’ine dayanmalıdır. İşte o zaman o kitap Kur’an’a denk kitap olur. III. bin yıl uygarlığı II. bin yıl uygarlığından daha başarılı olur.

b) Usul def’idir, füru da’vidir. yani usulü kendin koyarsın. Karşı taraf itiraz eder ve ispatlarsa itirazı geçerlidir. Sen ispatla mükellef değilsin. Ama füruda asıllara dayanarak kurallar içinde iddianı ispatla yükümlüsün.

c) Usul değişmezdir, yani bin sene evvel ne idiyse bugün de odur. Usulde de ihtilaflar vardır ama bu zaman veya mekandan ileri gelen ihtilaflar değildir. Tercihler veya hatalardan doğan ihtilaflardır.

d) Usulde istihsan vardır, yani illeti bilinen bir hükmün aslı yani örneği aranır.

İşte, Kur’an dilinin grameri en açık bir şekilde günümüze kadar ulaşmıştır ve hâlen mevcuttur. Bunun dışında, bir metnin yorumlanması demek olan fıkıh usulü da yüksek matematik seviyesinde geliştirilmiştir. Onunla yorumlanmaktadır.

Kur’an’ın benzerini getirebilmek için o metni yorumlayan fıkıh usulünü de getirmek gerekir. Bugünkü Batı uygarlığının böyle bir ilimden haberi bile yoktur. Batı’da bunu anlayacak seviyede sosyal ilimler de gelişmemiştir.

 

5. Her Yaşa Hitap

 Bugün ders kitapları yazılmaktadır. Genel olarak 10 yaşına kadar çocukların anlayacağı temel eğitimin kitapları vardır. Sonra 15 yaşına kadar çocukların anlayacağı kitaplar vardır. Bunlara “ilkokul kitapları” denmektedir. Sonra 20 yaşına kadar insanların anlayacağı kitaplar vardır. Bunlara “ortaöğretim kitapları” denmektedir. Sonra 25 yaşına kadar olanların anlayabileceği kitaplar vardır. Artık bundan sonra insanlar rüşde ermiştir ve o yaştaki insanlara hitap eden kitaplar mevcuttur.

Şu sorulabilir: Acaba Kur’an hangi yaştaki insanlara hitap eder?

Kur’an beşikteki çocuklara hitap eder. Kur’an’ın kendine has müziği vardır. Bu müzik insan fıtratına uygundur. Müzik insan bedenindeki hücre protoplazmasındaki devri düzenler. Titreşim düzgün hareketi sağlar. Sinir hücrelerindeki kanallara etki eder. Açılıp kapanan devrelerde takıntı varsa düzeltir. Bunu yapan en iyi müzik insan sesi ve uygun müziktir. İşte Kur’an bu müziğin en üstününü taşır, yaşlılara da çocuklara da hitap eder.

Kur’an yedi yaşındaki çocuklara da hitap eder, bu yaştaki çocuklar Kur’an’ı en kolay bir şekilde ezberlerler. Kur’an dünyada en çok ezberlenen ve en kolay ezberlenen kitaptır. Kur’an konuşma dili ile halka hitap eder. Ne var ki yaşlanıp tecrübeler edindiğimizde Kur’an’ı daha iyi anlamaya başlarız.

Her yaşın anlayışı neden farklıdır?

Birincisi, insan beyni küçüklüğünde öğrenme dönemlerindedir, dili öğrenmektedir, topluluk içinde yaşamayı öğrenmektedir. Daha sonra insan yaşadıkça karşılaştığı olaylardan hep ders almakta, her olay beynine yerleşmekte ve yaşlandıkça hayat tecrübesi kazanmaktadır. Bu tecrübeler ona olayları yeniden tahlil etme imkanını vermektedir.

İşte, Kur’an öyle bir kitaptır ki, baştan küçükken veya gençken onu okurken sıkıcı olmadan her şeyi anladığını sanırsın. Kur’an benim beynimdeki bilgilerden oluşur sanırsın. Ne var ki yaş ilerleyip de zihnin açıldıkça ve yeni olaylarla tecrübe kazandıkça, Kur’an’da yeni şeyler okur, yeni şeyler anlar ve farklı şeyler görmeye başlarsın. Bu durum ölüme kadar böyle devam eder. Başka bir kitapta bu özelliği bulamazsınız.

Burada şunu da belirtmemiz gerekir. İnsan hangi şart ve topluluklarda yetişirse o şart ve topluluklarla ilgili kültürü almakta, o şartlar içinde bilgi ve tecrübe kazanmaktadır. Köyde büyüyen insan şehre geliyor ve orada senelerce yaşıyor, ancak köydeki alışkanlıkları ve anlayışları bırakmamıştır. Şehirli ise köye gidip yaşayamamaktadır bile. Şehirdeki hayat onu köydeki sıkıntılara katlanamaz hâle getirmiştir.

Köy-kent ayırımı dışında, topluluklar da farklıdır. Aynı dili konuşan küçük belde halkının anlayışı değişiktir. Bu beldedeki anlayış diğer beldeye uymaz. Karadenizli başkadır, Güneydoğu Anadolulu başkadır. Fransızlar başkadır, Hindular başkadır. Her topluluğun kendilerine göre oluşmuş bilgi ve beceri kültürü vardır. Yazılan kitaplar bunlardan bir gruba hitap eder. Ya köylülere ya kentlilere, ya Fransızlara ya Malezyalılara. Dolayısıyla her yaşa dediğimiz zaman aynı zamanda her kültüre anlamına da gelmektedir. Çünkü yaşla tecrübe elde ediyoruz, o tecrübe de değişik şartlarda değişiktir. Kur’an bunların hepsine hitap eder. Her yaştaki insan kendi düşüncesine göre Kur’an’ı anlar ve ondan eşit şekilde yararlanır.

Kur’an’la ilgilenen, onu sevip okuyan ile merakından okuyan insanlar arasında bir dağılım yapsak, acaba hangi yaştaki insanlar onu daha çok okumaktadır desek, bunun eşit olarak dağıldığını göreceksiniz. Sizin Kur’an’la tanışmanız ve ona ilgi duymanız geç yaşlarda olabilir. Ama eğer herhangi bir yaşınızda Kur’an’la tanışmış iseniz, artık o sizinle daima aynı uzaklıktadır. Yaşlandıkça ben şu zamanda Kur’an’la ilgilenmeye başladım, şu yaşlarımda ilgim arttı, sonra azaldı veya bir daha arttı diyemezsiniz.

Mesela, ben Kur’an’la okuma bakımından çok küçükken tanıştım. Kur’an okumayı öğrenmeye ne zaman başladığımı hatırlamıyorum. Ama ben Kur’an’ın mânâsıyla lise öğrencisi iken Ömer Rıza Doğrul’un “Tanrı Buyruğu” kitabı ile tanıştım. O yaşlarımdan beri fırsat ele geçtikçe ve imkan buldukça Kur’an’la meşgulüm. Diğer işlerden ayırdığım zamanı daima Kur’an’a veririm. Diğer ilimleri de Kur’an’ı anlamak için öğrenmeye çalışırım.

Bu özellik Kur’an dışındaki başka bir kitapta bulunmaz.

 

6. Her İlme Hitap

İnsanlarda hayvanların aksine kalıcı hafıza vardır. İnsan beyni edindiği kavramlara bir ad takar ve onu hafızasına alır. Bunun yanında bir de şeklini veya resmini çizerek yerleştirir. Kavramları cümleleştirerek bir bir düşünme mekanizmasını geliştirir. Bunun önemi şuradadır. Kendi bilgisini başka kimseye aktarır, o da saklar. Böylece bilgiler nesilden nesile intikal eder. Kişi edindiği bilgileri cümleleştirir. Duyduklarını birleştirerek başkalarına aktarır. Yazının icadıyla bu bilgi aktarılması nesilden nesile intikal etmektedir. Böylece ataların elde ettikleri bilgiler yeni nesillere ulaşmaktadır.

Uygarlık, birbirine benzeyen ama aralarında ilişki olmayan oluştan, birbirine benzemeyen ama aralarında ilişki olan duruma geçmedir.

İlimde de böyle özellikler vardır. Herkesin aynı şeyi bilmesinden çok herkesin farklı şeyler bilmesi ve bu farklı şeylerin birbiriyle birleşerek ortak bilginin doğmasıdır. Örnek olarak herkes demirci, herkes marangoz, herkes duvarcı olursa, o zaman herkes kendi işini kendisi yapar ve ilkel dönemde kalırız. Ama aramızdaki bilgileri paylaşır, herkes kendi ihtisas işlerini yaparsa, eğer bu çalışmalar bir plan ve proje içinde olursa; apartmanlar meydana gelir, füzeler yapılır ve insanlar aya gider ve uzayın derinliklerine dalar.

Burada önemli olan husus iki tanedir. Herkesin ayrı ayrı şeyleri iyi bilmesi ama bunların birbirlerini tamamlayacak şekilde uyumlu olmasıdır.

İşte bu işbölümü sonucu ilimler ve anlayışlar da ihtisas kazanmaya başlamıştır. Bir hukukçu mühendislikten anlamaz, mühendis de hukuktan anlamaz. Bir tıp kitabını alıp okuduğunuzda, tabip değilseniz bir şey anlayamazsınız. Oysa Kur’an her ilmin sahibine ayrı ayrı hitap eder. Matematikçi için Kur’an bir matematik kitabı, fizikçi için fizik kitabı, maliyeci için de bir maliye kitabıdır.

Kur’an bunu nasıl başarmakta ve bu işi nasıl çözmektedir?

Kâinatta her şey çift ve benzer yaratılmıştır. Her konu belli matematik formüllerle veya kurallı tasniflerle oluşmuştur. Her ilmin konusu aynı esaslara dayanır.  

Batılılar dil olarak aynı dili kullanırlar, aynı kelimeleri kullanırlar. Her sahada kelime aynı ama anlamı farklıdır. Mesela Türkçede “kaza” kelimesini ele alınız. “Kaza orucunu tuttum. Ben kaza ve kadere boyun eğerim. Yalova kaza idi vilayet oldu. Kaza teşriden ayrıdır. Ahmet trafik kazasında gitti.” Görülüyor ki kelimelerin anlamları değişiktir.

İşte, Kur’an öyle bir dile sahiptir ki siz onunla bütün ilimlerin terminolojisini üretirsiniz. Analog olana o anlamları verebilirsiniz. İnsanda iki kalb olduğunu, bunun birinin sadrda yani başta, diğerinin ise cevfde yani karında olduğunu söylemektedir. O halde siz mühendis iseniz pompayı kalb olarak anlayabilirsiniz, transformatörü kalb olarak anlarsınız. Bir maddeyi, haberi veya enerjiyi dağıtan merkez olarak görebilirsiniz. Garajlar, istasyonlar ve rıhtımlar da birer kalbdir.

Kur’an her konuda bir kuralı açıklar, diğerlerinin de ona kıyas edildiğini bildirir. Toplulukların bir tek hayvan gibi olduğunu belirterek, topluluktaki olayların benzerinin canlı vücudunda olduğunu anlatır. İşte bu özelliğinden dolayı Kur’an her ilim sahibinin ihtisasına göre ayrı şekilde hitap eder ve onu gerçek ilim sahibi yapar.

Bunun yararı nedir?

Bu uygarlık için çok önemlidir. Çünkü ilimler gittikçe ihtisaslaşmakta ve birbirlerinden kopmaktadır. Bugün göz doktoru gözdeki hastalığı tedavi ederken başka hastalıklara sebep olmaktadır. Göz doktoru ile kalb doktoru arasındaki kopukluk insanlığı hastalıklı ümmet hâline dönüştürmektedir. Oysa bunlar aynı fakülteyi okudu. Hele doktor ile mühendis arasında tamamen kopukluk mevcuttur. İşte ihtisaslaşan ilimler arasında bu kopukluğu giderecek ortak bir kitaba ihtiyaç vardır. Bunu sağlayacak yegane kitap Kur’an’dır.

Bugün ilimler arasındaki bu kopukluğu matematik gidermektedir. Çünkü matematiği kullanan bütün ilimler aynı formülleri kullanmaktadır. Bir ekonomistin kullandığı formüllerle bir mühendisin kullandığı formüller aynıdır. İşte sosyal ilimler için birlik sağlayacak kitap Kur’an’dır. III. bin yıl uygarlığı sonunda bu konu daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Kur’an’a herkes tav’an ve kerhen teslim olmuş olacaktır.

 

7. Her Topluluğa Hitap

Her topluluğun kendine özgü dili olduğu gibi kendine özgü örfü de vardır. O topluluk onları bir gerekçeye dayanıp kabul etmez. Kimse sofraya koyduğumuz ekmeğe Türkler neden “ekmek” demiştir, Araplar neden “hubz” demiştir deyip irdeleyemez ve açıklayamaz.

Topluluk ekmeğe bir şey demenin gerekli olduğunu bilmiş, raslantı olarak “ekmek” demiştir diyebiliriz. Bir köyün içinde bakarsınız değişik kimselerin değişik yerleri vardır. Eskiden “şaman” denen, şimdi “papaz” veya “imam” denen din adamı vardır. Bazen bunlar birden fazla da olabilirler. Köyün bir ağası vardır, varlığı ve cömertliği ile ağa olmuştur. Dişçisi vardır ve bu kişi aynı zamanda köyün cerrahıdır. Tersizi vardır, diğer meslek erbabı vardır. Bunların seçilmeleri önemli değildir. Kur’an bunların geliş şeklinden ziyade bunların nasıl iyi kimse olacağını anlatır, topluluğu iyiliğe götürür.

Ulusların da kendilerine özgü yapıları vardır. Bu her zaman mantıkî değildir.

Türk halkı askerine saygılıdır, onu mutlak güç kabul eder ve onunla iktidar çekişmesi yapmaz. Hanedan, Osmanlı hanedanı gitmiş ve yerine askerler gelmeye başlamıştır. Askerlerin halkın istemediği ve benimsemediği davranışları da olmuştur ama halk hiçbir zaman askerlerle çatışmaya girmemiştir. Oysa siviller ne zaman iktidar olmuşlarsa askerler müdahale etmişler ve halk askerin müdahalesini çoğu zaman alkışlamıştır. Bu özellik Türklerin mantıkla izah edilemeyen bir örfleridir.

Amerika’yı ele alınız. ABD’yi yönetenler sayıları 5 milyonu geçmeyen Yahudilerdir; onların içinde de bugün 200 kadar Yahudi zenginleridir. ABD halkı hep onların emrindedir. İki parti vardır. Partilerden her ikisi de o sermayenin kontrolündedir. Halk o sermayenin iki temsilcisinden birini seçer. Dinlemeyen cumhurbaşkanları suikast yapılarak öldürülür. Ama ABD halkı buna karşı değildir. Yapısı ile sermayeye teslim olmuş durumdadır.

İngiltere’yi ele alınız. İngiltere hâlâ krallıktır, lordlar kamarası ile idare edilmektedir. Oysa lordlar Fransa’ya gelen Cermen ırkından İngiltere’yi işgal eden kimselerdir. Ne var ki sınıf oluşturdukları halde o kadar birbirleri ile uyuşmuşlardır ki, İngiltere’de kimse krallığın kaldırılmasını bile düşünmez. Lordlar kamarası da devam eder gider.

Hindistan’daki kast sistemi de böyledir. Şiilerdeki ehli beyt anlayışı da böyledir. Türkiye’deki Atatürkçülük de böyledir. Ruslardaki sosyalizm de böyledir.

Görülüyor ki, her topluluk kendine bir düşünce seçer, oluşunu ona bağlar, sonunda o sayede birlik sağlanır ve halk ulus olur, topluluk olur.

Kâbe bir binadan ibarettir ama ona atfedilen kutsiyet sayesinde iki milyondan fazla insan her yıl orada toplanmaktadır. Her ulusun kendi kabulü var, öylece oluşmaktadır.

Kur’an’ın buradaki özelliği, her topluluğu muhatap alması ve onların sosyal yapısını bozmadan daha üstün bir yere ulaştırmasıdır. Eğer talip olan olsa ve vaktim olsa; Kur’an’a göre sosyalizm, Kur’an’a göre kapitalizm, Kur’an’a göre saltanat, Kur’an’a göre cumhuriyet anayasalarını hazırlardım. Marks’tan çok daha ileri seviyede Kur’an’a göre komünist anayasasını yazabilirdim. Yani Kur’an bunları da rahatlıkla öğretir.

Kur’an toplulukları önce olduğu gibi kabul eder, onların sosyal yapılarını anlatır. Ondan sonra kendi sosyal yapılarını bozmadan onların nasıl hak düzenine ulaşacaklarını, halkının nasıl cennete gideceğini anlatır. Bu sayededir ki Arabistan Krallığı ile İran Cumhuriyeti ve lâik Türkiye Devleti Kur’an’a karşı aynı mesafededirler. Ne devletin ne halkın Kur’an’la bir sorunu yoktur. Şeriata şiddetle karşı olan askerler bile “Kur’an İslâmiyet’i” demektedirler. Çünkü Kur’an onların istediği gibi hitap etmektedir.

Aynı eserin böyle her topluluğa ve zihniyete hitap etmesi ve sonunda onları “Adil Düzen”e götürmesi, Kur’an’dan başka bir kitabın başarabileceği bir iş değildir. Böyle bir kitap telif etmek insan için mümkün değildir. Kur’an, bu özelliğinden dolayıdır ki 1400 yıldır etkin bir durumda çeşitli toplulukların içinde en çok değer verilen bir kitaptır. Ama kimse onu değiştirme ihtiyacını duymamaktadır.

Kur’an herkese kendine yani nabzına göre şerbet veren bir kitap da değildir. Çünkü toplulukların zararlı anlayışlarına da şiddetle saldırmaktadır. Kur’an şirke, küfre, münafıklığa ve fitneye karşı şiddetle cephe almıştır. Kur’an zararsız olanlara dokunmamaktadır.

 

8. Uygarlaştırma

Kur’an kendinden başka hiçbir silah kullanmamıştır. Parayı kullanmamıştır. Herhangi bir dini kuruluşu kullanmamıştır. Ama daha ilk nâzil olduğu zaman halka tesir etmiştir.

a) Mekke’de okunurken müşrikler Kur’an’a karşı baskı kullanmışlardır. Ama Müslümanlar gittikçe çoğalmış ve direnmişlerdir. Bunu yani bu direnmeyi Kur’an’dan başka bir şey yapmamıştır.

b) Medine’de muhacirlerle ensarı kardeş yapmış, tüm Medine halkı Müslüman olmadan Kur’an’ın emrine girmiş ve Arabistan’da ilk olarak bir devlet ortaya çıkmıştır.

c) On sene içinde Arabistan Yarımadası’ndaki bürtün Arapları birleştirerek tek ulus yapmıştır.

d) Kur’an o zamana kadar bilinmeyen Usulü Fıkıh ilmini çıkarmış, o sayede Kur’an insanlığa sosyal konularda ilmî düşünmeyi öğretmiş, tümevarım metodunu getirmiştir.

e) Kur’an fıkıhtaki adil hükümler sonucu kısa zamanda eski dünyanın her tarafına yayılmış, oralarda uygarlıklar oluşmuştur.

f) Yunan felsefesini kelam ilmi olarak ıslah etmiş ve tüm dünyaya yeni düşünce getirmiştir.

g) Doğu mistisizmini tasavvuf ilmi içinde açıklamış ve böylece ahlâkı da ilmîleştirmiştir.

h) Çağımıza kadar ulaşan en önemli gelişme olarak, bugünkü Avrupa uygarlığının doğmasına sebep olmuştur.

Şöyle ki:

- Kur’an Müslümanlara namazda kıbleye dönmeleri gerektiğini emretmiştir. Müslümanlar dünyaya yayılınca kıbleyi bulmak için gerekli ilmi ve teknolojiyi geliştirdiler. Coğrafya ve trigonometri sayesinde kıbleyi her yerde bulabilir hâle geldiler. Bunu Mezopotamya ve Hint matematiğini geliştirerek sağladılar.

- Çinlilerden öğrendikleri mıknatısı pusula şeklinde geliştirerek açık denizlerde seyahat etme imkanını ortaya koydular. Demek ki Kur’an’ın kıble emri Müslümanların coğrafya, astronomi, trigonometri ve pusulayı dünyaya yaygınlaştırmalarına sebep oldu.

- Bunları Müslümanlardan yani Kur’an’dan öğrenen Batılılar açık denizlere açıldılar ve Amerika kıtasını buldular. Böylece yeni dünya keşfedildi.

- Bu durum Müslümanların bulduğu matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerin Batı’da kabulüne neden oldu. Böylece Avrupalılar müsbet ilme ve fıkıhçıların bulduğu tümevarıma dayanarak uygarlaşmaya başladılar.

- Tarihte Mezopotamya-Mısır, İran-Yunan, Hıristiyanlık-Roma uygarlıkları gelip geçti. Bunların her birinin kurucu peygamberi ve kitabı vardı; Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa. Şimdi ise İslâm’ın etkisi ile oluşan Avrupa medeniyeti içindeyiz.

Bu uygarlığın Kitabı Kur’an’dır. İnsanlık bu son uygarlık sayesinde şeriat (demokrasi), İslâm (lâik), halk (sosyal), adil (liberal) ve kurallar (hukuk) düzenine, yani Kur’an sayesinde ulaştı. Bu son uygarlık nakle dayanan son uygarlıktır. Bundan sonra akla dayanan uygarlıklar gelip geçecek, Kur’an kıyamete kadar onlara da rehber olacaktır. Kimse Kur’an’ın bu yaptığını yapacak bir kitap telif edemez.

Denebilir ki, biz de Kur’an gibi uygarlığa götürecek kitap yazdık. Bundan sonra bizim bu kitabımız insanlığı 1500 yıl sonra bugün hayal edemediğimiz uygarlığa götürecektir. Şüphesiz bu bir iddiadır. İspatlanması için 1500 yıl geçmesi gerekecektir. Ancak 1500 sene sonra Kur’an seviyesinde yahut ondan üstün kitap olduğunu öğrenebiliriz.

Aslında bu mümkün olmaz, olamaz.

Neden mümkün olmaz?

Çocuk doğar, onu anne babası eğiterek ve büyüterek onbeş yaşına getirir. Ondan sonra belki de o anne babasından daha akıllı olmuştur. Anne babası bunu artık değiştiremez. Ne olduysa odur. Kişi bundan sonra kendi kendisini yönetecektir. Bununla beraber elbette anne babasının öğrettikleri üzerine oturtacak ve bu arada kendi hayat felsefesini oluşturacaktır.

İnsanlık Kur’an’dan sonra baliğ olmuştur. Artık kendi sorunlarını kendisi ilmiyle çözebilecek durumdadır. Dolayısıyla yeni kitap zaten Kur’an seviyesinde etkili olamaz. Yapacağınız iş önce Kur’an’a uymaktır. Sonra araştırarak Kur’an’dan iyisini getirirseniz, hepimiz ona uyarız, yani en az 500 sene sonra ona uyarız. Araplar ellerinde bir kitap olmadığı için Kur’an’a uydular. Tevrat ehli, İncil ehli, Budistler, Hindular uymadı. Ama şimdi ispatlandı ki Tevrat ve İncil Kur’an’ın onda biri seviyelerinde. Artık tüm dünya Kur’an’a uymakla yükümlüdür.

 

9. Çağımızın Sorunlarını Çözer

Herhangi bir kitap yazıldığı zaman yazarın yazdığı zamana kadar yaşanmış olayları içeren ifadeler bulunabilir. Ondan sonrakiler de onlara kıyasla ortaya konur. Bu bakımdan hiçbir kitap canlı gibi değildir. Televizyon ekranlarında canlı programlar bunun için diğerlerinden daha çok izlenir. Canlı olmayana soru soramazsınız. Orada ne anlatılmışsa onu anlarsınız. Halbuki canlıya soru tevcih edebilirsiniz.

Kur’an böyle değildir. Kendisi diyor ki; sorduğunuz her soruya cevap veririz ve hepinize ayrı ayrı her gün hitap ederiz. İşte Kur’an’ı biz böyle anlıyoruz, çünkü Kur’an bunu kendisi söylüyor.

Bir eseri okuduğunuz zaman onun varsayımları içinde okuyacaksınız. Ancak o zaman onun ne demek istediğini anlarsınız. Onun ne demek istediğini anladıktan sonra, söyledikleri hakkında doğru-yanlış hükmüne varabilirsiniz.

Biz Kur’an’ı kendisinin kuralları içinde anlamak zorundayız. Dolayısıyla Kur’an’ı okurken herkes okuduğu anda Allah ile konuştuğunu kabul edecektir. Kur’an bizim için bugün nâzil olmuştur, günümüzün sorunlarını çözmektedir şeklinde varsayıyor ve ona göre Kur’an’ın çözümlerini ortaya koyuyoruz. Ondan sonra da meydan okuyor ve diyoruz ki; Haydi, siz de çözüm getirin bakalım. Getirdiğiniz çözümleriniz bizim çözümlerden daha iyi çözümler olsun, o zaman biz onlara uyalım. Kimse çıkıp da, biz işte şu çözümleri getirdik, bunlar Kur’an’ın çözümlerinden üstündür diyemiyor. Yasaklarla, suçlamalarla, okutmamakla, alay etmekle bizi bastırmaya çalışıyorlar ama başaramayacaklar.

Çağımızın temel sorunları vardır, Kur’an bunları çözüme kavuşturmuştur.

1. Kur’an’ın öncelikle çözdüğü sorunlar şunlardır.

a) Kur’an özel mülkiyet sorununu çözmüştür. Özel mülkiyet olmadan topluluk yönetilemiyor. Ama özel mülkiyet de tekelleri oluşturup halkın sömürülüp helâk olmasına neden oluyor. Şimdiye kadar bu soruna dengeli formül bulunamamıştır. Oysa İslâmiyet bunu çok basit şekilde çözmüştür. Önce ticareti serbest bırakmış, sonra faizi yasaklamıştır.

b) Sonra karz-ı hasen yani faizsiz kredi ile tüm işsizliği çözmüştür. Oysa faizli kredi ile sermaye spekülatörleri devreye girmekte, üretim durmaktadır.  

c) Kur’an ticari sermayeye sermaye vergisini koyarak tekelleşmesini önlemiştir. Böylece korunmuş liberalizmin formülünü getirmiştir.

d) Ekonomide eğer halk bir sorunu çözemiyor, serbest rekabet sisteminde sorun çözülmüyorsa, o zaman bunu ne devlet ne de sermaye yapacaktır. Kur’an’a göre faizsiz kredi ile desteklenmiş iktisadi vakıflar bunu yapar ve sorunu çözer.

2. Sağlık sorunu, savunma sorunu, tamir-bakım sorunu gibi çıkar paralelliği sağlanamayan sorunları da genel hizmet müessesesi ile çözmüştür.

3. Demokrasiyi içtihat ve icma sistemi ile çözmüş, devletin istismarını önlemiştir.

4. İşletme mülkiyeti ile sermayenin istismarını önlemiştir.

Burada dikkat edilirse çağımızın en karışık ve işin içinden çıkılmaz sorunlarını Kur’an bugüne hitap ederek çözmektedir. Gerçi bizim elimizde Kur’an’ı yorumlayacak bir peygamber yoktur ama onun yerine müspet ilim vardır. Kur’an ondan yararlanın diyor.

Kur’an insanı Hazreti Adem’den başlatır. Hazreti Nuh peygambere kadar ders veren anlamında Hazreti İdris peygamberden bahseder ve Hazreti Nuh peygambere gelir. Mağaralardaki resimler Hazreti Nuh peygamberden öncedir, insanlığa avcılığı öğretmiştir. Hazreti Nuh döneminde insanlık kent yönetimini öğrenmiştir. Hazreti İbrahim insanlığa ilmi, Hazreti Musa şeriatı, Hazreti Davud ekonomiyi, Hazreti İsa lâikliği  öğretmiştir. Kur’an ise bunların hepsinin birlikte uygulanması örneğini vermiştir. Artık bundan sonra yeni kitap gelmeyecek, yeni nebi gelmeyecek demiş, bundan sonraki uygarlıkların içtihat ve icmaa dayanarak oluşacağını bildirmiştir. Vahyin yerini ilme bırakmıştır.

İlk Kur’an uygarlığı zamanında ilim olmadığı için Kur’an’ın haber verdiği ilim uygarlığı ancak III. bin yıl için söz konusudur.

Bugün insanlığın elde ettiği ilim ve teknoloji ile artık Kur’an’ın önerdiği beşerî uygarlığın tesisinin imkân dahiline girdiğini gördüğümüzde, Kur’an’ın nübüvveti sona erdirmesindeki hikmeti anlıyoruz.

 

10. Kur’an’a Denk Kitap

Kur’an’a denk bir kitabın getirilemeyişi kendi başına bir mucizedir. Madem ki Kur’an insanlara meydan okuyarak Kur’an’a benzer sûre getiriniz demekte, 1400 senedir tüm insanlığı buna davet etmekte ama kimse bunu getirememekte ise; o halde Kur’an Allah’ın sözüdür.

Şimdi bu meydan okuyan ayetleri ele alalım.

وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(23) فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(24)

“Kulumuza indirdiğimizden reyb içinde iseniz, mislinden bir sûre getirin. Allah’tan başka bütün tanıklarınızı da çağırın. Reybde doğru iseniz bunu yapın. Yapamazsanız ki, yapamayacaksınız. Yakıtı taş ve insan olan ateşten  korunun. Kâfirler için hazırlanmıştır.” (2/23)

Burada Kur’an’ı inkâr edenlerin reyb içinde olmadıkları, sadece inanmamak için inanmadıklarını söylediklerini söylemekte, çok açık bir şekilde benzerini getirmelerini istemektedir. Tabii benzerini getirmesi için önce Kur’an’ı öğrenmek zorundadır.

Kesin sonuç şudur. İnanmak istemeyen kimse Kur’an’ı sonuna kadar okuyamaz, çünkü Kur’an’ı anlayamaz. Anlayamadığı için de sonunda nazirini getiremez. Ama Kur’an’ı öğrendikten sonra da artık onun mislini getiremediğini bilir. Tanıklarınızı da çağırın, size Kur’an insan sözüdür diyenleri de çağırın denmektedir.

 

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ(38)

 “O uydurdu mu? diyorlar. Söyle misli s3Ure getirin. Bu sözünüzde sadık iseniz Allah’ın dışında gücünüz kime yetiyorsa onları da çağırın.” (10/38)

Bundan önceki âyette “reyb” diyordu, burada “iftira etti” diyorlar. Yani yukarıda “biz inanmak istiyoruz ama şüphelerimiz var” diyorlar; burada ise doğrudan “iftira etti” diyorlar. “Gücünüzün yettiğini çağırın” deniyor. Orada “şahitlerinizi çağırın” diyordu.

 

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(13) فَإِلَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكُمْ فَاعْلَمُوا أَنَّمَا أُنزِلَ بِعِلْمِ اللَّهِ وَأَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَهَلْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ(14)

“Onu uyduruyor mu? diyorlar. Söyle, doğru iseniz misli uydurulmuş sûre getirin. Allah’tan başka gücünüzün yettiği kimseleri çağırın. Eğer size cevap vermezlerse bilin ki bu Allah’ın ilmi ile inzâl olunmuştur. O’ndan başka ilah yoktur. Artık müslim olacak mısınız?” (11/13-14)

Onlar öyle mi diyor? Siz de onlara deyin ki; tamam, ama mislini getirin. On sûre getirin. Herhangi on sûre getirin.

Burada her sûrenin kendi başına sayılar sisteminde bir düzeni olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca sûreler arasında belli bağlantıları olduğu ifade edilmektedir.

İnsanlık Kur’an üzerinde durduğu müddetçe onun sırlarını çözecek ve neden ona benzer bir kitabın oluşturulamayacağını ispatlayacaktır.

 

قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الْإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا(88)

“Şöyle de. Bu Kur’an’ın mislini getirmek üzere tüm insanlar ve cinler içtima ets