Sandalyeler Nasıl Paylaşılacak, Suriye Krizi Bunu
2081 Okunma, 21 Yorum
Emre Kongar - Cumhuriyet
Süleyman Karagülle

 

Kongar: “ ‘Ak Parti Kongresinden önce Erdoğan Gül arasında ayrılıklar, dışa vuracak mı?’ diye yazmıştım.

Gül ile Erdoğan arasında şike cezalarında Kanunun geri gönderilmesi dışında bir sorun yaşanmamıştı.

Erdoğan yetkileri kısılan bir cumhurbaşkanı olmak istemiyor. Başkanlık sistemine geçilemeyebilir. Geçilse bile kendisi seçilemeyebilir. Gül ile Erdoğan arasında denge belirsizlik devam etmektedir. Gül tercih edilmelidir.

Suriye sorunu AK partideki belirsizliği daha da derinleştiriyor.” diyor.

 

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=369590

 

 

Yorum:

 

Sermaye’nin Yönetme Tarzı

 

Sermayenin yönetme tarzı vardır.

1- Önce karşı tarafı ikiye ayırıp onları çatıştırarak denge kurar.

2- İki grup arasında denge kuramazsa ikilerin yanına bir üçüncü küçük grup çıkarır. Onları kullanarak gruplara sözünü geçirmek ister.

3- İki gruptan fazla çoklu grup olmasını istemez.  Kendi kontrolü dışında ortaya çıkan bir oluş varsa onu şiddetli bir şekilde bastırır. Onu doğmadan ezer.

4- Kendi kontrolü dışında bir gelişme olur ve onu doğmadan yok edemezse, bu sefer onun yanında yer alır. Ajan olanları sokar ve içinden bastırmaya çalışır.

 

1970’lerden önce, sermayenin kontrolünde olmayan iki kuruluş ortaya çıkmıştır. Biri, Süleyman Tunahan’ın Kuran tedrisidir. Diğeri ise Bediüzzaman’ın risaleleridir. Bunlar şiddetli şekilde ezilmekteydi.

 

1970’lerde size İzmir’de Akevler ortaya çıktı. Sermayenin kontrolü dışında olan bu kooperatif Erbakan’ı ve Bediüzzaman’ı desteklemiştir. Birden bunlar legal çalışmaya başlayınca bunları ezmek mümkün olmamıştır. Sermaye bunlara karşı siyasetini değiştirmiştir. Onların yanında yer almış ve kendisinin kontrolüne almıştır. İşte Gülen sermayenin kontrolüne giren Bediüzzaman’ın devamıdır. AK Parti de sermayenin denetimine girmiş Erbakan’ın devamıdır.

 

Sermaye Erbakan’ı devre dışında bırakmak için Gül’ü seçmiştir. Gül’ün daha az mücadeleli olması ve kolay idare edilir görünmesi sebebi ile onu tercih etmiş, ne var ki, bunu başaramayınca Gül ile beraber Erdoğan’ı ister istemez benimsemiştir. Sermayenin yanıldığı husus, Erdoğan, Gül, Atalay, Arınç, Aksoy, Gönül, Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve diğerleri, muhteris değil mümin insanlardır. Her zaman fedakârlık yaparlar. Yapmak zorundadırlar. Yapmayanları mebusları hemen dışlarlar. Türklerin başarısı buradan gelir. Bölünmelere izin vermez. Birisinde birleşip galip getirir.

 

AK Parti nerde hata yapıyor?

1- Suriye konusunda sonuna kadar hatalıdır. AK Partinin oylarını bu konu bitirecektir. Basının küçük istismarı bu işi bitirir.

2- Allah’ın Türk Milleti’ne verdiği iktidarı bir şirk anlayışı içinde bırakıp gitmesi fahiş hatadır. Gücünü kullanıp Adil Düzen’i getirmeye çalışacağına bırakıp gidiyor.

3-  Cumhurbaşkanlığını sivil ve taraflı birisine verip dengesini ortadan kaldırmak hatadır. Oysa tarafsız, güçlü ve asker bir başkan, son kararları alarak dengeyi koruyabilir.

4- Erdoğan başkanlığa geçip uzaktan partiyi idare etmeyi yeğlemektedir. Bu hem imkânsız hem de ayarsızdır. Başkan tarafsız olmalı ve uygulamaya karışmamalıdır. ABD’de sermaye dediğini yaptırmak için başkanlık sistemini benimsemiştir. Bu davranışları AK Partiye zarar verecektir. Ama ülkeye zarar veremeyecektir.

 

Ak Parti yanlış yapıyor. Bu kendileri için kötü olabilir. Ama bu oyunların sonu mutlaka Türkiye’nin ve İslamiyet’in yararına olur.

 

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
07.10.2012
06:01

Hilmi Yavuz AK Parti, entelektüeller, medeniyet Slavoj Zizek ve Alain Badiou’nun ‘Felsefe ve Güncellik’ [Encore Yayınları, 2009] konusundaki tartışmalarını içeren kitabın Almanca baskısına yazdığı ‘Önsöz’de Paul Engelmann, şöyle diyor: “Eski Fransız Başbakanı [‘Cumhurbaşkanı’ olacak H.Y.] François Mitterrand, görev süresince politika ve toplumsal bakış açılarına dair sorunları tartışmak için Elysée’ye [Cumhurbaşkanlığı Sarayı, H.Y.] filozofları sık sık davet edişiyle ün salmıştı. […] Bu buluşmaların onun politik kararlarını etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz, ama Mitterrand en azından entelektüel bir başbakan olarak hatırımızda yer etti.” Paul Engelmann, ‘davet edilen entelektüeller[in], ister tavsiyeleri ciddiye alın[sın], ister bir arka plan dekoru [biz şimdi buna Türkiye’de ‘konu mankeni’ diyoruz!], entelektüel bir incir yaprağı misali kullanılsınlar, bu tür sahnelere pek de uyum sağlayama[dıklarını], yine de iktidar masasına davet edilme[nin] onları cezbe[ttiğini]’ öne sürüyor. Ama asıl önemli olan Engelmann’ın şu sözleridir: “Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre ya da Jean-François Lyotard gibi filozofların olup bitenler hakkında söyleyeceklerinin ne olduğunu ve tartışılan durumun düzelmesi için hangi önerilerde bulunacaklarının önemli olduğu zamanlar artık geçmişte kalmıştır. Hatta bir zamanlar filozofları sahneye çıkaranlar, 1970’lerden itibaren onların yerlerine eğlence dünyasının aktörlerini, modelleri, sporcuları geçirmiştir…” Engelmann’ın bu sözlerini niçin alıntıladığım, herhalde anlaşılmış olmalıdır: AK Parti’nin Büyük Kongresi’nde genel başkan ve başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşması Engelmann’ın sözlerinin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Erdoğan, elbette bir Mitterrand değildir ve ondan da Mitterrandvâri bir beklenti içinde olmak, şüphesiz, abesle iştigaldir… Üstelik, Engelmann’ın belirttiği gibi, sadece Fransa’da değil, Türkiye dâhil her yerde, entelektüellerin muktedirler nezdinde hiçbir itibarı kalmamıştır! Ama şu var ve bu, bence son derece önemlidir: AK Parti on yıllık iktidarı süresinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kökleşmiş bürokratik hakimiyet yapılarını dönüştürecek büyük girişimleri gerçekleştirmiş; askerî vesayet rejimine son vermiş; AK Parti’nin iktidarına kadar hiçbir hükûmetin yapmaya cesaret edemeyeceği işler başarmıştır. Evet, bütün bunlar doğrudur. AK Parti, entelektüelleri adam yerine koymamakta haklı da olabilir. Gelgelelim, Müslümanca hassasiyetleri olduğunu bildiğimiz bir siyasi partinin, kültür ve medeniyet meseleleri konusunda son derece duyarsız, kayıtsız, ilgisiz oluşunun affedilir bir yanı yoktur. [Dikkat ettiyseniz, ‘meseleleri’ diyorum!]. Türkiye’nin bütün meselelerini siyaset ve ekonomiden ibâret gören, entelektüel meseleleri ancak siyasi bir mesele olarak idrak edildiğinde üzerinde durulmaya değer gören sakîm bir yaklaşım! Yıllardır yazıp durduğum gibi, büyük bir estetik Medeniyet inşâ etmiş olan İslam dininin, bu Medeniyetin yeniden üretilmesiyle, her alanda neyin güzel neyin çirkin, neyin iyi neyin kötü olduğu konusundaki referanslarını ve kriterlerini kaybetmiş, şaşkın ve bencil insanımıza neler kazandıracağının farkında olunmalıydı! Olunmadı! Müslümanca hassasiyetin Müslümanca bir şuura dönüşmesi, ancak, bu Medeniyetin bir ahlak ve estetik Medeniyet olduğunun idrakiyle mümkün olabilirdi! Olmadı! AK Parti ve onun başkanı bu meselelere bigâne kaldı! AK Parti’nin 2071 ‘vizyonu’nda Medeniyet meseleleri de olmalı mıydı, evet olmalıydı;-olmadı! Yazık! h.yavuz@zaman.com.tr 07 Ekim 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
06:54

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE, BUGÜNKÜ KÖŞESİNDE "BENDEN BU KADAR!" DEMİŞ... BEN DE KENDİSİNE AŞAĞIDAKİ MESAJI GÖNDERDİM VE ŞİMDİLİK "BİZDEN BU KADAR!" DEDİM *** Mümtaz bey; "Benden bu kadar!" demenizi bekledim... "İslamcılık" ile ilgili bütün makalelerinizi www.akevler.org sitemizin "dergi" kısmında, "Süleyman Karagülle" bölümüne her hafta arşivledim... Millî Gazete'deki köşemde de doğrudan ve dolaylı birkaç makale yazdım; MG'de yazarlara bakılabilir... Üstad Karagülle ile birlikte yazdığımız "İSLAM DEVLET VE DÜNYA DÜZENİ" kitabımız var [iki cilt, büyük boy, 1200 sayfa]; bu konuda yazılmış binlerce makalemiz var; bir kısmına www.akevler.org sitemizin "kitaplar" ile "makaleler" bölümünden ulaşabilirsiniz... * Yazınızda "Kur'an..." demişsiniz... Biz "Akevler Ekibi/Ekolü" olarak kırk kusur yıldır "Kur'an Çalışmaları" yapıyoruz, özellikle son 15-20 yıldır her hafta 10 sayfa "Çağdaş Tefsir" yazıyoruz, yaklaşık 10 bin sayfa olmuştur; www.akevler.org da "seminerler" ve "kitaplar" kısmında bir kısmına ulaşabilirsiniz... 40 yılda S.Karagülle, Süleyman Akdemir, Arif Ersoy ve diğer çalışma arkadaşlarımızla 40 bin sayfa yazdık... Merhum Necmettin Erbakan Hocamız ile birlikte "Adil Düzen Medeniyet Projemizi" bütün beşeriyete sunduk ve duyurduk... Yani... Sizin tabirinizle: "Bizden bu kadar!" dedik... * Ama... Biz her gün ve her hafta çalışmaya devam ediyoruz... "Ruhu'l-Kur'an" isimli dev bir proje (yazılım) üzerinde çalışıyoruz, sona yaklaştık, bitmek üzere... Bu altyapıya dayanarak şimdi "Müçtehit Yetiştirme Projesi" çalışması başlattık... Çünkü bildiğim kadarıyla Süleyman Karagülle ve Hayrettin Karaman dışında "müçtehidimiz" maalesef yok!.. * Bu konularda bizim sözümüz bitmez... İlgilenirseniz devam ederiz... Şimdilik bu kadar!.. Selam ve dua.. Reşad 40 yıllık Adil Düzen (İslam Düzeni) Çalışanı (Reşat Nuri EROL) 0532 246 68 92 *** Not: Tanışıyoruz!.. Bir kere karşılaştık ve konuştuk... ESAM'ın Ankara'daki Anayasa sempozyumunda... Bugün ayrıca size telefon da edeceğim, inşaallah... Not 2: Birkaç dosyamızı gönderiyorum...

*******************************************************

"İslâmcılık, kendi iç çelişkisinin kurbanı olmuştur. Eğer bir hayat biçimi ise hemen uygulanacak bir siyasî düzen ve devlet sistemi olarak mevcutsa, bu tek ve yegane mutlak bilgiye sadece İslâmcılar sahiptir. Bu yüksek perdeli iddia, aynı zamanda İslâmcıların altında ezildiği ağır yükü açıklamaktadır. Tek ve mutlak doğruların sahibi olan bir yığın İslâmcılıklar ortaya çıkmaktadır."

Mümtaz'er Türköne İslâmcılık tartışmasında son nokta Tartışma, yeteri kadar uzadı. Galiba söylenmeyen söz de kalmadı. Artık kendi adıma bir nokta koymanın vakti geldi; zira maksat hasıl oldu. Peki maksat neydi? “İslâmcılık öldü” derken, bir önermede bulunmuştum. Hiç sesin soluğun çıkmadığı karanlığa sesleniyorsunuz: “Kimse var mı?” Gelen sesler, tek tük kendi dünyalarına kapanıp kendi hallerinde yaşayan, geçmişin güzel günleri ile avunarak bugünün “adi gerçekler”ine katlanmaya çalışan eskinin “dava adamları”ndan geldi. Bir ideolojik hareket için vazgeçilmez olan “kitlesel” bir ses yoktu. Bayrağı devralmış yeni nesillere işaret eden bir ses-soluk çıkmadı. Aksiyon halinde bir fikir hamulesi görülmedi. Önerme bittecrübe doğrulanmış oldu. İdeolojiler dünyası, hayatı fikirlerle değiştirmeyi amaçlar. Değiştirmek zorsa, çok zaman ve emek alacaksa ve de imkânsızsa, ideolojilerin dünyası da gerçek hayattan kopar. Konuşmak-yazmak, dinlemek-okumakla tatmin olunan gerçek dışı hayallerle oyalanıp, kendisine yaşanacak dar bir çevre oluşturur. Ütopyalar inşa edip, içine kapanır. İdeoloji, küçük dar grupların, kapalı cemaatlerin varlığını sürdüren bahanelere dönüşür. Marjinallik dediğimiz şey de budur. Benim neslim ideolojiler dünyasından gelen fikir bombardımanı içinde kendini ve çevresini idrak etti. Uğruna her şeyinizi feda edeceğiniz fikirler, davalar ve amaçlar vardı. Aşklarımızı bile ideolojilerimizle yaşadık. Başlangıcı ve sonu şükür ki kısacık ömürlerimize sığdı. Bizden sonraki nesillere karşı vazifemiz var. Dürüst olalım: Nasıl aldandığımıza, nasıl hayal kırıklığına uğradığımıza ve sonrasında nasıl avunduğumuza dair hikâyeler hep birbirine benzer. Bugün o koca, gürültülü ve her şeyi önüne katıp sürükleyen ideolojilerden eser yok. Sol ideolojinin zavallı, acınası hali durumu özetlemek için yeterli değil mi? Sadece İslâmcılık ölmedi, bütün ideolojiler tarihin rahmetine havale edildi. Milliyetçiliğe dair heyecan uyandırıcı, kitleleri yerinden kıpırdatacak yeni bir hamleye şahit oldunuz mu? En şaşaalı dönemini yaşayan liberalizmin kitlesel değeri var mı? Kabul edelim. Tarih ideolojilerin, -daha doğrudan söyleyelim- sistemli fikirlerin dışında demiri kor haline getiren aşkla ve bir kalıba döken emekle şekillendi. İslâmcılık diğer ideolojilerin yanında, yanı başımızda duran 15 asırlık zengin birikime dayandığı ve bu heybetli kutsalı mirî malı gibi pervasızca sömürdüğü için diğerlerine fark attı. İslâmcılık adına serdedilmiş fikirleri alt alta yazıp toplayın. İslamcılık dediğimiz ideoloji emeksiz, zahmetsiz uçuk fikirlerin kutsalın zırhı ile ağırlaştırılmasından ibarettir. Batı liberalizminin ürettiği “lifestyle”ı alıp; “İslâm bir hayat biçimidir” diyerek, hayatın her alanı için tek-biçimli davranış kalıpları icat edip giydirmek; ulus-devlet formu dışında bir devlet tasavvuruna sahip olmadan “İslâm bir devlet sistemi öngörür” diyerek tarih dışına savrulmak; “İslâm bir siyasî düzendir” diye koskoca İslâmî birikimi daracık bir kalıba dökmeye çalışmak, bu kalın kutsallık zırhı ile basit fikirler arasındaki uçurum üzerine inşa edilen derme çatma köprülerin birkaçıdır. İslâmcılık, kendi iç çelişkisinin kurbanı olmuştur. Eğer bir hayat biçimi ise hemen uygulanacak bir siyasî düzen ve devlet sistemi olarak mevcutsa, bu tek ve yegane mutlak bilgiye sadece İslâmcılar sahiptir. Bu yüksek perdeli iddia, aynı zamanda İslâmcıların altında ezildiği ağır yükü açıklamaktadır. Tek ve mutlak doğruların sahibi olan bir yığın İslâmcılıklar ortaya çıkmaktadır. Gerçek hayat asırların birikimi olan irfanla, yani inançla hayat arasında kurumlaşmış akılla biçimlendi. Bunun hülasası “hizmet” ve “muhabbet”tir. İnanç sahipleri inançlarını eksene alarak örgütlendiler, muhabbet içinde güçlerini bir araya getirdiler ve sabırla emek harcadılar. Birileri çıkıp mimariyi planladı, temelleri ona göre sağlamlaştırdı ve yıllar içinde taşlar üst üste konularak muhteşem binalar inşa edildi. Sonuç ortada değil mi? Peki dün, “parti tüzüğü Kur’an’a dayanmalıdır” diyerek, Allah’ın kelamını siyasî partiler kanunu gibi karıştıranlar şimdi neredeler? Dün olduğu gibi hayattan kopuk fikirleriyle akıp giden tarih arasındaki boşluğu dolduracak fikirleri artık neden üretmiyorlar? Çünkü hayat, yani iktidar olmuş fikirler onları anlamsız ve gereksiz hale getiriyor. Benden bu kadar. m.turkone@zaman.com.tr 07 Ekim 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
07:02

80'Lİ YILLARDA RİYAD'DA BİRLİKTE OLDUĞUMUZ ALİ URAL

RİYAD KİTAP FUARI

İLE İLGİLİ YAZMIŞ...

REŞAD

*

A. Ali Ural Diziye inanamadık Arkadaşımız Mehmet Altan, bu sene de 2012 Riyad Kitap Fuarı ile ilgili müşahedelerini gönderdiler. Ben de sizlere aktaracağım: Bir Riyad Fuarı daha bitti. Artık bir Riyad klasiği haline gelen kitap fuarı, bu sene de bir rüya gibi geldi, geçti. On gün süren fuar yine arkasında unutamayacağımız çok güzel hatıralar bıraktı. Birkaç sene önce eski fuar alanı dar geliyor diye çok daha büyük olan yeni fuar alanına taşınmıştı. Ancak görünen o ki, birkaç sene sonra burası da dar gelecek. Bu sene fuar alanının araba parkına girerken anlıyorsunuz ki; içeride olağanüstü bir kalabalık var. Şimdiye kadar kitap fuarında böyle kalabalık görülmedi. Parkta yer bulamıyorsunuz. Bazı günler arabanızı çok uzaklara park etmek zorunda kalıyorsunuz. Fuarda bir ilk de emniyet tedbirleri idi. Bu sene çok ciddi bir güvenlik kordonu vardı. Fuarın dışında ve içinde dikkat çekecek şekilde bir güvenlik tedbiri vardı. Bu da emniyet güçlerinin, kitap fuarına ve ziyaretçilerine önem verdiğinin ifadesiydi. Bu sene yine fuarda Türkiye’den tek Türk standı vardı. Darunnil (Nil Yayınevi) olarak katılan yayınevimiz, Türk bayrağını taşıyan tek yayınevi idi. Birçok kişi Türkiye’den tek yayınevi olduğumuzu öğrenince hayretlerini gizleyemiyorlar, “Neden başkası yok ve iyi ki siz varsınız” diyorlar. Bu sene yine en çok sorulan kitap türü tarih kitapları oldu. Her sene Abdülhamid veya sultanlar albümü sorulurken bu sene kadın- erkek herkes Kanuni’yi soruyor. Tabii ki bunda dublajlanıp Arap dünyasına servis edilen Kanuni’nin dizisi rol oynuyor. Neden hep Kanuni’nin kitabını aradıklarını sorduğumuzda ise; “Sizin ceddiniz, siz doğrusunu bilirsiniz, biz filmde seyrettiğimize inanamadık, bir de doğru olarak kitaptan okuyalım dedik.” diye cevap veriyorlar. Elimizdeki Hicaz demiryolu ve Osmanlı padişahları albümü yine yok satanlar listesindeydi. Biz bu fuarlarda şunu öğrendik; bir müşterimizin dediği gibi dünya kadar tarih kitabı da getirsek bu insanları tarih kitaplarına doyuramayacağız. Fuarın bir güzelliği de bazen sessizce bir vezir yani bakan veya üst düzey bir yetkilinin yanında birkaç yaveriyle fuarı dolaşıp istediği kitapları satın almasıdır. Onları tanıyanlar görünce kibarca selam ve saygı gösterisinde bulunuyorlar. Biz de “Kim bu şahsiyet?” diye sorarak, öğrenmeye çalışıyoruz. Bu sene bu meyanda çok ilginç tablolar yaşadık. Bir gün kültür bakanının fuarı gezeceğini öğrendik. Bizim standın bulunduğu bölüm Arap olmayan ülkelerin bulunduğu bölüm olduğundan, bize uğrar diye beklemeye koyulduk. Ama süre çok uzadı, gelen yok giden yok. Biz de bakanı fuarın bir köşesinde bulup standımıza davet ettik. Bakan, “Düş önümüze, bizi standınıza götür” dedi. Ben önde, arkamda bir ordu insan, bizim standa doğru gidiyoruz. Standa yaklaşınca bir de ne göreyim, insan kalabalığından bizim standa girmek mümkün değil. Ben “Açılın bakan geliyor” deyince oradan biri, “Ne bakanı yahu” diye homurdandı ve pek bir hareket olmadı. Ama yine de bakan içeri girecek kadar bir açılma oldu. Ben telaştan içeride kim olduğunun farkına varamadım. Fakat bakan bey girer girmez içerideki zatla kucaklaştı ve bir müddet sohbet etti. Daha sonra öğrendik ki; içerideki zat kralın özel veziri imiş. Mehmet Altan arkadaşımızın bu anlattıklarından anlıyoruz ki: İslâm dünyasının bilhassa Suudi Arabistan’ın bu alâkası dikkate değer. İnşallah Hira Dergisi ile başlayan ve bu sene yine Hira ve Yeni Ümit dergilerinin Gaziantep’te tertipledikleri Sosyal Problemlere Efendimiz’in (sas) Sünnetinden Çözümler Sempozyumu ile taçlanacak gayretler tebcile değer. Allah’a hamd olsun. a.ural@zaman.com.tr 07 Ekim 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
07:10

Mustafa Armağan Mustafa Kemal’in hayatından yazılmayan bir sayfa Mustafa Kemal Paşa’nın 54 yaşından sonra adını değiştirmesi olayı üzerinde nedense durulmamıştır. 1934 Kasım’ına kadar “Gazi Mustafa Kemal” diye imza atan ilk Cumhurbaşkanımız, çıkarılan kanunla “Mustafa”yı tamamen reddetmiş, yalnızca “Kemal” adını bırakmıştı. Yeni çıkardığı nüfus cüzdanında ise bu defa “Kemal”i kale anlamına geldiğini söylediği “Kamâl” ile değiştirmiş ve adını resmen “Kamâl Atatürk” yapmıştı. Yani bugün “Gazi Mustafa Kemal”, “Mustafa Kemal Atatürk” veya “Kemal Atatürk” diyenler bu özel kanuna ve nüfus cüzdanındaki sarih bilgiye karşı gelmiş oluyorlar. Bilelim ki, öldüğünde adı Kamâl, soyadı Atatürk’tü. Yine bilelim ki, “Mustafa Kemal”i kendisi hayattayken öldürmüştü! Lafı şuraya getireceğim: Özellikle yakın tarih hakkında konuşurken ‘tarihçi titizliği’nden o denli uzaklaşıyoruz ki, sonuçta sahibinin “Kamâl” yaptığı isme “Kemal” demek gibi teknik garabetlerin içine yuvarlanıyoruz. O titizliği yakalamak, yakın tarihin yeni bir bakışla değerlendirilmesi açısından son derece önemli. Sadede mi geleyim artık? Hemen geliyorum. Bugün İnkılap Tarihi kitaplarında ya düpedüz atlanan ya da üstü örtülen bir olayı gündeme getireceğim. Balkan Savaşı’nda Binbaşı Mustafa Kemal’in kurmay başkanı olduğu Bolayır’daki Mürettep Kuvvetlerin Bulgarlar karşısında aldığı o hezimetten söz ediyorum. Duymadınızsa şaşmayın. Zira maalesef resmi tarih kitaplarında okuyamazsınız. Sansür lodosu hâlâ etkisini yitirmedi ki! Atatürk zamanında çıkan “Tarih III” adlı ders kitabında savaştan dahi söz edilmez (s. 145). Son yıllarda yazılan en geniş kapsamlı Atatürk biyografilerinden (tam 1.210 sayfa) Erol Mütercimler’in “Fikrimizin Rehberi”nde (Alfa: 2009, s. 229) Mustafa Kemal’in Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığı’na getirildiği belirtildikten sonra birdenbire Balkan Savaşı’nın kaybından kimin sorumlu olduğu bahsine geçilmesi dikkat çekicidir. Harp Akademileri’nde tarih hocalığı yapmış olan Celal Erikan’ın “Komutan Atatürk” kitabında Mustafa Kemal’in kurmay başkanı olduğu 10. Kolordu’nun bozguna uğradığı kabul edilirse de, kabahat Hurşid Paşa ve Enver Bey’e yüklenir. Onlar “düzenlemede yapılan bir yanılgı sonucu taşıtları geç getirttiğinden” ve harekâtın “birleşik bir komutaya bağlanmaması yüzünden” emekler boşa çıkmıştır (İş Bankası: 2006, s. 94). Ancak Erikan ilginç bir not ekliyor ve Atatürk’ün Selanik’teyken Batı Trakya’dan bir kolordu kaydırarak Ergene ırmağında toplanacak orduyla Bulgarlara saldırmayı düşündüğünü, bunun dışındaki bölgelerde ‘kesin sonuçlu savaşlara girişmeyi düşünmediğini’ yazıyor. Oysa elimizde 17/18 Şubat 1913 tarihli Fethi (Okyar) Bey ile birlikte Mahmut Şevket Paşa’ya yazdıkları bir uyarı mektubu var. Mektupta Binbaşı M. Kemal Çatalca’dan Bulgarlara şiddetle taarruz emri verilmesi gerektiğini söylüyor, dahası, taarruzun bir an dahi ertelenmesinin doğru olmadığında ısrar ediyor (Atatürk’ün Bütün Eserleri 1, s. 147-9). Görüldüğü gibi resmi metinler tarihi örtme harekâtının parçası olmakta yarışıyor. Bütün başarısızlıklar başkalarına, başarılar tek bir kişiye. Madde 1) Patron haklıdır, Madde 2) Haksız göründüğü durumlarda 1. madde uygulanır! Nitekim geçenlerde vefat eden Altan Deliorman, “Mustafa Kemal Balkanlarda” (1957) adlı kitabında M. Kemal’in Bolayır’daki başarısızlığın sebebini, Enver Paşa’nın harekât emrini bir gün önce vermesinde bulduğunu yazabiliyordu! Peki işin aslı nedir? Neyse ki burada Fahrettin Altay’ın anıları imdadımıza yetişiyor. Şöyle yazıyor Altay: “Plana göre her iki kolordu aynı günde hareket edecekler idiyse de Bolayır Kolordusu bir gün önce saldırıya başlamıştı. Bu yüzden meydana gelen aksaklık bu kolordunun muvaffakiyetsizliğine sebep olmuştu” (10 Yıl Savaş ve Ötesi, 2008, s. 64). Neymiş? Olayın tanıklarından Fahrettin Altay’a göre yanlış hareketin sebebi, Mustafa Kemal’in kurmay başkanı olduğu 10. Kolordu’nun planlanandan bir gün önce hücuma geçmesiymiş. Buna göre, erken hücum emrini veren Enver Bey değil, Mustafa Kemal’dir. Örtme harekâtının sisleri ağır ağır dağılırken, yabancı kaynaklara da bakmak geliyor aklımıza. Onlar ne diyor acaba? Lord Kinross Bolayır’da “feci bir yenilgi” yaşandığını, Edirne’nin bu yüzden düştüğünü yazar (Atatürk, 1970, s. 99). Bir başka “Atatürk” kitabı yazarı Andrew Mango çok daha ayrıntılı olarak ele alır Bolayır taarruzunu. Ona göre 10. Kolordu, Enver Paşa’nın çıkarma gemilerinin denize açıldığı bilgisini doğrulamadan harekete geçtiği için başarısız olmuştu. Yani bir koordinasyonsuzluk vardı ama bunun sorumlusu Enver Paşa değildi (Londra, 2002, s. 118). Yolculuğumuza araştırmaya dayalı iki eserle devam edelim. General Fahri Belen “XX. Yüzyılda Osmanlı Devleti” adlı kitabında gecikti denilen çıkarma gemilerinin sabah saat 10.45’te Şarköy sahiline geldiklerini ama bu sırada Bolayır’daki kuvvetlerin perişan olup kaçıştıklarını yazar (1973, s. 164-5). En geniş bilgiyi ise Balkan Savaşı uzmanı olan Richard C. Hall verir. Onun yazdıklarına göre Gelibolu’daki savaşta ilk anda Osmanlı birlikleri ilerlemiş ve Bulgarları geriye atmışlardı ama yoğun Bulgar ateşi karşısında dağılıp geri çekilmişlerdi. “Osmanlı kayıpları felaket düzeydeydi” diye yazıyor Hall. “Yaklaşık 6 bin ölünün yanı sıra 18 bin yaralı vardı. Bulgar kayıpları ise 114 ölü ve 416 yaralıydı” (Balkan Savaşları, Homer: 2003, s. 108). Bu tam anlamıyla bir hezimet bilançosudur. 8 Şubat 1913 günü Bulgar ölü ve yaralılarına kıyasla 50 kattan fazla şehit ve gazimiz vardır. Peki birisinin şu soruyu açıklaması gerekmez mi? Acaba Türk ordusu hangi tarihte düşmandan 50 kat fazla ölü ve yaralı vererek savaş meydanından ayrılmıştı? Tabii Mahmud Şevket Paşa’ya ‘Bir an önce taarruz edilmeli’ diye “uyarı mektubu” yazan Fethi ve Mustafa Kemal beylerin Cumhuriyet devrinde “kurucu babalar” olmaları, kaçınılmaz olarak onların yenilgisinin üzerini örtmeyi getirecekti. İnkılap tarihçiliğinde “örtme harekâtı” dediğim stratejinin emir hali şu: Açamıyorsan örteceksin! m.armagan@zaman.com.tr 07 Ekim 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
07:40

Mustafa Kemal'in Diyarbakır'da gördüğü rüya Diyarbakırlıların çoğu, Atatürk'ü, 16. Kolordu, daha sonra 2. Ordu komutanı olarak Silvan ve Diyarbakır'da görev yaptığı 1916-1917 yıllarından beri tanıyorlardı. Hatta O'na 'Sarı Paşamız' diyorlardı. Atatürk'ün Diyarbakır'da gördüğü rüya bugün resmi tarihte çok yazılmasa da dilden dile anlatılır. 07.10.2012 08:08 Nevzat Çiçek'in haberi Atatürk'ün Diyarbakır'da görev yaparken gördüğü rüyanın hikayesi: Atatürk Diyarbakır’da görevliyken manevi babası ilan ettiği Şeyh Selim ile arasında geçenler oldukça ilginçtir. Mustafa Kemal bir gün bir rüya görür ve bunu yorumlatacak birini arar. Mustafa Kemal Diyarbakır Müftüsüne; ‘Ben bir rüya gördüm bir çok insana sordum yorumlayamadılar.’ ‘Valla, diyor, müftü, biz yorumlayamayız. Ondan sonra rüyayı yorumlayacak birini ararken Şeyh selim’in yorumlayabileceği söyleniyor. Şeyh’in yanına gidiyor ve gördüğü rüyayı anlatıyor; ‘Ay sol kolumdan geldi kalbimin üstünde durdu. Ondan sonra güneş de sağ kolumdan girdi, ikisi burada göğsümde birleşti. Onda sonra ay sol kolumdan, güneş sağ kolumdan çıktı gitti.’ Rüyayı yorumlayan Şeyh Selim Lice’de Atatürk’e şunları söylüyor; ‘Sen Türkiye’de çok büyük bir adam olacaksın ve Türkiye’yi kurtaracaksın. Fakat senden bir ricam da, mümin-i İslam’a da müzahir ol yardımcı ol. Baskı yapma.’ Atatürk manevi babasına teşekkür ediyor ve daha sonra kendilerine herhangi bir sıkışıkta yardımcı olması sebebiyle bir belge veriyor. Şeyh Selim’in etkisini bilen şeyh Said kendisinden hareketine katılmasını istemişse de Şeyh selim katılmamıştır. Kaynak: Timetürk

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
08:13

Balkanlar’da Türk katliamı Rıza Zelyut

zelyut@gunes.com

Tam yüz yıl önce Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında korkunç bir Türk katliamı başlatılmıştı. Yeni bir Haçlı Seferi olarak ilan edilen bu savaşta öncülüğü Bulgarlar çekiyordu. Yanlarında Sırplar ile Rumlar (Yunanistan) vardı. Bu üç devletin askerlerinden önce çeteleri; Balkanlardaki Müslüman Türkleri acımasızca öldürmeye başladılar. İttihat ve Terakki’den iktidarı subayların tehdidiyle devralan padişahçı Ahmet Muhtar Paşa hükümeti olacaklardan habersizdi. Üç devlet; Balkanlar’ı paylaşmak için anlaşma imzalarken; Osmanlı hükümetinin Dışişleri Bakanı; “Bu devletlerle ilişkimiz eskisinden on kat daha iyidir.” diyebiliyordu. 8 Ekim 1912’de ilan edilen savaşa hazırlıksız yakalanan ve kötü yönetilen Osmanlı ordusu peş peşe yenilgiler aldı; Bulgarlar Çatalca önlerine kadar geldiler. Ve Osmanlı Devleti Balkanlar’da bitirildi. NTV TARİH DERGİSİ İşte bu yüzyıl önceki faciaları NTV Tarih dergisi son Ekim sayısında işliyor. Balkan Savaşları’nı ana başlıklar olarak şöyle vermişler: *Osmanlı’nın Tükenişi/ *Askeri Hezimet/ *Rumeli’den Büyük Göç/ *Müslüman-Türk Katliamı. Dergi’nin ilginç fotoğraflarla desteklediği bu bölümlerde; yürek burkan sahnelere rastlıyorsunuz. Üç koldan yürütülen bir etnik temizlik harekatının (soykırım) yüz binlerce kurbanını bugün bilen var mı? 1915 baharında yapılan Ermeni sürgününü elbette ki onaylamıyoruz ama; bu sürgünden çok daha trajik; çok daha planlı Balkan Türkleri soykırımı neden hatırlanmıyor? Hatırlanmaz çünkü; ortalama Avrupalı’nın gözünde Türk’ün ve Müslümanların katledilmeleri, hatta yok edilmeleri doğaldır; buna destek bile olunmalıdır. Türkiye’de aydın geçinenler de tıpkı Haçlı Avrupasının zihniyetiyle Türk düşmanı gibi düşünür; davranır. NTV Tarih; bize; bu büyük soykırımı hatırlatarak çok önemli bir görev yapıyor. PİERRE LOTİ’NİN TANIKLIĞI NTV Tarih Dergisi’nin bu konu ile ilgili bölümünde; bu savaşların Batı dünyasına yansımasıyla ilgili kitaplardan da söz ediliyor. Örneğin Fransız öğretmen Henry Nivet, Balkan savaşlarını bir kırım olarak görüyor ve Haçlı Seferi olarak anlatıyor. İngiliz Gazeteci H. F. Baldwin’in bu vahşetin fotoğraflarını ve izlenimlerini kitaplaştırdığını öğreniyoruz. Mutlaka bunlar Türkçe’ye çevrilmeli idi. Peki neden yok? Türk Tarih Kurumu şu Osmanlı övgücülüğünü ne zaman bırakıp da tarihimizin bu trajik yüzüyle de tanışacak? Dergide yer almıyor ama çok önemli başka bir kaynak daha var. O da ünlü Fransız yazar Pierre Loti. Pierre Loti; Balkan Savaşları’nda Türklere karşı yürütülen katliamı tam bir tarafsızlıkla ortaya koymuştur. Tanıklık ettiği bu dönemde yürütülen katliamın Fransa’ya tam tersinden; sanki Türkler katliam yapıyormuş gibi aktarılması karşısında bu büyük yazar feryat ediyor. Cahillerin değil de aydın kesimin bile Türklere hakaret etmesini şöyle eleştiriyor: “Mağlupların ızdırap ve acıları, ovaları kaplayan yüz binlerce ölü de mi onlara birazcık olsun saygı emretmiyor? Hadımköy faciası karşısında alay etmeye, pis ve aşağılık karikatürler yapmaya nasıl cüret ediliyor? Bazı ressam bozuntuları Halife’yi hatta Peygamber’i gülünç durumda gösteren resimler çiziyorlarÖ.” VE BİR MEKTUP Yüz binlerce Türk’ün ölümünden söz eden Pierre Loti; Makedonya’da on yıl kadar kalmış bir Fransız diplomatın kendisine yolladığı bir mektubu da yayımlıyor. Bakın o mektupta neler yazılmış: “Türkler katliam ediyorlar!” Bugün bunun tam aksine “Türkler katliam ediliyorlar!” diye bağıralım. Evet, Türkler katliam ediliyorlar. Yaralıların vücutları alçakça kesiliyor, karılarına tecavüz ediliyor, mahalleleri yakılıp yağma ediliyor. Kim tarafından? Makedonya’da on yıldan beri öldürme sanatını yürüten vahşi asker çeteleri tarafından.. Ve bu cinayetler hangi prensipler uğruna işleniyor? Medeniyet, adalet ve hürriyet uğruna! Ve ağzı bu yüce kelimelerle dolu olan bütün Avrupa, hep birlikte bu kadar kötülüklerin yapıcılarını sevinçle alkışlıyor. Ne acı şey; ne utanılacak durum.” İşte Balkan Savaşları denilen Türkleri kırıp yok etme operasyonunun sadece bir yanı... 1876’da Kafkasya’da başlayan ve 1913 yılının ortalarına kadar süren bir kırım, yok etme çılgınlığı... Bu süreçte sivil Türklerden öldürülenlerin sayısının bir buçuk milyonu geçtiği biliniyor. Bu Türk katliamını yürütenlerin hangi yalanlara sarılarak kamuoylarını kandırdıklarını Pierre Loti’nin kitabı çok güzel açıklıyor. Öldürdükleri Türkleri derelere doldurarak üstünden karşıya geçen vahşi katillerin yaptıklarına tek söz eden var mı bugün? Türkleri yakalayıp törenle öldürürken resimlerini çektiren ve bunu dünyaya dağıtan Bulgarlar’a, Sırplara; Yunanlılara hiç “Soykırım” suçlaması yapan var mı? Balkanlardan evini barkını bırakarak İstanbul’a kaçan 600 bin Müslüman’ın sefil durumu ile Anadolu’dan Suriye’ye sürülen Ermenilerin durumu arasındaki benzerlik ortada iken neden Türklere yapılan zulüm hiç hatırlanmıyor? Buradan; biraz aydın namusu olan herkesi bu büyük katliamı hatırlamaya davet ediyorum. Mazlum Türk milletinin haklarını Batı dünyasına karşı namuslu ve yiğit biçimde savunan Pierre Loti’nin aziz hatırası önünde de saygıyla eğiliyorum. NTV Tarih; Pierre Loti’yi tanıtan yine fotoğraflı bir sayı yaparsa inanıyorum ki çok ilgi görecektir.

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
08:13

Asker gözüyle tezkere Suriye’den top mermisinin nerelerimize düştüğünü tek tek sayıyoruz. “Misilleme” adı altında büyük bir psikolojik operasyon da beraberinde yapılıyor. Tayyip Erdoğan da savaş tamtamlarının sesini var gücüyle yükseltiyor. PKK terörü oluk oluk kan dökerken barış güvercini olan Erdoğan Suriye’ye karşı cengaver kesildi. Taraftar medya da yapılan psikolojik ve de her türlü operasyona var gücü ile çanak tutuyor. Akredite olmanın bedellerinden biri olsa gerek!.. Savaş tezkeresi ise hala tartışılıyor. Bu işlerde çok mesai harcamış eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri emekli kurmay Albay Ümit Yalım’dan tezkerenin tahlilini yapmasını istedim. Ümit Yalım, “AKP Hükümetinin, Devlet Bahçeli’nin de desteğini alarak meclisten çıkardığı tezkere her ne kadar Suriye ile ilgilidir dense de ucu açık bir tezkeredir. Tezkerede, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görev yapacağı yer olarak ‘yabancı ülkeler’ yazılı olması, tezkerenin ne kadar ciddiyetsiz ve uyduruk olduğunun açık bir göstergesidir. AKP Hükümetleri döneminde, meclise sunulan tezkereler ve Silahlı Kuvvetler’e verilen Hükümet Direktifleri askerler tarafından kaleme alınır, Tayyip Erdoğan ve bakanları tarafından imzalanırdı. Anlaşılan o ki, AKP Hükümeti ilk defa bir tezkereyi kaleme almış, onu da yüzüne gözüne bulaştırmış” dedi. Ümit Yalım, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tezkereye destek olmasının büyük hata olduğu görüşünde. Suriye ve tezkere tezgahında neler döndüğüne ilişkin soruya Ümit Yalım’ın cevabı; “ABD’nin ve İsrail’in, Büyük Kürdistan paravan ismi ile üstünü örterek yürüttüğü Büyük İsrail Projesi, büyük bir hızla ilerliyor. Kuzey Irak’ta, Yahudi Barzani’nin başkanlığında fiilen 2’nci İsrail Devleti kurulmuştur. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetleri’nin, başta Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının açılması olmak üzere Barzani’ye verdiği büyük destek ile 2’nci İsrail Devleti’nin oluşumunda önemli bir rol oynadıkları açıkça görülmektedir. Şimdi sırada, 1’nci İsrail ile 2’nci İsrail’i birleştirmek için Suriye üzerinden koridor açılması planları var. Amerika ve İsrail, Türkiye’nin oluşturmasını istediği Tampon Bölge ve Uçuşa Yasak Bölge ile iki İsrail’i birleştirecek olan koridorun kuzeyini emniyete almak istiyor. Söz konusu koridorun güneyini oluşturmak için gerekli hazırlıklar önceden tamamlandı. Amerika ve İsrail, Golan Tepeleri’nin boşaltılarak Tiberya Gölü ile birlikte Suriye’ye devredilmesi karşılığında, Suriye’nin, Lübnan/Bekaa vadisi’ni boşaltmasını talep etti. Beşar Esad, Bekaa Vadisi’ndeki askeri birliklerini çekti, İsrail ordusunu rahatlattı ancak Amerika ve İsrail sözünde durmadı. Esad oyuna getirildi ve İsrail ordusu, Suriye’ye girmek için çıkış noktası anlamına gelen Golan Tepeleri’ni elinde tutmaya devam etti. Eğer Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde Tampon Bölge oluşturursa, İsrail’in Golan Tepeleri’nden Suriye’ye girerek açacağı koridor vasıtasıyla, 1’nci İsrail ile 2’nci İsrail Devleti’nin birleştirilmesinin önünü açar. Birleşme sonrasında sırada,Türkiye’nin doğu ve güney doğusu’nda 3’ncü İsrail Devleti’nin kurulması var. Tayyip Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, Amerika’nın dayatmasıyla, Suriye’de tampon bölge ve uçuşa yasak bölge oluşturulması için neden bu kadar gayret sarf ettiklerini şimdi anladınız mı? ” Tezkere ile savaş yetkisi alan Tayyip Erdoğan’ın TSK’yı nasıl tasfiye ettiğinin de gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret ediyor Ümit Yalım; “Bilgi Destek Okulu ve Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı lağvedildi. Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı, MİT’e bağlandı. Tasarruf gerekçesi ile TSK yüzde 30 oranında küçültülmektedir Suriye sınırında bulunan 6’ncı Kolordu lağvedilerek Tümen’e dönüştürülmüştür. Suriye’de iç savaş varken böyle bir uygulama ile AKP ne yapmak istiyor ? Sınırda görev yapan askeri birliklerin tasfiyesini sağlamak maksadıyla, Sınır Özel Güvenlik Birimleri Projesi oluşturulmuştur. Polislerin askerlikten muaf tutulması, dövizli askerlik, bedelli askerlik uygulamaları TSK’nın personel gücünü olumsuz olarak etkilemiştir.”

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
15:51

İLGİNÇ...

BİZİM

2019

VEYA

2099

MAKALEMİZİ

HATIRLATIYOR...

***

ABD istihbaratının 2022 haritasında İsrail yok! 16 istihbarat örgütünden oluşan ABD İstihbarat Topluluğu tarafından bu yılın başında "İsrail Sonrası Ortadoğu'ya Hazırlık" başlıklı bir rapor hazırlandığı ortaya çıktı. Rapora yansıyan 2022 planında Ortadoğu'da İsrail'e yer yok. ABD'de 16 istihbarat örgütünden oluşan ABD İstihbarat Topluluğu tarafından hazırlanan İsrail konulu rapor basına sızdı. Toplam 70 milyar dolar üzerinde bütçeye sahip 16 ABD İstihbarat Kurumu, "İsrail-sonrası Orta Doğu'ya Hazırlık" adlı 82 sayfalık bir analiz yayınladı. Yazar Kevin Barrett tarafından yayınlanan ABD istihbarat raporu, 1967'de çalınan topraklara yerleşen 700 bin kanun dışı İsrailli yerleşimcinin topraklardaki süregelen varlıklarını dünyaya asla kabul ettiremeyeceklerini vurguluyor. İstihbarat raporuna göre, İsrail'i yöneten aşırı Likud koalisyonu, kanun-dışı yerleşimcilerin yaygın şiddetini ve hukuksuzluğunu destekliyor ve buna göz yumuyor. Rapor, yerleşimcilerin vahşeti ve ırkçı tavırları ile bu yapının, sürdürülemez ve Amerikan değerleriyle uyumsuz olduğunu kaydediyor. Raporun yazarlarından ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, "10 yıl içinde artık İsrail olmayacak" ifadesini kullanıyor. On altı ABD istihbarat kurumu, İsrail'in Arap Baharı ve İslami Uyanışı ihtiva eden Filistin-yanlısı güce karşı koyamayacağı noktasında aynı fikri paylaşıyor. Raporda, 57 İslam ülkesiyle ilişkileri normalleştirmesi için ABD'nin kendi ulusal çıkarlarını izlemesini ve İsrail'in fişini çekmesini söylüyor. Baret 'in raporundan öne çıkan başlıklar: The New York Post tarafından "harfi harfine" alıntılanan Kissinger'in "10 yıl içinde artık İsrail olmayacak" (Bkz.) sözü kati ve şartsız. Kissinger, İsrail'in tehlikede olduğunu, fazladan trilyonlarca dolar verip düşmanlarını ordumuzla ezersek kurtulabileceğini söylemiyor. Netenyahu'nun eski dostu Mitt Romney'i seçersek, İsrail'in bir şekilde kurtulabileceğini de anlatmıyor. İran'ı bombalarsak, İsrail var olmaya devam edebilir de demiyor. Bir çıkış yolu önermiyor. Basitçe bir gerçeği belirtiyor: 2022'de, İsrail artık olmayacak. ABD İstihbarat Çevresi de, kesin olarak 2022 tarihinde olmasa da onunla aynı fikirde. Toplam 70 milyar dolar üzerinde bütçeye sahip 16 ABD İstihbarat Kurumu, "İsrail-sonrası Orta Doğu'ya Hazırlık" adlı 82 sayfalık bir analiz yayınladı. ABD istihbarat raporu, 1967'de çalınan topraklara (tüm dünya bu toprakların İsrail'e değil Filistin'e ait olduğunda hemfikir) çöken 700 bin kanun dışı İsrail yerleşimcinin toplanıp güzel güzel ayrılacağını belirtiyor. Çalıntı topraklardaki süregelen varlıklarını dünya asla kabul etmeyeceği için İsrail, 1980 sonlarındaki Güney Afrika'ya benziyor. İstihbarat raporuna göre, İsrail'i yöneten aşırı Likud koalisyonu, kanun-dışı yerleşimcilerin yaygın şiddetini ve hukuksuzluğunu artan şekilde destekliyor ve buna göz yumuyor. Rapor, yerleşimcilerin vahşeti ve suçluluğu ile ırkçı duvar ve daha-da-zalim kontrol noktaları gibi büyüyen ırkçı-tarz alt yapının, sürdürülemez ve Amerikan değerleriyle uyumsuz olduğunu kaydediyor. On altı ABD istihbarat kurumu, İsrail'in Arap Baharı ve İslami Uyanışı ihtiva eden Filistin-yanlısı devasa-güce karşı koyamayacağı noktasında aynı fikri paylaşıyor. Geçmişte bölgedeki diktatörlükler, halklarının Filistin-yanlısı isteklerini denetim altında tutular. Cumhuriyetler, halkının İsrail'e karşılığını yansıtmak dışında fazla bir seçeneğe sahip değil. Aynı şekilde yani İsrail'le çalışan ya da en azından İsrail'e müsamaha gösteren diktatörlerin devrilmesi şimdilerde tüm bölge boyunca hız kazanıyor. Sonuç daha demokratik, daha İslami ve İsrail'e çok daha az dost hükümetler olacak. ABD istihbarat kurumları raporu, bu gerçekler ışığında ABD hükümetinin basitçe bir milyardan fazla komşusunun isteklerine karşı İsrail'i desteklemeye devam etmek için askeri ve mali kaynaklarının olmadığını söylüyor. 57 İslam ülkesiyle ilişkileri normalleştirmek için rapor, ABD'nin kendi ulusal çıkarlarını izlemesini ve İsrail'in fişini çekmesini söylüyor. İlginç şekilde ne Henry Kissinger ne de ABD İstihbarat Raporu'nun yazarları İsrail'in yıkımına yas tutacaklarına dair bir işaret vermiyor. Bu kayda değer zira Kissinger bir Yahudi ve her zaman İsrail'in dostu olarak kabul edilir. Ayrıca istihbarat ajansları dahil tüm Amerikalılar İsrail-yanlısı medyanın güçlü etkisi altında bulunur.

Reşat Nuri Erol
07.10.2012
22:02

Bu fotoğrafın neresinde vicdan ve adalet var?

Levent Gültekin

Levent Gültekinacikcenk@gmail.com

Suriye meselesinde çok önemli bir konu gözden kaçıyor. Tayyip Erdoğan ile Beşşar Esad’ın iktidar süreçlerini hiç kimse yan yana okumuyor. Erdoğan ve Esad’ın maceralarını kıyaslamak akla gelmiyor. Bir bakalım: 2000 yılının Haziran ayında 34 yaşındaki Beşşar Esad, Suriye’nin devlet başkanı oldu. 2 yıl sonra Türkiye’de de AK Parti iktidara geldi. Önce, BBC'den derlediğim kronolojik sırayla Suriye ve Esad’la ilgili kısımlar: Beşşar Esad devletin başına geldikten 5 ay sonra, Kasım 2000’de Müslüman Kardeşler mensupları dahil 600 siyasi tutukluyu serbest bıraktı. Aynı yıl medyada ciddi rahatlamalar sağladı. Özel TV’ler ve gazetelerin yaygınlaşmasına bazı kısıtlamalarla beraber izin verdi. 2000 yılı Kasım ayında yardımcısı Haddam’ı ilişkileri geliştirmek için Türkiye’ye gönderdi. 2001 Nisan’ında Suriye’nin en büyük siyasi hareketlerinden Müslüman Kardeşler‘in sürgün liderlerinin (20 yıl sonra) yeniden siyaset yapmalarına izin verdi. 2002’de Suriye, ABD başkanı Bush tarafından ‘şer ekseni’ olarak tanımlandı. 2003’te İsrail, Şam yakınlarındaki Filistin kampını bombaladı. Suriye İsrail’in yaptığını “Suriye’ye askeri saldırı” olarak yorumladı. Aynı yıl ABD, Suriye için yaptırım kararı aldı. 2004’te Beşşar Esad Türkiye’yi ziyaret eden ilk Suriye devlet başkanı oldu. 2005‘te İsrail ve batılı ülkelerin Suriye’yi sorumlu tutacağı bombalı saldırıda Lübnan Başbakanı Hariri öldü. 2006’da İsrail, ABD ve batının; Hariri suikastı bahanesiyle Suriye’ye baskı ve tehditleri daha da yoğunlaştı. Suriye’nin Lübnan’daki Hizbullah’a desteğini çekmesi için baskılar her geçen gün daha da açıkça dile getirildi. İsrail tam da bu tartışmaların ortasında Lübnan’a saldırdı ve Hizbullah’ın büyük direnişiyle karşılaştı. 2007… İsrail, Suriye’de var olduğunu iddia ettiği nükleer tesislere hava saldırısı düzenledi. 2009‘da bunca baskıya ve yaptırıma rağmen Halep’te Türkiye-Suriye ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıldı. 2010’da ABD; Hizbullah’a füze desteği sağlamaktan vazgeçmediği için Suriye’ye ekonomik yaptırımları ağırlaştırdı. 2011 Mart ayında Şam ve Deraa’da gösteriler başladı. Nisan’da Beşşar Esad hapishanedekiler için genel af çıkardı ve hükumeti görevden aldı. Mayıs’ta muhalefet silaha başvurdu ve 120 Suriye askeri öldürüldü. İşte “Beşşar Esad reformları yapmadı, bizi dinlemedi, 5 saat aralıksız konuştum ama ikna edemedim” dedikleri 12 yıllık siyasi hayatının fotoğrafı bu. Olacakları gören Başbakan Erdoğan 2005’de bir görüşmede Bush’a bakın ne demiş: “Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın Suriye'de liderlik yapabilme kapasitesine sahip en iyi isim. Ancak ülkede sistem sorunu var. Esad'a yardımcı olarak Suriye'yi demokratik ve barışçı bir ülke haline getirebiliriz. Başka her türlü yol bölgede sıkıntıyı ve tansiyonu artırır.” Şimdi gelelim Türkiye’nin serüvenine Türkiye’de ise 2002 yılında iktidara gelen AK parti, Suriye kadar olmasa da baskıcı bir ortamda hükümeti devraldı. AK Parti onlarca tuzak, darbe planı ve baskılara rağmen iktidarını ince bir çizgi üzerinde sürdürdü. Bir taraftan Dünya Sistemi’ni ürkütmemeye çalışırken diğer taraftan da ABD ve AB’nin desteğiyle “statükocu yapıya karşı mücadele” etti. İktidara geldiğinde toplumun birçok kesimi ciddi baskı altındaydı. Ve bugün AK parti iktidarının 10. yılı. ABD ve AB’nin desteğine rağmen Türkiye’nin 10 yılda demokratikleşme konusunda aldığı yasal ve hukuksal mesafe ortada. ABD-İsrail-ve batının olanca baskı, yaptırım ve tehditlerine rağmen “Suriye niçin reform yapmadı?” diyen Başbakan Erdoğan’ın kendisinden reform bekleyenlere verdiği cevaplar çok ilginç. Bakın demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin yasal güvenceye hâlâ niçin kavuşturtulamadığını soranlara başbakan ne diyor: Başörtüsü yasağını niçin kaldırmıyorsunuz? - Biraz sabırlı olun. Genelkurmay başkanını milli savunma bakanına niçin bağlamıyorsunuz? -Her şeyin bir zamanı var. TSK’nın darbe yapmak için kendisine gerekçe olarak gördüğü anayasadaki maddeleri niçin kaldırmıyorsunuz? -Bu işler öyle bir günde olacak işler değil. Hapishanelerde Hanefi Avcı, İlker Başbuğ, Salih Mirzabeyoğlu gibi yüzlerce insan suçlarının ne olduğunu bilmeden yıllardır yatıyorlar. Bu adaletsizlikler nasıl düzelecek? -Biz bağımsız yargının işine karışmayız. Kürt sorununu niçin çözemediniz, hâlâ çok kan akıyor? - Ben elimden geleni yaptım gerisini onlar bilir. Alevilerin kimlik ve ibadet sorunu ne olacak? Cem evlerine ibadethane izni verilecek mi? -Yeni anayasayı bekleyin. Peki yeni anayasa ne zaman yapılacak? -Biraz sabırlı olun hedef 2023... Peki, bizim 10 yıldır beklentilerimizi erteleyip AK Parti’ye ve Başbakan Erdoğan’a gösterdiğimiz sabrı; ABD-İsrail ve Batının yıldırıcı baskılarına maruz kalan Esad’a Başbakan Erdoğan niçin göstermedi? Türkiye Başbakanının eşiyle birlikte GATA’ya veyahut askeri garnizona gidebilme sorunu bile iktidarın 10. yılında tam olarak çözememişken; 50 yıl BAAS rejimiyle yaşamış ülkeden 3 yılda köklü reformlar beklemek adalet mi? Bütün dünyanın yıllardır üzerine çullandığı, çeşitli bahanelerle ülkesini bombaladığı bir insanı her gün tehdit etmek, “Yakarız-yıkarız” demek mertliğe sığar mı? Bu zor koşullar altında bir devlet başkanı reform yapmıyor diye üzerine silahlı adam göndermek siyaset midir? 80 bin Suriyeli mülteciyi misafir ediyoruz diye hava atıyoruz. Suriye yıllardır 450 bin Filistinli mülteciyi kendi topraklarında barındırıyor. Bunun da mı hatırı yok?! “İslamcı devrim hayalleriniz” ne zaman insanlığınızın önüne geçti? Gerçekten çok merak ediyorum. Ben Başbakan Erdoğan’ın 2005’de Bush’a söylediği noktadayım, AK Parti iktidarı niçin o noktada değil? Buna mantıklı bir izah getirmeli. twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
06:27

Prof. YASİN AKTAY - Yeni Şafak

Medrese geleneği ve modernleşme sürecinde medreseler Muş Alparslan Üniversitesi üç gün süren çok önemli bir sempozyuma ev sahipliği yaptı. 'Medrese Geleneği ve Modernleşme Sürecinde Medreseler' başlıklı sempozyuma Türkiye'den ve başka ülkelerden 110 kadar bilim adamının katılımıyla gerçekleşen sempozyumda 'medrese geleneği' kavramının kendisinden başlanarak bugün bu geleneğin neye karşılık geldiği, ne durumda olduğuna kadar, Güneydoğu'da bir şekilde hayatiyetini sürdürmekte olan bu medreselerin, medrese söyleminin, medreseden yetişen öğrenci veya hocaların mevcut toplumsal yapıda veya değişimde nasıl bir rol oynadığına kadar bir çok konu çok iyi tebliğler eşliğinde ele alındı. Katılımcı profilinin bir hayli yüksek olduğu sempozyumda medreselerin tarihsel uygunlukları, müfredatlarının yeterliliği. İhtiyaçlara uygunluğu veya sorunları, modern ilahiyat fakülteleri veya imam-hatip okullarıyla aralarındaki gerilimler ve eğitim kalitesi açısından da ele alandı. Sunulan tebliğler arasında müdrese geleneğine güzellemeler de yapıldı, bu güzellemelerin bu geleneğin müzmin ve içinden çıkılması zor sorunlarını görmeyi engellediği dolayısıyla acımasız eleştiriler de yapıldı. Açıkçası, Tevhid-i Tedrisat düzenlemesi ile birlikte medrese geleneği bütün Türkiye'de resmen sona erdirilmişti. O saatten sonra kesintisiz bir gelenekten bahsetmek mümkün değil. Ancak Güneydoğu'da medrese geleneği çok sınırlı imkanlar ve kanallarla ve bir tür yeraltı faaliyeti olarak Cumhuriyet döneminde bile devam etti. 1928-50 yılları arasında bir Arapça yazılı sahifenin bile hapislere atılmaya yeterli olduğu jandarma baskıları altında çok az sayıda yerde medrese müfredatını olduğu gibi talebelerine aktarmak isteyen hocaların gayretleri dillere destandır. Daha önceki bir yazımda bu tarihsel olaya Rasim Özdenören'in 'Gül Yetiştiren Adam' tiplemesine müracaat ederek değinmiştim. İllegal şartlarda hayatta kalma mücadelesi altında bu müfredatın kendini yenileme şansı olamazdı tabi. Üstelik, o duyarlılıkla üzerine titrenen bir eğitim sistemi yoğun bir kutsallık, güzelleme ve nostalji söylemi altında eleştirilemez, dokunulamaz, üzerinde düşünülemez bir hal da aldı. Ellili yıllardan itibaren nispeten rahatlasa da bu gelenek hiç bir zaman eski mecrasını tam olarak bulamadı. Bugün elimizde bir gelenek olarak kalmış olan medrese pratiği bölgenin tartışılmaz bir sosyolojik olgusu. Bu geleneğin kendini geliştirmesi, müfredatıyla, sistemiyle çağa uydurması biraz da şansa kalmış. Geleneksel mirastan elde kalanlarla bir tür hayatta kalmaya çalışmış, Zamanla hayatta kalan eksik sistemle sağlanan rahatlık, bu rahatlığın ürettiği yaygınlık başka sorunlar ortaya çıkarmış. Ama sonuçta bir sosyolojik olgu olarak toplumda bir yeri, etkisi olan bir kurumsal yapı. Fiilen toplumda bir karşılığı olan bu olgu geçmişte resmi makamlarca tamamen yok sayılmış, buna dair hiç bir gelişme izlenemediği gibi ortaya çıkardığı imkanlar değerlendirilmemiş, sorunlar için çözüm üretilmemiş. Oysa bu olgu, bir yandan da kendi sonuçlarını, etkilerini, nüfuzunu, kültürünü üretmeye de devam etmiştir. Toplum nezdinde din eğitimi veya halkın dini söylemiyle organik ilişki veya iletişimleri bakımından birinci sırada geldikleri halde devlet için bunlar tek kelimeyle 'yoktular'. Devlet bir çok soruna veya gerçekliğe olduğu gibi medreselere de gözlerini kapatınca sorunun kendiliğinden yok olacağı zehabındaydı. Böyle olunca da bu bölgede var olan zengin ve yaygın bir toplumsal-beşeri-kültürel sermaye tamamen atıl durumda kalıyor hatta başkalarının kullanımına daha açık hale gelebiliyordu. Ta ki, Diyanet İşleri Başkanlığının geçtiğimiz dönemde başlattıığı Mele açılımına kadar. Bu açılım bu medreselerin modern eğitim sistemine eklemlenmesinin ve bu sayede çok önemli bir insan, bilgi ve kültür kaynağının ülkenin toplam hasılasına dahil edilmesinin pekala mümkün olabileceği görüldü. Aslında bu açılımın yolunun önemli bir kısmının bu bölgeye açılmış olan üniversiteler üzerinden döşenmiş olduğu görülüyor. Her il'e bir üniversite projesinin faydaları arasında her ilin kültürel ve beşeri sermayesinin inkişaf ettirilmesi de vardır. Üniversite yoluyla Türkiye'nin her şehri ülkenin tamamına daha güçlü bağlarla entegre olurken bu bütüne de kendi katkısını daha fazla sunabiliyor. Muş Alparslan Üniversitesi'ndeki bu sempozyumun uluslararası nitelikte birinci sınıf bir iş olarak gerçekleşmiş olduğunu onca yıllık bilimsel toplantı tecrübeme dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim. Medreselerle ilgili araştırma, düşünce ve tecrübeleriyle bilinen en seçkin bilim ve fikir adamları, medrese ve üniversite mensupları Muş'ta bir araya gelip tam bir fikir şölenini birlikte yaşayıp yaşattı. (110 ismin hepsini zikretmem mümkün değil ama numune olarak Süleyman Ateş, Yusuf Ziya Kavakçı, Hüseyin Atay, Sait Şimşek, İhsan Süreyya Sırma, Şinasi Gündüz, Ahmet Ağırakça, Cemalettin Erdemci, Müfit Yüksel, Abdülhamit Birışık'ı söyleyeyim, gerisini siz tahmin edin). Bundan 15 gün önce de Siirt-Tillo'da daha küçük çaplı bir toplantıda da benzer konular dile getirilmişti. Bu toplantıların devam etmesi, medreseler üzerinde düşünmek veya medreselerin kendi üzerlerinde düşünmesi muhakkak ki çok hayırlı bir durum. Bu vesileyle Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Nihat İnanç ile İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Fethi Ahmet Polat'ı Muş'ta böylesine birinci sınıf bir bilimsel faaliyetin yapılabileceğini gösterdikleri için tebrik ediyorum.

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
06:32

YUSUF KAPLAN

ABD'de lobinin gücü, 'gücün' lobisi /

"HİZMET"İN HİZMETLERİ!" TEXAS / HOUSTON. İpekyolu Festivali dolayısıyla üç gündür Texas Eyaleti'nin Houston kentindeyiz. Siz bu yazıyı okurken Pennsylvania'dan New York'a geçmiş olacağız. Amerikan halkı olmasa bile Amerikan haber medyası seçimlerle yatıp seçimlerle kalkıyor. Düşünsenize... 4 milyon nüfuslu (10 bin civarında Türk'ün yaşadığı) Houston'un eyalet valisi sadece 80 bin oyla seçilmiş! Diğer televizyonlar da Amerikan seçimlerini konu ediniyor ama 'show' ya da 'talk show' programlarında adaylarla 'kafa bulmak' için çoklukla. ABD, demokrasinin hem en fazla geliştiği, hem de sanallaştığı bir ülke: Dromokrasi (hızın egemenliği) ve medyaokrasi, demokrasiyi sanallaştırıyor. 'HİZMET'İN 'STRATEJİK DERİNLİĞİ' Amerika izlenimlerimi ve gözlemlerimi New York'a varınca yazmayı düşünüyorum. Bu yazıda 'hizmet' hareketinin lobi faaliyetlerinin boyutlarını ve 'sınır'larını konu edinmek istiyorum. 'Hizmet' hareketi, yüzden fazla ülkede başta okul faaliyeti olmak üzere, çeşitli sosyal, kültürel ve stratejik etkinlikler yürütüyor. Özellikle de ABD'deki sosyo-kültürel ve stratejik faaliyetler, insanın başını döndürecek boyutlar kazanmış. Ama stratejik faaliyetler olarak adlandırdığım, Türkiye'nin tanıtılmasından Türkiye konusunda bugüne dek ihmal ettiğimiz ve hatta elimize yüzümüze bulaştırdığımız lobi/cilik faaliyetlerine kadar hizmet hareketinin ABD'de yaptığı çalışmalar, Türkiye'de neredeyse hiç bilinmiyor. YENİ ROMA, AMERİKA'NIN GÜCÜ Soru şu burada: Amerika'da neden bu kadar 'derinlemesine' bir lobi faaliyeti yürütüyor hizmet hareketi? Bu sorunun cevabı az çok belli: ABD, hâlâ dünyanın en büyük süpergücü. Roma'nın vârisi olarak görüyor kendini. Roma imparatorluğu ile ABD arasındaki benzerlik birkaç düzlemde kendini ele veriyor hemen. Meselâ sembolik düzlemde, Roma İmparatorluğu'da da 'başkent'te 'beyaz saray' vardı. Roma'nın 'beyaz sarayı' da 'oval' ofis'ti. ABD, siyasî ve hukûkî olarak eski Roma'nın mirasçısı olarak görülebilir: Roma'nın ayırt edici özelliklerinden biri hukuk'tu. Ama hukuk'tan önce gelen özelliği, güce, münhasıran da askerî güce dayanıyor olmasıydı. Eski Roma'yı en iyi anlatan tanımlamalar, 20. yüzyılın en büyük tarihçilerinden Fernand Braudel tarafından yapılmıştı. Braudel, Roma'yı, 'silahlı barış' ve 'askerî zorbalık düzeni' olarak tanımlamıştı. ASİMİLASYON VE ELİMİNASYON STRATEJİLERİ Ayrıca Batı uygarlık tecrübelerinin egemenlik kurma biçimleri Grekler'den Amerikan tecrübesine kadar iki stratejiye dayanmıştır: Birinci strateji asimilasyon (kendine benzetme / eritme) stratejisi. Eğer birinci stratejiye boyun eğilmezse, derhal ikinci strateji devreye girdirilegelmiştir: Eliminasyon / yok etme stratejisi. Amerika'nın gücü, hem -'demokrasi, özgürlükler' retoriğiyle örtük olarak pekiştirilen- 'kaba güce' dayanıyor; hem de 'eri/t/me potası' olarak ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını önce Amerikan kültürünü küreselleştirerek, ardından da Amerika'nın egemenliğine itiraz eden ülkeleri açıkça işgal etmekten çekinmeyerek kuruyor. Gerek -İskenderiye'de zirve noktasına çıkan Epikürcü, hedonist ve senkretik / bağdaştırmacı kültürün ayartıcı postmodern versiyonunu küre ölçekli yaygınlaştırabilme imkânları, gerekse Amerika'nın askerî, siyasî ve ekonomik açıdan hâlâ dünyanın yönünü ve geleceğini belirleyebilen yegâne güç olmasını sağlıyor. ABD'DE AÇILAN STRATEJİK KORİDOR Bu nedenle, hizmet'in, faaliyetlerini Amerika'da stratejik bir koridor açmaya yoğunlaştırması şaşırtıcı değil. Burada asıl hayatî mesele, hizmet'in 'lobi' çalışmalarının kazandığı boyutlar. Hizmet hareketinin stratejik derinliği olarak nitelediğim bu faaliyetlere öncülük eden parlak isimlerin bu faaliyetlerin dökümünü sundukları çalışmaları gerçekten gözdoldurucu: Devletin yıllardır yapamadığı, eline yüzüne bulaştırdığı 'lobi' faaliyetini hizmet hareketi yapıyor. PARLAK İSİMLERİN PARLAK İŞLERİ Buraya mim koymak gerekiyor. Bu faaliyetlerin mimarı, şu an Abant Platformu'nun genel sekreteri Hüseyin Hurmalı'nın verdiği bilgiler insana 'nasıl yani?' dedirtiyor. Bugüne kadar Türkiye'ye yabancı ülkelerden 6 bin önemli isim getirilmiş. Bunlardan 3 bini Amerika'lı. Amerikalılar arasında bir zamanlar 'Kürt lobisi'nin 'ağına düşen' ama yapılan faaliyetlerden sonra Türkiye dostu olan senatörler ve milletvekilleri, çeşitli eyaletlerin valileri, belediye başkanları, işadamları... yer alıyor. KİMLER YOK Kİ! Yapılan gözdoldurucu faaliyetler bir yazıda anlatılacak gibi değil. İpekyolu organizatörü, Kemal Öksüz tek başına kurum gibi çalışıyor. Tema'sı 'Türkî cumhuriyetler' olan Festival'e, Türkî cumhuriyetlerin büyükelçilerinin hepsi Festivali'nin katıldı. Türkiye'nin büyükelçisi, katılamadı: Suriye krizi nedeniyle Washington'daki işlerinin yoğunluğundan ötürü. Festival'e Texas'tan senatör, milletvekilleri, Houston Belediye Başkanı, daha pek çok civar şehrin üst düzey yöneticileri ve işadamları katıldı. Hepsi de yapılan işin çapını ortaya koyan ilginç konuşmalar yaptılar. Hizmet hareketi, bu kadar hayatî faaliyeti Ermeni meselesinde de yapıyor. Lobinin gücü, burada hizmet hareketine muazzam bir 'güç' kazandırmış.

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
06:44

Abdullah Aymaz Şahsüvarlar Arkadaşımız Mehmet Altan Bey’in bir önceki yazımda belirttiğim 2012 Riyad Kitap Fuarı ile ilgili hatıralarını aktarmaya devam ediyorum Kitap Fuarı’ndaki standımıza hangi dakika kimin geleceği belli olmuyor. Bazen karşıdan bazen yan taraftan çıkıveren sürpriz misafirlerimiz oluyor. Çok nadir oluyor ama arada bir boş kaldığımız oluyor. Standın dışına çıkıp çevreye bir göz atalım dediğimiz oluyor. O arada sürprizlerle karşılaşmak mümkün oluyor. Yine böyle bir anda dışarı çıkıp bir göz atayım derken yanımızdaki standın başı kalabalık kim var, diye sorduğumda Prens Türkî bin Faysal, dediler. Birkaç dakika geçmeden bize doğru yürüdü “Hoş geldiniz efendim” dedim. Bana cevap vermeden “Ben her şeyden önce size bir soru sormak istiyorum.” diyerek söze başladı. Siz Türk yayınevisiniz. Bu Nil ismini neden kullandınız? Türkiye’den bir isim olsaydı…” dedi. Ben de bir espriyle cevap verdim. Standa davet ettim. Stanttaki kitapların önemlilerini tanıttıktan sonra sekreterine alınacak kitapları işaret etti ve ayrıldı. Rahmetli Prof. Dr. Feridul Ensari hayatında olduğu gibi vefatında da hizmet ediyor. Özellikle gençler “Feridul Ensari’nin kitapları var mı?” diye soruyorlar. Bazısı doğrudan Üstad Bediüzzaman hakkında yazılan Ahirul Fursan bazısı Muhterem F.Gülen hakkında yazılan Avdetul Fursan romanlarını soruyor. Bu sene adet olarak daha fazla getirmemize rağmen bu romanlar yine yok sattı. Fuardan sonra bazı dostlar bizi telefonla arayıp bu romanlardan elimizde olup olmadığını soruyorlar… Ennurul Hâlid yine her sene olduğu gibi bu sene de standımızın best seller’i idi. Maşaallah Nurul Hâlid’i duyan gelip kitabın üzerinde Efendimiz’in adının büyük harflerle yazılı olmasından dolayı “Muhammed’in kitabı var mı?” diye soruyorlardı. İlk zamanlar anlamakta biraz zorlansak da anlaşılan Sonsuz Nur Muhammed’in (sas) kitabı mânasında söylüyorlardı. Hira Dergisi, Arap dünyasıyla aramızda kültür köprüsü olmaya devam ediyor. Fuarda yine Hira havası esti. Standımızın önünden geçen hemen herkese bir adet Hira dergisi hediye ettik. “Hira bir Türk dergisi ama Arapça bir dergi, İstanbul’dan sizinle tanışmaya geldi.” dediğimizde yüzlerde bir tebessüm ve hayret işaretleri beliriyordu. Hira Dergisi gerçekten bir tanışma vesilesi, onun sayesinde toplumda çok güzel insanlarla tanıştık. Fuardan sonra da onun sayesinde bazı kimseler bizi ziyarete geldiler. Hira Dergisi sayesinde bizim kim olduğumuzu daha yakından tanıma fırsatı buluyorlar.. Bu noktada da iyi ki Hira Dergisi var diyoruz... Fuar günlerinin hemen bitiminde bir markete girdim, market arabasını alıp içeri doğru yürürken içeriden çıkışa doğru yürüyen tanıdık sıcak ve mütebessim bir yüz dikkatimi çekti. Uzaktan gözlerimiz birbirine ilişti. Yakınlaşana kadar kim olduğunu ve nereden tanıdığımı çıkarmaya çalışırken konuşma mesafesine girerken fuarda birkaç gün önce tanıştığımı hatırladım. Selam verdikten sonra ben ona “Beni tanıdın mı?” diye kendimi tanıtmak istedim. Tebessüm ederek manalı ve vurgulu bir şekilde tabii “Fethullah Gülen” deyiverdi. Karşılıklı gülüştük. Çünkü ona fuarda Muhterem F.Gülen’in kim olduğunu anlatıp tam seti satmıştık. Kartımı verip vermediğimi sordum. “Evet seni arayacağım.” dedi. Oradan ayrıldıktan sonra iyi ki kitap fuarı var, orada çok güzel insanlarla tanışma fırsatı buluyoruz diye Allah’a hamd ettim. Bu sene fuardan çıkardığımız netice: Eskiden bütün kitapları biz tarif edip anlatmaya çalışıyorduk. Şimdi ise insanlar kendileri gelip şu kitap var mı, diye bize soruyorlar. Demek ki birilerinden kitabın ismini alarak gelmişler… Âlem-i İslâm’daki bu çeşit gelişmeler inşaallah büyük kaynaşmalara ve birbirimizi daha iyi tanımamıza vesile olacak… 08 Ekim 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
07:07

Ali Bulaç Suriye’de sona doğru Suriye’de 19 aydır süren iç savaş hepimizin içini kanatıyor. Şimdiye kadar 30 bin kişi hayatını kaybetti; 100 bin insan kayıp; 400 bin kişi hapishanelerde; 2,5 milyon insan kendi ülkesinde yer değiştirip mülteci durumuna düştü. Türkiye, Ürdün ve Lübnan’daki 250 bin mülteciyi zorlu kış şartları bekliyor. Su, elektrik, ulaşım vb. altyapı sistemi çökmüş durumda. Şam, Halep gibi İslam tarihinin, sanat ve medeniyet merkezleri belki de bir daha dirilmemek üzere harabeye döndü. Halkı Müslüman bir ülke, göz göre göre yangın yerine dönmüş. Elbette haklı ve haksız var, elbette her iki taraftan da orantısız güç kullananlar, meşru sınırları aşanlar var. Bunun kritiğinin yapılması lazım. Ama Suriye kan, gözyaşı ve ölüme terk edilmiş bulunuyor. Bunda herkesin, devlet ve hükümetlerin, bölgesel ve küresel güçlerin kendi müdahaleleri oranında sorumlulukları var. İlk gün söylediklerimiz bugün için de geçerli. Otokrat, zorba ve baskıcı bir rejimi devirmenin yolu bu değil. Tunus ve Mısır (Tahrir) yönteminde ısrar edilseydi; bölge ülkeleri işbirliği yapsaydı; küresel/harici güçlere safça güvenilmeseydi dram bu boyutlarda olmazdı. En tartışmalı liderlerden Burhan Galyun bile, “Amerika bizi aldattı!” diyor. Amerika ve Batı’nın hiçbir zaman sözlerine güvenilmeyeceğini baştan bilmek lazımdı. Maalesef olan oldu. Suriye meselesi yüzünden bölge ülkeleri de birbirine düştü. Sıfır ihtilaf komşuluk ilişkisinden hasmâne ilişkiye geçtik. Her ülkenin kendince savunulabilir gerekçeleri olabilir ama Suriye’nin iç sosyo-politik dengeleri, bölgesel güç ilişkileri ve küresel yeni kamplaşmalar doğru biçimde okunamadı, Esed’in üç hafta içinde gideceği söylendi, aradan 19 ay geçti, ‘hemen’ gidecek gibi görünmüyor. En yakın, en iyi bildiğimizi zannettiğimiz Suriye konusunda bunca feci yanılgıya düşebiliyorsak, bunun bir parça sorumluluğunu kendimizde aramamız gerekmez mi? Bunların tabii ki bir muhasebesi yapılacak. Bir an önce ateşi söndürmek gerekirken, yazık ki hâlâ ateşe benzin dökmeye çalışanlar var. Yetmiyormuş gibi bir yandan Türkiye’yi askerî müdahaleye, diğer yandan dört İslam ülkesini birbiriyle savaşmaya sürüklemek istiyorlar. İlk günden bizim önerimiz şuydu: Türkiye, İran ve Mısır bir araya gelip olaya el koymalı. Bölge ülkeleri birbirlerine rağmen bir arada olamazlar. Sonunda Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, beklediğimiz çıkışı yaptı, Suudi Arabistan’ın da içinde yer alacağı dörtlü girişim grubunu sorunu çözmeye davet etti. Suudiler istekli olmadı ama Türkiye, İran ve Mısır bir araya geldi. Hamdolsun, “iyi bir nokta”ya gelindi diyebiliriz. Evet, eğer Türkiye-Suriye sınırında başlatılan provokasyonlar, Sünni-Şii/Türkiye-İran çatışması tuzağına düşülmeyecek olursa üç büyük İslam ülkesinin prensipte üzerine vardığı mutabakat bu kanlı savaşı sona erdirebilir. Buna göre: 1) Mümkün olan en kısa zamanda seçimlere gidilmesi. Bu 2-3 sene olarak düşünülüyor. 2) Seçimlere kadar Esed yerinde kalacak ama, muhalif grupların temsilcileri idari-bürokratik kademelerde yer alacak. 3) Yeni bir anayasa yapılacak, seçimlere gidilecek. Esed yeni dönemde aday olmayacak. Kim sandıktan çıkarsa -gücü, aldığı destek oranında- yönetime katılacak. Bu aşamada akla en uygun gibi görünen planın yürümesi için Arap Birliği desteğinde Türkiye, İran ve Mısır’ın her aşamada birlikte gelişmelere fiilî olarak müdahil olmaları, hatta ortak askerî güç oluşturup planın yürüyüşünü denetlemeleri gerekir, aksi halde her şey altüst olur, kalınan yerden iç savaşa devam edilir. Planın zaaf noktaları 2-3 senenin uzunluğu; her üç ülkenin işbirliği yapma kabiliyetinin bugüne kadar test edilmemiş olması ve elbette gerek Suriye’nin içinden, gerekse bölge ülkelerinden ve küresel büyük aktörlerden gelecek provokasyonların her şeyi altüst etme potansiyeli. Bu aşamada başka görünür çözüm yok, bölgenin üç büyük ülkesine büyük sorumluluklar düşüyor. Son gelişmelere baktığımızda Türkiye’de hem hükümet çevrelerinde hem kamuoyunda bu yönde güçlü bir iradenin belirmiş olması en büyük umudumuzdur. R. Tayyip Erdoğan; Ayetullah Hamaney ve Muhammed Mursi’nin göstereceği dirayet ve kararlılık, sonucu tayin edecek kadar belirleyici. a.bulac@zaman.com.tr 08 Ekim 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
07:08

Ali Ünal Dindarlığımız ve güvensizliğimiz Bahçeşehir Üniversitesi’nin 2012 Değerler Araştırması’nda üzerinde çok durulması gereken bir sonuç var: Halkımızın yüzde 85’i kendisini “dindar” olarak tarif ediyor, fakat yüzde 29’u Ramazan orucunu tutuyor ve 5 vakit namazını kılıyor. İnsanlarımızın birbirine güveni ise yüzde 10 civarında. Bu tür araştırmalardaki yanılma payları bir yana, yukarıdaki rakamlar, çok önemli üç gerçeğe işaret ediyor: (1) Din’i ve dindarlık ölçülerini bilmiyor, fakat kendimizi dindar görmek ve dindar bilinmek istiyoruz. (2) Halkımız, düşüncede ve yaşayış olarak çok büyük ölçüde lâikleşmiş durumda. (3) Bilhassa içtimaî problemlerimizin altında gerçekten dindar olmamamız yatıyor. İslâm, bütünüyle tamir, inşa, ıslah, nizam, intizam, emniyet ve denge dinidir. O’nun hükümleri, canı, malı, inancı ve inanca göre yaşamayı, akıl ve beden sağlığını, evlenip çoğalmayı, yani düzenli aile hayatını garanti altına alır. Meselâ, Osmanlı Devleti’nin hem de yıkılış asırlarından olan 18. asrın başlarında İngiliz büyükelçisinin eşi olarak Edirne’de ve İstanbul’da bulunan meşhur Lady Montague olsun, birtakım Batılı seyyahlar olsun, o dönemler İstanbul’unu ve toplumumuzu tanıtırken şunları yazarlar: “Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler. Az yerler. Her sahada intizamı çok severler. Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. Şehirde sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, bağırıp-çağıranlara, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartacak bir harekete rastlamak mümkün değildir. Kirlilik ve kirli giyinme görülmez; hiçbir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez; evlere kilit vurma bilinmez. Her tarafta muhtelif içtimâî grupların birbirlerine karşılıklı saygı duydukları müşahede edilir. Dalkavukluk bilmezler. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından aldatılırlar, ama hiçbir zaman aldatmazlar. Türklerde yalancılık, cinayet ve hilekârlık yoktur. Hayırseverlik akideleri, hayvanlara da şamildir. Camilerin saçakları altına kuşların sığınması için hususî yuvalar ve mezarların yanına kuşların su içmesi için küçük tekneler yapmak, Türk medeniyetine mahsus hususiyetlerdendir.” Böyle bir toplumdan bugünkü az namazlı, az oruçlu, kimseye güven vermeyen, fakat yine de “dindar” bir toplum haline gelmemiz, Din’i birtakım şekilleri yerine getirmekten ibaret ve günlük işlerimize ve muamelelerimize karışmaz zannetmemizden kaynaklanmaktadır. Yani Türkiye insanı, düşüncede ve günlük hayatında lâikleşmiştir. Kur’an, “Namaz bütün aşırılık, hayâsızlık ve kötülüklerden alıkoyar.” buyururken, ibadetlerin de yeterli manevî tesir icra etmemesinin gösterdiği üzere, Din’in kendilerinden ibaret görüldüğü şekiller de, gerektiği gibi ifa edilmemektedir. Din’den boşalan yere de manevî–ahlâkî–hukukî–içtimaî–iktisadî–siyasî unsurları birbirini tamamlayan bütün bir sistem koyamadık. Koyabilmemiz de mümkün değildir; çünkü İslâm, bütün bir hayatı kuşatan ve diğer dinlerdeki bütün gerçekleri kendinde barındıran bir Din’dir; dolayısıyla, ondan çıkan veya onun içinde yoğrulmayan, başka bir dinde ve sistemde ışık bulamaz; anarşist, kanun tanımaz ve idare edilmez olur. Diğer dinlerden çıkanlar veya onları tanımayanlar ise, hem bu dinler muharref ve mensuh, hem de belli zaman ve kavimlerle sınırlı bulundukları için başka din veya sistemlerde ışık bulabilirler. Gerçekten Türkiye’de, İslâm dünyasında bir keşmekeşlik hâkimse ve insan kendisini pazarda aldatılmaktan, yaşadığı evde ve sokakta sürekli rahatsız edilmekten emniyette hissetmiyorsa, insanlar birbirine güvenmiyor, fakat meselâ Danimarka’da karşılıklı güven yüzde 76’yı buluyorsa, bunun başlıca sebepleri, bunlardır. ali.unal@zaman.com.tr 08 Ekim 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
08.10.2012
07:18

İbrahim Öztürk 2013 çok terletecek Türkiye 2010-2011 yıllarında ortalama olarak reel bazda yüzde 8,7 oranında büyüyerek krizden hızla çıkmış görüntüsü verdi. Oysa büyümenin kaynakları ile yan etkileri, bunun sürdürülmesinin imkânsız olduğunu gösteriyordu. Gerçekten de bu dönemde büyüme büyük oranda dış kredi ve iç talep odaklı gerçekleşirken, dış ticaretin katkısı ağır bir şekilde negatif oldu. Yan etkiler de hızla derinleşti. 2011 yılı sonu itibarıyla Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla’nın (GSYH) yüzde 10’una yaklaşan cari açık ve yüzde 10 bandını aşan enflasyon, Türkiye’yi birlikte yarıştığı yükselen piyasa ekonomileri arasında riskli bir bölgeye itti. Bu yüzden Türkiye 2012 yılında mecburen sert bir şekilde frene basmak zorunda kaldı. Yılın ilk yarısında sadece yüzde 3,1 oranında büyüyen ekonominin yılın tamamında da ancak bu civarda büyüyebileceği anlaşılıyor. Düşük büyüme içeriden ve ithalattan toplanan vergilerin de sert bir şekilde düşmesiyle sonuçlandı, bütçe hedefleri sarsıldı. Dış açıklara, hâlâ yüksek seyreden enflasyona ve zayıf büyümeye bir de bütçe açıklarının ilave olmasıyla Türkiye’yi ayakta tutan son çıpa da elden gitme riski altına girdi. Hükümet bu ayağı feda etmekten korktuğu için durağan ortamın ruhuna aykırı bir şekilde birçok ürüne zam yaptı. Enerji zamları iğneden ipliğe her şeye zammı tetikleyecek. Bu zamlar bir yandan ekonomik büyümeyi daha da aşağı çekerken, öte yandan 2013’ün başından itibaren enflasyonist baskı olarak da geri dönecek. Türkiye’nin zincirleme seçim sathı mailine gireceği 2013-2015 döneminde, bilhassa yerel seçim yılı olan 2013’te, ekonominin yüzde 5 ve altında büyümesi kabul edilebilir olmayacaktır. Hal böyle olunca Türkiye’nin ne yapıp da enflasyonu yeniden çift hanenin kapısına dayamadan, cari açığı en kötü ihtimalle hiç olmazsa GSYH’nın yüzde 7’si civarında kontrol altında tutarak yüzde 5 civarında büyüyeceği belirsiz. Hatırlanacağı üzere Türkiye 2008 yılında zaten böyle bir noktaya gelmiş; yüzde 0,9 ile büyüme durmuş, cari açığı yüzde 7’lere, enflasyonu da yüzde 11’lere geri dönmüştü. Türkiye’nin ‘borçlarını döndürme riskini’ ölçen CDS’leri uluslararası piyasalarda zirve noktasına çıkmış, reel faizler sıçramış, bu şartlarda içeri akan sıcak para lirayı değerli tutup, yani bir devalüasyona izin vermediğinden Türkiye ihracat üzerinden bir nefes alma şansını da kaybetmişti. Derdimiz, ABD ve İsrail kucağında büyütülen Ergenekon ve cunta ihaneti olduğundan cansiparane hükümeti savunmaya devam etmiştik. Nur topu gibi bir krizimiz gelmek üzere iken, şaşırtıcı bir şekilde küresel kriz imdadımıza yetişti. Zira artık yeni küresel konjonktür büyüme, cari açık ve enflasyon çerçevesindeki hassasiyetleri azaltıp yerine mali disiplini ön plana çıkarttı. 2001 yılının reformlarının bir ödülü olarak Türkiye bu ortamda ‘dirençli bir ülke’ olarak ön plana çıktı. Benim tezim uzun süredir belli: Reformları yapamaz ise, kriz bitse de Türkiye 2008’de kaldığı yere, kendi krizine geri döner. Bu sıkışma şudur; büyümeden büyük fedakârlık yapıldığında cari açığı ve enflasyonu yeterince ve kalıcı olarak düşmezken, buna bir de bütçedeki erozyon ve istihdamdaki düşüş ilave oluyor. Öte yandan ekonomi büyüme sürecine girdiğinde ise cari açıktaki yukarı yönlü sıçrama geri gelmemek üzere kalıcı bir nitelik kazanıyor, enflasyon sert bir şekilde tekrar çift haneye çıkıyor. Buna göre Türkiye’nin, yetersiz olmasına rağmen, 2013’te yüzde 5 civarında büyümesi durumunda cari açığın yeniden GSYH’nın yüzde 9 ve üzerine, enflasyonun da yüzde 10 bandına yaklaşması mukadder gözüküyor. Peki, Türkiye neden böyle? Türkiye’de sorun, düşük verimlilik ve tasarruf ile enerji açığında düğümleniyor. Türkiye’nin sorunsuz bir şekilde yüzde 7-8 civarında büyümesi için bu üç belanın defedilmesi gerekir. Bunun için gerekli reformları yapılmalı ama etkin sonuç alınması gerekiyor. Hâlbuki bu reformlarda çok geç kalınmış, seçimler sebebiyle hâlâ da savsaklanmaktadır. Ancak büyük gerçek şudur ki; fren mi, gaz mı konusunu hızla kapatıp, sistemin motorunu indirmek üzere harekete geçmek gerekiyor.

Reşat Nuri Erol
09.10.2012
09:03

MEDYA'IN "MİLLÎ" OLMADIĞINI HEP YAZIYORUZ...

MEDYA'NIN NE OLDUĞUNA DAİR "MİNİK" BİR YAZI...

GERİSİNİ SİZ DÜŞÜNÜN...

YANİ TAM OLARAK KİME BAĞLI/BAĞIMLI OLDUĞUNU...

BİZ ONU DA ZAMAN ZAMAN YAZDIK/YAZIYORUZ...

YAZI AŞAĞIDADIR...

***

Emin Çölaşan götürdüğü paraların hesabını vermeli Emin de ertesi gün yazdığı makalede “bana ve bazı Hürriyet yazarlarına çeşitli zamanlarda para verdiği doğrudur” diyerek... ADNAN BERK OKAN Türkiye’de medya yıllarca atın önüne et, itin önüne ot koydu… Ve… At, eti; it de otu yemek zorunda bırakıldı… Yine işte bu medya ayıbı; nice namuslu insanın kamuoyu tarafından “namussuz” olarak tanıtılırken nice “hırsız, arsız” tertemizmiş gibi gösterildi… Ama son yıllarda digital medya gelişip de internet medyası yıldızlaşınca; yazılı ve görsel medyanın bu büyük ayıbı yapma şansı giderek yok olmaya başladı… Ey sevgili okur, Bugün size yasal açıdan “en doğru kanıt” olarak kabul edilen “itiraf”lardan söz edeceğim… Bu itirafları yapanlardan biri medya patronu; Aydın Doğan… Diğeri ise köşe yazarı Emin Çölaşan… Aydın Doğan, 28 Şubat sürecini soruşturma komisyonuna verdiği ifadede; Emin’in köşesini mevzi olarak kullandığını ve o mevziden (ettiği yazılı ateşlerle) kendisinden defalarca 500 bin dolar, 300 bin dolar götürdüğünü söyleyerek yaptığı açıktan ödemeleri itiraf etti… Emin de ertesi gün yazdığı makalede “bana ve bazı Hürriyet yazarlarına çeşitli zamanlarda para verdiği doğrudur” diyerek bu paraları aldığını kabul etti ve bir de yeni iddiada bulundu: “Benden başka çok sayıda yazara Beykoz konaklarında villa hediye etti.” Şimdiiii… Ey MASAK (Mali Suçları Araştırma Kurumu)!.. Neredesiniz?.. Bu itiraflardan yola çıkarak soruşturma başlatmayacak mısınız?.. Aydın Doğan, Emin’e ödediği aylık 25 bin dolar maaşın yanında bu 500 bin, 300 bin dolarları hangi amaçla verdi?.. Ödemelerin vergileri kimin tarafından ödendi?.. Kaynakta tevkif yoluyla mı?.. Yoksa bu paraları götüren Emin Çölaşan tarafından mı?.. GÖZCÜ Gazetesi’nde 850 adet günlük yazısı yayımlandığı halde “tek kuruş” ücret alamayan ve hakkını mahkemede arayan Tevfik Diker’e karşı mahkemede; “onlar hatır yazılarıydı” diye kendini savunan Aydın Doğan; 850 adet telifi ödenmemiş makale için “hatır yazısı” diyebilecek kadar berbat bir akıl tutulması yaşıyor olabilir mi?.. Eğer 850 köşe yazısının “hatır” için yazılabileceğini kabul ediyorsa; hangi akla hizmet; Emin’e ayda yayımlanan 26 yazısı için ödediği 25 bin doların dışında 500 bin ve 300 bin dolarları vermiş olabilir?.. Emin, Aydın Doğan Bey’in kirli işler çevirdiğini biliyordu da bunları ihbar edeceğini söyleyerek tehdit mi etti?.. Yoksa devlette (Yargıda daire başkanı olan eşi aracılığıyla) iş takipçiliği mi yaptı?. Neden?.. Neden?.. Neden?.. Bir medya patronu; o dönemlerde kişi başına yıllık 3 bin dolar milli gelir düşen bir ülkede bir köşe yazarına yılda telif ücreti olarak ödediği 300 bin doların haricinde ayrıca “baskı gördüm” diyerek 500 bin ve 300 bin dolarları öderken neden korkar?.. 850 adet köşe yazısının telif ücretini ödememek için “hatır yazısıydı” diyen, diyebilen Aydın Doğan; Emin’e açıktan ödediği paraların gerekçelerini bakalım nasıl izah edecek?.. Ayrıca diğer bazı köşe yazarlarına Beykoz Konaklarında milyonluk villalar hediye ettiğini de geçenlerde bu köşede yazdığımda kimi okurlar itiraz etmişlerdi… İşte buyursun görsünler… Aynı şeyi Emin de söylüyor… Ey okur!.. Türkiye medyasında yıllarca “dürüst” diye bellediğiniz insanların gerçek yüzlerini işte bizim gibi özgür internet yazarları ve siteleri sayesinde öğrenebileceksiniz… Gerçek yüzlerinin ortaya çıkacağı telâşına kapılanlar ise “haber hırsızlığı” yaptığımız yalanını atarak aslında işte bu gerçek yüzlerinin öğrenilmesini engellemeye çalışıyorlar… Bunları teşhirimiz henüz bitmedi… Daha başkaları da var… Meselâ, RefahYol döneminde (28 Şubat Süreci) eski bir bakanın yeğenlerinin “uyuşturucu kaçakçısı” olduklarını iddia edip bakan hükümetten istifa edince yayınlamaktan vazgeçen Arenacılar… Durun hele bekleyin… Adnanberkokan@gmail.com

Reşat Nuri Erol
09.10.2012
09:06

İşte Erdoğan'ın en büyük hatası Stone imzalı makalede, Suriye ile ilişkilerin gerginleşmesi ardından Türkiye'ye Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" politikasına dönme çağrısı yapıldı. 09.10.2012 09:01 Times gazetesinde çıkan Norman Stone imzalı makalede, Suriye ile ilişkilerin gerginleşmesi ardından Türkiye'ye Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" politikasına dönme çağrısı yapıldı. Bilkent Üniversitesi'nden Profesör Norman Stone'un imzasını taşıyan yazının başlığı "Türkiye tarihini hatırlasa iyi olur."

Yazı, Mustafa Kemal Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözlerini hatırlatarak başlıyor. "Atatürk'ün bu formülü genelde Türkiye'ye yaradı" diyor Stone, "Evet, 1973'te Kıbrıs'taki Türk azınlığı korumak için buraya müdahale etti ama bunun dışında yurtdışına yalnızca uluslararası ortaklarla birlikte çıktı. Karmaşasıyla ünlü bir bölgede, bir istikrar ve refah adası oldu." BAŞARILI LİDER VE HATASI Profesör Stone'a göre Recep Tayyip Erdoğan da önce belediye başkanlığında, sonra başbakanlıkta müthiş başarılı oldu. "Şimdi," diyor Stone, "Erdoğan'ın yeni bir misyonu var. Türklerin geri döndüğünü, İslam'ın kapitalizmle ve modern eğitimle bağdaştığını kanıtlamak istiyor." Stone'a göre Erdoğan'ın içerdeki başarıları hatırı sayılır olsa da, dış politikada önce İsrail ile kavgaya tutuştu; şimdi de Suriye ile savaşın eşiğine gelindi. Norman Stone geçen hafta TBMM'den geçen tezkereyi ve tezkere sonrasında yapılan açıklamaları "Türk siyasetinde bir devrim" diye niteliyor ve "Eski Osmanlı topraklarına beyaz at üzerinde akın etme fikri ne kadar heyecan verirse versin, Türkiye'nin bu işe karışması bir hataydı." diyor. ABD'DEN FAYDA YOK Yazı şöyle devam ediyor: "Kimse bu işe hevesli değil, başbakanın en yakın takipçileri bile. Türkiye yüzünü Batı'ya öyle bir dönmüş durumda ki, medyada Arapça konuşan uzman bulmak bile zor. "Evet Arapların parasıyla İstanbul'da bir emlâk balonu yaratıldı; bu balon da kuşkusuz Suriyeli isyancılara akıtılan silahlara katkıda bulunuyor. Ancak bunun Türkiye'ye etkileri olumsuz, çünkü Suriyeliler de intikam amacıyla ülkenin güneydoğusundaki Kürt bölgelerinde yapılan ve belki de yakında başka yerlerde yapılacak terör eylemlerini destekliyor. "Amerikalılardan da fayda yok: Başkanlık seçimleri yüzünden telefonlarını beklemeye almış durumdalar. Barack Obama ne yapsa ters tepebilir; bu yüzden hiçbir şey yapmaması yerinde olur. Bu sebeple Davutoğlu'nun Kuzey Suriye'de uçuşa yasak bölge ilan edilmesi önerileri kibarca reddediliyor. Türkiye ortaklaşa hareket konusunda kendini yapayalnız bulabilir." 'ÖZGÜVEN BAŞLARINA VURDU' Norman Stone yazısının devamında bu durumun "yeni bir Kürt cephesi açılması" ve Türkiye içinde Kürtlerle ve Alevilerle ilişkiler açısından tehlikelerine de değiniyor. Stone yazısını şöyle noktalamış: "Türkiye bu durumun sorumlusu değil ama bu hükümetin de hatırı sayılır başarılarından gelen ani öz güven başına vurmuş durumda. Irak'taki anlaşmazlıkta gösterilen sağduyu ve tereddüt artık yok. Geri dönmeliler. Kemal Atatürk haklıydı." Kaynak: BBC Türkçe

Reşat Nuri Erol
10.10.2012
07:14

Akşam'dan Deniz Ülke Arıboğan

MAHİR KAYNAK'IN KIZI

Halimize ağlasak! 10 Ekim 2012 Çarşamba Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven'in 'dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz' sözlerinden sonra siyasetimiz nihayet rahat bir nefes aldı ve üzerinde uzlaşılabilecek bir nokta yakalandı. Muhalefet ve iktidar partilerimiz dağda ölenlere ağlanılamayacağına ortak kanaat getirdi ve kimse kimseye sataşma fırsatını bulamadı. Bu arada maalesef Bülent Arınç yine Başbakanımızın söylemiyle uyumsuz ve erken bir açıklama yapması dolayısıyla açığa düştü ve dağda ölenlere yalnız başına ağlayan adam konumunda kaldı. Bu şaşırtıcı değil, çünkü onun özgür ruhlu ve biraz da romantik bir siyaset adamı olduğu daha önceki deneyimlerden de biliniyordu. Bu duruşundan rahatsız olmadığını da tahmin edebiliyorum. Hazır lafı gelmişken biz de şu dağdakiler konusunda kısa bir değerlendirme yapalım. 1- Uluslararası terörizm literatürünün en bilinen araştırmalarının vardığı ortak sonuç, siyasal içerikli terör örgütleri üyelerinin ruhsal açıdan sağlıklı oldukları yönünde. Bir grup kimliğinin içerisinde kendilerini daha güçlü ve anlamlı hissediyor, tıpkı bir ordunun askerleri gibi adanmışlık duygusuyla varlıklarını sürdürüyorlar. Buna karşın örgütlerin kurucu liderlerinde narsisistik yaralanmalar olması bazı psikolojik travmalardan kaynaklı kimlik sorunları olabiliyor. Politik Psikoloji biliminin Türkiye'deki önemli isimlerinden Abdülkadir Çevik'in ifadesiyle 'Terörizm onlara bu yaralarının bir çeşit 'tedavi'sini sağlar. Düşman öldürüldüğünde grup içinde karşılıklı özdeşim yükselir. Dışarıdakilerin tahrip edilmesi grubu yansıtma ve yer değiştirmelerin geri dönüşünden korur. Böylece grubun üyeleri kendilerini daha bir eksiksiz ve bütün hissederler. ' Seçilmiş mağduriyetler ve seçilmiş zaferler yoluyla ortak kimliklerini üretir, onu kendilerini tarif eden ana eksen haline getirirler. Burada şu soruyu sormak önemli eğer bunca mağduriyet olmasa, örneğin darbelerin toplumsal yansımaları ya da daha spesifik olarak Diyarbakır Cezaevi işkenceleri, faili meçhuller, yasaklar, hak ihlalleri olmasaydı örgüt üyelerinin birleştirici kimliği bu kadar güçlü olur muydu? Dağdakiler dağda olur muydu? Onları dağa çıktıkları gün kaybetmedik mi? Dağdan bir gün evvel bizim evladımız değiller miydi? Evlatlarımızı elimizden koparan şartlara değil de evlatlarımıza düşman olmaktan, arkalarından ağlamıyor olmaktan gurur duyar mıydık?' 2- 2007-2011 yılları arasını kapsayan akademik bir araştırmada (PKK'lıların kendi aralarındaki telsiz konuşmaları veriler değerlendirilerek yapılmış.) Örgüte ortalama katılım yaşı 19,5. Son dönemde katılan en genç üye 15, en büyüğü ise 30 yaşında. 2011'de öldürülen 175 PKK'lının örgüttte kaldığı ortalama süre 6 yıl 8 ay. Örgütün çatışmalarda kaybettiği 790 kişinin dışında kendi içinde infaz ve çeşitli sebeplerden kaybettiği üyelerin sayısı üçte bir oranında. Dağdaki PKK'lıların yüzde 43.68'i, 18 yaşının altında yani uluslararası normlara göre çocuk yaşta. Nitekim özellikle son dönemde öldürülen teröristlerin arasında çok genç olanların ve kadınların sayısı da göze çarpıyor. Arkasından ağlayamadıklarımızın yaklaşık yarısı normal şartlarda bugün lisede sıralarda oturup ders dinlemesi, maç seyretmesi, aşık olması gereken yaştalar. Ellerine silah verip onları birer katile dönüştüren sistemle hesaplaşmak yerine onlarla hesap kesmek daha kolay, o da ayrı. 3- Diyarbakır Emniyet Müdürü insani bir duyarlılıkla konuşmuş olsa da, yanlış anlamaya meraklı bu kadar insan varken kendisine uygun bir bedel ödetilecektir, hiç şüpheniz olmasın. On binlerce evladımızı yitirdiğimiz bu savaşın tozunun dumanının altında kalan tek o olmaz. Ben Recep Güven'in her bir şehidimizin ardından da diğer herkesten fazla acı çektiğinden eminim. Madem hepimiz dağdakilerin ardından ağlanmayacağına dair hem fikiriz, siyasetçilerimizin yüksek müsaadeleriyle ülkemizin haline ağlayalım. Yas tutalım kaybettiğimiz en kıymetli hazinemizin, acıma duygumuzu, merhametimizi yitirişimizin ardından. Çocuklarımız çocuklarımızı öldürsün. Biz de yanalım, yanalım kül olalım ama sakın ağlamayalım. Akşam Deniz Ülke Arıboğan

Reşat Nuri Erol
12.10.2012
16:00

İhsan Dağı Üsküp, Tillo, Diyarbakır Şair bir ‘emniyetçi’; insan ve vicdan sahibi. Sadece bir ‘romantik’ sanmayın. Anlaşılan derin bir ‘devlet-toplum’ felsefesine de sahip. Devleti değil, insanı ve toplumu merkeze alan bir dünya görüşünü yansıtıyor konuşmaları. Umarım düşüncelerini de duygularını da icraatlarına yansıtır, fırsat verirlerse... Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’den söz ediyorum. “Yüzyıllardır Dicle’yi besler gözyaşlarım / ben ağlamazsam kurur sanırım” dizelerinin sahibi şair Emniyet Müdürü’nden... En son görev yaptığı Siirt’ten ayrılırken söylediklerine bakınız: “Çok sevdiğim ve benimsediğim bu kutlu şehre ömrümün sonunda yerleşeceğimi söylemiştim. Bu ülkede köyüm yok, ben Üsküplüyüm. Benim köyüm bu kentin Tillo ilçesi olsun. İnsan ömrünün sonlarında memleket ister. Ömrüm vefa ederse döner gelirim, gelemezsem lütfen beni nerede ölürsem öleyim Tillo’ya defnedin.” ‘Recep Müdür’ü mahkûm etmeden, linç etmeden önce söylediklerini bilmek, anlamak ve hissetmek gerek. Ettiği ‘o cümle’nin gerisindeki manaya, felsefeye, inceliğe bakalım ve soralım; kariyerinde Diyarbakır Emniyet Müdürü noktasına ulaşmış bir emniyetçi neden durduk yere böyle konuşarak ‘riske’ giriyor? Konuşmamak, çoğunluğun beklentileri doğrultusunda ‘işine bakmak’ daha kolay olmalı onun için. Neden? “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz. Ama eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristi de enterne edemiyorsanız devlet değilsiniz. Ben bu iki cümle arasında gidip geliyorum. Benim yitik evladım dağa çıkmış keşke ulaşabilseydim, keşke ona normal bir hayat sunabilseydim… Rahmetli Gaffar Abi gibi çok zor zamanda gelmedik. O, konuşmanın bile zor olduğu bir zamanda geldi, herkesin gönlünde taht kurdu. İkinci Gaffar falan diyorlar, ikinci Gaffar olmak kolay değil. Çok ciddi sorunlarımız var, sıkıntılarımız var. Sorunları ortaya koyduk, hep beraber bir yol haritası çizdik, önceliklerimizi belirledik. Bu insanların huzuru için elimizden geldiğince hep beraber hizmet vermeye çalışacağız. Biz bir adım gitsek Diyarbakır halkı bize koşarak gelir, bunu biliyoruz... Keşke terörize olmasına mani olabilseydim diye ağlarım. Yani her teröriste de içim ezilir. Bu Diyarbakır’ın kaderi olmamalı gözyaşı, kan. Bu coğrafya tarihi dokusuyla, insanıyla çok güzel bir coğrafya. O kadar güzel insan yetiştirmiş ki fakat şimdi canavarlar üretiyoruz niye? (...) İnsan odaklı hizmet veremediğimizden, başka bir şey değil.” Empati, duygudaşlık, insanlık... ve de ‘görev’in, yani halka hizmetin gereğini yapma kaygısı. Geçen hafta elbirliğiyle Türkiye’nin siyaset kurumu bu anlayışa adeta savaş açtı. İktidarı ve muhalefetiyle bütün bir siyaset kurumu, güvenliği tek kaygı edinmesini beklediğimiz bir emniyet müdürünün gerisine düştü. Hem de ne kadar gerisine... Siyasete dersi ‘bürokrasi’nin verdiği ilginç bir durum bu. Emniyet teşkilatına, ‘aşkolsun’ diyorum, ‘aşkolsun’… Halkın barış, özgürlük, refah taleplerine hassas olmasını beklediğimiz siyasetçiler ‘topyekûn’ hamle yaptılar yalnız Emniyet Müdürü’ne. Önce BDP adına Demirtaş girdi lafa ‘provokatif’ bir yerden: “Bizim önerdiğimiz modelde emniyet müdürleri, belediye başkanına bağlıdır. Ne zaman Diyarbakır Emniyet Müdürü, Osman Baydemir’e bağlanırsa o zaman bu bizi heyecanlandırır. Onun dışında bir şey bizi heyecanlandırmaz.” Sonra Kılıçdaroğlu: “Bu söylem başlangıçta insani gibi görünse de toplumu bölen bir söylemdir. Şehit aileleri ne diyecek buna? Emniyet müdürlerinin bu tür bir açıklama yapma gereği hiç yoktur. Genelkurmay Başkanı ağlayacak, öbürü başlayacak ağlayacak.” Tabii ki Bahçeli: “Aramızda insan yok demek ki!” Ve Sonra Erdoğan: “Evlatlarımızı katleden ve bu mücadeleler esnasında ölen terörist için de ağlamadık, ağlamayız. Bunu da çok açık, net söylüyorum; bu bizim hem insani hem vicdani görevimizdir de. Bunu böyle bileceğiz.” Demirel’in ‘Kürt realitesini tanıyoruz’, Yılmaz’ın ‘AB yolu Diyarbakır’dan geçer’ ve Erdoğan’ın 2005’te Diyarbakır’da ‘Kürt sorunu bu milletin hepsinin sorunudur, benim de sorunumdur.’ ifadelerini hâlâ hatırlıyoruz. Recep Güven’in sözleri de en az bunlar kadar ‘tarihi’... i.dagi@zaman.com.tr 12 Ekim 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
12.10.2012
16:00

İhsan Dağı Üsküp, Tillo, Diyarbakır Şair bir ‘emniyetçi’; insan ve vicdan sahibi. Sadece bir ‘romantik’ sanmayın. Anlaşılan derin bir ‘devlet-toplum’ felsefesine de sahip. Devleti değil, insanı ve toplumu merkeze alan bir dünya görüşünü yansıtıyor konuşmaları. Umarım düşüncelerini de duygularını da icraatlarına yansıtır, fırsat verirlerse... Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’den söz ediyorum. “Yüzyıllardır Dicle’yi besler gözyaşlarım / ben ağlamazsam kurur sanırım” dizelerinin sahibi şair Emniyet Müdürü’nden... En son görev yaptığı Siirt’ten ayrılırken söylediklerine bakınız: “Çok sevdiğim ve benimsediğim bu kutlu şehre ömrümün sonunda yerleşeceğimi söylemiştim. Bu ülkede köyüm yok, ben Üsküplüyüm. Benim köyüm bu kentin Tillo ilçesi olsun. İnsan ömrünün sonlarında memleket ister. Ömrüm vefa ederse döner gelirim, gelemezsem lütfen beni nerede ölürsem öleyim Tillo’ya defnedin.” ‘Recep Müdür’ü mahkûm etmeden, linç etmeden önce söylediklerini bilmek, anlamak ve hissetmek gerek. Ettiği ‘o cümle’nin gerisindeki manaya, felsefeye, inceliğe bakalım ve soralım; kariyerinde Diyarbakır Emniyet Müdürü noktasına ulaşmış bir emniyetçi neden durduk yere böyle konuşarak ‘riske’ giriyor? Konuşmamak, çoğunluğun beklentileri doğrultusunda ‘işine bakmak’ daha kolay olmalı onun için. Neden? “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz. Ama eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristi de enterne edemiyorsanız devlet değilsiniz. Ben bu iki cümle arasında gidip geliyorum. Benim yitik evladım dağa çıkmış keşke ulaşabilseydim, keşke ona normal bir hayat sunabilseydim… Rahmetli Gaffar Abi gibi çok zor zamanda gelmedik. O, konuşmanın bile zor olduğu bir zamanda geldi, herkesin gönlünde taht kurdu. İkinci Gaffar falan diyorlar, ikinci Gaffar olmak kolay değil. Çok ciddi sorunlarımız var, sıkıntılarımız var. Sorunları ortaya koyduk, hep beraber bir yol haritası çizdik, önceliklerimizi belirledik. Bu insanların huzuru için elimizden geldiğince hep beraber hizmet vermeye çalışacağız. Biz bir adım gitsek Diyarbakır halkı bize koşarak gelir, bunu biliyoruz... Keşke terörize olmasına mani olabilseydim diye ağlarım. Yani her teröriste de içim ezilir. Bu Diyarbakır’ın kaderi olmamalı gözyaşı, kan. Bu coğrafya tarihi dokusuyla, insanıyla çok güzel bir coğrafya. O kadar güzel insan yetiştirmiş ki fakat şimdi canavarlar üretiyoruz niye? (...) İnsan odaklı hizmet veremediğimizden, başka bir şey değil.” Empati, duygudaşlık, insanlık... ve de ‘görev’in, yani halka hizmetin gereğini yapma kaygısı. Geçen hafta elbirliğiyle Türkiye’nin siyaset kurumu bu anlayışa adeta savaş açtı. İktidarı ve muhalefetiyle bütün bir siyaset kurumu, güvenliği tek kaygı edinmesini beklediğimiz bir emniyet müdürünün gerisine düştü. Hem de ne kadar gerisine... Siyasete dersi ‘bürokrasi’nin verdiği ilginç bir durum bu. Emniyet teşkilatına, ‘aşkolsun’ diyorum, ‘aşkolsun’… Halkın barış, özgürlük, refah taleplerine hassas olmasını beklediğimiz siyasetçiler ‘topyekûn’ hamle yaptılar yalnız Emniyet Müdürü’ne. Önce BDP adına Demirtaş girdi lafa ‘provokatif’ bir yerden: “Bizim önerdiğimiz modelde emniyet müdürleri, belediye başkanına bağlıdır. Ne zaman Diyarbakır Emniyet Müdürü, Osman Baydemir’e bağlanırsa o zaman bu bizi heyecanlandırır. Onun dışında bir şey bizi heyecanlandırmaz.” Sonra Kılıçdaroğlu: “Bu söylem başlangıçta insani gibi görünse de toplumu bölen bir söylemdir. Şehit aileleri ne diyecek buna? Emniyet müdürlerinin bu tür bir açıklama yapma gereği hiç yoktur. Genelkurmay Başkanı ağlayacak, öbürü başlayacak ağlayacak.” Tabii ki Bahçeli: “Aramızda insan yok demek ki!” Ve Sonra Erdoğan: “Evlatlarımızı katleden ve bu mücadeleler esnasında ölen terörist için de ağlamadık, ağlamayız. Bunu da çok açık, net söylüyorum; bu bizim hem insani hem vicdani görevimizdir de. Bunu böyle bileceğiz.” Demirel’in ‘Kürt realitesini tanıyoruz’, Yılmaz’ın ‘AB yolu Diyarbakır’dan geçer’ ve Erdoğan’ın 2005’te Diyarbakır’da ‘Kürt sorunu bu milletin hepsinin sorunudur, benim de sorunumdur.’ ifadelerini hâlâ hatırlıyoruz. Recep Güven’in sözleri de en az bunlar kadar ‘tarihi’... i.dagi@zaman.com.tr 12 Ekim 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
12.10.2012
16:17

Böyle hata olur mu Allah aşkına -2-

Levent Gültekin

acikcenk@gmail.com

Türkiye’nin bugün dış politikada verdiği görüntü bundan iki yıl öncekinin tam zıttı. İki yıl önce komşularımızla ne kadar iyi ilişkilere sahiptiysek bugün de en az o derece kötü. İki yıl önce dost düşman herkesin el üstünde tuttuğu Ahmet Davutoğlu bugün dost düşman herkesin hedefinde. İki yıl önce hükumete muhalif gazetecilere, partilere, siyasilere hükumetin en başarılı olduğu alan hangisi diye sorulsa herkes bir ağızdan “Dış politika” derdi. İki yıl önce hükumetin dış politikasını övenlerin tamamı bugün hükumeti dış politikada geldiği nokta üzerinden eleştiriyor. Yani ‘büyük bir başarı’ iki yıl gibi kısa bir sürede ‘büyük bir başarısızlığa’ dönüştü. Peki bu kadar ‘parlak’ bir tablo, bu kadar kıskanılan bir ‘başarı’ nasıl oldu da bu kadar kısa sürede tersyüz oldu? İki yıl öncesine kadar sıcak ilişkide olduğumuz ülkelerin tamamı ile nasıl oldu da birden bire muarız haline geldik? Suriye, İran, Irak ve son olarak da Rusya. Resmen bize bir “sıfır sorun” tiyatrosu izletiyorlar. Hem de ‘sıfır sorun’un mimarının yönetiminde. Bunu bir hakaret olsun diye değil. bir tespit yapmak için söylüyorum: “komşularla sıfır sorun” açık bir şekilde “sıfır komşu” haline geldi, getirildi. Peki bütün bunları kim yaptı? Kim bir tabloyu iki yılda bu kadar tersyüz etme kudretine sahip? Bu tabloyu Ahmet Davutoğlu’nun ‘kişisel hırsı’ veyahut ‘kibri’ veyahut ‘siyasi hesapları’yla açıklayabilir miyiz? Ahmet Davutoğlu’nun gücü Türkiye’yi bu hale getirmeye yeter mi? Hadi diyelim Davutoğlu elde ettiği ‘başarı’nın sarhoşluğuna kapıldı ve bir düzine hata yaptı. Peki ya Başbakan Erdoğan’a ne oldu? Gidişatı o da mı göremedi? Gördüyse niçin düzeltmek için değil de daha da germek için uğraşıyor. Niçin altı büyük bir ateş olan ipin üzerinde yürüyerek bütün bir toplumu tedirgin ediyor? Niçin o ipten aşağı bir türlü inmiyor? Geçmişte yapılanlara ’başarı’, bugün yapılanlara da ‘hata’ diyebilir miyiz? Ortadoğu’da “Türkiye’nin yıldızını bu kadar parlatan” bir iktidarın böyle bir başarının ardından bu kadar vahim ‘hata’lar yapması inanılır bir şey mi? Son iki yılda sıra ile bütün komşularımızla ilişkilerimizin bozulması sadece kişisel hatalar ile açıklanabilir mi? Bu tabloyu bize Ahmet Davutoğlu’nun başarısızlığı diye gösterenler bizim zekamız ile alay etmiş olmazlar mı? Bir ülkenin, bir siyasetçinin, bir bilim adamını bu kadar ‘hata’yı peş peşe ve inatla yapıyor olması için aklını kaybetmiş olması gerekmez mi? Nasıl oluyor da iktidar şakşakçısı birkaç gazeteci dışında onlarca gazeteci, onlarca siyasetçi, onlarca aydın bu gidişattaki vahameti görüyor da bir tek iktidar göremiyor? Mesela en son Rusya ile yaşadığımız uçak krizi. Komşularla ‘sıfır sorun’ hedefleyen, Türkiye’nin menfaati için çırpınan birinin yapacağı bir iş miydi Allah aşkına? Uçak indirme olayının son kalan komşu Rusya ile aramızı gereceğini, bozacağını görmek için üstün bir zekaya ihtiyaç yok ki. Peki niçin bu adımı atmaktan imtina etmediler? Kim o istihbaratı verdi? Sadece istihbarat mı verdiler, yoksa üstelediler de mi? Üstelik verilen bilginin yanlış çıktığı da ortada. Bir sıraya göre devam ediyorlar. Önce Suriye, ardından Irak, ardından İran, şimdi Rusya. Peki normal bir durum mu bu? Bütün bunları niçin sordum? Nereye varmak istiyorum? Kafama takılan asıl soruya siz de ortak etmek niyetindeyim. Hükumetin son iki yıldır uyguladığı dış politikaya ‘hata’ demeyeceksek ne diyeceğiz? Benim aklıma iki seçenek geliyor. Birincisi, ‘Dünya sistemi’ bir plan uyguluyor ve Türkiye’nin bu plana karşı duracak bir direnci de gücü de yok. “Yok bu işler senin dediğin gibi komplo teorileri ile açıklanmaz” diyenlerdenseniz o zaman bir diğer seçenek var: Türkiye’yi yönetenler “ihanet içinde” ve bile bile Türkiye’yi belaya sürüklüyorlar. Buna da inanmıyorsanız, -kaldı ki ben de inanmayanlardanım- o zaman zayıf da olsa son seçenek kaldı. Bu iktidarda gerçekten akıl ve zeka yok. Yoksa bu kadar hatayı göz göre göre yapmaz, herkesin gördüğü tehlikenin üzerine üzerine gitmezdi. Peki Hangisini tercih edersek içimiz rahatlar? Gerçekten ‘Dünya sistemi’nin planlarına “hayır” diyemeyen bir ülkeysek halktan bu kadar destek gören Tayyip Erdoğan bile “hayır” diyemiyorsa, kim diyecek? Başka hangi iktidar Türkiye’yi bu sarmaldan kurtaracak? Bu sorun sadece AK Parti’nin ve ona destek verenlerin sorunu değil herhalde, öyle değil mi? Libya’da, önce NATO’nun ne işi var orada deyip ardından NATO’ya destek vermek, Kürecik’e radar sistemi kurmak, “Esad Suriye için en ideal lider” deyip ardından Esad’ın kellesini istemek ve Rusya’dan gelen Suriye uçağını indirmek. Üstelik bütün bu adımları yalnızca ABD destekliyor. “Suriye sorununun temel gerekçesi ‘vicdan’dır ve bütün bunları iktidar kendi aklı ve zekasıyla bilerek ve isteyerek yapıyor” diyenlerdenseniz bu yazıyı kendinize dert etmeyin.. twitter.com/acikcenk





Sayı: 173 | Tarih: 7.10.2012
Emre Kongar
Sandalyeler Nasıl Paylaşılacak, Suriye Krizi Bunu
Sermaye’nin Yönetme Tarzı
2081 Okunma
21 Yorum
Süleyman Karagülle
Yusuf Kaplan
Hakikatin izi,"akleden kalp'te"gizli
Kur'an'da kalp,kuran'da kalp!
1406 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Vakur bir tepki örneği
Onları bırak
1312 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Toplumun yapım gücü en yüksek kesimi hangisidir?
Yaptırım Gücü
1303 Okunma
Tayibet Erzen
Mehmet Şevket Eygi
İslam Mektebi Böyle Olur
Eğitimde Serbestlik
1142 Okunma
Emine Hocaoğlu