Sadece ekonomi topallamıyor
1012 Okunma, 5 Yorum
Reşat Nuri Erol - Milli Gazete
Ilker Ardic

Bundan önceki beş yazım 'ekonomik sistem çöktü; alternatifi biliyorsunuz' ve 'ekonomik sistem topallıyor' üzerineydi. Bugünlerde 'ekonomi' yazmak fantezi gibi görünür oldu. Neden? Ee, 'referandum günlerindeyiz' ya; varsa-yoksa referandum!

Peki, referandumda neyi oyluyoruz? Birkaç 'anayasa' maddesini!

İyi de, birkaç istisna dışında, siyasilerimiz başta olmak üzere, bu anayasa maddelerinin içeriğinden bahsedene, söz edene, anlatana, yazana rastladınız mı?

Siyasi liderler ve sivil toplum önderleri, gazeteler ve televizyonlar, gazeteciler ve yazarlar ne yapıyor? Bu seçim atmosferi çok önemli bir fırsat olmasına rağmen, 'ülkenin ve halkın çok daha önemli sorunları varken' onların tamamına yakını, maalesef TV'lerdeki komedimsi 'EVET' mi 'HAYIR' mı programları seviyesinde sadece 'referandum'u tartışıyorlar. Tartışmayı da havuz-villa, boy-pos, soy-sop gibi asıl konu ile ilgisiz ve tehlikeli meseleler üzerinden yürütüyorlar; 'halkın ve ülkenin asıl sorunları' ile ilgilenen yok!

Özellikle 'iktidar' ve 'ana muhalefet' liderleri evlere şenlik!

Bu durumda işimiz, her şeyimiz, ana sorunlarımız Allah'a kalmış gibi görünüyor.

'Allah halkımızın yâr ve yardımcısı olsun' diyeceğim ama; bu yardımı hak etmek için de halkımızın bir an önce uyanması ve gereğini yapması gerekiyor. Ne diyelim; inşaallah...

Özetle; günlerdir 'ekonomik sistem çöktü' veya 'ekonomik sistem topallıyor' diyorum ama öyle anlaşılıyor ki, 'siyasi sistem de çöktü/topallıyor' demem gerekiyor.

Adetimdir, günlük yazımı yazmadan önce, bence önemli okumalarımı tamamlamadan yazımı yazmam. Değer verip de takip ettiğim yazar sayısı azdır ama mutlaka okuduğum yazarlar da vardır; bunların başta geleni de Mahir Kaynak'tır. Geçen gün (15.8.2010) onun 'Havuzlu villa' başlıklı yazısını okuyunca, yukarıdaki değerlendirmeyi yazma ihtiyacını hissettim. Mahir Kaynak'ın bu yazıdaki çok önemli tesbit ve teşhislerine gelince, özetle şöyle: Gündemin en önemli konularından biri kimin havuzlu villası olduğu. Diğer tartışma konuları da isimlerin önüne hangi ünvanların konulacağı, ya da başka kişisel konular. Demokrasi ise geçmişin hesaplaşmasına dönüşüyor... (Oysa) Yaşadığımız dönem gibi büyük değişimlerin olduğu zamanlar düşünce üreten insanlar için bulunmaz fırsatlar yaratır. Mesela bundan sonra liberal ekonomik düşüncenin sürdürülemeyeceği görülebilir ve yeni bir ekonomi teorisinin temelleri atılabilir. / Dünyada gelecek yıllarda büyük değişim olarak adlandırılacağını sandığım gelişmeler yaşanırken ve bu değişimde ülkemizin hem etkilenen hem de değişime katkı yapacak bir ülke konumunda olmasına rağmen, tartışma konularımızın münazara çizgisinde sürdürülmesi nasıl yorumlanmalı?.. / Bugünlerde havuzlu villayı tartışacak yerde bölgeyi yeniden şekillendirecek güç odaklarının projelerinin ne olduğunu ve nasıl bir rol oynamamız istendiğini ve bizim tercihimizin ne olduğunu tartışsak daha iyi olmaz mı?..

Birkaç günlük tesbit ve değerlendirmelerin mahiyetinden anlaşılacağı üzere; ülkemizde ve dünyada elbette çok önemli 'ekonomik sorunlar' var. Apaçık göründüğü kadarıyla 'ekonomik sistem çökmüş' veya en azından 'topallıyor' ama sorunları çözmesi gereken siyasilerimiz, yöneticilerimiz, düşünürlerimiz, akademisyenlerimiz başka âlemlerde...  Bu arada 'siyasi sistem de çökmüş' veya en azından o da 'kör, sağır ve topal' durumda...

Bu durumda, ülkemizde ve dünyada 'ÇÖKEN' veya 'TOPALLAYAN' ekonomik, siyasi ve sosyal sistemlerle veya düzenlerle böyle nereye kadar?!.

Biricik ve tek çaremiz olan 'Adil Düzen' ve 'Adil Ekonomik Düzen' gelinceye kadar beklemeye devam...

 

Ilker Ardic


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
26.08.2010
13:36

Erbakan’ın hakkını neden ödeyemeyiz? (1)

AHMET KÜÇÜKAĞA

Uzun zamandır bu konuyu işleyeceğim bir yazıyı yazmayı düşünüyordum, kısmet bugüne imiş.

Tarih: 06.08.2010 11:31:05

Okunma Sayısı: 22156

Yorum Sayısı: 17

Uzun zamandır bu konuyu işleyeceğim bir yazıyı yazmayı düşünüyordum, kısmet bugüne imiş. Uzun zamandır derken, bu zamanın birkaç ay öncesine ait olduğunu söyleyemem, bu uzun zaman, on-onbeş yıllık bir zaman öncesine kadar gidiyor.

Evet, Erbakan’ın hakkını kolay kolay ödeyemeyiz.

Kim olarak ödeyemeyiz?

İslami hassasiyeti olan kitleler olarak ödeyemeyiz. Kendini bu kategoriye sokmayanlar için sözüm yok.

Kendini İslami camiadan hisseden herkes için bunu söylemek isterim.

Bu söylemim, içi boş ve sadece duygusal niyetlerden kaynaklanan bir söylem de değildir.

Akıllarda daha bir yer etsin diye, bunu maddeler halinde açıklamalıyım.

Bu maddelere göz atan her kes “adaletli bir tahlil” yaparsa, söylediğimin haklılığını daha iyi anlar. Yok, eğer “adaletli tahlil”e ihtiyaç duymayan veya “adalet duygularından” kendini soyutlamış olanlar varsa, onlara bir şey diyemem.

Yani nefsi isteklerden arınmak ve eşyanın hakkını verebilmek için “adalet duygusunun” çok büyük önemi vardır.

Erbakan’ın hakkını neden ödeyemeyiz?

1. Çok eskilere, 1970’lere gidelim.

O yıllar, Türkiye’deki İslami kesimin miladı sayılır. Ondan önceki dönem bugüne göre çok daha farklı idi. İslami kesim, küçük çaplı cemaatlere dayanıyordu.Çok sınırlı sayıda İslami eser vardı ve bu eserler de net İslam’ı tam olarak anlatamıyordu.

Okunan yazarlara baktığımızda:

Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atilhan, Eşref Edip ve Nurettin Topçu gibi düşünürleri görüyorduk. Bu düşünürlerin çoğunluğunda Türk-İslam anlayışı yaygındı. Anadoluculuk ağır basıyordu.

Bir sonraki dönemde de Kadir Mısıroğlu, Mustafa Müftüoğlu, Şule Yüksel, gibi düşünürler gelmişlerdi. Dünya görüşleri, birinci gruptaki düşünürlerden farklı değildi. Çünkü birinci grubun söylemleri ile yetişmişlerdi.

Yukarıdaki düşünürlerin izinden giden ve onların gösterdikleri hedeflere yürüyenler, ya komünizmle mücadele derneklerine giderler ve komünizmle savaşmayı en büyük hedef olarak görürler, ya da sağcılık sıfatını gururla taşırlardı.

Ahlak ve maneviyat sahibi olunur, dürüst vatandaşlık yapılır ve tilki politikacıların pekâlâ taşeronları olabilirlerdi.

Nitekim de “milli görüş” partilerine girmeyen çok sayıda cemaat, grup ve kişisel Müslüman uzun yıllar sağ partilerin şakşakçılığını yapa gelmişlerdir. Yanlışlıklarını da yarım asır geçtikten sonra anlayabilmişlerdir. Ve hatta hala anlayamayanlar bulunmaktadır. Çünkü “insanlar inandıkları gibi yaşamazlarsa, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar…”

İzini takip ettikleri hareketlerin hatalarını bu yüzden hala anlayamamışlardır.

Eğer Erbakan çıkmasa ve Türk siyasi hayatına “Milli Görüş” anlayışını getirmese idi, bugün kendim de dâhil olmak üzere, İslami kesim bugünlere gelemez ve net düşüncelere sahip olamazlardı.

Bugün için “ahkâm kesmeyi” çok iyi beceren sayısız yazar ve düşünürümüz, maalesef kendilerinin bu noktalara gelmelerinde en büyük pay sahibi olan kişiyi insafsızca eleştirebilmekte ve yok saymaktadırlar.

Yazımın başında “Adalet Duygusu”nu işte bu yüzden altını çizerek not ettim.

Adalet duygusundan nasiplenmemiş çok sayıda entelektüelimiz, bugünkü konumlarına gelmelerini sağlayan kişiye hiç de İslami ahlaka yakışmayan tavırlarla eleştiriler yöneltebilmektedirler.

Ben burada Erbakan’ın savunuculuğunu yapmıyorum, zaten O’nun savunulmaya ihtiyacı yoktur, yaptığım tek şey, O’nun hakkını hatırlatmaktır.

Günümüzdeki İslami entelektüellerin tamamı, geldikleri konumlarını O’na borçludurlar.

Ya direkt olarak O’ndan etkilenmişlerdir, ya da O’ndan etkilenenlerden etkilenmişlerdir.

Bu yüzden O’nun hakkını ödeyemezler.

Eğer Sayın Erbakan olmasa idi,

İslami düşünceye bağlı günümüz aydınlarının çoğu var olmazdı, bir kısmı “şakirt”, bir kısmı sufi, bir kısmı milliyetçi, bir kısmı da sağcı aydın olurlardı. Eğer bugün kendileri evrensel İslam’dan ve net anlayıştan bahsedebiliyorlarsa, kendileri kabul etmeseler de bunu Erbakan’a borçludurlar.

Zira Sayın Erbakan’dan önce Türkiye gerçeği, biraz dindar olan kitleler için bu dört kategoriden ibaret idi. Bu konuyu tartışmak isteyen varsa buyursun gelsin tartışalım.

İddia ediyor ve diyorum ki, Sayın Erbakan olmasa idi, bugün hepimiz yukarıdaki dört gruptan birisinde olurduk. Ve taşımış olduğumuz özgüvenin zerresine bile sahip olamazdık.

Bugün göbeklerini yukarı dikerek “ahkâm kesen” bir çok dostumuz, “adalet duygularını yitirmiş” ve asli kaynaklarını inkâra kadar gitmişlerdir.“Yiğidi öldür, ama hakkını inkar etme” olarak kültürümüze girmiş söz, insanların adalet duygularına sahip olmaları gereğine işaret etmektedir. Evet, yiğidi öldürelim ama hakkını hiçbir zaman inkâr etmeyelim diyorum.

Bu tespitlerimi 68 kuşağı çok iyi anlar. Bu kuşak, eskiyi ve o dönemdeki söylemlerini iyi hatırlarlarsa söylediklerimi daha iyi anlarlar. Ve bugün, o eski söylemlerini söyleyenleri de var olduğunu, o söylemler karşısında nasıl dudak büktüklerini de anlarlar. Ve bugün dudak büktükleri söylemleri çok aştıklarını görürler.

Acaba bu tekâmülü kime borçludurlar?

Eğer Sayın Erbakan’a borçlu olmadıklarını sanıyorlarsa, o dudak büktükleri söylemleri hala söyleyenlerin tekâmül gösteremediklerini nasıl açıklayabilirler?

Sayın Erbakan iki kutuplu dünyada ortaya çıktı ve dünyanın iki kutuptan ibaret olmadığını söyledi. O’ndan önce bunu Türkiye’de hiç kimse söylememişti. Ve O’ndan önce bizler kendimizi sağcı sanıyorduk.

Bugün bile dünyanın hala iki kutuplu olduğunu, sağcılık ve solculuktan ibaret olduğunu söyleyenler varsa ve bizim “ahkâmcı bilmişlerimiz de kendini bu basit anlayışın dışında görerek bundan gurur duyuyorsa ve bunu kendi “sivri zekâsı” ile başardığını sanıyorsa, “adalet duygularını” yeniden gözden geçirmesi gerekir.

Bu tespitlerimi 68 kuşağı için söylüyorum.

Ondan sonra gelen kuşaklar ne söylemek istediğim tam olarak anlayamazlar.

Onlar da etkilendikleri “ağabey”lerine sorsunlar, bakalım ne cevap alacaklar?

O “çokbilmiş ağabeyleri” net anlayışa nasıl geldiklerini bakalım nasıl izah edecekler?

Eğer “adalet duyguları” hala varsa, tespitlerimi aktaracaklardır.

Bu konuya birkaç hafta devam edeceğim.

Bu yazımda “Erbakan’ın hakkını neden ödeyemeyiz?” sorusunun sadece birinci sebebi üzerinde durdum..

Rabbim nasip ederse başka sebeplere de önümüzdeki yazılarımda temas edeceğim.

Kalın sağlıcakla…

Reşat Nuri Erol
26.08.2010
13:38

Erbakan’ın hakkını neden ödeyemeyiz? (2)

AHMET KÜÇÜKAĞA

Bugünkü fikirsel olgunluk noktamıza nasıl gelmiştik? İslam’ı evrensel boyutta nasıl anlamaya başlamıştık?

Tarih: 12.08.2010 15:47:10

Okunma Sayısı: 18828

Yorum Sayısı: 8

Seyyid Kutub, Mevdudi, Hasan el Benna, Mustafa Sıbai, Yusuf el Kardavi ve Nedvi gibi büyük düşünürlere nasıl ulaşmış, onlarla buluşmayı nasıl sağlamıştık?

Bu isimlerin her biri ülkelerinde ve dünya genelinde kabul görmüş ve Müslümanlar arasında büyük dönüşümü sağlamış düşünürlerdi.

Bunların önemli kısmı hem düşünür ve hem de hareket adamları idi.

Bir kısmı yıllarca zindanlarda kalmış, bir kısmı da şehid olmuşlardı.

Açtıkları yolun ardından milyonlar yürümüştü.

Bizler bu liderleri ve fikirlerini ancak 1970’lerden sonra duyabilmiş ve tanışmıştık.

Bu kutlu hareketlere ulaşmamız da Sayın Erbakan sayesinde olmuştu.

O’nun 1969 hareketinden önce bu isimleri bilemiyorduk.

O yıllarda bu hareket ve liderlerden bahseden Muhterem Salih Özcan’ın çıkardığı “Hilal” dergisi ile duymaya başlamıştık, ama cemaatler, onlara yakınlaşmamızı engellemişlerdi.

“Onlar bize uymayan metotlarla hareket ediyorlar ve bize uygun değiller…” diyerek, o insanlarla yakınlık kurmamızın önünü kesiyorlardı.

Bu ön kesme günümüzde de devam etmektedir.

Biz bu düşünürlerle ancak ve yine Sayın Erbakan sayesinde yakınlık kurabilmiştik.

Bu düşünür ve hareket adamlarının hayatlarını, düşüncelerini ve mücadelelerini yakından öğrenmeye başlayınca, ufkumuz açılmış ve daha net düşünmeye başlamıştık.

Aradan yıllar geçince, bu düşünürlerin ikinci kuşak talebeleri ile iletişimler kurulmuştu.

İkinci kuşağın düşünürleri olan Said Havva, Fethi Yeken, Hasan Turabı, bizi oldukça etkilemişlerdi.

1985’lere gelindiğinde, artık gözümüz ve kulağımız bütün dünyayı görmeye ve duymaya başlamıştı.

İlk gördüğümüz yer Afganistan olmuştu.

Elimizden gelen bütün imkânlar ile oraya yardım ediyorduk.

Ardından Filistin’i keşfetmiştik.

Uzun yıllar Filistin’e kayıtsız kalmıştık, çünkü Filistin de iki kutuplu dünyada kutbun birinin taşeronluğunu yapıyordu.

Filistin’de İslami direniş Hareketi (HAMAS) etkili olmaya başladığında, biz de bir Filistinli olmuştuk.

Derken Çeçenistan’a, Bosna’ya göz ve kulağımız açmıştık.

Yani dünyanın neresinde bir Müslüman yaşıyorsa, orasını kendi vatanımız bellemeye başlamıştık.

Şimdi sormak isterim, bu evrensel anlayışımızı bize kim kazandırmıştı?

Eğer “milli görüş” hareketi olmasa idi, bizim göz ve kulağımızı mevcut cemaatler açabilecekler miydi?

Onlar hala 1960’lı yılların Türkiye’sindeki görüşlere sahip değiller mi_?

Onlar hala İslam’ı Anadoluculuk anlayışı ile devam ettirmiyorlar mı?

“En iyi Müslümanlık da, en iyi İslam anlayışı da bizde…” diyen cemaatlerin evrensel anlayışa ulaşmaları mümkün mü?

Şimdi sorarım, bizim “çokbilmiş ağabeylere…” :

“Milli görüş” olmasa idi, sizi bu noktaya cemaatler mi getirecekti?

Ya da sizler mi erişebilecektiniz bu evrensel anlayışa?

Yol açıldıktan sonra ilerleme kaydetmek kolaydır.

Önemli olan o yolun açılmasıdır.

O yolu açan Sayın Erbakan’dır.

İşte o bakımdan Sayın Erbakan’ın hakkını ödeyemeyiz.

“Milli görüş”ün en canlı olduğu yıllarda “Fizilalil Kur’an” satış rekorları kırıyordu.

Ondan önce fazla taliplisi olmadığı için bu eser yıllarca yayınlanma periyodunu tamamlayamamıştı.

Daha sonraki dönemlerde ise ilginin çok fazla olmasından dolayı farklı yayınevleri çıkarmaya başlamışlardı.

Hasan el Benna’nın risaleleri de aynen öyle, milyonlarca satılıyordu.

Çıktığı yeri beğenmeyen “radikal” gruplar zaman içinde “milli görüş”ü eleştirmeye ve küçük görmeye başladılar..

Bunun dışında bir de “oy vermek caiz mi, değil mi?” tartışmaları yaparak, Müslümanların “Milli görüş”ü desteklemelerini engelliyorlardı.

Ama o “düşünce Donkişotları”nın hemen tamamı, şimdi pekâlâ oylarını da veriyorlar…

Geçmişte “Demokrasi, batının uydurmasıdır” diyenler, şimdi ne de güzel sandık başına gidiyorlar. Rabbim onlara “Milli görüş”ü desteklemeyi nasip etmedi, şimdi ondan çok daha geride olan partileri desteklemek şöyle dursun, yönetimlerinde bile bulunmaktadırlar.

Çok değil, on yıl öncesine kadar “demokrasiye oy yok” diyenler, şimdi “nasiplenme” adına neler yapıyorlar?

TV ekranlarına çıkıp pek de güzel “demokrasicilik” oynuyorlar.

Demek ki mesele oy vermek, demokrasi falan değilmiş.

Demek ki “milli görüş” partilerinden fazlaca nasiplenememiş, rant sağlayamamışlar.

“Ne oldum değil, ne olacağım” demek lazımdır.

“Hayırlı akibet” dilemek çok önemlidir.

Geçmişi ile övünmek bizde yoktur.

Mevcutla ve gelecekle hesaba çekilmek daha önemlidir.

Hayatı boyunca hayırlı işler işleyenlerin çoğu, son demlerinde sapıtırlarsa, akibetleri hayırlı sayılamaz.

Bunun için Resulullah efendimiz her zaman Rabbinden “hayırlı akibet” dilenmesini öğütlemiştir.

Sapmadan yürümek önemlidir.

Yaşayacağın kadar konuşman önemlidir.

Fikir jimnastiği çok önemli değildir.

Fikirler yaşanırsa önemlidir.

Hayatının son demlerine gelmesine rağmen, Sayın Erbakan çıktığı günkü gibidir. O fikirleri için olmadık cezalara çarptırılmıştır. Gülünç gerekçeler ile önce siyasetten uzaklaştırılmış, ardından uydurma bir dava ile hayatının son demlerini ceza çekerek geçirmesi sağlanmıştır.

Rabbimizin: “Sen onların dinine girmedikçe onlar senden razı olmazlar…” buyruğu, birebir Sayın Erbakan’ın hayatında tecelli etmiştir.

Tek suçu “onların dinine girmemesi”dir.

Bütün bunlara rağmen ne söylemlerini değiştirmiş, ne de çizgisinden taviz vermiştir.

İktidar için başkalarının “dinine girmek” için “takla atan” “yeni yetmeler”in tamamı da O’nun sayesinde” takla atma” imkânını bulmuşlardır. Çünkü “takla atma” imkân ve zeminini bulmak bile başlı başına bir imkândır.

Hiç değilse, “takla atma” imkânı verdi diye O’na biraz daha saygılı olabilseler.

Kadir ve kıymetini biraz daha bilebilseler…

Reşat Nuri Erol
26.08.2010
13:39

Erbakan’ın Hakkını neden ödeyemeyiz? (3)

Ajans5.com Yazarı Araştırmacı Yazar Ahmet Küçükağa ’Erbakan’ı anlamak’ yazı serisine devam ediyor...

Tarih: 19.08.2010 11:40:23

Okunma Sayısı: 34940

Yorum Sayısı: 15

Son yüzyılda dünya’da “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yani “İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak” alanında faaliyet gösteren çok sayıda cemaat vardır, ancak bu cemaatler içinde hem sahih ahlayış ve hem de etkinlik açısından başlıca aşağıdaki iki cemaat bulunmaktadır:

1.Müslüman Kardeşler hareketi /Arap ve Afrika ülkelerinde yaygındır/

2.Cemaati İslami /Asya ve Uzakdoğu ülkelerinde yaygındır/

Bu iki önemli cemaat, bütün dünyayı baştanbaşa kuşatmışlardır. Ve bu iki hareket gerçekte aynı harekettirler. Sadece hizmet bölgeleri farklıdır.

Bu iki hareketin kurucuları farklı olmalarına rağmen, hemen hemen bütün konularda fikirleri ve çalışma metotları aynıdır. Çünkü asli kaynakları aynıdır ve bu asli kaynakların dışında başkaca kaynakları kabul etmemektedirler.

Bu iki hareket, asrın başlarından beri faaliyetlerine devam etmektedirler. Ve şimdiye kadar hiç bir silahlı eyleme katılmamışlardır. Bu tür faaliyetlere sıcak bakan cemaat mensuplarını da dışlamışlardır. Bütün faaliyetlerini tebliğ ve davete dayandırmışlardır.

En büyük amaçları, insanları iyiliğe davet etmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak olmuştur.

Hatta bu yapılarından dolayı birçok ülkede radikal gruplar, bu iki cemaati şiddetli şekilde eleştirmektedirler. “Hizbut Tahrir” ve “İslami Cihad” hareketleri, bu yönleri ile bu iki cemaati İslam cemaati bile saymamışlardır.

Birçok ülkede eğitim faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Eski SSCB ülkelerinde çok sayıda okulları bulunmaktadır.

Filipinler’den Malezya ve Endonezya’ya kadar hemen bütün ülkelerde çalışma alanları bulunmaktadır.

Bazı ülkelerde siyasi parti kurmuşlar ve seçimlere katılmışlardır.

Ancak onların siyasi çalışmaları “milli görüş”ün siyasi çalışmalarından farklıdır. Bu cemaatlerde çoğunlukla cemaatin ileri gelenleri parlamentoya girmeyi tercih etmemekte, cemaat çalaışmalarını esas almaktadırlar.

Sayın Erbakan’ın bu cemaatlerle çok yakın dostlukları vardır.

Bu cemaatlerin her ülkedeki önemli liderleri, her yıl fetih kutlamalarında Türkiye’ye davet edilmektedirler.

Bu cemaatlerle yakınlık kurmamız, Sayın Erbakan sayesinde olmuş ve Türkiye’de ümmet bilinci bu sayede gelişmiştir. Yine bu sayede dünyadaki Müslümanlarla daha bir yakınlık kurulmuş ve evrensel anlayış bu sayede gelişmiştir.

Risale-i Nur Hareketi

Üstad Bediüzzaman hazretleri’nin sağlığında türlü çile ve sıkıntılar çektiğini biliyoruz. Bu sıkıntılar ayrı bir inceleme konusudur.

Vefatından sonra ise cemaat büyük ölçüde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.

Bediüzzaman’ın fikirlerini farklı yorumlamalardan dolayı birkaç kola ayrılmıştır.

Ancak şunu belirtmekte yarar var ki, hiç bir kol, kırk yıldan beri “Milli Görüş”ü desteklememiştir. 1970’li yıllarda bir ara ve çok kısa süreli olarak “Yazıcılar” grubu desteklemiş ise de bu uzun sürmemiştir.

Diğer önemli grupların hiç birisi, hiç bir dönemde destek olmamış, hep “milli görüş”ün karşıtı partileri desteklemişlerdir.

Uzun yıllar Süleyman Demirel’i desteklemişler ve hatta ona “Nurlu Demirel” lakabını bile vermişlerdir. Demirel’in bugün geldiği nokta konusunda neler düşündüklerini merak etmekteyim. Acaba pişmanlık içindeler mi, yoksa yaptıklarını hala doğru buluyorlar mı diye merak etmekteyim.

Ben de dâhil olmak üzere binlerce insan zaten onların bu tavırları sonucu cemaatten ayrılmışlardır.

Kırkıncı, Yeni Asya ve Fethullah Gülen grubu dâhil olmak üzere hiç bir dönemde “milli görüş” hareketine destek olmamış, hatta karşıtlarını desteklemelerinin acziyeti ile her dönemde “Milli Görüş”ü karalamışlardır.

28 Şubat sürecinde “Kıh… Kıh…” güldüklerini şimdiki gibi hatırlarım.

“O nasıl bir kaptan ki, gemisini karaya oturttu…” diyecek kadar da küçülmüşlerdir.

Aynı zihniyet, 28 Şubat’ın ucu kendilerine dokunduğunda ancak meseleyi anlayabilmişlerdir.

Süleymancılar

Süleyman efendinin cemaati de başlangıçtan günümüze “milli görüş”ü desteklemediler. Bir ara “milli görüş”ün en kuvvetli olduğu dönemde kısa süreli bir destekleri olsa da, genelde uzak durmuşlardır.

Işıkçılar

Bu cemaat de hiç bir dönemde destek vermedi.

Sadece “kuvvetliden yana olma” eğilimleri sebebi ile Refah döneminde kısa süreli bir desteklemeleri olmuştu. O da medyaları aracılığı ile olmuştu.

Sufi Hareketler

Bu hareketlerin sayısı oldukça çoktur. Başlangıçta bu hareketlerin önemli kısmı “milli görüş” hareketini desteklediler. Ancak zaman içine güçlü sağ partilere kaydıkları da görüldü.

Yine de “Milli Görüş” hareketinin en büyük destekçileri sufi hareketler olmuştur.

MTTB

Kısa adı MTTB olan Milli Türk Talebe Birliği de içten gelen bir destekde bulunmadı.

Genel Merkez uzak durmasına rağmen, taşra teşkilatları destekledi. Çünkü taşra teşkilatları daha samimi ve daha hesapsız idiler.

Genel merkez “çok bilmişler”in kontrolünde idi. Bu yüzden kendi istekleri dışında “milli görüş”ün desteklenmesi nedeni ile bazı taşra teşkilatlarını ya kapattı ya da atama ile yeni yönetimler oluşturdu.

MTTB’nin bir çok yerdeki teşkilatı “milli görüş” tabanından destek görmekte idi.

MTTB ile “milli görüş” arasındaki bu farklılık zaman içine “Akıncılar” gençlik teşkilatlarının kurulmasına neden oldu.

MTTB kendi iç iktidar mücadelesinin de etkisi ile giderek gücünü yitirdi.1980 darbesi ile zaten kapanmıştı, ondan sonra da sadece geçmişte kalan bir teşkilat olarak kaldı. Şimdiki “Birlik vakfı” ise tabandan yoksun bir lobi faaliyeti içinde çalışmalarını sürdürüyor.

Mevcut kadrosu ise farklı gruplara bağlı kişilerden oluşuyor. Yani fikir birliktelikleri olmayan insanlar topluluğu olarak görülüyor.

Cemaatlerin Demirel’i tercihleri…

Uzun yıllar Türkiye’de İslami cemaatler Süleyman Demirel’i desteklediler.

Hâlbuki aynı dönemde “milli görüş” partileri de vardı ama onu desteklememişlerdi. Bunun “Milli Görüş” için iki önemli ters etkisi bulunuyordu.

Hem cemaatlere mensup insanlar oy vermiyorlardı, hem de onların vermediğini gören diğer insanlar, onlardan etkilenerek uzak duruyorlardı. Yani cemaatler iki türlü köstek oluyorlardı. Hem kendileri oy vermiyorlardı, hem de halkın “milli görüş”e yönelmelerini engellemiş oluyorlardı.

Bu bağlamda “milli görüş” uzun yıllar hep küçük parti olarak kalmaya devam edegelmiştir.

Peki cemaatler neden Demirel’i desteklemişlerdi?

Birincisi Demirel, biraz da saf olan cemaat liderlerini çok iyi kafakola almasını biliyordu. Her cemaate kendinin onlardan olduğunu söylüyordu.

İkincisi de cemaatler her zaman kuvvetliden yana olma eğilimi taşımışlardır.

Bir üçüncü ve asıl önemli sebep ise :“milli görüş” maneviyat eksenli bir hareket idi. Ahlak ve maneviyata büyük önem veriyordu. Dini olgu ve referanslara bağlı idi.

Cemaatler ise her biri “en iyi Müslümanlık bizim cemaatimizde” anlayışına sahip idi.

O halde bizim cemaatimiz birilerine bağlanmaz, ancak birilerinin gelip kendisine bağlanmasını ister anlayışı içinde idiler.

Cemaatlerin “en iyisi biziz” anlayışı, onları “milli görüş”ü desteklemekten sürekli alıkoymuştur.

Ayrıca “din bizden sorulur” anlayışı da bunda etkili olmuştur. “Erbakan kimdi ki, dini onlara öğretsindi? Ya da onlar dini Erbakan’dan öğrensinlerdi?”

İşin içinde haset ve kıskançlığın olduğunu da söylemek gerekir.

Yani bu şu demekti “din bizden sorulur… Sen de nereden çıktın?”

Bu arada akademisyen ilahiyatçıları da aynı kategori içine almak lazım.

Türkiye’nin en önemli ilim adamları, ilahiyat akademisyenleri, müftüler de aynı tavrı sergiliyorlardı.

İlahiyat camiasında önemli yeri olan Hayrettin Karaman ekolü de aynı tavırda idi.

Necip Fazıl ekolü de hakeza…

Durum böyle olunca Erbakan’a iğne ile kuyu kazmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Cemaatler destek vermiyorlardı, dindar insanlar da cemaatlere bakarak geri duruyorlardı.

Resmi ve gayrı resmi “derin güçler” de destek vermiyorlardı.

Medya, konu “milli görüş” olunca hep suskun kalıyordu. En fazla miting yapan siyasal hareket olmasına rağmen mitingleri yok sayılıyordu.

Şartlar hep aleyhte olunca Erbakan’ın zoru seçmekten başka çaresi kalmıyordu, iğne ile kuyu kazmaya devam ediyordu.

Tek tek insanlara ulaşıyor, yılmadan usanmadan yılarca mücadelesine devam ediyordu.

Tam bir ömür veriyordu bu uğurda.

Nurcular, Süleymancılar, Işıkçılar, MTTB, Büyük Doğu, Mücadele birliği…

Aklınıza ne kadar İslami kesim ve cemaat geliyorsa tamamı diyebiliriz ki, “milli görüş”e destek vermemişlerdi.

Refah Partisi’nin güçlenip kuvvet bulduğu ve 160 milletvekili çıkardığı dönemde bu kesimlerin bazıları yavaş yavaş “milli görüş”e yaklaşmaya başlamışlardı. Bu bir çıkar yakınlaşması idi.

Bütün bunlar gösteriyor ki, “milli görüş” hareketini sıfırdan alarak bugünlere taşıyan Sayın Erbakan, hiç kimsenin desteğini almadan yeni bir hareket oluşturmuştur.

Bugün AKP’nin temelini oluşturan da aynı emeklerin meydana getirdiği insan kitlesidir.

AKP ve lider kadrosu sanmasınlar ki, bu kendi emek ve kaabiliyetleri ile oluşmuştur.

Sanmasınlar ki, AKP’nin mevcut varlığında Sayın Erbakan’ın hakkı ve emeği yoktur.

Bunu hiç sanmasınlar.

Adalet duygusunu hala içinde barındırabilen AKP yöneticisi varsa, bunu kabul edecektir.

Bu açıdan AKP’liler bile Erbakan’ın hakkını kolay ödeyemezler.

Ama ikbal ve saltanat, insanların hem gözlerini ve hem de yüreklerini kapatırmış.

Eğer takdir etmiyorlarsa, bu yüzdendir.

Umarım içlerinde pek çoğu bu takdirlerini muhafaza ediyorlardır.

Reşat Nuri Erol
26.08.2010
13:40

Erbakan’ın Hakkını neden Ödeyemeyiz? (4)

AHMET KÜÇÜKAĞA

Sayın Erbakan’ı 1970’de tanıdım. İlk olarak Balıkesir konferansında dinledim. O günü hiç unutamam.

Tarih: 26.08.2010 10:55:14

Okunma Sayısı: 6131

Yorum Sayısı: 5

Sayın Erbakan’ı 1970’de tanıdım.

İlk olarak Balıkesir konferansında dinledim. O günü hiç unutamam.

Çok gençtim ve daha ortaokulda okuyordum.

O güne kadar nur cemaatine mensup bir MTTB’li idim.

Milliyetçi, dindar, vatanseverdim.

Biraz da sol ve komünizm karşıtı idim.

O’nu dinledikten sonra hayatım da değişti, görüşlerim de…

Bir yıl sonra da Isparta’da dinledim. Aynı ruh ve aynı heyecanla dinledim. O’nu dinlerken hüngür hüngür ağladığımı bugünkü gibi hatırlıyorum. Çünkü çok önemli konulara değiniyordu. O güne kadar hiç kimse bize, O’nun anlattıklarını, o açıklık ile anlatmamıştı.

O’nu dinlerken, Müslümanların ezilmişliğini, hor görülmüşlüğünü daha iyi anlıyordum.

Rahmetli babam, Bediüzzaman’ın ilk talebelerindendi. Henüz çok küçük iken evimizin devamlı polislerce arandığını hatırlarım.

Polisler dini kitap ararlardı evimizde. Babam “risale-i nurlar”ı evimizin gizli bölmelerine saklardı. Oralardan bulamazlardı. Ama sanırım ayda bir evimiz basılır ve didik didik aranırdı.

O çok küçük çocukluk yıllarım böyle geçmişti. Dindarlara yapılan baskı ve zulümlerin birinci elden küçük tanığı idim. Mahallede çocukluk arkadaşlarım bize hep şüphe ile bakarlardı. Sanki suçlu imişiz gibi…

Bu yüzden olacak ki, polis görünce suçsuzluğuma rağmen yakın zamana kadar içimde hep bir ürperti olurdu.

Son yıllarda bu korkumu yendiğimi söyleyebilirim.

Nerelerden nereye gelmişiz.

Bugün geldiğimiz noktayı her cemaat kendi hanesine yazmaya çalışsa da, gerçekte siyasal bir sahiplik olmasa, bu günlere gelemezdik, hatta hayal bile edemezdik.

Bu gelişmişlik de büyük ölçüde Sayın Erbakan sayesinde olabilmiştir.

Geçen haftaki yazımda da belirttiğim gibi Sayın Erbakan, 1969 yılından günümüze, hiç bir İslami kesimin desteğini alamamasına rağmen pes etmemiş, bu çileli yolda “kınayanların kınamasına aldırış etmeden” bildiği doğru yolda ilerlemesini sürdürmüştür.

İlerlemesi her türlü kösteğe rağmen devam etmiş ise, geldiği noktaya da tırnakları ile gelmiştir.

Hem altyapısını kurduğu için ve hem de o günün şartlarının etkisi ile Refah döneminde parlamentonun en büyük partisi olmuştur.

Zaten hareketteki kırılma o dönemde başlamıştır.

O güne kadar ciddi çalışma yapmamış birçok kişi ansızın kendini bu hareketin içinde bulmuş, bunların çoğunluğu “vekil” de olmuşlardır.

O döneme kadar isimlerini duymadığımız, geçmişlerini bilmediğimiz bir çok insanın birdenbire en üst düzeylere geldiklerini görüyorduk.

Kimisinin kesesi dolgundu, kimisinin etiketi “göz dolduruyordu”, kimisinin ise aşireti pek kuvvetli idi.

Kimisinin ise ağzı “iyi laf yapıyordU…”

Kimisinin de pek güzel artistik özellikleri vardı.

Kimisinin ise “kaportası” yerinde idi.

160 vekilin hemen yarısı bu kategoride idi.

Nasıl olmuş da oralara gelmişlerdi diye daha analiz bile yapamadan, iç muhasebeye bile giremeden, onların çoğu gemi su almaya başlayınca, çetin sınav öncesi gözden kaybolmuşlardı.

Ben burada isim vermeyeceğim. Herkes kendini bilir ve hareketi iyi tanıyanlar ne demek istediğimi de gayet güzel anlarlar.

Aslında “milli görüş”ün son on yılda yaşadığı olumsuzluklar karşısında “biz nerede yanlış yaptık?” sorusunun cevabı bence burada yatıyor.

Harekete yıllarca destek vermiş ve hiç bir zaman sapmadan ve sebatla yolunda yürümüş olanlara karşı, yukarıdakilerin tercih edilmesi, yanlışlıkların en önemlisidir.

İşte “Milli Görüş”ün asıl sınavı o dönemde başlamıştır.

Birçok “bülbül” türemiş, birçok “Türkiye’nin gurur duyduğu” şahsiyet belirmiştir.

Hareket altın dönemini yaşadığı için, bir çok kişi “gelin-güvey” hayalleri kurmaya başlamıştır. Bu hayalleri kuranların önemli kısmı da kendini gerçekten “Türkiye’nin gurur duyduğu” insanlar olduklarını sanmaya başlamışlardır.

Sayın Erbakan’ın hiç bir zaman “kendilerinin dinlerine girmeyeceğini” bilen “derin güçler”, bu “gelin-güvey” adaylarını alabildiğine desteklemişlerdir.

Tabandaki saf ve samimi kitlelerin büyük kısmı da bu “gelin-güvey”lerin ardına düşmüşlerdir.

Neden olmuştur bu?

Uzunca yıllar Sayın Erbakan’ın “kendi dinlerine girmeyeceğini” iyi bilen çevreler, sürekli O’nun siyasetini alaycı tavırlara almışlardı.

Tabandaki saf “milli görüş”çülerin önemli kısmı, bu alaycı yaklaşımlara yıllarca cevap vermeye çalışmış ve bundan bıkmıştır. Hem bıkmış ve hem de artık cevap veremez hale gelmiştir. Çünkü yetiştirilme yöntemi ancak oraya kadar dayanmalarını sağlayabilmiştir.

“Milli görüş”ün tabanını alıp götüren AKP kurulunca, samimi kitlenin çok önemli bölümü bu yöne kaymıştır.

İşin kolayına kaçanların hemen tamamı AKP’ye geçmişlerdir.

Ulema da bunu seçmiştir. Çünkü AK partinin İslami bir iddiası yoktu ve ulema AK partiye daha kolay ahkâm kesebilirdi. Bunun da çok önemli etkisi bulunmaktadır.

Kuvvetliden yana olanların tamamı saf değiştirmiştir.

Oy vermek caiz mi diyenler bile kendilerini AKP saflarında bulmuşlardır.

Kolayı seçenlerin tamamı gitmiştir.

Saldırılar karşısında acziyete düşenlerin hepsi gitmiştir.

40 yıllık mücadeleden arta sadece %3 kalmıştır.

28 Şubat’ta karalama ve küçük görme anlayışı, yerini topyekun taarruza bırakmıştır.

Öyle bir karşı saldırı başlamıştır ki, mensupların çoğu bu saldırılar karşısında yılmış ve takatsiz kalmışlardır.

40 yıldır yaptıkları savunmalardan kurtulmak isteyenlerin savaşı bitmişti.

Savunmaktan usanmışlardı.

Kolayı seçmek varken bu ağırlık da neyin nesi idi?

Ve kolay olan karşılarında duruyordu.

Bütün kitleler onun arkasında sıra olmuştu.

40 yıl boyunca “biz zaferden değil, seferden sorumluyuz” denilmişti.

Ama “kestirme zafer”, büyük çoğunluğun hoşuna gitmişti.

Orduyu hazırlayan, onu görüp gözeten ve donatan insan bir çırpıda silinivermişti.

Sayın Erbakan’ın hiçbir zaman “kendilerinin dinine girmeyeceğini” çok iyi bilenler, kaleyi içten zapt etmişlerdi.

Bir iç isyan başlatmış, 40 yıllık hareketi merkezinden çökertmişlerdi.

Bu oyundaki figüranlar ise, yaptıklarının kendi kabiliyetlerinden kaynaklandığını sanıyorlardı.

Şimdi yeniden arta kalan %3’lük kitle için “hesaplar” yapılmaya başlandı.

Mademki, ilk “okçular yerlerini terk ettikleri” halde “mükâfatlandırılmışlardı”, o halde ikinci gurup “okçu” neden olunmasındı?

“Zafere susamış” olanlar var oldukça ve hep “zafer rüyalarını” görme alışkanlık halini alınca bu hep böyle devam edip gidecektir.

Terlemeden kazanç elde etmek arzusu, her dönemde var olmuştur çünkü…

Bu, ham insanların genel karekteridir çünkü…

Önemli olan, bu şeytani arzuyu asgariye indirebilmektir.

Önemli olan hareket içinde “kendini pazarlayan”lara papuç bırakmamak, onlara geçişi kapatmaktır.

Önemli olan hareket içinde hiç bir çıkar hesabı olmayanlar ile sürekli hesap yapanları ayırd edebilmektir.

Önemli olan hareketle kişilik bulanlar ile, harekete kişiliği ile katkı sağlayanları bir tutmamaktır.

Önemli olan sunni liderliklere kapı aralamamaktır.

Önemli olan ihlâs ve takvayı, şaklabanlıklara tercih etmemektir.

Ve en önemlisi de kadir-kıymet bilme testini iyi yapabilmektir.

Bunun için de şimdiye kadar vakit zaten çok geçmiştir, bundan sonrası için gereken önlemlerin alınması ve temellerin sağlamlaştırılması çalışmalarının başlatılmasıdır.

Yoksa “aynı delikten ikinci, üçüncü, dördüncü kez ısırılma” olaylarını yaşar dururuz…

Not:

Bu yazımın bazı kısımlarını hiç kimse, tasvip etmediği kişilere yazdığımı sanmasın. Ben genel bir değerlendirme yaptım. Herkes kendi açısından, “acaba bu çirkin haslet ve özellikler bende de var mı?” sorusunu önce kendine sormalıdır.

Ben bu yorumlarımla, hiç bir kişi ve gurubu tarif etmiş değilim. Benim söylemek istediğim tedavi edilmesi gereken genel hastalıklardır. Bu ayrışmadan sonra, Rabbimin izni ve inayeti ile nice hayırlı işler yapanlar da olmuştur, bir oraya bir buraya takılıp kişiliksizlik örneği sergileyenler de…

Lütfen hiç kimse, bu yazımı referans alarak çirkin yorumlarda bulunmasınlar.

Rabbim, herkese niyetlerinin karşılığını versin…

Hem de fazlası ile…

Reşat Nuri Erol
28.08.2010
11:34

CENGİZ ÇANDAR

28 Şubat’tan günümüze, ’devlet’te ’Fethullahçılık tehlikesi’...

‘Postmodern Darbe’ ertesi, yani 28 Şubat Süreci’nin zirve yaptığı günlerdi. Haziran 1998’de Erbakan-Çiller koalisyon hükümeti düşürülmüştü. O günlerde ABD’nin tüm Yahudi lobi kuruluşlarının başkanları ve temsilcilerinden oluşan bir heyet Türkiye’ye gelmişti. Yanlarında uzun bir ‘görüşülecekler’ listesi ve bu listede Fethullah Gülen’in de adı vardı. Görüşmeyi iptal ettiler.

Görüşmeyi iptal ettiler, çünkü kendilerine Genelkurmay’da bir brifing de verilecekti ve eğer Genelkurmay’a gitmek istiyorlarsa, Fethullah Gülen ile görüşmelerini iptal etmeleri gerekiyordu.

Amerikan Yahudi kuruluşları, Fethullah Gülen’le görüşmeyi önemsemişlerdi. Gülen, o tarihlerde Vatikan’da Papa ile biraraya gelmiş, Müslüman dünya ile ‘Tevhidi’ dinlerin, bu arada Hıristiyanların yanısıra Yahudilerle de ‘dinsel hoşgörü ve diyalog’ kavramı çerçevesinde ilişkilerin başını çeken bir din adamı olarak uluslararası ün ve saygınlık kazanmıştı. Türkiye’ye gelen heyet, onunla da görüşmeyi özellikle istiyor ve önemsiyordu.

Ama Türkiye’de aldıkları ‘duyumlar’ Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olma sonucunu getirecek ve diğer randevularını imkânsız kılacak bir hale geldiği için, istemeye istemeye Fethullah Gülen’le görüşmelerini iptal ettiler.

Genelkurmay brifingi bizzat İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir tarafından verildi. Çevik Bir, ABD Yahudi kuruluşları ve bizzat İsrail nezdinde çok muteber bir isimdi. Nitekim, Washington’daki en önemli Yahudi kuruluşlarından biri olan JINSA, bir süre sonra ona, ilk defa ihdas ettikleri ‘Yılın Uluslararası Devlet Adamı’ ödülünü törenle vermişti.

O barkovizyonlu Genelkurmay brifinginde, Türkiye’nin ‘en büyük tehdidi’nin Fethullah Gülen ve genel anlamda ‘Fethullahçılar’ olduğu, Amerikan Yahudi kuruluşları heyetine anlatıldı. ‘Milli Görüş’ diye bilinen ve o günlerin ‘irtica’ kavramı ile özdeşleştirilen akım ve mensupları Fethullah Gülen ve ‘Fethullahçılar’ kadar ‘tehlikeli’ değildi. ‘Çünkü onların eti budu, hacmi, kim oldukları’ belliydi ve nitekim Refah Partisi’nin Necmettin Erbakan başkanlığındaki koalisyon hükümeti, işte, uzaklaştırılmıştı.

Oysa, Fethullah Gülen ve takipçileri ‘çok tehlikeli’ idi zira onlar ‘devletin içine sızıyor, yıllarca sabırla bekliyorlardı.’ Bu öyle bir tehlikeydi ki, bir sabah uyandığınızda ‘devlet ele geçmiş’ ve Türkiye Cumhuriyeti, ‘irticanın eline geçmiş olabilirdi.’

Amerikan Yahudi kuruluşları temsilcilerine anlatılan mealen buydu.

Bunları ben nereden mi biliyorum?

O heyette yer alanlardan biri, Genelkurmay brifinginden 24 saat sonra Ankara’dan İstanbul’a gelmiş ve bana bütün bunları ayrıntılı biçimde anlatmıştı da, oradan biliyorum.

***

Aradan 12 yıl geçti ve Emniyet istihbaratının efsanevî ismi olarak kabul edilen Hanefi Avcı bir kitap yayımladı ve aynı ‘tehlike’ tekrar gündeme önemli bir tartışma konusu olarak giriverdi.

Ben kitapla ve içeriğiyle ilgili değilim. Dikkatimi çeken ‘Fethullahçı tehlike’ kavramının tekrar hayatiyet bulması. Artık ‘Fethullahçı’ da denmiyor, daha incelikli biçimde ifade ediliyor. ‘F tipi’nden Deniz Baykal’ın siyasi terminolojimize kazandırdığı haliyle ‘Pennsylvania’ gibi. Artık şahısların ismi verilmeyecekse, ikamet ettikleri yerler, kavramsal bir nitelik kazanıyorlar. Örnek; İmralı ya da Pennsylvania...

Şu ara en popüler deyim ise, adı geçen kitapta da yer aldığı biçimiyle ‘cemaat’. Cemaat sözcüğü geçtiğinde ‘ne cemaati?’ diye sorulmuyor pek. Fethullah Hoca Cemaati olduğu hemen anlaşılıyor ya da o sözcük kullanıldığında o kastediliyor.

İlginç olan, ‘Cemaat’ ve ‘tehlike’ sözcüklerinin sanki Türkçe sözlükte ‘eş anlamlı’ olması gibi algılanması.

Niye ‘cemaat’ ile ‘tehlike’ eş anlamlı sözcükler olsun ki?

Burada devreye ‘devlet’ kavramı giriyor. Çünkü, ‘cemaat’ devleti ele geçirdiği veya ele geçirmeye çalıştığı için.

Demek oluyor ki, buradaki keramet ‘devlet’te. Bir başka deyimle ‘devlet bürokrasisi’nde. Yani, Fethullah Hoca, Fethullahçılar ya da ‘cemaat’ de değil. Devletin, devlet bürokrasisinin kendisinde.

Burada şöyle bir mantık da kendiliğinden ortaya çıkıyor: Devlet ele geçirilebilen bir aygıt. Tabii, bu da şöyle bir anlam veriyor: Devlet ve bürokrasisi, birilerinin elinde ve onu elinde tutanlarda kalmalı. Eğer onu elinde tutanlardan başkası, ele geçirir veya geçirmeye kalkarsa, bu çok ciddi bir ‘tehdit’ olur ve bu bir ‘tehlike’dir.

Elbette ki, bir ‘hukuk devleti’nde böyle bir ‘tehdit’ ve ‘tehlike’ anlayışı olamaz. Çünkü, bir ‘hukuk devleti’, devlet denilen aygıtın tüm vatandaşları, o ülkedeki tüm inançlar ve ideolojiler karşısında eşit mesafede durduğu bir devlet biçimidir. Devletin yönetici ilkesi ‘hukuk’ olduğu için, devlete yönelecek ‘tehdit’ ya da ‘tehlike’ de, ‘suç tanımı’na göre belirlenir.

‘Fethullahçılık’ her ne ise- suç mudur? Türkiye’de böyle bir suç tanımı var mı? Olabilir mi? Olmalı mı?

Fethullahçılığı ya da ‘cemaat’i suç diye algılayan zihniyet sahiplerinden birine, ‘Fethullahçılık nedir?’ sorusunu yöneltseniz, doğru cevap alabilir misiniz? Bu, imkânsızdır.

Peki, ya ‘Cemaat’ mensupları, devlet bürokrasisinin içinde yer alıyorlar, yüksek makamlara tırmanıyorlar ve birbirlerini kolluyorlarsa?

Olabilir. Bu ‘suç’ mudur?

Bu kişiler her kim iseler, eğer görevleriyle ilgili işlemlerinde suç işliyorlarsa, o zaman ‘suçlu’ duruma düşerler, ‘Fethullahçı’ oldukları için değil.

***

Devlet bürokrasisi içinde yer alanlar düşünce sistemleri içinde ‘Kemalist’ olabilirler, ‘ulusalcı’ olabilirler, ‘komünist’ olabilirler, ‘sosyal demokrat’ olabilirler, ‘liberal’ olabilirler. Kim ne karışır? Görevleriyle ilgili ‘suç’ işledikleri noktada ise ‘suçlu’ olurlar; Kemalist ya da ulusalcı veya komünist, sosyal demokrat, liberal vs. oldukları için ‘suçlu’ olmazlar.

Cemaat mensupları için de aynı kriter uygulanmak zorundadır.

Türkiye, eğer ‘hukuk devleti’ ise veya olmak istiyorsa...

Somut olarak, devlet bürokrasisi için de hangi ‘Cemaat mensubu’ veya ‘Fethullahçı’ hangi suçu ve nasıl işlemiştir? Bunlar, adıyla sanıyla, işledikleri suça ilişkin delilleri ve somut kanıtlarıyla ortaya konmadıkça, Türkiye’yi Mc Carthyist bir iklime sürükleriz.

Tıpkı, ‘postmodern darbe’ niteliğinde bir askeri müdahale olan 28 Şubat’ın o kâbus günlerinde

olduğu gibi.





Sayı: 63 | Tarih: 22.08.2010
Oktay Ekşi
Erbakan Çözer
1173 Okunma
2 Yorum
Vahap Alma
Ahmet Hakan
Değmez ama yine de yazdım
1166 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Havuzlu Villa
1088 Okunma
Süleyman Karagülle
Mümtazer Türköne
Kürtleri doğru anlamak
1068 Okunma
Arif Ersoy
Ruşen Çakır
Anayasa paketini mi oylayacağız, yoksa?..
1066 Okunma
Tayibet Erzen
Ahmet Altan
BÜYÜK İNSANLAR
1027 Okunma
Özer Ataç
Mehmet Şevket Eygi
Evet mi, Hayır mı?
1023 Okunma
Emine Hocaoğlu
Reşat Nuri Erol
Sadece ekonomi topallamıyor
1012 Okunma
5 Yorum
Ilker Ardic


© 2024 - Akevler