15.08.2010
HATIRLA “SEVGİLİ” İNSAN;
YA DA BARIŞ ‘ IN GÜCÜ ADINA…
Temiz, taşmış, kana kana içilecek barış. Bu sözün somutunu, “beden barışımız” için, her gün defalarca billur gibi suyu içerek yaşıyoruz hep. Vücudumuzun içindeki dışındaki virüslerin söz dinlemez, “yasa” tanımaz, kontrolsüz saldırganlıklarıyla her an barışın şifa verici gücüyle baş ediyoruz…
“ Barış ”; denildiğinde; akan boşa sular işe yarar olur; atıllık biter; gri gerçek yeşillenir; beyin serpilir, simetrik tasarımlar sunar…
Fakat, egosu kalın, gücü elinde tutan:
-“ Borçların ne olacak? ” diye sorar.
Ya da
-“Ne yani, unutalım mı bunca o caanım virüslerimizin tasfiyesini; acısını?! “kanları ( onları da bedenimizden aşırmamışlar sanki!?) yerde mi kalacak?! ”
Yollu “hak” arayıcılığı.
Kim dağıtacak o Hakkı?! Baskı, zulüm, itme, kakma; üstten bakma, eğri görme, olmadı gösterme ; milleti dilenci haline getirip; sözde kırıntıları lütuf babından vermeler… Bedeni/milleti , yoldan çıkaran mı alacak, “sağlığın/barışın koşulu” diye öne sürülen “hak”kı?!
Kim; bunların, bunca acının, bunca israfın, bunca yanlışlığın sorumlusu ? Kim, kim?!?
Tıpkı, Tanrı gibi hakim olduğu coğrafyada, “her şeye gücü yeten” devlet denen aygıt mı?!
Bu organizasyon, insanları mutlu kılmak için zengin kılmak için kurulmadı mı?
Yasayı, ilkeyi koyan o değil mi; o yasalara ilk uyması gereken de o olmalı değil miydi ?!
Hem gücü elinde tutmak, hem ilkeyi koymak, ve hem de kendini yasadan azade görüp uymamak . Bu ayıbı da, “rutin dışı “ diyerek pişkince küçümsemek. Hak, bunun neresinde?
NASIL BAŞLADIK OYSA,
Gavur olarak bildiğimiz istilacıları, kan revan içinde yurtdışına geri çevirdiğimizde; nasıl vermiştik el ele?! Hatta, çapulculara bile efe “rütbesiyle” kucak açmamış mıydık zorunlu da olsa?! Taa, düzenli orduya kadar… Sonra, saldırganlar savruldu, bu topraklardan milletin azmiyle. O zaman, lider vardı, kahraman vardı; şimdi ise kurtaran ve kurtarılan… Oysa birdik; üstümüze kast basamakları inşa edilmeden önce. Değil mi? Makamlar “doğduğunda” değil, kanıksandığında “ayrılıklar” (kastlar) başlıyor maalesef.
Sonra; kararlılıkla, el-ele vererek ve ayrımsız; o, arsız, saldırı ateşli hengamede, birbirimize verdiğimiz onca barış sözleri ile : yaşatacaktık, yaşayacaktı cumhurun hürriyeti, ayrımsız cumhuriyet.
Eski yapı değiştirilip, yenisinin kurulmasıyla; insanları “sürü” zihniyetinden “kurtarılma” sözü verilmişti liderlerce; ağalık hegemonyasında, binlerce köyün ırgatları/ kiracıları olamazdı hürriyet cumhur için.
Cumhur; bu topraklarda soluk alan, her ferttin bileşkesi değil mi? Topluca katılmıştılar acının giderilmesine; topluca pay alacaklardı, yaratıcı olanakları geliştirilerek, yaratıcı olarak; kendilerini ve memleketi zengin kılacaklardı. Ne bireyi, ne de toprağı (çevre) iğfal etmeden.
Barışın ve adaletin ardından, ormanlarımız çoğalacaktı, yağmurlar çağırılacaklardı. Zenginlik ve bereket getirecek iklim, vidan kaynaklı adalet ekildiğinde.
Yine sonra; Cumhurun geleceği nasıl şenlenecekti ?
“Efendi”, ilan edilen köylü; bir avuç kayırılmış seçkinin dışında, yoksulluğu azim ile kucaklayan şehirli; onlarca şehidin ardılı öksüz yetimin önü nasıl açılacaktı onca yıl karanlığından ? Oysa at, üsküdarı geçip bizansta demlenmeye başlamıştı çoktan vehbi vehbi…
Rahmetli baba annem, 20 yaşında Bosna’dan gelmiş; Ömer dedem Çanakkale’ de herkesin ki gibi şehid.
Babaannem Emine hanım, “bana şehid maaşı değil, iş verin “demiş. Askeri hastaneye koymuşlar. Zor okutuyor babamı; yokluk yaman, şehid eşi, 20 yaşından sonra evlenmemiş bir daha, gönlü kömür tutmuş . Babam, ilk okul üçüncü sınıfa giderken, şapka kanunu çıkagelmiş. Ona dahi para yok.”okutamam seni oğlum” demiş, bir şapka parasını dahi verememiş biricik oğluna Boşnak babaannem.
Şaka gibi değil mi?!. Şapka zorunluluğu yasasının, şehid ailesine yansıması: “Bir şapka parası” için, bırakılan eğitim; ardından Hasan babam başlamış yalınayak Bostanlıdan, Konağa kargı yaygısında marul taşımaya. daha on yaşında var yok . Başını dünyaya kaldıramamış artık; hep işçilik: biz de böyle başlatıldık, Türküm, doğruyum, çalışkanım; yasam: bu düzeni korumak! Yetmezse, varlığımızı adamak.. nakaratlarıyla eğri semt okullarında harçlıksız, yarım giysilerimizle, “ebediyen yaşayacak cumhuriyet” duvarında tuğla olmaya.
Sözümüzde durduk, canlarımızı/yaşamımızı sunmaya devam ettik: 1980 lere izmir sokaklarında birbirini vuran öğrencilerin kanlarını “armağan ederek” geldik. Yeni açmış çiçek gibi, lise üniversite geçleri; sahici sorumluluk isteğiyle (cumhurlar ya!?) fişeklenip, ergenokon ocağında fokur fokur kaynatılıp buharlaştılar; gözyaşı olup, yağdılar yıllarca biçimsiz şehir sokaklarına. Semt duvarlarında, bilinemeyen azmettiricilere duyulan hınçla yazılmış “kahrolsun” fiilinin boyalarından başka, hiç bir şey çıkmıyordu ertesi güne karanlık gecelerden; düşüyorlardı fidanlar her gün gizli gündem için kanlı bedenleriyle sokaklara.
Bütün bunlar olurken, devlet organizasyonu, ve onunla geçinenler ne mi yapıyorlardı? Orası da karıştırılmıştı tabii; cumhuriyet homojen olmalıydı.
Sonra, asker her şeye el koydu ; 13 Eylül 1980: her yer süt liman; sis dağıldı. Ardından, “av” partileri : hapisler, işkenceler, resmi /açık infazlar…Yine kurtarılmıştı, “yoldan çıkmış” cumhurdan, cumhuriyet!..
DUVARDA İLK GEDİK,
Turgut Özal’dan önce bu memlekette imal edilen patentli otomobillerin kapı kenar aynaları dahi yoktu. Kime kurdurdu milletin sermayesini hibe edercesine kredi vererek, ilk çimento fabrikasını bu devlet? Millet kar sağlamış mıydı; sonra başına oligarg kesileceklerden yararlanmış mıydı; açık konuşalım:
İlkin, milletin egemenliği; şartsızdı/ koşulsuzdu, kayıtsızdı (zaptu rap altına alınamaz, engellenemezdi); şimdi ise kayırmalı olmadı mı düzenimiz: Dokunulmaz/sorgulanmak, yargılanmaz bürokratlar ve yerli yabancı işbirlikçileri.
Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) nasıl da göz göre göre, batırıldı “işsizliğe çözüm” diye; sözde milletin geleceğini kuracak bu kurumlar, böyle siyasi dolguculukla, film arası/ antraktta bekleyen sinema seyirci salonlarına dönmedi mi?
KİT millet ile kurulup zararları sadece millete ödettirildi? Hele o sendikalar: modern mafya vari çalışan/ emekçi parazitleri. Bünyelerindeki işçileri sözde kalkındırmak isterken; gemi azıya alıp şirketleri batıran; dışarıdaki sendikasızı da daha yoksul kılan; iş yapmadan devletten geçinenlerce, menfaat yarışına giren, o sendikalar; sarısı, yeşili, mavi gözlüsü…
Pektim, en önemli petrol rafine kuruluşumuz. Özelleştirilmeden önce bünyesinde altı yüz küsur odacı istihdam ediliyormuş!.. Allah aşkına !? Cumhuriyetin bu mu işsizliğe çözümü? Dünyanın en çok kazandıran ürünü petrolü, işleyen, satan bu kurum, yıllarca kimlere arpalık edilerek zarar ettirildi? Sonra, özelleştirmeye haayır!!. Ne paradoksal duruyor değil mi?
Kamu bankaları ise “kurtarılmış” arpalık: Seçilmiş ve atanmışların (tunmuşlar/bürokratlar) menfaat savaşlarına ara verip, “barış çubuğu” tüttürdükleri “sakin” alanlar..
Kısaca, tutunacak dal yoktu; yere yattık, sürünmek için vaat edilen cumhuriyet özlemlerimizle.
Ardından, gelir MFÖ nün nakaratı: “nerden başlasam, nasıl anlatsam..”
Eee , Sonra, tabii çıkar bu heterojen cemaatten, “hainler”; bu “beste ve güfteler” ortamından sapkınlar, aykırılar : atılan tohum filiz(!) vermişti.
Bu gün, küresel rüzgarın değişmesiyle, yurtta da hava döndü: artık milletin yüzüne yüzene esmiyordu azap rüzgarları..Arsız fiillerine rağmen Özal hareketi; 1960 sehpasında yitirilen Menderes libertenliğini diriltti; ANAP çatısında, aç insanın şeker stresine girmiş hasta gibi, yemeği avuçlayarak avuçlarıyla yemesini yaşadık. Dile kolay; on yıllarca sürmüş mutfak sürgünü, tahıl yatıştırmasının bitimini yaşıyorlardı.
SÜREGİDECEKKEN ARSIZLIK, BİRDENBİRE KÜRSEL PROJEKTÖR ANADOLUYA ÇEVRİLDİ,
Son günlerde, asıl iş (!) gün yüzüne çıktıkça, millet:
- “Aman, aman kalsın; açma, çok pis kokuyor.
demeye başladı.
B a r ı ş …
Cumhuriyet kurulurken verilen sözler gibi; her şeye rağmen, barış olmalı.Çünkü barış, insanlık için hep başlangıçtır ve varlığının gelişmesi için tek seçenektir.
Önce; güçlü olan, sebep olduğu yaraları, acıları sarmayla başlamalı..Cumhurun dikenlerini budamadan, gül oluşmasına odaklanmalı. Gül, o kadar hassas ki yaklaşılmasına tahammülü yok; dikenlerini dikmiş bu yüzden. Bilinen, “çok hassas” değerler gibi değil; yanlış anlaşılmasın! İnsanlığın zenginliği, mutluluğu, gelişmesi için çok emekle, fedakarlıkla oluşmuş bu organizasyon; hala neden bir güle/ güldürmeye dönüşmemiş; gülden/ güldürmeden, dikenli tele/ esarete devşirilmiş ?.
AF, kişinin kişiye ettiğini devletin af etmesi değil; önce, devletin kişilere, milletin özü bireylere yaptıkları, yaptırdıkları af edilmeli. Her şey, hemen, ortaya çıkarılsın, demiyorum; fecaat olur!. Sonra, bu etkiye maruz kalıp, firar edip, isyan edenler; kaçanlar, terör yapanlar; onları “biz”den/ içerden kullananlar; dışarıdan destekleyenler.. bütün bu suç yumağı; kademeli fakat kazandırıcı ceza ile ilmik ilmik her yönden söküklerimiz onarılmalı.
Ardından gelecek süreç aftan önemli. Salıverilenler, istihdam için 1980 öncesi KİT arsızlığına ya da şehir, çete organizasyonuna dönüşmemeli. Barışa intibak barış kadar önemli.
BÜYÜK VE SESİZ DÖNÜŞÜM TASARISI,
Devlet imparatorluk gibi, “her şeye kadirlikten”, her yerde yardımcı temel hizmet sağlayıcılığına (hizmete amade organizasyon) evirilmeli. İnsanların, önünden ufkundan çekilmeli; Yasalar cangılı budanmalı, ışık almalı: özgürlükler değil, yasakların tarif edildiği yasa modelleri geliştirilmeli. “Yukarıdakilere”(tutunmuşlar/bürokratlar, seçilmişler/temsilciler) özellik tanıyan, tanıtan, yazdıran, yazılmış tüm yasalar; kurucu- asıl irade olan milletle, tek tek fakat yine “yukarıdakilerin” oyuncağı olmayacak biçimde; basit, sade, yalın ve kısa olarak kayda alınmalı.
İdarede, yetkide merkezi yapı elimine edilmeli; yerellik zenginliği, etkinliği idarede esas kılınmalı. Yerellikte yönetilenler, seçtikleri yöneticilere, ”gözüm sende!” sözünü hakikate geçirmeli.
Birey, idarecisine hemen ulaşabilmeli: Protokoller iğvanın/korkutmanın, sindirmenin kaynağıdır. Birey ile yönetici yakınlaşması, çeşitlenen hizmet ve ihtiyaçların bireyler bazında giderilmesi hedefiyle toplumsal gelişmenin eksenine yerleştirilmeli.
Kurucu liderden model çalmak:
“Hattı müdafaa yoktur; sathı müdafaa vardır; orası bulunduğun yerdir.” Çözümlemesi, Bireysiz toplum yoktur; bireyli toplum vardır; o birey topluluktaki ayrımsız tek, tek ve bütün fertlerdir.
Demokratik temsil sistemimiz; birey, millet- devlet ilişkisi; 4-5 senelik yozlaştırıcı /yabancılaştırıcı seçim dönemlerinden; günlük, elektronik siyasal katılım sistemi’ne dönüştürüldüğünde; her şeye kadir devletten, her şeyi etkileyen bireye evrileceğiz. Bu evrimle de birey, “ilkel”, “bidon kafalı”, “karnını kaşıyan”.. atıl alanlı edilgenlik; ile inkarcı, kibirli, egoist, ırkçı tekillik çölüne düşürülmeden olmalı.
KAHREDİCİ İNSAN TABİATI,
Kesin inanç, insan için ölümcül hastalıktır. Sorgulama yapmayan insan. Kendi beyninden firar etmiş güdülerinin esaretine girmiştir. Barış bataklığı olarak intikam güdüsü, onlarca acıdan sonra, “yeter artık” deyinceye kadar çatışmayı sürdürür. Kaybın, benliğe dayanması, atıl aklın sefaletiyle yaşanır.
Tartışmasız, toleranssız zihniyet; savlarını direnenlere kabul ettirmek için, kaç insan yaşamını bitirerek makuliyete/akla yaklaşır. Savlarını savunanların büyük çoğunluğunu yitirinceye kadar mı? Endonezya’da ayrılıkçı Açe hakereketi ile Endonezya devleti arasındaki ayrılma/ayrılmama (benim olacaksın sendromu) çatışması, binlerce yaşamı tüketmesine rağmen durulmamıştı. Ta ki çevreleyen okyanusun, acıya tsunami ile “el koyuşuna dek. Ne yazık!
Böyle olmasaydı; barış, su misali içilseydi; israf edilmeden, kuraklıklara varmadan insanlık. Ayrılığımız, yalnız yudumladığımız su da olsaydı.
Özer Ataç