İslamafobi"medyatik deccal"ve sistemin ayağına ku
967 Okunma, 2 Yorum
Yusuf Kaplan - Yeni Şafak
Ali Bülent Dilek

İslamofobi, 'medyatik Deccal' ve sistemin, ayağına kurşun sıkması!

26 NİSAN 2013

 

Boston'daki 'maraton saldırısı'nın basit bir saldırı olarak kalmasının istenmediği anlaşılıyor.

Bu saldırıdan iki gün sonra gerçekleştirilen Teksas saldırısına kıyasla, Boston'daki saldırı daha basit bir saldırı aslında.

Teksas saldırısında 15 kişi öldü; ama bu hâdisenin üzerine gidilmedi bile.

Oysa Boston'daki saldırıda 3 kişi öldü; sadece Boston kenti değil, bütün dünya terörize ediliyor iki haftadır!

İSLAMOFOBİ: BATILILARI KURTARACAK SANAL DECCAL!

Yine İslâm hedef tahtasına yatırılıyor. Yine İslâm, açıkça, terörün kaynağı olarak ilan ediliyor. Yine Müslümanlar, şeytanlaştırılıyor.

İslamofobi kıtalar dolaşmıyor yalnızca; zihinlerde çoktan taht kurdu bile!

Batılı zihin dünyasının işleyiş biçimini belirlemeye devam eden dili fâş ederek söylersek... İslamofobi, İslâm'ın kitlelerin kâbusuna dönüşmesine, kitleleri bu kâbustan kurtarmaya yardım edecek medyatik ve sanal bir Deccal işlevi görüyor!

Sistem, kendisine acındırarak acımasızlığını meşrûlaştırmaya çalışıyor böylelikle. Ürpertici (aslında acınası) bir dille, üstelik de…

Amerikan ve Batı medyasını takip edin, gördüklerinize, okuduklarınıza, duyduklarınıza inanamazsınız: Açıkça, İslâm'ın terör dini, bütün Müslümanların 'potansiyel terörist' ilan edildiği haberler, yazılar, yorumlar gırla gidiyor!

POSTMODERN MEDYATİK / ZİHİNSEL TERÖR

Neler olup bittiğini, 'İslâm'ı hedef hâline getiriyorlar', diyerek veremeyiz sadece.

Veremeyiz; çünkü medya üzerinden yayılan, 'kurtarıcı bir Deccal'e!' dönüştürülen nefret yüklü İslamofobik dil ve söyleme rağmen birileri, etkili ve yetkili birileri, 'hedefin İslâm olmadığını, İslâmcılar olduğunu' söylüyorlar açıkça…

Burada tam anlamıyla medyalar üzerinden gerçekleştirilen sinsi, iğrenç, kafa karıştırıcı zihinsel bir terör eylemi var: Sağ göstererek sol vurma postmodern sinsiliği, ikiyüzlülüğü, panik psikolojisi, bitmişliği bu.

SİSTEM, KÖTÜCÜL BİR DİLE VE EYLEME SIĞINIYOR

………………………..

KÜRESEL SİSTEM, VARLIĞINI SÜRDÜREBİLMESİNİ, İSLÂM'A BORÇLU OLDUĞUNU İLAN EDİYOR!

Yapılmak istenen şey şu aslında: Küresel sistem, İslâm'ı hedef tahtasına yatırarak, şeytanlaştırarak kendisini, işlediği küresel cinayetleri, haksızlıkları, barbarlıkları meşrulaştırmaya çalışıyor.

Yani, anlayacağınız, küresel sistem, böylelikle, varlığını İslâm'a borçlu olduğunu tersinden ilan etmiş oluyor. Bu meseleyi pazartesi günkü yazıda fâş edeceğim.

ARİSTO'YLA HOLLYWOOD'U BOSTON'DA BULUŞTURUNCA…

Aslında, postmodern dünya, medyalar üzerinden üretilen sanallıklarla bizi tam bir büyücüler ve ayartıcılar ağı'nın ortasına fırlatıyor.

Çünkü postmodern dünyanın nükleer silahlardan daha tehlikeli, daha tahripkâr 'silahları' medyalar, bir anda deveyi pire, pireyi deve, iyi'yi kötü, kötü'yü iyi yapmakta son derece mâhirler…

Her zaman hatırlattığım gibi, Heidegger'in, 'kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır', dediği şey, tam da böylesi bir şey işte.

Medyaların hayatımızın her bir bölmesine, zihnimizin en gizli labirentlerine böylesine hükmettiği bir çağ, aslında 'postmodern çakallar'ın, 'medyatik gizli eller' vasıtasıyla, bütün dünyayı aptallaştırdığı devâsâ, ayartıcı bir ağ aslında.

Boston saldırısında 'postmodern çakallar'ın 'gizli el'lerinin hem Boston kentini, hem de bütün dünyayı nasıl terörize ettiklerini bütün ayartıcılığıyla gördük…

'İşte katiller!' denilerek 'lanse edilen' iki Çeçen'in, Hollywood filmlerini aratmayacak bir dramayla 'ele geçirilmeleri'nden sonra, yine tam Hollywood filmlerinin bitiş sahnesindeki, izleyiciyi katharsiz'e / doyum'a / boşalma'ya ulaştıran Aristocu dramaturjiye sahne oldu, hem Boston kenti, hem de bütün dünya -medyalar üzerinden!

SİSTEMİN, KENDİ AYAĞINA KURŞUN SIKAN ASIL DECCAL, MEDYALAR OLMASIN SAKIN!

Özetle, küresel sistem, varlığını İslâm üzerinden meşrûlaştırmaya çalışıyor. Üstelik de bunu, medyaları kötücül bir dille ve yöntemle kullanarak yapıyor. Sistemin medyalar üzerinden ürettiği, bütün dünyayı terörize etme eylemi, bizatihî medyaları Deccal konumuna yerleştiriyor.

Peki, bu ne demek biliyor musunuz? Elbette ki, sistemin, ürettiği sanal, gizli Deccal'i vasıtasıyla kendi ayağına kurşun sıkması demek…

Sistemin medyatik küresel düzeni kullanarak aslında öncelikle kendisi, sonra da dünya için nasıl tehlikeli bir oyun oynadığını ve ayağına kurşun sıktığını pazartesi günkü yazıda göstereceğim.

Pazar günü -söz verdiğim üzere- El-Cezire Film Festivali'ni yazacağım…

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/islamofobi-medyatik-deccal-ve-sistemin-ayagina-kursun-sikmasi/37410

YORUM;

HALK MEDYASINA DOĞRU

Artık halklar uyanmaya başladı.

Tam bağımsız medya kooperatifleri kurulacak.

Halkların gözü,kulağı ve dili açılacak.

Ondan sonra Türkiye’den başlayarak yeni bir medeniyet,

Hak ve Halk medeniyeti kurulacak.

Kurana dayalı bu medeniyetle insanlık derin bir nefes alacak.

Her din mensubu –hatta ben dinsizim diyenler bile-Allah sizden razı olsun diyecek.

Dualarımızı ve çalışmalarımızı bereketlendir Allahım…

 

 

 

Ali Bülent Dilek


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
28.04.2013
08:40

PAZAR GÜNÜ OKUMASI İÇİN DÜZEL BİR KONU...

ALLAH,

SİNEMA DAHİL

HER SANAT DALININ

"ADİL (EKONOMİK) DÜZEN" İÇİN

DEĞERLENDİRİLDİĞİ GÜNLERİ DE GÖSTERİR İNŞAALLAH...

http://yenisafak.com.tr/pazar-haber/filmimde-allahin-rengi-var-28.04.2013-515730?ref=manset-6

***

Filmimde Allah'ın rengi var Peygamber Efendimizin ahlakını anlatan bir filme imza atan İranlı yönetmen Mecid Mecidi, filmi çekerken Peygamberimizi makamında ziyaret ederek onunla defalarca konuşmuş. Filmlerinde ayetlerin ışığının görülmesini Mecidi, 'Film çekerken Sırat-ı Müstakim üzerinde yol almaya gayret ediyorum' sözleriyle açıklıyor.

AYŞE OLGUN | 27 NİSAN 2013, 18:01 Cennetin Çocukları (Bacheha-ye Aseman, 1997), Baran (2001), Cennetin Rengi (Rang-e Khoda, 1999) gibi iz bırakan filmlerin yönetmeni Mecid Mecidi geçtiğimiz hafta İstanbul'daydı. Mecidi, yedi yıldır Peygamber Efendimizin hayatını anlatan bir film projesi üzerinde çalışıyor. Filmin sonuna gelen Mecidi, İstanbul'a gelmeden önce Kur'an'da da adı geçen Fil Suresi'ndeki olayı anlatan sahnelerin çekimi için Güney Afrika'daydı. Oradan iki günlüğüne İstanbul'a gelen Mecidi, filmin bittiğini önümüzdeki yıl seyirciyle buluşacağının müjdesini verdi. Elinde tesbihi, yüzünde gülümsemesi eksik olmayan Mecidi, sadece bir film çekmediğinin yani manevi yönü büyük bir işi omuzladığının farkında. Bu yüzden de filmi çekerken defalarca Peygamber Efendimizin makamını ziyaret ederek O'nunla konuşmuş, yardım istemiş, bu projenin altından alnının akıyla çıkabilmek için dualar etmiş. 'Cahiliye döneminin içinde doğup büyüyen Hz. Muhammed'in ahlakı Kur'an'dan sonra en büyük mucizeydi. Biz de bugün cahiliye içinde olan İslam ve Batı toplumuna Peygamber Efendimizin ahlakını en iyi şekilde anlatmaya çalıştık' diyen Mecidi, filmde diyalogların yer aldığını ama Peygamber Efendimize dair suret kullanmadıklarını ve filmde çocukluk yıllarıyla, peygamberlik gelinceye kadarki dönemi işlediklerini söylüyor. Meridyen Derneği'nin Sonpeygamber.info projesi kapsamında iki gün süren 'Siyer ve Görsellik' temalı atölye çalışmasına katılan Mecid Mecidi'nin yeni filmiyle ilgili anlattıklarını dinlerken zaman zaman sözlere gözyaşları karıştı. ÜÇ YIL GEZDİM Yedi yıllık emeği içinde barındıran filmin ilk üç yılı araştırmalarla geçmiş. Bu üç yılda Peygamber Efendimiz hakkında yazılmış siyerleri karıştıran, O'nun yaşadığı bölgeleri ziyaret eden ve dünyaca ünlü pek çok din alimiyle buluşarak Peygamber Efendimizin hayatı hakkında istişareler yapan Mecidi, diğer yandan da o dönemin yaşam şartlarını anlatan yazı, aksesuar ve kıyafetler toplamış. 'En başlarda içimde hep bir endişe vardı. Bu kadar büyük işin altından kalkabilecek miyim diye kendi kendime soruyordum' diyen Mecidi, araştırmalarını yaparken sık sık gittiği kutsal topraklarda bir gün bu endişesini bir büyüğüyle paylaştığını o kişinin ise kendisine Peygamber Efendimizin makamını işaret ederek, 'Bunları git O'na anlat, sana ancak O yardım edebilir' dediğini söylüyor. Çekeceği filmde görüntü yönetmeni olarak üç defa Oscar ödülü kazanan dünyaca ünlü görüntü yönetmeni Vittorio Storaro ile çalışmak istediğini dile getiren Mecid Mecidi bu ziyareti ve sonrasını şöyle anlatıyor: ' Hz Muhammed (sav) ile gidip, 'eğer hayırlısı ise ben bu yolda ilerleyeyim' diye dua ettim. Filmin en önemli yanlarından biri görüntü yönetmeniydi ve bu alanda Vittorio Storaro üzerine isim tanımadığım için onun bu filmde yer alması için Peygamber Efendimizden yardım istedim. İran'a döndüğümde de arkadaşlarıma Storaro'yla çalışmak istediğimi, kendisini arayacağımı söyledim ancak arkadaşlarıma göre onun bu teklifi kabul etmesi imkansızdı. Maili gönderdim. Bir kaç gün sonra arkadaşlarımız heyecanla yanıma geldi ve Storaro'nın bizimle çalışmak istediğini bildiren bir mail attığını söylediler.Mailin ilk cümlesinde Yüce Rabbimizin adı vardı, çok şaşırdım. Storaro mailinde şöyle yazmıştı: 'Varlıkta en yüce olan Rabbimizin adına yapılan bir projede yer almaktan gurur duyarım ve hemen sizinle direkt görüşmek isterim.' Bir ay sonra sonra Storaro ile Roma'da buluştuğumuzda akşama kadar filmle ilgili konuştuk ama ben en çok filmi neden kabul ettiğini merak ediyor ve bunun sırrını gözlerinde taşıdığını düşünüyordum. Akşam nihayet ısrarlarım üzerine bana şunu söyledi: 'Şöyle düşün ben bu projeye davet edildim.' Sonra da olayı anlattı. Meğer Storarı, Hz. İbrahim'den bugüne bütün peygamberi içine alan Peygamberlerin Işığı adında bir kitap hazırlıyormuş ve üç aydır da Hz. Muhammed üzerine çalışıyormuş. Benim mailimi aldığı gece ise Peygamber Efendimizin yaşadığı Miraç olayı üzerine okumalar yapıyormuş...» Mecidi bunları anlatırken salondakilerle birlikte gözyaşlarını tutamadı. OTOBÜSÜMÜZ HAVAYA KALKTI Filmi çekerken buna benzer sayısız olaya tanıdık olduğunu söyleyen Mecidi, 'Bu filmin çekildiğini duyan herkes maddi manevi bu filmde olmak istediler. Gittiğimiz her yerde büyük bir ilgi ve heyecan vardı. İnsanlar bizim bulunduğumuz yerlerde kurbanlar kesiyorlardı. Hatta bir seferinde otobüsümüzü içinde peygamber vardır diye ellerinin üstünde havaya kaldırıp gezdirdiler.' Mecidi'nin şu cümlesi ise adeta bakışlarına ve sesine yansıyan mütevazılığının sırrını ifşa ediyordu: 'Filmlerimi çekerken Sırat-ı Müstakim üzerinde yol almaya gayret ediyorum ve bu yol üzerindeyken de doğal olarak Allah'ın rengi filmlerime yansıyor.' Peygamberimiz de olsa sinema dilini kullanırdı İnsanlara İslam'ı anlatmak için günümüz şartlarında sinemanın önemli olduğunu söyleyen Mecid Mecidi, sinema ve İslam hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: 'Ben şuna inanıyorum ki peygamberlik silsilesi devam etseydi bugün onlar da sinemayı kullanarak insanlarla bağlantıya geçerlerdi. Hepimiz görüyoruz ki çok önemli bir dönemdeyiz. Tüm dünya sinema, televizyon iletişim araçlarıyla kitlelerle bağlantı kuruyor. Sayılara baktığımızda bugüne kadar Hz. İsa'yla ilgili 250, Hz. Musa'yla ilgili 120, Hz. Muhammed hariç diğer peygamberlerle ilgili 80 civarında film, belgesel hazırlanmış. Ancak bizim peygamberimizle ilgili tek bir film var o da Çağrı filmi. Çekildiği döneme göre önemli bir filmdi ancak bana kalsa İslam'ın ruhunu hiç bir şekilde anlatmayan bir filmdi.' İslamiyeti dünyaya anlattım Mecid Mecidi, filmi çekme sebebini şu cümlelerle dile getiriyor: 'İslam'ı anlatmak hepimizin görevi. İşte ben bu konuda üzerime düşeni yapmak adına bu filmi çektim. Çünkü İslam'a bakışımızda bir boşluğa sahibiz bu batıda da böyle, İslam ülkelerinde de böyle. Bu boş bakışı bir filmle doldurmak istedim. Yani terörden uzaklaşarak gerçek İslam'ı dünyaya anlatmak gerekiyor. İslam şiddet değil, rahmet dinidir. Yani tek cümleyle özetlemek istersek İslam muhabbet yani sevgi dinidir ve İslam dünyaya latif bir dille bakar. İslam'a işte buradan bakarak bu boşluğu doldurmak istiyorum.' Vahabileri kime şikayet edeceğiz? Peygamber Efendimiz'in yaşadığı döneme dair ipuçlarını araştırırken pek çok şeyin yok edildiğine şahit olan Mecid Mecidi, bundan dolayı büyük bir üzüntü duyduğunu dile getiriyor. Mecidi, 'Coğrafyadan, giyime kadar Peygamber Efendimizin hayatını geçirdiği ülkelere seyahat ederek araştırma yaptık, belgesel niteliğinde önemli bir arşiv oluşturduk. O dönemi filmimizde birebir anlatmaya çalıştık. Ancak gördük ki Vahabiler o dönemi ortadan kaldırmak adına büyük bir facia işlemişler. Bunu kime şikayet etmek gerektiğini bilmiyorum ama Peygamberimizin dönemine dair ağır bir tahribat söz konusu. Ellerinden gelse Mescid-i Nebevi'yi bile yok edecekler' sözleriyle yaşadığı hayal kırıklığını anlatıyor. Mekke şimdi Tahran'da Önümüzdeki yıl gösterime girecek olan film için Mecid Mecidi İran'da dev bir film platosu kurdu. Bu platoyu kurmadan önce Hollywood ve Bollywood'u gezen dünya sinemasının bütün imkanlarıyla kurduğu platolar hakkında bilgi edinen Mecidi, kurduğu platonun dünyada en iyisi olduğunu dile getiriyor. 'Hepinizin o platoyu görmesini isterim' diyen Mecidi, dönemin Mekke'sini yüzölçümüne kadar neredeyse birebir yeniden Tahran'da inşa ettiklerini anlatıyor. Filme ait tarihi belgeleri Mecidi, Fas, Cezayir, Lübnan, Irak başta olmak üzere İslam ülkelerindeki din alimlerinin yardımıyla toplamış. Film, Hz. Muhammed'in hayatının peygamber oluncaya kadarki dönemini anlatıyor. Mecidi, ömrü yeterse filmin devamını da çekmek istiyor. Filmde Amin Tarokh, Mehdi Pakdel ve Sareh Bayat ile birlikte çok sayıda ünlü oyuncu yer alıyor.

Reşat Nuri Erol
28.04.2013
10:02

BUGÜN

MUSTAFA ARMAĞAN'IN

BU YAZISI DA İBRETLE OKUNMALI...

İYİ OKUMALAR...

***

“Anayasamız Kur’an’dır” diyen devlet başkanı kimdi? İnsan okuyunca ister istemez etkileniyor: “Avrupa’da ilk kez minareden ezan okundu. Gurbetçiler duygulu anlar yaşadı.” Ezan-ı Muhammedî’ye kavuşan Avrupa’daki kardeşlerimizin nasıl bir coşku duyduklarını, 1950 yılında Türkiye’nin ezana yeniden kavuşmasını anlatan yüzlerce kişiyle yaptığım görüşmelerden iyi bilirim. Geçen 60 yıla rağmen gözyaşlarına hakim olamıyorlardı. Güya ezan Türkçe okunursa halk ne denildiğini anlayacak ve Müslümanlığının şuuruna varacak, şimdiki deyişle bilinçli Müslüman olacaktı. Ne yazık ki süreç böyle işlemedi. Yapılanlar ‘ezan zulmü’ olarak tarihe geçti. Peki Arapça ezanı yasaklatan Mustafa Kemal Paşa dine karşı mıydı? Cevabımızı sona saklayalım ve çok sözü edilen ama üzerinde yeterince durulmayan Balıkesir Hutbesi’ne eğilelim. Allah’ın yarattıkları arasında çelişki bulamazsınız Cuma günü değil, çarşamba günü verildiği, önce Paşa’nın büyük bir cemaatle öğle namazını kıldığı, ardından şehitlerin ruhlarına mevlid okunduğu gibi ayrıntıları geçelim. Şunu söyleyeyim ki, hutbe metninin her cümlesi, üzerinde genişçe durulmayı hak etmektedir. (Piyasadaki yalan yanlış hallerine güvenmediğimden Hakimiyet-i Milliye’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasındaki neşrini esas aldım.) Gazi, Fatih Sultan Mehmed’in kayınpederi Zağanos Paşa’nın yaptırdığı camide bizzat minbere çıkarak şu girişi yapmıştır: “Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz hazretleri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı (gerçekleri) tebliğe memur ve resul olmuştur.” Klasik bir hocaefendi edasıyla başlayan hutbede konuşanın TBMM hükümetinin başkanı olduğunu hatırlamak gerekir. Devamında sarf ettiği şu cümle çok çok önemli: “Kanun-i Esasi cümlenizce malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan’daki nusûstur.” Yani diyor ki: “Anayasamız Kur’an’daki emirlerdir (naslar).” Açıkça ‘Anayasamız Kur’an’dır.’ diyor. Acaba bugün herhangi bir siyasetçi bu cümleyi söylese başına neler gelirdi? Düşünmeye değer bir husus. Biraz daha devam edelim mi okumaya? Buyurun: “İnsanlara feyz-i ruhî (ruhî bereket) vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (kusursuz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor (uyuyor). Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı bununla diğer kavanin-i tabiîye-i ilahiye beyninde tezad (onunla yine ilahi kaynaklı olan tabiî kanunlar arasında çelişki) olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyeyi (bütün tabiat kanunlarını da) yapan Cenab-ı Hakk’tır.” Mustafa Kemal Paşa’nın, Hakimiyet-i Milliye’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında neşredilen Balıkesir Hutbesi. Buradaki tamamen dinî alana ait bir mantık yürütüldüğünü kelam kitaplarına veya Risale-i Nur’a aşina olanlar fark etmiş olmalı. Kur’an ile dünya çelişmez buna göre. Çünkü ikisinin de yaratanı aynı olduğu için Kur’an’ın tabiat kanunlarıyla çelişmediğini ve çelişemeyeceğini bu kadar öz olarak ifade eden bir metni “Söylev ve Demeçler”in neresine oturmak gerekir acaba? Ancak ufak bir sorun var: Bu bir hocaefendi üslubu ve mantığında irad edilmiş olan hutbeyi veren kişi, bir siyasetçi. Hatta devlet başkanı. Nitekim aynı camide bulunan Kâzım Karabekir çıkışta onu böylesine yoğun bir dinî konuşma yaptığı için eleştirmiş ve “Bu millet dini siyasete alet etmekten yeterince çekmedi mi Paşam?” diyerek tavrını koymak ihtiyacını duymuştur. Peki fiilî de olsa bir devlet başkanının hutbeye çıkıp Elmalılı Hamdi Yazır gibi dinî açıklamalar yapmasını nasıl değerlendirmek gerekir? O zamanın şartları öyleydi diyerek mi? Neyse, biz okumaya devam edelim: “Büyük sevap kazanacağım” “Arkadaşlar, Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dâra (eve), iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın eviydi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i Peygamber’in eser-i mübareklerine iktifaen (bazı metinlerde “iktidaen” (‘uyarak’) şeklinde geçiyor) bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline ait hususâtı görüşmek maksadıyla bu dar-ı kudside (kutsal evde) Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesileyle büyük bir sevaba nail olacağımı ümid ediyorum.” Hutbenin kendisine “büyük bir sevaba” nail olma fırsatı verdiğini ifade eden Mustafa Kemal Paşa şöyle devam eder: “Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret (danışma) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihnini başlı başına faaliyette bulun(dur)mak lazımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz için, bilhassa hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.” Gazi bundan sonra halkın ne düşündüğünü öğrenmeye, sorularına cevap vermeye hazır olduğunu söyleyecek ve “Amal-i milliye (millî emeller), irade-i milliye (millî irade) yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin (bütün millet fertlerinin) arzularının, emellerinin muhassalasından (toplamından) ibarettir.” diyerek bu defa mihrapta cemaatin sorularına geçecektir. Cevaplar da epey ilginç ama girmeye yerimiz yok. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Balıkesir Hutbesi, bir devlet adamının dinî söylemi son sınırına kadar çekerek kullandığı müstesna bir örnek olarak tarihe geçmiştir.

*

DEVAMI İÇİN...

http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/-anayasamiz-kurandir-diyen-devlet-baskani-kimdi_2083322.html





Sayı: 202 | Tarih: 28.04.2013
Ahmet Hakan
Severim böyle bürokratları
Riâe-n Nâs
1099 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Altın Fiyatları
Tahlil
1081 Okunma
8 Yorum
Süleyman Karagülle
Yusuf Kaplan
İslamafobi"medyatik deccal"ve sistemin ayağına ku
Halk medyasına doğru
967 Okunma
2 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
MÜFTÜLÜK DERGİSİNDE HAHAM PAPAZ MAKALESİ ve MELEK
Her şeyi okuyalım, kendimiz yetiştirelim
957 Okunma
Emine Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Milli içkimiz ayran hangi yemeklere uyar?
Yasaklarla Ancak Buraya Kadar
955 Okunma
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Kandil açıklaması ve sorular
İçerik Önemli
933 Okunma
Zafer Kafkas


© 2024 - Akevler