08.07.2010
Turgut Özal’la bir kez karşılaştım, o da ABD’nin New York şehrinde. 1993 yılının başları, yani vefatının hemen öncesiydi. Cumhurbaşkanı Özal, son ABD ziyaretinin New York ayağında, prestijli Columbia Üniversitesi’nde, benim de izlediğim bir konuşma yaptı. Konuşmasının ardından Amerikalı bir akademisyen kendisine Kürt sorununu nasıl çözmeyi düşündüğünü sorunca Özal, “Kürtlerin en az yarısı ülkenin batısında yaşıyor” diye kaçamak bir cevap verdi. Bunun üzerine sorunun sahibi “Peki geri kalan yarısı ne olacak?” diye üsteleyince Özal da “Merak etmeyin, onlar da daha sonra Batı’ya göçecek” demişti.
Özal’ın şakaya sığınmasının temel nedeni, o tarihte, tıpkı bugün olduğu gibi Kürt sorunuyla PKK sorununun iç içe geçmiş olması ve çözümün neredeyse imkansız gözükmesiydi. Ama aynı Özal’ın, çözümün zorunlu başlangıç etabı olarak PKK’nın silahsızlandırılması için ciddi girişimler başlatmış olduğunu ve bu uğurda epey riski de göze aldığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki onun bu çabaları içerden ve dışarıdan sayısız odağın engellemeleri sonucu başarılı olamadı.
Özal, “vur kurtul” olarak özetlenebilecek geleneksel devlet anlayışıyla Kürt sorununun çözülemeyeceğini, hatta tam tersine sorunun daha da derinleştirileceğini kavramış ilk devlet adamlarından biriydi. Nitekim onun vefatından sonra Süleyman Demirel’in Köşk’e çıkması ve Tansu Çiller’in başbakan olmasıyla “vur kurtul”cular altın dönemlerini yaşadılar: PKK’ya yardım ettikleri tahmin edilen işadamları kaçırılarak öldürüldü; gazete binaları havaya uçurulup gazeteciler kurşunlandı; çok sayıda kişi yazıp söyledikleri yüzünden tutuklandı; milletvekillerine TBMM bahçesinde kelepçe vuruldu; nice insan yargısız infazlara kurban gitti ve bütün bu baskı ve zulüm uygulamalarına karşılık ciddi soruşturmalar açılmadı. Peki sonuç ne oldu? O dönemin anlı şanlı iktidar sahiplerinin hemen hepsi tarih oldu, unutuldu gitti ve tabii ki ne PKK bitti, ne Kürt sorunu çözüldü.
Benzerlik ve farklar
Dün de yazdım. Tam da Çiller’in başbakan olduğu dönemde bir grup “liberal” görünümlü gazeteci ve aydın, “vur kurtul” stratejisiyle sonuç almanın mümkün olmadığını savunup bir başka alternatifi piyasaya sürdüler: Ver kurtul! Bu teze göre, eğer Kürtler gerçekten ayrılmak istiyorlarsa pekala ayrılabilirlerdi ki böylesi bir durum en çok Türklerin işine yarardı. Yani Kürtlerin ayrılması, diğer bir deyişle ülkenin bölünmesi durumunda kurtulacak olan Kürtler değil, Türkler olacaktı.
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Tatar Çölü
Efendim hikaye şöyle; Tatar çölünde bir kaleyi korumakla görevlendirilmiş genç teğmenimiz işini hayatındaki her şeyin önüne geçirmiş, idealist, disiplinli bir askerdir. Birkaç aylığına başladığı görevinde aylar ayları kovalar ancak ne düşman gelir ne terhis. Teğmenimiz gel zaman git zaman düşmanın yolunu gözler, ha şimdi gelecekler, birazdan saldıracaklar diye diye yılları geride bırakır.
Aradan uzun zaman geçtikten sonra nedense aklına dank eder ve artık bu düşmanın geleceği yok evime, aileme döneyim diye düşünür ve evin yolunu tutar. Ne var ki, işler bu sefer de onun istediği gibi gitmez. Çünkü aradan geçen yıllar, uzun zaman aileden, arkadaştan uzak kalan teğmeni sadece sevdiklerine değil kendine de iyice yabancılaştırmıştır. Ne birinin hayatına dahil olabilir, ne de kendi hayatına birilerini dahil eder. Kendi yalnızlığında kalakalınca benliğini sorgulamaya başlar ve kendine olan yabancılaşmayla hayatta geldiği yer arasında sebepleri sorgular. Sonuç mu?
Tatar çölünün yolunu tutar ve yıllarını heba ettiği kaleye ölmek üzere geri döner.
Tipik RÇ sendromu.”Ha açıldılar, ha açılacaklar, niye açılmıyorlar, açılımı ertelediler mi? Açılım…” diye diye bir bakacak ki gündemden, toplumdan o kadar uzaklaşmış ki, artık tıkandığı noktada boğulmaktan başka çare kalmamış.
Ortada ne düşman var ne de korunması gereken bir kale. Sadece bir kesimin çıkarları ve politik oyunlar. Yazarımız engin gazetecilik birikimini bu yolda heba etmemeli, sosyolojik çalışmalara kanalize olarak gerçekten yararlı olabilecekken, hiç uğruna zayi olmamalı.