Erbakan’ın Hakkını neden Ödeyemeyiz? (4)
AHMET KÜÇÜKAĞA
Sayın Erbakan’ı 1970’de tanıdım. İlk olarak Balıkesir konferansında dinledim. O günü hiç unutamam.
Tarih: 26.08.2010 10:55:14
Okunma Sayısı: 6131
Yorum Sayısı: 5
Sayın Erbakan’ı 1970’de tanıdım.
İlk olarak Balıkesir konferansında dinledim. O günü hiç unutamam.
Çok gençtim ve daha ortaokulda okuyordum.
O güne kadar nur cemaatine mensup bir MTTB’li idim.
Milliyetçi, dindar, vatanseverdim.
Biraz da sol ve komünizm karşıtı idim.
O’nu dinledikten sonra hayatım da değişti, görüşlerim de…
Bir yıl sonra da Isparta’da dinledim. Aynı ruh ve aynı heyecanla dinledim. O’nu dinlerken hüngür hüngür ağladığımı bugünkü gibi hatırlıyorum. Çünkü çok önemli konulara değiniyordu. O güne kadar hiç kimse bize, O’nun anlattıklarını, o açıklık ile anlatmamıştı.
O’nu dinlerken, Müslümanların ezilmişliğini, hor görülmüşlüğünü daha iyi anlıyordum.
Rahmetli babam, Bediüzzaman’ın ilk talebelerindendi. Henüz çok küçük iken evimizin devamlı polislerce arandığını hatırlarım.
Polisler dini kitap ararlardı evimizde. Babam “risale-i nurlar”ı evimizin gizli bölmelerine saklardı. Oralardan bulamazlardı. Ama sanırım ayda bir evimiz basılır ve didik didik aranırdı.
O çok küçük çocukluk yıllarım böyle geçmişti. Dindarlara yapılan baskı ve zulümlerin birinci elden küçük tanığı idim. Mahallede çocukluk arkadaşlarım bize hep şüphe ile bakarlardı. Sanki suçlu imişiz gibi…
Bu yüzden olacak ki, polis görünce suçsuzluğuma rağmen yakın zamana kadar içimde hep bir ürperti olurdu.
Son yıllarda bu korkumu yendiğimi söyleyebilirim.
Nerelerden nereye gelmişiz.
Bugün geldiğimiz noktayı her cemaat kendi hanesine yazmaya çalışsa da, gerçekte siyasal bir sahiplik olmasa, bu günlere gelemezdik, hatta hayal bile edemezdik.
Bu gelişmişlik de büyük ölçüde Sayın Erbakan sayesinde olabilmiştir.
Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi Sayın Erbakan, 1969 yılından günümüze, hiç bir İslami kesimin desteğini alamamasına rağmen pes etmemiş, bu çileli yolda “kınayanların kınamasına aldırış etmeden” bildiği doğru yolda ilerlemesini sürdürmüştür.
İlerlemesi her türlü kösteğe rağmen devam etmiş ise, geldiği noktaya da tırnakları ile gelmiştir.
Hem altyapısını kurduğu için ve hem de o günün şartlarının etkisi ile Refah döneminde parlamentonun en büyük partisi olmuştur.
Zaten hareketteki kırılma o dönemde başlamıştır.
O güne kadar ciddi çalışma yapmamış birçok kişi ansızın kendini bu hareketin içinde bulmuş, bunların çoğunluğu “vekil” de olmuşlardır.
O döneme kadar isimlerini duymadığımız, geçmişlerini bilmediğimiz bir çok insanın birdenbire en üst düzeylere geldiklerini görüyorduk.
Kimisinin kesesi dolgundu, kimisinin etiketi “göz dolduruyordu”, kimisinin ise aşireti pek kuvvetli idi.
Kimisinin ise ağzı “iyi laf yapıyordU…”
Kimisinin de pek güzel artistik özellikleri vardı.
Kimisinin ise “kaportası” yerinde idi.
160 vekilin hemen yarısı bu kategoride idi.
Nasıl olmuş da oralara gelmişlerdi diye daha analiz bile yapamadan, iç muhasebeye bile giremeden, onların çoğu gemi su almaya başlayınca, çetin sınav öncesi gözden kaybolmuşlardı.
Ben burada isim vermeyeceğim. Herkes kendini bilir ve hareketi iyi tanıyanlar ne demek istediğimi de gayet güzel anlarlar.
Aslında “milli görüş”ün son on yılda yaşadığı olumsuzluklar karşısında “biz nerede yanlış yaptık?” sorusunun cevabı bence burada yatıyor.
Harekete yıllarca destek vermiş ve hiç bir zaman sapmadan ve sebatla yolunda yürümüş olanlara karşı, yukarıdakilerin tercih edilmesi, yanlışlıkların en önemlisidir.
İşte “Milli Görüş”ün asıl sınavı o dönemde başlamıştır.
Birçok “bülbül” türemiş, birçok “Türkiye’nin gurur duyduğu” şahsiyet belirmiştir.
Hareket altın dönemini yaşadığı için, bir çok kişi “gelin-güvey” hayalleri kurmaya başlamıştır. Bu hayalleri kuranların önemli kısmı da kendini gerçekten “Türkiye’nin gurur duyduğu” insanlar olduklarını sanmaya başlamışlardır.
Sayın Erbakan’ın hiç bir zaman “kendilerinin dinlerine girmeyeceğini” bilen “derin güçler”, bu “gelin-güvey” adaylarını alabildiğine desteklemişlerdir.
Tabandaki saf ve samimi kitlelerin büyük kısmı da bu “gelin-güvey”lerin ardına düşmüşlerdir.
Neden olmuştur bu?
Uzunca yıllar Sayın Erbakan’ın “kendi dinlerine girmeyeceğini” iyi bilen çevreler, sürekli O’nun siyasetini alaycı tavırlara almışlardı.
Tabandaki saf “milli görüş”çülerin önemli kısmı, bu alaycı yaklaşımlara yıllarca cevap vermeye çalışmış ve bundan bıkmıştır. Hem bıkmış ve hem de artık cevap veremez hale gelmiştir. Çünkü yetiştirilme yöntemi ancak oraya kadar dayanmalarını sağlayabilmiştir.
“Milli görüş”ün tabanını alıp götüren AKP kurulunca, samimi kitlenin çok önemli bölümü bu yöne kaymıştır.
İşin kolayına kaçanların hemen tamamı AKP’ye geçmişlerdir.
Ulema da bunu seçmiştir. Çünkü AK partinin İslami bir iddiası yoktu ve ulema AK partiye daha kolay ahkâm kesebilirdi. Bunun da çok önemli etkisi bulunmaktadır.
Kuvvetliden yana olanların tamamı saf değiştirmiştir.
Oy vermek caiz mi diyenler bile kendilerini AKP saflarında bulmuşlardır.
Kolayı seçenlerin tamamı gitmiştir.
Saldırılar karşısında acziyete düşenlerin hepsi gitmiştir.
40 yıllık mücadeleden arta sadece %3 kalmıştır.
28 Şubat’ta karalama ve küçük görme anlayışı, yerini topyekun taarruza bırakmıştır.
Öyle bir karşı saldırı başlamıştır ki, mensupların çoğu bu saldırılar karşısında yılmış ve takatsiz kalmışlardır.
40 yıldır yaptıkları savunmalardan kurtulmak isteyenlerin savaşı bitmişti.
Savunmaktan usanmışlardı.
Kolayı seçmek varken bu ağırlık da neyin nesi idi?
Ve kolay olan karşılarında duruyordu.
Bütün kitleler onun arkasında sıra olmuştu.
40 yıl boyunca “biz zaferden değil, seferden sorumluyuz” denilmişti.
Ama “kestirme zafer”, büyük çoğunluğun hoşuna gitmişti.
Orduyu hazırlayan, onu görüp gözeten ve donatan insan bir çırpıda silinivermişti.
Sayın Erbakan’ın hiçbir zaman “kendilerinin dinine girmeyeceğini” çok iyi bilenler, kaleyi içten zapt etmişlerdi.
Bir iç isyan başlatmış, 40 yıllık hareketi merkezinden çökertmişlerdi.
Bu oyundaki figüranlar ise, yaptıklarının kendi kabiliyetlerinden kaynaklandığını sanıyorlardı.
Şimdi yeniden arta kalan %3’lük kitle için “hesaplar” yapılmaya başlandı.
Mademki, ilk “okçular yerlerini terk ettikleri” halde “mükâfatlandırılmışlardı”, o halde ikinci gurup “okçu” neden olunmasındı?
“Zafere susamış” olanlar var oldukça ve hep “zafer rüyalarını” görme alışkanlık halini alınca bu hep böyle devam edip gidecektir.
Terlemeden kazanç elde etmek arzusu, her dönemde var olmuştur çünkü…
Bu, ham insanların genel karekteridir çünkü…
Önemli olan, bu şeytani arzuyu asgariye indirebilmektir.
Önemli olan hareket içinde “kendini pazarlayan”lara papuç bırakmamak, onlara geçişi kapatmaktır.
Önemli olan hareket içinde hiç bir çıkar hesabı olmayanlar ile sürekli hesap yapanları ayırd edebilmektir.
Önemli olan hareketle kişilik bulanlar ile, harekete kişiliği ile katkı sağlayanları bir tutmamaktır.
Önemli olan sunni liderliklere kapı aralamamaktır.
Önemli olan ihlâs ve takvayı, şaklabanlıklara tercih etmemektir.
Ve en önemlisi de kadir-kıymet bilme testini iyi yapabilmektir.
Bunun için de şimdiye kadar vakit zaten çok geçmiştir, bundan sonrası için gereken önlemlerin alınması ve temellerin sağlamlaştırılması çalışmalarının başlatılmasıdır.
Yoksa “aynı delikten ikinci, üçüncü, dördüncü kez ısırılma” olaylarını yaşar dururuz…
Not:
Bu yazımın bazı kısımlarını hiç kimse, tasvip etmediği kişilere yazdığımı sanmasın. Ben genel bir değerlendirme yaptım. Herkes kendi açısından, “acaba bu çirkin haslet ve özellikler bende de var mı?” sorusunu önce kendine sormalıdır.
Ben bu yorumlarımla, hiç bir kişi ve gurubu tarif etmiş değilim. Benim söylemek istediğim tedavi edilmesi gereken genel hastalıklardır. Bu ayrışmadan sonra, Rabbimin izni ve inayeti ile nice hayırlı işler yapanlar da olmuştur, bir oraya bir buraya takılıp kişiliksizlik örneği sergileyenler de…
Lütfen hiç kimse, bu yazımı referans alarak çirkin yorumlarda bulunmasınlar.
Rabbim, herkese niyetlerinin karşılığını versin…
Hem de fazlası ile…
|