Rota'yı bulduk da, 'istikamet' neresi?
Yusuf kaplan
02 kasım 2012
Sezai Karakoç ve İsmet Özel: Semamızda sürgit parlayan iki eşsiz yıldız. Başka yıldızlarımız da var elbet, zaman zaman yanıp sönen!
Üstad Sezai Karakoç, hakikatin bekçiliğini yapıyor: Katışıksız, arı duru, herkesi besleyen vahyin 'süt'ünden emiyor kana kana: Ve bütün çağlara ve çağrılara sesleniyor, tâ derinden, en derinden nefes alarak!
İsmet Özel'se, 'ev'in bekçiliğini yapıyor: Hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden, 'toparlanın, gitmiyoruz' diyor: Bizi sürgit rahatsız ediyor, tedirgin ediyor, rahatımızdan ediyor, hakikate talip olmaya çağırarak.
İsmet Özel'i 'Kemalist'likle suçlayan kişiler, 'ev'in kıymetini bilmeyen, yersiz yurtsuzlaşmayı, zihnî sömürgeleşmeyi marifet belleyen, bu yüzden de, aslında Kemalizm'in zokasını çoktan yutan kişiler!
'KAZI'YA, HAKİKAT'İN İZİNİ SÜRMEYE DEVAM!
Bendeniz, kadîm tefekkür geleneğimizden beslenen, tasavvufun deryasında yüzmeye çalışan, duyargaları insanlığın bütün düşünce ufuklarına açık, Nur'lardan ve Büyük Doğu'dan 'süt' emen bir 'diriliş çocuğuyum.'
O yüzden, Hakikat'in izini sürmeye çalışıyorum hep; tıpkı Sezai Karakoç gibi.
Hakikatin hakikatimiz olması için durmadan, yılmadan, kazı yapıyorum; hakikat'in izini sürme kaygısıyla kazı yolculuğumu sürdürmeye çalışıyorum.
Hiç kimsenin kınamasına aldırış etmeden. Tıpkı İsmet Özel gibi.
'YILDIZLARIMIZ' VE IŞIKLARI
'Yıldızlarımızı çarpıştırma'nın, zaten harap hâle gelen 'ev'imizi büsbütün yerle yeksan edeceğini biliyorum.
O yüzden, yıldızlarımızı buluşturmanın, birbirlerine ve hepimize ışık saçmalarını sağlamanın, Rahman'ın rahmet tohumlarını toprağımıza daha bir merhametle, daha bir şefkatle, daha bir rikkatle düşüreceğinden adım gibi eminim.
Yeter ki biz düşmeyelim!
Yeter ki, biz, hakikat'in bekçiliğini terk etmeyelim!
Yeter ki biz, hakikatin bayrağını insanlığın burçlarına dikme yükümlülüğünden vazgeçmeyelim!
Yeter ki biz, 'evimiz'i 'bezirgânlar'a, 'aç kurtlar'a aslâ terk etmeye yeltenmeyelim!
HAKİKATİ DERT EDİNEMEYENLER, 'EV'İ KORUYABİLİRLER Mİ?
28 yıldır 'durmadan' yazıyorum. Hiçbir zaman hakikatten sapmadım. Eleştirinin 'şehvet'ine de kapılmadım. Vicdanım, her zaman doğruya doğru, eğriye eğri, dedi.
İki ateş arasında kalıyorum zaman zaman o yüzden: Kimi insanların derdi, gerçekten hakikat değil çünkü: Kendi gerçekliklerini putlaştıranların, gerçeği / hakikati unutarak, gerçekliklerin ayartısına kapılanların, gerçeklikleri gerçek katına yükselttiklerini bile göremeyenlerin derdi hakikat olabilir mi?
Hakikati dert edinemeyenler, 'ev'i koruyabilirler mi? Bizi hakikat sarayına ulaştıracak hakikat yolculuğundan -ayartıcı ve sahte gerekçelerle, putlaştırdıkları gerçekliklerle- alıkoymaktan başka ne yapabilirler ki, bize; ne söyleyebilirler, hakikat adına, hakikat aşkına, söylesenize?
ÜRKÜTEN ÜÇ RESİM!
Bütün bu cümleleri şunun için kurdum: Cumhuriyet bayramı kutlamaları dolayısıyla 'gördüğüm' üç 'resim' ürküttü beni.
Birincisi, resmî kutlamaların dışında yapılan gayr-ı resmî kutlamaların yasaklanması! Böyle şey olur mu? Provokasyonlardan korkuluyor idiyse, önlemleri alınabilirdi.
Kaldı ki, bu ülkenin çalkantılı yakın tarihine yakından baktığımızda, provokasyonların, resmî aparat'lar tarafından yapıldığını; bu nedenle, bütün gösterilerde gösterileri düzenleyenlerin 'provokasyonlara gelmeyelim!' çağrısı yaptıklarını biliyoruz.
Ankara'da -Ulus'ta- yapılan gösteride de, gösteriyi düzenleyenlerin sık sık 'aman provokosyanlara dikkat!' çağrıları yaptıklarını duyduk-gördük televizyonlardan.
Üstelik de daha önceki Cumhuriyet mitinglerinde 'Ordu Göreve!' pankartları açan ADD yetkililerinden!
İkincisi, CHP İstanbul İl Başkanı'nın, Taksim'deki törenler sırasında askerlere yönelerek, 'Cumhuriyet'i siz koruyamadınız; biz koruyoruz,' ürpertici ve 'kışkırtıcı laf'ı.
Sözkonusu lafı eden kişinin ertesi gün, 'askerleri değil, polisleri ve vâliyi hedef aldığını' söyleyerek -ve tastamam bir 'şark kurnazlığı' örneği sergileyerek-, milleti geri zekâlı yerine koyması da işin cabası!
Burada ürpertici bir vesayetçi zihniyet var ve bu zihniyet, hâlâ diri; gerektiğinde mobilize edilebilir ve ülkeyi bir ânda gererek 'cehennem'e dönüştürebilir! Görünen köy kılavuz istemez!
Yaşadıklarımızı ne çabuk unutuyoruz öyle!
SİSTEM'E YAMANMA VE ZİHNÎ SAVRULMA!
Yaşadıklarımızı ne denli çabuk unuttuğumuzu gösteren ve beni asıl ürküten şey, dünün İslâmî kaygılara sahip yazar-çizerlerinin, elitlerinin ve çevrelerinin Cumhuriyet Bayramı kutlamaları dolayısıyla bir ânda 'sistem havarisi' kesilmeleri!
'Yaşasın Cumhurun Sistemi!' naraları bile atabilmeleri!
'Dargınlıklar giderilsin, küsler barışsın!' ucuzculuğuyla, unutkanlığıyla ve savrulmuşluğuyla bizi yokolmanın eşiğine sürükleyen yakıcı ve yıkıcı gerçeklerin üzerine sünger çekmemizi istercesine, 'vur patlasın, çal oynasın' triplerine girebilmeleri!
Bir ülkenin sisteminin aslında cumhurun sistemi olmak zorunda olduğu gerçeğini gözardı ederek, Cumhurbaşkanı'nın verdiği resepsiyon'a bakarak ve illüzyona kapılarak, cumhurun sisteme sahip çıkabildiğini söyleyebilmeleri, bayram yaparak 'göbek atabilmeleri'!
Ayartıya ve ayartılmaya her zaman teşne olabileceğimizi, hakikati, hiçbir bedel ödemeden, haraç mezat satışa çıkarabileceğimizi gözler önüne serebilmeleri!
Bütün bunlar, bu zihnî savrulma, bu pergelini şaşırma, kutsalını yitirme, durumdan vazife çıkarma hâli pür melâlleri ürküttü beni.
Hâsıl-ı kelâm: Ortalık, 'yalaka'dan geçilmiyor! Herkes iktidara, iktidarsa sisteme yamanma derdinde!
BATICILAR SIĞLAŞIRKEN, 'İSLÂMCILAR' 'SIVIŞMA'YA BAKIYOR!
Batıcılar / ulusalcılar / sekülerler, zihinlerini, sömürgecilerin zihinlerine ayarlayarak sığlaşıyorlar: Bir yandan sömürgecilik karşıtı sloganlar atıyorlar, öte yandan da sömürgeci zihinle ve gözle memleketi 'kurtarabilecekleri' illüzyonuna fena hâlde kaptırmaktan kurtaramıyorlar kendilerini.
'İslâmcılar' ya da 'muhafazakâr'larsa, hemencecik sıvışmaya, 'bulundukları yer'i terketmeye bakıyorlar!
Nasıl bir savrulmadır bu, anlamakta zorlanıyorum doğrusu.
Cumhuriyet fikriyle bir alıp veremediğim yok benim. Nasıl olsun ki!
Ama bu ülkede sistemin, cumhurla, daha doğrusu, cumhuru cumhur kılacak ruhla bir alıp veremediği var! Bunu nasıl gözardı ederim?
Sorunum, Cumhuriyet'le değil. Sorunum, sistemle. Herkes Cumhuriyet Bayramı'nı istediği gibi kutlayabilir. Hiç kimse, bayramı, nasıl istiyorsa öyle kutlama hakkından alıkonamaz.
'BEDEN'İMİZİ KURTARDIK AMA RUHUMUZU 'YİTİRDİK'!
Ama bu ülkede, sistemin, sistematik olarak, bu topraklarda yaşayan cumhurun yönünü, rotasını yitirmeye kalkıştığını, kimliğini tepeden topyekûn ve zorla değiştirmeye, bunun için de medeniyet iddialarını yok etmeye çalıştığını gözardı edemem. Bütün bu yok edici gerçeklerin üzerine sünger çekemem.
Türkiye'nin, yörüngesini bulma ve yörünge olma sorunu var. Türkiye, Batılılara karşı bağımsızlık savaşı verdi; ama sonunda, seküler / Batılı bir yörüngeye yerleşti!
Dışarıdan, sömürgeciler tarafından dışarında ele geçirilemeyen 'kale', zihnî sömürgecilik yaşayan, sömürgecilerin seküler projelerini bu ülkede gönüllü acentalık yaparak ve kendi-kendini sömürgeleştirerek uygulayan 'yerli sömürgeleştiriciler' tarafından içeriden ele geçirildi!
Böylelikle Türkiye, bedenini kurtardı; ama ruhunu da yitirdi.
AĞDAŞLAŞMAK, 'ÇAĞDAŞLAŞMAK' MIDIR?
Türkiye'nin hâlâ kavrayamadığı ve hâl yoluna koyamadığını da anlayamadığı sorunu, Batılılaşmak değil, 'çağdaşlaşmak'tır; daha doğrusu çağdaşlaşamamak. Türkiye, çağdaşlaşamamış, aksine, bütün yapılarını alaşağı ederek seküler Batıcı bir niteliğe büründürmüş ve sadece ağdaşlaşmıştır.
Türkiye'de sömürgeci bir eğitim sistemi, medya rejimi, kültür ve sanat dünyası hükümfermâdır. O yüzden medeniyet ufkumuzla donanarak düşüncede, sanatta, bilimde dünyaya ruh üfleyecek yolculuklar yapmamızı mümkün kılacak, derin nefes alabilmemiz sağlayacak bütün yollar tıkalı, algı kapılarımız kapalı.
Türkiye'nin sorunu, Batılılaşmak değil, çağdaşlaşmaktı/r. Bu yakıcı meseleyi bir türlü kavrayamadık hâlâ. O yüzden talihsiz kederler içinde kıvranıp duruyoruz.
Çağdaşlaşmak, bir çağrı'nız varsa ve sizin çağrınız kendi çağını kurabiliyorsa, başka çağlarla ve çağrılarla imajinatif bağlantılar gerçekleştirebiliyorsa, mümkün olabilecek bir şeydir ancak.
Eğer siz, başkalarının çağrı'larının kurduğu bir çağın içine düşmüşseniz, o çağın ağlarına ve bağlarına bağımlı hâle gelmişseniz; işte o zaman, her bakımdan kendinizi de, bağımsızlığınızı da, kendi hakikatinizi de yitirmişsiniz demektir.
............................................
Evet, Türkiye'nin sorunu çağ sorunudur. Çağ sorunu bir varoluş meselesidir. Varoluş meselesi, başkalarının çağlarının ve çağrılarının kafesine kapatılmakla çözülemez! Bunun örneği yok insanlık tarihinde, tek bir örneği bile!
'TECAVÜZCÜSÜNE' AŞIK OLMAK!
Türkiye'nin Menderes'ten itibaren rotasını, yörüngesini bulmak için yoğun çaba gösterdiğini görüyoruz. Geldiğimiz noktada, rotamızı bulduğumuzu söyleyebiliriz; ama istikametimizi (yani medeniyet iddialarımızı, rüyalarımızı, değerlerimizi, duyarlıklarımızı, önceliklerimizi) yitirmediğimizi de söyleyebilir miyiz peki?
Bu ülkede gökkubbemiz çöktü. Medeniyet ufkumuzu yitirdik, Anadolu kıtasına hapsedildik!
Omurgasız yaratıklara dönüştük. O yüzden oraya buraya savrulup duruyoruz.
Dilimizi yitirdik. O yüzden, konuşamıyoruz; başkalarının dillerini kekeleyip duruyoruz.
Ruhumuz delik deşik edildi. O yüzden nefes alıp vermekte zorlanıyoruz.
Zihnimiz allak bullak oldu. O yüzden düşünemiyoruz. Düşüyoruz sadece baş aşağı doğru: Ödünç akıllarla, ödünç zihinlerle vaziyeti idare edebileceğimizi sanıyoruz.
Ne büyük gaflet!
Bu nedenle, vaziyeti kurtarmaya, ayartıcı, yanıltıcı, yanılsatıcı durumlardan vazife çıkarmaya bakıyoruz sadece.
'Bu, bir aşama meselesi' diyebilecek kişilere şunu söylüyorum: Her yaşanan aşamanın, derin bir aşınmayla ve zihnî savrulmayla sonuçlandığını, bizi tecavüzcüsüne âşık olan psikanaliz figürüne dönüştürdüğünü görebiliyor muyuz acaba?
YATAY ROTA, DİKEY/DE ALABORA!
Bu ülke, Menderes'ten Erdoğan'a kadar yaşadığımız çalkantılı ve travmatik süreçte, rotasını bulma konusunda bir hayli mesafe katetti. Bu doğru.
Ancak biz her aşamada rotamızı bulduk diye sevinirken, 'istikamet'imizi yitirmemize, hatta 'batmamıza' yol açacak kadar geminin alabora olduğunu görebiliyor muyuz acaba?
Başka bir deyişle, gemi, 'yatay rota'sını buldu; ama 'dikey istikamet'ini yitirdiği için 'su' alıyor! Göremiyor musunuz hâlâ?
Sözün özü, 'istikamet'imizi yitirmemize yol açan yakıcı gerçeklerin üzerine sünger çekerek ve sisteme eklemlenerek hakikat'ten her geçen gün adım adım uzaklaştığımızı, hakikati aşama aşama aşındırdığımızı, ev'i yerle bir ederek yersiz yurtsuzlaştığımızı, hakikatin bekçiliğini de, 'ev'in bekçiliğini de yapamayacak kadar metamorfoz yediğimizi, palyaçolara döndüğümüzü, bu yüzden fırtınalı denizin ortasında oraya buraya sürüklendiğimizi ne zaman fark edeceğiz, merak ediyorum doğrusu.
Varoluş meselemizi Pazar günkü yazıda da tartışmaya devam edeceğim.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/rotayi-bulduk-da-istikamet-neresi/34768
yorum;
SADED’E GELELİM
Saded yada medeniyet.
Geldik ama geç mi kaldık.
Kaçımız geldik.
Çoğumuz hâla mâlayâniyle uğraşıyoruz.
Neden çünkü nirengi noktalarımız farklı.
Nirengi nontasında tevhidi kıble etmeden felah yok.
Bunun da yolu Bediüzzaman(r.ah)’ın yaptığını yapıp
Kur’an’da tevhidi kıble etmek.
Akevler ekibi/ekolu “saded hususunda” Kur’an’la meydan okuyor.
Ne mutlu görebilene gösterebilene.