Değişen Politikalar, Değişmeyen Baskı, Yitirilen
2109 Okunma, 23 Yorum
Emre Kongar - Cumhuriyet
Süleyman Karagülle

29 Eylül 2012 – Cumhuriyet

 

AKP’nin, genellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilen ve çok sık değişen politikalarına nasıl güveneceksiniz?Bir gün “Kürt Açılımı”…Ertesi gün, “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunları vardır!” yaklaşımı.Bir gün “NATO’nun Libya’da ne işi var?”… Ertesi gün, en büyük deniz gücü desteği! Bir gün Habur’dan neredeyse zorla serbest bırakılanlar…Ertesi gün, yaygın KCK tutuklamaları!Art arda gelen “yargı reformu paketleri”, siyasal davalar için yaratılan umutlar…Sadece katillerin, ırz düşmanlarının serbest bırakılması, siyasal davalardaki tutuklulukların devamı! Kaldırılan Özel Yetkili  Mahkemeler…Ama bu mahkemelerde süren Silivri davaları! Ve en son, “Bunlarla masaya oturduğumuzu söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar müfteridir, şerefsizdir”...

Ertesi gün, “Evet görüştük, gene görüşeceğiz!”...En genel olarak, seçim sonrasında yapılan balkon konuşmaları, herkesi kucaklayacağını ifade eden söylemler…Ve ertesi gün, bırakın herkesi kucaklamayı, neredeyse herkesi düşman ilan eden söylemler ve eylemler!

 

- Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde tutarlılık yoktur.

- Siyasette dün dündür, bugün bugündür. Uygulamalarda tutarsızlık var mıdır? Ne yapılmalı?  

 

***

Bütün bu çok sık ve adeta yüz seksen derece değişen zıt politikalar açısından değişmeyen tek şey var: Açıklanan her politikaya karşı çıkanların, muhalefet edenlerin, eleştiri yöneltenlerin düşmanlıkla suçlanması…Medyanın, kimi zaman da tek tek, şahsen patronların veya gazetecilerin, yazarların, hedef alınarak eleştirilmesi!

 

- Muhalifleri ve basını hedef alma değişmiyor.

- Muhalefette ve bizzat yazarımızda da tek değişmeyen bir şey vardır. İktidarı kötülemek. Konular görüşülmeyecek, araştırılmayacak, kişiler arası çekişmeler olacak. Sonunda sermayenin dediği olacak.

***

İktidara destek veren politikacıların, yazarların, gazetecilerin, dönmekten başları döndü…

Hepsi şaşkın…Ya her gün, bir gün önce yazdığının, savunduğunun tersini yazacaksın, savunacaksın…Ya da düşmanlıkla, ihanetle suçlanmayı, hedef olmayı göze alacaksın!

 

-İktidarı destekleyen yazarların başları döndü.

- Muhalifler de dönmek zorunda kalmaktadırlar. Konu yerine, saldırma.

***

İşin kamuoyu açısından bir yönü daha var:Gerek AKP’yi destekleyenlerde, gerekse desteklemeyenlerde, ilan edilen politikaların sürekliliği ve güvenilirliği konusunda büyük kuşkular oluşuyor…Toplum, AKP iktidarına karşı derin bir güvensizlik duygusu geliştiriyor!

Hiç kuşkusuz, bu duygu AKP iktidarının muhatabı olan politikacıları ve partileri de etkiliyor.

Bu durumda, AKP iktidarının PKK ile görüşme projesi (ki bu proje zaten, Başbakan’ın ifadesine göre PKK’ye duyulan güvensizlikten dolayı kesilmişti) ne ölçüde “karşılıklı güven” temelinde gerçekleşebilir?“Karşılıklı güven” duygusunun olmadığı görüşmeler ne denli olumlu sonuç verebilir?Korkarım, yine bir “Görüşme Açılımı” adı altında havanda su dövülür, yeni ödünler verilir ve en kötüsü, aynen bugün olduğu gibi terör de tırmanarak sürer!

 

- Tutarsız politika yalnız halkta değil, basında ve bizzat PKK da güvensizliği doğuruyor.

- Çözüm olmayınca, yolu bulamayınca ancak karışıklık olabilir. Muhalefette de çözüm olmayınca halk kime oy vereceğini şaşırır. İktidarı destekler.

 

***

Biliyorum bu yazı pek iyimser bir yazı olmadı…Ama daha kalıcı hedef ve projeler oluşturulması, ülkede barışı ve demokrasiyi yeniden kuracak verimli sonuçlar alınması için bu uyarıları yapıyorum…Çünkü bugüne kadar sadece “günü kurtaran” söylem ve eylemlerle zaman yitirildi… Sadece zaman yitirilmekle kalınmadı, toplumun barış içinde birlikte yaşama iradesi de yıpranmaya başladı! Bu gidişe bir an önce dur denilmeli!

 

-Yazım iyimser değildir ama uyarmak istedim.

- Kötü niyetli olmayanlar kötülük yapıyorlarsa bilgisizlikten yapıyorlar. Sorumlu çevredekilerdir. Ne yaparsa yapsın övme de yerme de iktidarı karanlıklar içine sürüklemedir.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:

Denge

Mısır ehramlarında yüzlerce ton kayaları ocaklardan kilometrelerce uzak yerlere götürmüşlerdir. Bunun için kayaların altına yuvarlak ağaçlar koydular. Binlerce işçiyi ikiye ayırdılar. İki taraf aksi istikametlere çekmeye başladı. Yirmi otuz kişi iki tarafa yerleştirildiler. Otuz kişi ne tarafa çekerse kaya o tarafa yavaş yavaş yol alır. Tek taraflı çektilerse durduramaz çekeni ezer veya ortalığı parçalar.

Topluluklar da böyle yönetilir. İnsanlar kutuplaşır. İki kutuba söz dinleyen ekip koyarsınız. Topluluğu bir tarafa götürmek sieseniz. o tarfa çekenmşere çekin o bi,relr ed esi,z durm dersiniz dolayısıyla topluluk o tarafa yürür.

Bu yönetim sağlanması için kutuplar hangi tarafa çekmeli. Taraf değiştirmemeli. Gevşememelidirler. Kimse kendiliğinden cephe değiştirmemelidirler. Sadece iki cephede olanlardan emrinde olanlara dur dendiği zaman duracaklar, yürü dendiği zaman yürüyecekler. Onlarda bile cephe değiştirme yoktur.

Sermaye dünyayı sağ sol diye ikiye bölmüş. Bunları birbirleri ile çatıştırmaktadır. Sağda olanlar karşı tarafın her yaptığını kötü olarak görecek, kendi yaptıklarını da mutlak doğru olarak görecektir. Tek tarafı çekecektir. Böylece önce 7 milyar insan dengeye getirilecektir. Sonra özel basın oluşturulacak. Bunlar da iki cephede olacaklar. Sağcı basın ve solcu basın. Eğer denge bölünürse eğrilerin yanında olan basın karşı tarafa saldırır böylece denge korunur.

Türkiye’de sağ güçlü olduğu için bir asır hep solcular desteklenmiş denge korunmuştur. Bugün Ak parti iktidardadır. Dengenin oluşması için ona saldırılmalıdır. Dengelenecektir. Türk Milleti bu oyunun bildiği için basın ne kadar çatarsa çatsın yine AK Parti iktidarda tutulmaktadır. Böylece Adil Düzen’in iktidara gelmesi önlenmektedir. Yani Ak Partinin iktidarı da yine sermayenin politikası olarak korunmaktadır.

Sermaye bu oyunu da kaybedecektir. Dengesini yitirecektir. Çünkü Türkiye’de Adil Düzen çalışmaları vardır. AK Parti bir taraftan Adil Düzen’in iktidar olmasını önlemektedir. Ama diğer taraftan Adil Düzen çalışmalarına ise hız vermektedir. Kazanıyorum derken kaybediyor.

 Yani AK Parti Adil Düzen’i iktidardan uzak tutmak için iktidarda tutulmaktadır. Bu da Takdiri ilahidir. Böylece Adil Düzen çalışanlarına zaman kazandırmaktadır. Ne yaparlarsa yapsınlar sonunda mağlup olacaklardır.

Sermaye düzen içinde sorunların çözülmesine izin vermemektedir. Bu da yeni düzene insanları zorlamaktadır.     

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
30.09.2012
06:20

Hayrettin Karaman

Cesur cahiller İslam hakkında başkalarına ders (fetva, bilgi, fikir...) vermeye kalkışanların fakih olmaları gerekir. Fakih, 'Yeterli derecede Arapça bilecek, temel islâmî ilimleri okumuş olacak, yeteri kadar usul ve bağlayıcı metin (âyet ve hadis) bilecek, sahabeden beri İslam hakkında ehliyetle konuşan ve yazanlar ile bunların ilim ve anlayışları hakkında bilgi sahibi olacak veya bu bilgiye ulaşma yolu kendisine açık olacak, ümmetin alimlerinin ittifak ettikleri hükümleri bilecek. Eğer fakih, yaşadığı zamanda müslümanların soru ve dini bilgi ihtiyaçlarını karşılacaksa, yukarıdaki bilgilere ek olarak zamanında hakim veya etkili olan bilim, kültür, medeniyet, siyaset, ekonomi, toplum yapıları, düşünce ve ideolojiler hakkında da gerektiği kadar bilgi sahibi olacak veya bu bilgileri alabileceği kanallara sahip bulunacak. Bütün bunlara ek olarak aynı seviyedeki alimlerle devamlı istişare, fikir alış-verişi içinde bulunacak. Şimdi her köşede, her bucakta İslam hakkında konuşan, 'ictihad, fikir, görüş' serdeden, mangalda kül bırakmayan; alimleri, fakihleri ve islamcıları tenkit etmenin öteside yerden yere vuran cesur yazarlara ve konuşurlara bakıyorum da 'cahil cesur olurmuş' özdeyişini hatırlamadan edemiyorum. Genelden özele geçelim: Kendi acizlerini, bilgisizliklerini, işe yaramazlıklarını örterek geçinmekte olanların bir iddiaları da şudur: Şu islamcılar olmasa 'bugün bize gerekli olan doğru, gerçek İslam bilgisine ve islamî hayat programlarına kavuşacağız, ama ne yazık ki, onlar (islamcılar), 'İslam diye İslam olmayanı, ötekini, modernizmi, yeşil elbise giydirilmiş kafirliği...' insanlara takdim ettiklerinden, bir türlü doğru İslam anlayış ve programına ulaşamıyoruz... Soruyorum: Eğer siz doğru İslam bilgi ve programına sahip iseniz elinizi kolunuzu bağlayan mı var; neden derhal onu ortaya koymuyorsunuz. Yok sizde böyle bir bilgi yoksa,islamcıların ortaya koyduklarının İslam'a aykırı olduğunu nereden biliyorsunuz!? Daha özele gelelim: Kavramların arkasına saklanıp gölge oyunu oynamak yerine itham ettiğiniz islamcıları sahneye çıkarın, siz de çıkın; 'filan islamcı şunları diyor, bu İslam değil, doğrusu şudur' deyin. Böylece ümmet, hem yanlışı hem de doğruyu sizin sayenizde öğrensin! O yok, bu yok; cahilin cesareti ve cahil cesurun gürültüsü var!

Reşat Nuri Erol
01.10.2012
08:05

A. Turan Alkan Hamâset, bir git artık

İşi biraz eğlenceli tarafından ele alarak söze başlayalım; "Kongre" kavramından bir şey anlamıyorum; Batı menşeli olduğu için değil, siyasi hayatımızda doğrudan karşılığı olmadığı için; ama "Kurultay" öyle midir? Kurultay, sinemacı tâbiriyle "Ekşın"dır, Cem Yılmaz'ın tesbitiyle damarlarda coşkun bir "Ardinal" (yani Adrenalin!) hareketlenmesidir, meraktır, sürprizlerle karşılaşma beklentisidir, sandıktır, delege davranışlarının önceden öngörülemeyişidir, serüvendir. Hâsılı kelâm ben kurultayları, kongrelerden daha demokratik, daha heyecan verici ve daha fazla demokratik kültür yapıcısı görüyorum. CHP'li miyim; yoo... ama kurultay kavramına her şeye rağmen demokratik bir muhteva kazandıran CHP, yanaşık nizamda disiplinli kongre düzenlerken milli birlik ve beraberlik aşkımıza soneler kaleme alan merkez sağ partilere göre daha sevimli duruyor, onu tebârüz ettirmek istiyorum sadece. Şu an itibariyle (öğle suları) yaklaşık bir saatten beri Başbakan'ın kongre konuşmasını dinliyorum; henüz haber niteliği taşıyan, beni şaşırtan bir şey söylemedi. Dinlediklerim, daha bir itina ile hazırlandığı intibâı veren bir potpourri idi; bir Recep Tayyip Erdoğan klasiği yani. Başbakan, İmam-Hatipli yıllarından tevârüs ederek bugünlere kadar getirdiği ve pek sevdiği hamâsî diskurla konuşuyor, hisleniyor, kalabalığın duygularına hitab ediyor ve salonda birlik ve beraberliği ayyûka çıkaran bir kenetlenme havası elle tutulur hale geliyordu. Başbakan'ın hitâbet mevzuunda her zaman, "Ben bu işi bilirim biraz" özgüveniyle kürsüye çıktığını biliyoruz. Saded hâricidir fakat şu an itibariyle ne zaman biteceği hakkında hiçbir fikrim bulunmayan konuşmasında dinî, millî ve ezcümle hamâsî unsurlara, bolca, mebzûl miktarda iltifat göstermesi kesinlikle saded içindedir. Otuz sene önce muhtemelen hoşuma giderdi bu tarz sözler; şimdi tedirginlik veriyor ve ne zaman böyle şeyler dinlesem, yani "Ezan, bayrak, Alparslan, yavru vatan, Selahattin Eyyubî, medeniyyet, vb..." gibi kelimelerle hamâsî dozajı yoğunlaştırılmış sözler duysam şöyle düşünmeye başlıyorum: "Acaba konuşmacı, neyi gizlemeye çalışıyor; bu pırıltılı sözlerin gözalıcılığına dikkatimizi celbederken acaba şöyle mi düşünüyor: 'Daha teknik bir konuşma yaparsam bunlar anlamazlar ve takdir edemezler!', yoksa o hakikaten konuştuğu gibi düşünen biri midir?" Zannetmiyorum! Başbakan'ın hamâsî bir konuşma gövdesi seçmesinde bizi aşağılayan değil tarif eden bir tesbit var. Benim buna katlanamıyor olmamın kıymet-i harbiyesi yok; bunu biliyorum, çoğumuz bayılıyoruz. Başbakan da merkez sağ seçmenin hoşlandığı sözlerle sesleniyor ahaliye. Endişem şu, ne zaman hamâset dozajı yükselse, altımızdaki toprak ufanıyor, patinaj yapmaya başlıyoruz. Hamâset, gizlenen sıkıntıların habercisidir biraz... Türkiye'de hamâsî siyâset hızla yükseliyor; -eksik olmasın!- PKK, nevri dönmüş bir hâletle kışkırttığı yeni şiddet dalgasıyla siyasi hayatımızda soğukkanlı ve teknik değerlendirme davranışlarını değersizleştirerek hamâsî, hissî tepkilere tavan yaptırıyor. Minik bir zihnî varsayım kuralım: Bu yaz sâkin ve kansız geçseydi Başbakan şu an itibariyle daha somut ve teknik bir değerlendirme yapıyor olacaktı. Belki ilerleyen saatlerde CHP'nin ezanı yasaklaması ve bütün darbelerde hissedar olması gibi merkez sağ seçmenini galeyana getiren hatırlatmalardan sonra daha teknik konulara temas edecektir. Konuşmanın muhtevasına değil beden diline bakıyor ve değerlendirmeye çalışıyorum; bu dil benim hoşuma gitmiyor ve bu benim safdil cümlem, siyasetle nisbetimi de pek naif bir vurguyla izah ediyor (Son zamanlarda bu kelime yanlış yerlerde kullanılıyor; halbuki, tecrübesiz, saf, hatta bön, çaylak demektir; meraklısına arz!). Dinleyenleri iknâ etmek için sıkça dinî kavramlar telâffuz ederek alenî işmarlar çakmayı bir siyaset üslûbu olarak doğru bulmuyorum. Ticari hayatta dini ve milli kavramlarla iş yapılamaz ama siyasette dünyalar kurulabiliyor. Nihai tahlilde Başbakan'ın haklı olduğunu biliyorum ama; başarılı taktik değiştirilmez. Galip takım bozulmaz; bu bayrak inmez, bu ezan susmaz ve bu topraklardaaa... t.alkan@zaman.com.tr http://twitter.com/ahmetturanalkan 01 Ekim 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
01.10.2012
08:37

Gülay GÖKTÜRK

Erdoğan cephesinde yeni bir şey yok

Yazıya başlamadan önce gazetelerin haber sitelerinde Başbakan Erdoğan'ın konuşmasının nasıl bir başlıkla verildiğine baktım. Arkadaşlar kusura bakmasın ama birçoğunun kullandığı "tarihi konuşma" nitelemesine hiç mi hiç katılmıyorum. Bu konuşma tarihi bir konuşma değildi; bırakın tarihi olmayı, önemli bir konuşma bile değildi. Evet, bol şiirli, bol duygulu, bol gözyaşlı bir konuşmaydı ama içinde daha önce söylenmemiş hiç, ama hiçbir şey yoktu. O yüzden de bu konuşmayı zorlama birtakım yorumlarla önemli kılmaya çalışmak yerine, kongrede dağıtılan 62 maddelik Yol Haritası üzerinde durmak belki daha verimli olacak. Seçim barajı düşecek mi? Partinin Yol Haritası'nda dikkatimi çeken ilk nokta, "Seçimlerle ilgili mevzuatın topyekûn gözden geçirilmesi" ve "Temsilde adaletin sağlanması için tedbirler alınması" maddeleri oldu. Bu ifadeleri seçim barajının nihayet düşürüleceğine dair bir sinyal olarak algılarsak, önemli bir karar olduğunu söyleyebiliriz. Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise Yol Haritası'nın 10 ve 11'inci maddelerinde yer alıyor: 11. maddede yer alan "Şartlar ne olursa olsun mutlaka yeni bir anayasanın ülkeye kazandırılması" maddesini olumlu bir mesaj olarak algılasak da sanırım artık iktidar partisinden soyut bir "yeni anayasa" söyleminin ötesinde, hedeflediği bu yeni anayasanın en can alıcı maddeleri konusundaki görüşünü de okumalıydık. Üstelik, bir üstteki maddede yer alan "Başkanlık, yarı başkanlık ve partili cumhurbaşkanı meselelerinin tartışılması" maddesi, yeni anayasadan esas muradın ne olduğu konusundaki endişelerimizi de artırıyor. Başbakan, gerek partisinden gerekse kamuoyundan gelen olumsuz tepkilere rağmen başkanlık sistemi tartışmasını sürdürmeye kararlı görünüyor. Eğer böyle olursa, başkanlık sistemi tartışmalarının yeni anayasa tartışmalarının tam göbeğine oturması ve yapılması gereken bütün diğer tartışmaların güme gitmesi kaçınılmazdır. Böylece Türkiye kamuoyu eline ilk kez geçen "21. yüzyıl Türkiye'sinin ihtiyaçlarına cevap veren sivil ve demokratik bir toplumsal sözleşme" yapma fırsatını Erdoğan'ın başkanlık sistemi hevesi yüzünden heba etmiş olur. Darbeciliğe karşı kurumsal önlemler Yol Haritası'nda yer alan "Darbelerin dayanağı olan mevzuatın ayıklanması", "İsmi darbelerle anılan şahısların isimlerinin kamu alanlarından kaldırılması", "Askeri okullardaki müfredatın yenilenmesi", "Jandarmanın kolluk hizmeti sunan sivil bir yapıya dönüştürülmesi" gibi maddeleri, askeri vesayeti fiilen kaldıran iktidarın, şimdi bu dönüşümün hukuksal, idari ve zihinsel altyapısını oluşturma çabası olarak okuyabilir ve bundan memnun olabiliriz. Ancak ben, 63 maddelik bu yol haritasında nelerin sıralandığından çok, nelerin sıralanmadığının; nelerden hiç söz edilmediğinin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tek bir örnek verip şimdilik bitireyim: YSK'nın yeniden yapılandırılmasından, yurtdışı teşkilatlarımıza adli müşavirlik atanmasına kadar ikinci-üçüncü derecede önemli birçok konuya yer veren bu metinde, yerel yönetim reformundan hiç söz edilmemesi çok manidar ve bir o kadar da vahim değil mi?

Reşat Nuri Erol
01.10.2012
08:44

İdeal sadakat+liyakat listesi Ruşen Çakır

Milli Görüş hareketinin 20 yılda nerden nereye geldiğini anlamak için 1993’teki Refah Partisi 4. Olağan Kongresi ile dünkü AKP 4. Olağan Kongresi karşılaştırmak yeterli olabilir. 20 yıl önceki kongreye, parti yöneticilerinin onca çabasına rağmen bir avuç gazeteciydik, zaten ertesi gün gazetelerde de kongre çok az yer bulabildi. Zira her ne kadar bir yıl sonraki yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük patlama yapacak olsa da RP medyanın gözünde istenmeyen, yasaklı bir partiydi. Dünkü AKP kongresiyse tam tersine gazeteci kaynıyordu. Birçok tv kanalı tarafından saatlerce canlı yayınlanan kongrenin akıllarda kalacak olan yönüyse Cumhuriyet başta olmak üzere bazı muhalif gazetelere akreditasyon yasağı getirilmesiydi. Siyaset hayatları boyunca yasakların mağduru olmuş, bu nedenle AKP’yi kurarken her vesileyle “bizim iktidarımızda yasaklamak yasak olacak” diyen bir kadronun sonunda basın özgürlüğünü alenen ihlal etmesi son derece hazindir. İlginç olan dün kongrede konuştuğum AKP’lilerin ve kendilerini iktidar partisine yakın konumlandıran gazetecilerin hiçbiri bu yasağı savunmamasıdır. Büyük çaplı yenilenme Dünkü kongrede AKP lideri Erdoğan’ın yapacağı konuşmaya yönelik beklenti çıtası hayli yüksekti. “Konuşmanın 7 ayağı” başlıklı analizimizde bu beklentinin aslında gerçekçi olmadığını ve yerine gelmemesine şaşırmamak gerektiğini yazdım. Bir diğer merak konusuysa yeni MKYK listesiydi. Kimileri çok köklü bir değişim beklerken, kimileri de Erdoğan’ın varolan yapıyı fazla bozmayacağına inanıyordu. AKP lideri de konuşmasında “omurgayı koruyup yeni hücreler katacağız” diyerek beklentileri belli bir noktada tutmaya çalıştı. Öyle ki liste açıklanana kadar genel eğilim yüzde 15 civarında bir değişikliğin olacağı yolundaydı. Ama öyle olmadı, benim hesaplarıma göre MKYK’da yüzde 40’lık bir değişim yaşandı. İsimleri tanımayan birisi parti yönetiminin nerdeyse yarıya yakınının değişmesini bir “omurga değişikliği” olarak algılayabilir. Fakat baktığımızda listeden çıkarılanlarla listeye katılanlar arasında öz itibariyle pek bir fark olmadığını görüyoruz. Öyle ki listeye alınmayanlar arasında Ayşe Böhürler, İdris Naim Şahin, Mahir Ünal dışında “yüksek profilli” fazla isim yok. Buna karşılık yeni transferler Numan Kurtulmuş, Osman Can, Süleyman Soylu’ya ek olarak zaten AKP içinde politika yapan Mehmet Ali Şahin, Bekir Bozdağ, Fatma Şahin, Sadullah Ergin, Mehmet Şimşek, Mevlüt Çavuşoğlu, Mustafa Şentop ve Menderes Türel’e ek olarak AKP’ye yakın duruşlara sahip olan MÜSİAD eski Başkanı Ömer Bolat, Prof. Yasin Aktay gibi isimleri yönetime taşıyan Erdoğan’ın bir öncekine kıyasla çok daha güçlü ve iddialı bir kadro kurduğu kesin. Bu noktada bir not: Yeni MKYK’da Kurtulmuş’a yakın isimlerden eski Devlet Bakanı Ahmet Demircan, genç bir avukat olan Abdülhamit Gül de girdi. Yine HAS Parti kontenjanından Emel Topçu, Nazım Maviş, Remzi Çakır, Veli Tolu, Mustafa Aklayış da yedek listede yer aldı. Sadıklar ve layıklar Sonuç olarak, tepeden tırnağa olmasa da çok geniş kapsamlı bir yenilenmeyle karşı karşıyayız. Erdoğan bunu yaparken pek risk almamışa, zaten öteden beri tanıdığı, güvendiği insanlara başvurmuşa benziyor. Çünkü bir süre sonra Köşk’e çıkmayı ama partisini oradan kontrol etmeyi planlıyor. Bunun için hem liyakat, hem sadakata aynı ölçüde önem veriyor. Sonuç olarak Erdoğan’ın en ideal sadakat+liyakat listelerinden birini kotarmış olduğunu söyleyebiliriz. Konuşmanın 7 ayağı! Erdoğan, genel başkan olarak katıldığı son AKP kongresi’nde süre olarak beklendiği gibi uzun ama içerik olarak beklentilerin altında bir konuşma yaptı. Yaklaşık 2.5 saat süren bu konuşmaya ne “balkon konuşması” demek, ne de onu bir “manifesto” olarak nitelemek mümkün. Bununla birlikte, sadece Erdoğan’ın yoktan var ettiği partisine veda ederken yaptığı 61 sayfalık konuşmanın tarihi bir öneme sahip olduğu muhakkaktır. Bu konuşmaya eleştirel bir gözle baktığımızda 7 temel izlek karşımıza çıkıyor: 1- Maneviyatçı ve milliyetçi söylem: Açılışı Sezai Karakoç’la yapıp Necip Fazıl Kısakürek ve Arif Nihat Asya şiirleriyle devam eden Erdoğan İstanbul’un Fethi’nden çok 1071’deki Malazgirt Zaferi’ne uzun uzun atıfta bulundu. Onun maneviyatçılık vurgusunda Necmettin Erbakan’ın bile ilerisine gitmiş olması ilginçti. Nitekim konuşmanın ilk bölümü “Milli Görüş gömleğini yeniden mi giyiyor” yorumlarına sebep oldu. 2- Çoğulculuk vurgusu: Erdoğan’ın salondaki ve dışardaki partilileri duygulandıran ve coşturan milli-manevi söylemin hemen ardından farklı yaşam tarz ve tercihlerine hep saygılı olduklarını, oyların yüzde 99’ını alsalar bile saygılı olmayı sürdüreceklerini ifade etmesi çarpıcıydı. 3- Demokratikleşme iddiası: Erdoğan Atatürk-Menderes-Özal-Erbakan’dan oluşan bir hat çizdi ve AKP’yi de buraya yerleştirdi. Daha önceki konuşmalarında hep yaptığı gibi devlet içindeki çetelere karşı mücadelelerinin altını çizdi ve çok iddialı bir laf etti: “Artık darbeler dönemi kapanmıştır!” 4- Kürtlere beyaz sayfa açma çağrısı: ErdoğanÓn konuşmasında en çok Kürt sorunu konusunda vereceği mesajlar, örneğin yeni bir Oslo süreci hakkında söyleyecekleri merak ediliyordu. Ancak o siyaseten kendini bağlayacak hiçbir şey söylemedi, Kürtlerin zihinleri yerine kalplerine hitap etmeyi tercih etti. “Yeni bir sayfa açmak ve bunu Kürt kardeşlerimizle birlikte doldurmak istiyoruz” diyen Erdoğan’ın çağrısı çok net: “Kürt kardeşlerim ‘yeter artık’ diyerek teröre karşı cesaretle seslerini yükseltmeliler.” Bu çağrının ne derece gerçekçi olduğu tartışılır ama konuşmasının başında Erbil’e, Süleymaniye’ye selam vermesi; Mesut Barzani’ye kürsü sunması (Kürt lider konuşmasını tabii ki Kürtçe yaptı) gibi sembolik adımların belli bir karşılığı olsa gerek. 5- İslam alemi hassasiyeti: Erdoğan başta Suriye ve Filistin olmak üzere İslam dünyasındaki sorunlara da değindi ama onun söylediklerinden çok Mısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi, Tunus Nahda hareketi lideri ve herhangi bir unvanı olmasa da yeni rejimin gerçek bir numarası Raşid el Gannuşi ve HAMAS lideri Halid Meşal gibi isimlerin söz almaları ve son derece açık, doğrudan mesajlar vermeleri anlamlıydı. 6- Hizmetler: AKP lideri hemen hemen tüm konuşmalarının sonlarına doğru uzun uzun yaptıkları hizmetleri, bol miktarda rakam vererek anlatır. Bu sefer de öyle oldu. 7- Vedalaşma: Dünkü kongreyi “AKP’de post-Erdoğan dönemin startı” olarak nitelemiştik nitekim Erdoğan konuşmasının sonunda partililere veda edip onlara haklarını helal etti ve onlardan da helallik talep etti. Kendisinden sonra partiye nifak sokmak isteyecekler olabileceği uyarısında bulunan Erdoğan’ın şu sözleri çarpıcıydı: “Allah ömür verirse, bu can bu bedende olursa, inşallah farklı göregler, farklı unvanlar altında, yine bir olacağız, yine beraber olacağız, yine partimizin, yine milletimizin hizmetinde olacağız.” Bu uzun cümlenin Erdoğan’ın hem Köşk’e çıkma, hem de partili cumhurbaşkanı olma arzu ve kararlılığının dışavurumu olarak görüyorum.

Reşat Nuri Erol
01.10.2012
12:03

AK Parti'de artık lider önemsiz! ANAR Genel Müdürü Dr. İbrahim Uslu, AK Parti kongresini değerlendirdi ve çarpıcı bir analizde bulundu ANAR Genel Müdürü Dr. İbrahim Uslu Akşam gazetesinden Şenay Yıldız'a AK Parti 4.Olağan Büyük Kongresi hakkında çarpıcı açıklamalar bulundu. Dr. İbrahim Uslu dünkü AK Parti kongresinden sonra şöyle konuştu: 'AK Parti kurumsallaşma sürecini bu kongreyle tamamladı. Artık liderden bağımsız, kendi yol haritası olan bir parti ortaya çıkacak. Başbakan yerini insanlara bırakmak yerine ilkelere, yol haritasına, stratejiye bırakmayı tercih etti. Bundan sonra lider kim olursa olsun, 2023'e kadar bu yol haritasıyla gidilecek' AK PARTİ ELİ AÇIK OYNADI ANAR Genel Müdürü Dr. İbrahim Uslu Akşam gazetesine verdiği röportajda dünkü kongrenin önemini bu sözlerle belirtti. "AK Parti'nin 2010'dan bu yana yürüttüğü bir stratejik planı var onun üçüncü safhasına geldi. Bu açıdan önemli. AK Parti tabiri caiz ise şu ana kadar hep eli açık oynadı. Mesela yeni isimlerin partiye katılması, AK Parti'nin tabanı genişletmesi, muhafazakar sağ çizgideki insanları partiye dahil etmesi, hatta insanların partiyi kapatıp AK Parti'ye gelmesi... Aslında bunun temelleri 2010 referandumunda atıldı. AK Parti referandumda yüzde 58 desteğe ulaştı. Orada şu anda Parlamento'da olan partiler vardı ve Parlamento dışındaki partilerin neredeyse tamamı AK Parti'ye destek verdi. Bu nedenle, bu yeni transferlerin temelleri aslında 2010 Referandumu'nda atıldı. Bu kongrede AK Parti 'Hedef 2023' sloganını kullanıyor ama bunu da ilk kez kullanmıyor. Bu sloganını da zaten geçen dönem seçimlerinde açıkladı. Peki, burada yeni olan ne? AK Parti 2023'e kadar ekonomide, siyasette, toplumsal yapıda, hayat standartlarında... Nasıl bir Türkiye hayal ettiğini, Türkiye'yi nereye taşımak istediğini geçen dönem seçimlerde deklare etmişti. İşte şimdi bunu gerçekleştirecek kurumu yapılandırıyor. 2023'e partinin kurulları nasıl gidecek, onun tasarımı geldi önümüze kongrede. Ama bir bütün olarak baktığımızda 2010-2011'de uygulanan stratejinin şimdi 2012 ayağı gerçekleştirilecek." ÖNEMLİ OLAN LİDER DEĞİL HEDEF Dr. İbrahim Uslu dünkü kongrenin ardından AK Parti'de kurumsallaşma sürecinin bittiğini dile getirdi. Uslu kongreyi değerlendirirken dün konuşulan ve medyayada oldukça tartışılan bir konuya dikkat çekti. AK Parti'de kim lider olursa olsun hedef 2023... AK Parti kongrede, 'Bundan sonra yol haritasına, ilkelere, hedeflere bağlı ve onlarla sınırlandırılmış bir kurum yaratmak istiyorum.' sözleri üzerine Dr. İbrahim Uslu: "O yüzden bu kongreden sonra kurumsallaşma süreci tamamlanmıştır. Yani AK Parti artık liderden ya da başka şeylerden bağımsız, kendi yol haritası olan bir parti olarak ortaya çıkacak. Yani Başbakan yerini insanlara bırakmak yerine ilkelere, yol haritasına, stratejiye bırakmayı tercih ediyor. Bu tam kurumsallaşmadır ve bu kongreyle bu tamamlanmıştır. Böylece 2023'e kadar yol haritası olan bir yapı karşımıza çıkıyor bundan sonra. Bu açıdan bu Türkiye'de bir ilk. Bu vizyonu gerçekleştirecek partinin yol haritası da kongrede açıklandı. Lider kim olursa olsun, 2023'e kadar bu yol haritasıyla gidilecek." açıklamalarını yaptı.

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
05:46

ES Can Dündar Yeniden merhaba! Kısa bir es verdik, kaldığımız yerden devam ediyoruz. * * * Recep Tayyip Erdoğan 1999 Mart’ında Pınarhisar Cezaevi’ne girerken evinin önündekilere şunları söylemişti: “Sizlere veda etmiyorum. Bu, bir veda değil, bitmeyen bir şarkının bestesi içindeki bir es’tir, duraktır.” AK Parti kongresinde bu sözleri aynen tekrarladı. Bu kez de Köşk yoluna çıkarken “Size veda etmiyorum” dedi. Erdoğan’ın iki veda konuşması arasında 13 yıl var. İlk “es”teki mahpusluğu hepi topu 120 gün sürdü, ama bu kısa mahkumiyet, ona “mazlum” sıfatı ve “fikir suçlusu” unvanı bahşederek iktidar kapısını açtı. Onun iktidara gelince fikrin bir daha suç olmaması için uğraşacağını sananlar yanıldı. Çünkü Erdoğan iktidarında 100 gazeteci hapse girerken, fikir suçluları, onun gibi “3 ay” mahkûmiyetle kurtulmak şöyle dursun, en az 3 yıl tutukluluk “es”i vermeye başladı. Önceki günkü Erdoğan, yola çıkarken dilinden düşürmediği özgürlük, demokrasi, açılım, reform, Avrupa perspektifi laflarını tamamen unutmuştu sanki. Yüzünü Batı’dan Doğu’ya dönmüş, Türk-İslam vurgusunu artırmış, kulağını sadece alkış sesine kabartmış bir “tek adam” vardı kürsüde... Kendini “muhafazakâr demokrat” olarak tanıtsa da artık “çok muhafazakar, az demokrat”tı. Ondan hâlâ bir balkon konuşması bekleyen iyi niyetli liberalleri balkondan attı. “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” dediği günlere dönmüş gibiydi. Tramvaydan ineceği yer, Çankaya Köşkü’ydü. * * * Erbakan’ı “lider hegemonyası” kurmakla suçlayıp “Biat dönemi bitti” diyerek “yenilikçiler hareketi”ni başlatan Erdoğan’ı bugünkü versiyonuyla kıyaslayın. Ve kusursuz düzeniyle tek parti kongrelerini andıran, hiç farklı görüş barındırmayan son kurultaya bakın... O “hegemonyacı Erbakan”ın partisinden muhalif bir Erdoğan çıkabildi. Bugünkü AK Parti’den çıkabilir mi? “Demokrasi yolu”, kırmızı halıyla olmuyor; farklı ses, aday, fikirle oluyor. * * * “Nifak olmamalı”ymış. Şu anket sonuçlarına bir bakın: Mart 2012’de halka “Kim Köşk’e çıksın” dediler. Yüzde 50 “Gül çıksın” dedi. Erdoğan yüzde 17’de kaldı. 3 ay sonra aynı soruyu yeniden sordular. Halk, “fikrini düzeltti”: Yüzde 41,6, “Erdoğan” dedi, “Gül” diyenler yüzde 21’e geriledi. Sonra Köşk sözcüsü Ahmet Sever, Gül’ün tepkisini dillendirdi. Adeta siyaset yeniden ters yüz oldu. Ve 3 ay sonra halk bir kez daha “fikrini düzeltti”: Geçen haftaki ankette yüzde 51, “Cumhurbaşkanı yine Gül olsun” dedi; Erdoğan yüzde 23’te kaldı. * * * Ve işte o Gül, dünkü Meclis konuşmasında, kurulmuş saate takoz koydu, 2023 planı yapanlara “İstikbalinizden o kadar emin olmayın” dedi adeta... Tutuklu vekiller konusunda Erdoğan’a meydan okudu. Geçmişte basını andıçlarla fişleyen, akreditasyonlarla dışlayan askeri taklit ederek muhalif gazetecileri kurultaydan kovmakta beis görmeyen Başbakan’a mesaj verir gibi, “Kimse fikirlerini açıklaması yüzünden hapse düşmemeli, medya görevini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmamalı” dedi. İkili arasındaki makasın fazlaca açıldığı bir kez daha ortaya çıktı. Kimse elimizi ovuşturduğumuzu sanmasın; görünen köy kılavuz istemez. Türk siyasetinin ünlü tabiriyle söylersek: “Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.”

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
05:47

Erdoğan yeni bir şey söylemedi ama... Hasan Cemal h.cemal@milliyet.com.tr Artık iki yıllık bir ‘yol haritası’ var Tayyip Erdoğan’ın. Hayırlı olsun! Peki ya buna karşı ana muhalefet, CHP nasıl bir yol haritasıyla karşılık verecek? Kitlelere güven telkin edici, inandırıcı bir alternatif program çıkarabilecek mi? Demokrasi ve istikrar açısından Türkiye’nin büyük sorunu budur. Türkiye’nin önünde seçimler var. Ekim 2013’te yerel seçimler. Ağustos 2014’te cumhurbaşkanı seçimi. Haziran 2015’te genel seçimler. Ya da 2014 Ağustos ayında meydanlara iki sandık koyarak, genel seçimlerle cumhurbaşkanı seçimlerini aynı tarihte yapmak... Bu da uzak ihtimal değil. Araya bir referandum da girebilir. Anayasa, başkanlık ya da yarı başkanlık, partili cumhurbaşkanı gibi konularda halk oylamasına da gidilebilir. Başbakan Erdoğan’ın iki buçuk saatlik uzun konuşmasının eski deyişle mana ve ehemmiyeti nedir diye sorarsanız... Yanıt, üç seçimde düğümleniyor. Erdoğan, bu üç seçimde yüzde 50’nin altına düşmek istemiyor. Hedefinin yüzde 55’le yüzde 60 arasında bir yere oturmak olduğu söylenebilir. Önce bir yıl sonraki yerel seçimler, 2013 Ekim ayı... Belki arada bir referandum, anayasa değişiklikleriyle ilgili... Yerel seçimlerden yedi sekiz ay sonra bu sefer ilk kez halkın oyuyla yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleri, 2014 Haziran ayı... Veyahut aynı tarihte bir yıl erkene alınacak milletvekili seçimleriyle iki seçim birden... İki yıllık gündem böyle. Seçimler ve halkoylamaları... Erdoğan en büyük olmak istiyor. On yıllık başbakanlık döneminden sonra, iki dönem de Cumhurbaşkanlığı, 2024’e kadar... Ama başkanlık yetkilerine sahip bir cumhurbaşkanı... Ve partili, yani Ak Parti’li cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkmak... Tayyip Erdoğan’ın kafasında iki yıl boyunca öncelikli olarak sadece seçim olacak, yüzde 55-60 oy oranı olacak. Çok şey söylenebilir. Ama ormanda, ağaçların arasında kaybolmamak için bir noktayı hiç gözardı etmeyin. Erdoğan, iki buçuk saatlik konuşmasıyla en az iki yıl sürecek ‘büyük seçim kampanyası’nı başlatmıştır. Konuşma bu yüzden ‘çok milliyetçi’dir. ‘Aşırı muhafazakâr’dır. ‘İslami referanslar’la yüklüdür. ‘Dini motifler’le süslüdür. Fazla Batı yoktur konuşmada. Ama Doğu vardır. Osmanlı coğrafyası vardır. Ama Avrupa yoktur. Varsa da göstermeliktir, yasak savma kabilindendir. Kürt sorunu, Oslo yoktur. Ya da bu konularda yeni diye tarif edilebilecek, ileriye dönük umut uyandırıcı bir şeyler de yoktur. Bunu bekleyenler düş kırıklığı yaşamıştır. Demokrasiye, özgürlüklere ilişkin yeni mesajlar bekleyenlerin de hayal kırıklığına uğradıkları söylenebilir. Bu açıdan, basına bir zamanlar Genelkurmay’ın uyguladığı ‘akreditasyon yasakları’nı bu defa Ak Parti’nin benimsemiş olması büyük talihsizliktir. Cumhuriyet, Sözcü, Aydınlık, Yeni Çağ, Birgün, Evrensel, Özgür Gündem ve IMC’ye konulan kongre yasağıyla Ak Parti’nin özgürlükler karnesine kırık bir not daha düşülmüştür. Bütün bunlar niye böyledir? Yanıt karmaşık değildir. Yüzde 55-60 oy gerçeğinde yatar bu sorunun karşılığı. Seçim sandıklarında yüzde 55-60 oyu yakalamak isteyen Tayyip Erdoğan’ın söyleminde, yol haritasında yer yer aşırıya kaçan Türk milliyetçiliği, dini ve İslami muhafazakârlık vardır. Sünnilik belirgindir. Alevi dertleri belirgin değildir. ‘Kürt sorunu’na damardan girmek diye bir şey söz konusu değildir. Batı değil Doğu ağır basar. Neden? Çünkü 55-60 oy... Özeti budur. Tayyip Erdoğan, 2011 genel seçimlerine giderken de bu yolu izlemişti. Reform ve değişim konusunda daha çok ipe un sermişti. Bugün de farklı değil. Tayyip Erdoğan önümüzdeki iki yıl içindeki seçimlerle tek adam olarak devletin tepesine oturmak ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kendince en büyük olmak istiyor. Olabilir. Ben geçen on yılın bir bölümünde, kendi demokratik değerlerime uygun bulduğum için Erdoğan’a desteğim daha ağır basmıştı. Zamanla bu değişti. Artık eleştirel tavrım ağır basıyor. Çünkü Erdoğan daha çok benim demokratik değerlerime ters düşen bir çizgi izlemeye başladı. Bu açıdan çok örnek var. Biri de sistemle ilgili. Başkanlık ya da yarı başkanlık sisteminin Türkiye’ye herhangi bir yararı yok. Böyle bir sisteme geçiş, bu ülkede otoriterleşmeyi daha beter besler diye düşünüyorum. Uzun lafın kısası: Erdoğan’ın bir yol haritası var. Hayırlı olsun! Peki ya buna karşı ana muhalefet, CHP nasıl bir yol haritasıyla karşılık verecek? Kitlelere güven telkin edici, inandırıcı bir alternatif çıkarabilecek mi? Demokrasi ve istikrar açısından Türkiye’nin büyük sorunu budur.

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
06:12

ALİ SAYDAM - Yeni Şafak

Yoksa ben farklı bir kongre mi izledim? Bazılarında düş kırıklığı yaratmış olsa da AK Parti Kongresi pek çok açıdan 'tarihî' denilebilecek özellikleri içinde barındırıyordu. 'İlk'lerden biri hiç şüphesiz, başarısının zirvesindeki bir Başbakan ve Parti liderinin 'Bir kez daha aday olmayacağım' diyerek verdiği sözü yerine getireceğini ifade etmesiydi. Bir başka ilk, Alparslan'dan başlayarak Osman Gazi'ye, oradan Selçuklu'ya, Osmanlı'ya, Cumhuriyet'e ve bu sıralama içinde kuşattığımız tüm kültürlerin içinden geçerek, kadim bir gelenekten gelip geleceğe 'uzun ince bir yolda' yüründüğünün ifade edilmesiydi... Kahraman liderlerin nasıl olup da bir anda 'hainlere' dönüştüğü konusunda da kafalar karışmayacaktı artık. Edebiyatından, şiirinden, mesellerden alıntılarla kurgulanmış bir sahne performansıyla geniş bir tarihi ufuk içindeki kültürel payandaların sıralanması da diğer bir 'ilk'... Başbakan, konuşmasının uzunca bir bölümünde özetle, 'Ak Parti, 1920'de, 1923'deki kuruluş ruhunu devam ettiren, 40'lı yıllardaki azınlığın çoğunluğa tahakküm altına aldığı zihniyeti ortadan kaldıran ve Türkiye'yi normalleştiren partidir' diyerek 'sürekliliğe' vurgu yaptı... Devlet ile millet arasında 'asla ve asla mesafenin olamayacağının' altını çizmesi ve 'seçkinci, statükocu, vesayetçi eski zihniyetlerin' artık gerilerde kaldığına vurgu yapması... Ak Parti'nin darbeler dönemini kapatan parti olduğunu söylemesi... Halkı Müslüman olan bir ülkenin demokrasiyle yönetilebileceğini tüm İslam alemine gösterdiklerini ifade etmesi... 'Yüzde 99'la iktidara gelsek de yüzde 1, bizim teminatımız altında yaşayacaktır' demesi... Bütün bunlar 'kritik başarı vaatleri' olarak tarihe geçmiştir... Kadim bir geleneği sahiplenerek 2071'i gençliğe hedef olarak gösteren Başbakan dünkü tarihi konuşmasında son derece tipik bir 'Milli Kültür Politikası' tablosu çiziyordu... İlk kez bir partinin kongresine bu kadar çok yabancı lider ve siyasetçi konuk katılıyordu. İlk kez bir Başbakan bu kadar yoğun (tam 5 ayrı şairden okuduğu şiirlerle) iletişimin temel öğelerinden biri olan 'duygulardan çok düşüncelere hitap' ilkesini uyguluyordu. Pekiyi, çok kimsenin ağzında kalan buruk tad, tatminsizlik duygusu niyeydi? O ünlü formülde gizliydi bu sorunun yanıtı: Tatmin = Algı ? Beklenti... Öyle bir beklenti yaratılmıştı ki, Başbakan ağzıyla kuş tutsa bile bir tatminsizlik oluşacaktı. Hani Boğazı yürüyerek geçmiş de adam, ertesi günü 'Yuh!' diye yazmışlar, 'Adam yüzme bilmiyormuş!' ... O hesap... Dikkatimi çeken iki husus daha vardı. AK Parti web sitesine de konmuş olan konuşma metninde de o cümle şöyle: 'Bizim yolumuz, Gazi Mustafa Kemal'in, Merhum Adnan Menderes'in, Merhum Turgut Özal'ın, Merhum Necmettin Erbakan'ın yoludur. Yani bizim yolumuz milletin yoludur; bizim yolumuz sevginin, kardeşliğin, tevazuun, kucaklamanın, birleştirmenin yoludur.' Oysa pek çok yorumcu ne hikmetse Gazi Mustafa Kemal'i hariç tutarak Erdoğan'ın kendisine çizdiği siyasi ufuk ve mirasın Menderes, Özal ve Erbakan'la sınırlı olduğunu savundular. Bir diğer önemli nokta ise, rahmetli Halit Refiğ'in yıllar önce NPQ Türkiye dergisinde yazdığı ve pek çok röportajında altını çizdiği tahlili akla getiren şu tespitin Başbakan tarafından ifade edilmesiydi: 'Onlar (gençler) bizden ne bekliyordu biliyor musunuz? Onlar bizden, gelip geçici çözümler değil, köklü çözümler istiyorlardı. Gazi Mustafa Kemal'in başlattığı, ama bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaya uğratılan anlayışın, hoşgörünün, demokrasinin, özgürlüklerin Türkiye'ye hâkim kılınmasını istiyorlardı.' Bu cümle içindeki 'bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaa uğratılan' şeklindeki ifade, tam da Refiğ'in 30'larda 'Batıcı' anlayışa teslim olunarak başlatılan (Kadro dergisinin kapatılması, Mustafa Kemal'in özgün düşüncesinin pasifize ve bilahare tasfiye edilmesi, yerine özüyle alâkasız bir Kemalizm/Atatürkçülük anlayışının getirilmesi) bir tür 'ikinci tanzimat' harekâtına işaret ediyordu... Oysa ki 'tatmin olmadığı'nı her haliyle belli eden pek çok yorumcu, bu saydığım 'tarihî' önemdeki tespitlerin hiçbiriyle ilgilenmiyordu sanki. Acaba ben başka bir Kongre izlemiş olabilir miyim?

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
06:16

Abdülhamit Bilici AK Parti'nin yönü?

Önde gelen liderleri 'Siyasi İslamcı' bir gelenekten geldiği için AK Parti'nin kuruluş aşamasında karşılaştığı en büyük sorun, Türkiye'de ve dünyada hakkındaki şüphelerle baş etmekti. Erdoğan her ne kadar değiştiğini, Milli Görüş gömleğini çıkardığını söylese; bunun yerine ideoloji olarak aşağı yukarı merkez sağ bir duruşu ifade eden 'muhafazakâr demokrasi' kavramını ortaya koysa; yerli yabancı medyanın partisini "İslamcı" diye nitelemesine ısrarla itiraz etse; kurucu kadroyu merkez sağ, liberal, milliyetçi hatta sosyal demokrat isimlerle renklendirse; Menderes ve Özal çizgisinin takipçisi olacağını deklare edip miting meydanlarında Atatürk'ün yanı sıra bu iki liderin posterlerini assa da bu şüpheler hep devam etti. İstifhamları ortadan kaldırmak için tüm bu yapılanlar makul çevrelerde anlamlı bir karşılık bulsa da birçokları için "gizli ajanda"yı örtmek için kullanılan birer taktikten ibaret görüldü. Değişim söyleminin, inandırıcı olması için sözden çok uygulamayla gösterilmesi gerekiyordu. Bu yönüyle AK Parti etrafındaki soru işaretlerini gidermede en önemli rolü, hangi kesimden olursa olsun bu ülkede yaşayan herkesin sorunlarının hafifletilmesine yardım edecek reformcu çizgisi ve rahmetli Erbakan'ın başbakanlığı dönemindeki tercihlerine hiç benzemeyen, Doğu ve Batı'ya bütüncül bakabilen dış politika vizyonu idi. Hiçbir Batı başkentini ziyaret etmeden, başbakanlık görevini iç/dış birlikte organize edilmiş bir Ankara darbesiyle noktalayan Erbakan'ın aksine, Erdoğan daha başbakanlık koltuğuna oturmadan 10-15 Batı başkentini gezerek hem AB süreci için lobi yapmış hem de içte/dışta "Gerçekten değişti mi?" sorularına fiilî bir cevap vermeyi tercih etmişti. AK Parti, Türkiye toplumunun yüzde 70'ler oranında desteklediği Avrupa Birliği reformlarına öncelik verirken, Erdoğan da Ortadoğu'da katıldığı toplantılarda İslam para birliği gibi idealist proje önerilerini gerçekçi bulmadığını söylüyordu. Şimdi AK Parti'nin en hararetli destekçisi kesilen, hatta makul eleştirileri gündeme getirenleri bile aforoz eden bazı isimler o günlerde bu değişimi siyasi İslamcılığa ihanet ve örtülü bir Yahudi projesi olarak yaftalıyordu. Erdoğan ve Abdullah Gül liderliğinde geliştirilen dünyayla barışık bu vizyon, siyasi ve ekonomik açıdan Türkiye'nin önünü açarken, tam da 11 Eylül şokuyla İslam hakkında kuşkuya kapılan Batı'ya karşı tüm haksız iddiaları geçersiz kılarak İslam dünyasına da en büyük hizmet anlamına geliyordu. Zira 'Siyasi İslamcılığa' mesafe koysalar da İslam'la irtibatları aşikâr olan bir kadro, İslam'ın terörle anıldığı bir ortamda reformcu siyasetin temsilcileri olarak, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerleri güçlendirerek Türkiye'yi Avrupa standartlarına yaklaştırıyordu. Aslında AK Parti'nin ve Türkiye'nin hem Batı'da hem İslam dünyasında yıldız gibi parlamasını sağlayan da ezber bozan, paradigmaları altüst eden bu özgün duruştu. 2007'ye gelindiğinde 'Cumhuriyet Mitingleri' ve gece yarısı bildirisiyle dünyaya verilmek istenen AK Parti eliyle Türkiye'nin İslamlaşmakta, İranlaşmakta olduğu mesajını içte ve dışta boşa çıkaran da bu duruş oldu. Mitinglerin havasına kapılıp Türkiye'ye gelen kafası karışık yabancılara anlatmaya çalıştığımız da tam bu noktaydı: İslamcı köklerden gelen bir parti hakkındaki şüpheler 2002 için mantıklı olabilirdi. Çünkü söylem iyi olsa da somut olarak referans olacak bir uygulama yoktu henüz. Ama 2007'de bütün laikçi korkuları boşa çıkaran, Türkiye'yi demokratikleştirip modernleştiren 5 yıllık AK Parti icraatları vardı. Daha sonra çok da doğal gelişmediği anlaşılan İzmir veya Tandoğan mitinglerindeki sloganlarla değil, AK Parti'yi artık yapıp ettikleriyle değerlendirmek daha doğruydu. Nitekim bu izah çoklarını ikna etti. Batı'daki ciddi gazeteler koparılan o vaveylayı ciddiye almadığı gibi, Joost Lagendijk, Joskha Fisher gibi demokrat Batılı siyasetçiler, ilan vererek Türkiye'nin demokratikleşmesinde güçlü bir dinamik olarak gördükleri AK Parti'ye kefil oldular. Aynı dinamikler, parti 2008'de kapatılmaya çalışılırken de devreye girdi. Dünyanın bakışından da önemlisi, 22 Temmuz 2007'den başlayarak Haziran 2011 seçimine kadar her oylamada, büyük bir demokratik koalisyon sandıkta bu iddiaların yanlış olduğuna hükmetti. Dün Meclis'in açılışında dinlediğim Cumhurbaşkanı Gül'ün de dolaylı olarak eleştirdiği gibi Erdoğan'ın 2,5 saatlik konuşmada AB sözünü ağzına almadığı; devlet başkanı düzeyinde önemli isimlerin katılımıyla gurur duyulacak bir görkemde gerçekleşse de Ortadoğu yöneliminin damgasını vurduğu ve muhalif gazetecilerin akredite edilmediği AK Parti'nin 4. Olağan Kongresi'ni izlerken bu tarihi süreç bir daha gözümün önünden geçti. Hâlâ Türkiye'yi dönüştürecek en önemli dinamik olarak gördüğüm AK Parti lider ve kurmaylarına, endişeli bir dostun penceresinden soruyorum: AK Parti nereye?

a.bilici@zaman.com.tr a.bilici@zaman.com.tr http://twitter.com/ahamitbilici 02 Ekim 2012, Salı

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
06:17

Şahin Alpay Erdoğan'sız AKP olur mu?

AKP'nin siyasi yelpazenin neresinde yer aldığına dair farklı fikirler var. The Economist dergisinde ve başka bazı Batılı yayınlarda AKP'nin "ılımlı İslamcı" ("mildly Islamist") olarak anılmasını ancak gerek siyaset teorisinin, gerekse Türkiye gerçeklerinin ihmaliyle açıklamak mümkün. AKP'nin kendisi "İslamcı gömleğini" çıkardığını söylüyor, kendini "muhafazakâr demokrat" olarak niteliyor. Parti programını inceleyenler, bunun bugüne kadar Türkiye'deki herhangi bir siyasi partinin ortaya koyduğu en "liberal, özgürlükçü" nitelikte program olduğunda hemfikir. Evrim halindeki AKP'yi mevcut kalıplara sığdırmak zor oluyor. Partiyi inceleyen siyaset bilimciler Hıristiyan Demokratlara benzer bir "Müslüman demokrat" partiden söz edilebileceğini söylüyor. Uygulamaya bakanlar ekonomide liberal, siyasette ("milli iradeci" anlamda) demokrat, kültürde muhafazakâr, karma bir yapı görüyor. Son seçimlerden bu yana sergilemeye başladığı devletçi - milliyetçi ve otoriter eğilimler ışığında, "İslami / dindar Kemalist" olarak nitelenmeye de başladı. Geçenlerde bir dostuma son zamanların AKP'sine en iyi "dindar milliyetçi" denebileceğini yazdım. AKP'nin 4. Kongresini, aşağı yukarı ne göreceğimi tahmin ettiğim için, yerinde izlemeye gitmedim; çoğunu televizyondan izledim. Edindiğim izlenimlerin başta geleni, AKP'nin, her kesimden olmasa da bir "Sünni partisi" olma vasfının temayüz ettiği. Son zamanlardaki icraatına bakıldığında da, AKP'nin "bütün milleti temsil etme" iddiasının zayıfladığı muhakkak. İkinci temel izlenimim, AKP'nin bir kadro ya da kitle partisi olmaktan ziyade bir kişi partisi olma vasfının ön plana çıkması. Başbakan Erdoğan etrafında bir "kişiye tapma" kültünün giderek geliştiğini (üzülerek) görmemek mümkün değil. Bazıları bunu Türkiye'nin politik kültürünün kaçınılmaz bir sonucu olduğu kanısında. (Kimilerine göre Rusya çarlar, Türkiye padişahlar üretir.) Ama ben bunda bizzat Erdoğan'ın gayretlerinin payı olduğunu düşünüyorum. Yakın zamana kadar yabancı meslektaşlar sorduğunda, "Erdoğan şu veya bu nedenle siyasetten çekilse bile AKP gücünü korur" diyordum. Ama artık emin değilim. Kendisinin de ima ettiği üzere, başında Erdoğan'ın olmadığı bir AKP eriyip gidebilir ya da başka bir kimliğe yönelebilir. Başbakan'ın uzun ve hamaset dolu konuşmasında beni hayal kırıklığına uğratan (çeşitli) unsurların başında, yeni bir demokratikleşme hamlesini başlatacağına dair haberleri haklı çıkaran bir şey olmamasıydı. Sonradan kongrede AKP iktidarının önümüzdeki dönemde gerçekleştirmeyi vaat ettiği 63 maddelik bir hedefler listesi açıklandığını öğrendim. Bu hedeflerin laftan öteye gidip gitmeyeceği, yeni bir anayasa yapılıp yapılmayacağı konusunda tereddütlerim var. Ama biri hariç bu hedeflerin hemen hepsini destekliyorum. O bir hedef de, Türkiye'de yönetimi büyük sıkıntılara sokacak olan "başkanlık / yarı - başkanlık / partili cumhurbaşkanı" yönünde bir hükümet sistemi değişikliği. Bu arayışın Erdoğan'ın siyasi kariyeri uğruna Türkiye'yi sıkıntıya sokmaktan başka bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Kongrede beni en mutlu eden Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'nin "Türkiye seninle gurur duyuyor!" sloganıyla, yani saygıyla karşılanması; Barzani'nin de Kürtçe konuşmasında "Kan dökülmesinin son bulması için elimizden gelen ne varsa yapacağız. Tüm Kürtlerin bu süreci desteklemesi gerektiğine inanıyorum..." şeklinde konuşması oldu. AKP iktidarının en büyük dış politika başarılarından biri muhakkak ki Irak Kürtlerinin dostluğunu kazanmak. MHP'lilerin Barzani konuk diye kongreye gelmemeleri, etnik milliyetçiliği nereye vardırdıklarının endişe verici bir ifadesi. Evet, kongrenin en büyük ayıbı, bir kısım muhalif basının dışlanmasıydı. Ama bu olmasaydı da CHP'liler herhalde kongreye gelmemek için başka bir bahane bulurlardı. Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın şansı olmayı sürdürüyor. s.alpay@zaman.com.tr s.alpay@zaman.com.tr 02 Ekim 2012, Salı

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
06:23

Mümtaz'er Türköne 2071

Orta Asya'dan gelip, atlarımıza Sakarya Nehri'nden su içirdiğimiz tarih biraz daha eski; ama 1071 bu topraklara gelip yerleştiğimiz tarihin başlangıcı. 2071, geçen bin yılı acı tatlı bütün hatıralarıyla kapsadığı için önemli bir vizyon. Türkiye'de ilk defa bir parti kongresinin Arap dünyasının bir numaralı ismi Mursî'nin, Filistin'in itibarlı lideri Meşal'in ve Kuzey Irak'taki Kürt yönetiminin tek patronu Barzanî'nin mesaj verdiği bir platforma dönüşmesi, bu bin yıllık tarih içinde anlam ve derinlik kazanıyor. Alpaslan Diyojen'i, Kürtlerden aldığı destekle dize getirdi. Anadolu'nun kapıları açılırken Kürtler Türklerle beraberdi. Beş yüz sene önceye gidelim. 1514'ten 1517'ye kadar geçen üç yıl, sadece bizim değil Ortadoğu tarihinin kaderini belirlemiştir. Çaldıran'da Yavuz, bir Türkmen beyi olan Şah İsmail'i ve onun tamamen Türkmen savaşçılardan meydana gelen ordusunu, tıpkı Alpaslan gibi Kürtlerden aldığı kritik destekle yenebildi. Sonrasındaki üç senede Osmanlı Devleti'nin toprakları tam dört kat büyüdü. Mısır'la ve Filistin'le ortak tarihimiz, yani kader birliğimiz işte bu üç sene zarfında ve Kürtlerin açtığı kapıdan girilerek başladı. Mısır, sıradan bir ülke değil. Osmanlı mülkü olduğu dönemlerde bile Kahire, zaman zaman İstanbul'un önüne geçmiştir. Modernleşme tarihinde Mısır hep bir adım öndedir. Tanzimat reformcuları, Mehmet Ali'nin Mısır'da attığı adımları takip etmiştir. Osmanlı Devleti'nin çöküşünü ve çözülmesini getiren ilk büyük meydan okuma, Batı'dan veya Kuzey'den değil Mısır'dan gelmiştir. 1839'da II. Mahmut'un füc'eten vefat etmesinin sebebi, Mısır ordusunun Nizip'te Osmanlı ordusunu tamamen imha etmesidir. Sonrasında Batı müdahalesi gelmiş, İngiliz ve Fransız donanmasının İskenderiye'yi topa tutması ile Mısır durdurulmuş ve arkasından Ortadoğu'nun kaderi "Düvel-i Muazzama"nın eline geçmiştir. Başbakan'ın Kongre'de giydiği gömlek çok tartışıldı. Bir de Mursî'nin üzerinden hiç çıkarmadığı bir gömlek var. İhvan-ı Müslimîn, 1928'de kurulduktan sonra Hasan El Benna, hükümete bir mektup gönderiyor. Bu mektupta, sinemanın yasaklanması, kadınların erkeklerden ayrı oturmasının sağlanması gibi istekler sıralanıyor. Aynı yıllarda Kemalist Cumhuriyet radyoda Türk musikisini yasaklıyor. Halk, Mısır musikisini kendi zevkine yakın bulduğu için radyo aracılığıyla Mısır modası başlıyor. Çok önemli bir merkez olan Mısır sineması, sırf bu musiki üzerine inşa ediliyor. 1936-48 yılları arasında Türkiye'de 1130 Mısır filmi gösterime giriyor. Abdülvehhab'ın oynadığı ve şarkı söylediği "Dimû'l-Garâm" (Aşkın Gözyaşları) filminin Taksim sinemasında oynaması büyük bir olaya dönüşüyor. Hafız Burhan'ın bu filmin müziğine Türkçe güfte giydirerek plağa okuduğu şarkı, uzun süre en çok satanlar arasında ilk sırayı işgal ediyor. 1938'de Matbuat İdaresi'nin Arapça şarkıları yasaklaması üzerine Türkçe adaptasyon furyası başlıyor. Arabesk dediğimiz müzik, o furyadan bugünlere intikal eden bir mirastır. Bugün Türk dizilerinin Arap dünyasında gördüğü ilgiyi, bu geçmiş içinde bir yere yerleştirmeyi deneyin. Bir siyasî parti kongresinde iki ülke, yüksek bir temsil gücü ile farklılaşan iki kaderi yeniden birleştirdi. Ortak payda demokrasi. "Millî Görüş gömleği" tartışmasını bir siyasî inatlaşmaya dökmenin alemi yok. Türkiye'nin bugünkü Kürt politikası tepeden tırnağa Millî Görüş çizgisini yansıtıyor. 1993'te terörün tırmandığı yıllarda Erbakan'ın söyledikleri ile bugün AK Parti'nin uyguladıkları arasında hiçbir fark yok. Kimse karşı çıkmasın: Türkiye bugün bu politika ile devletini ve milletini tek parça halinde tutuyor. Millî Görüş'ün radikal tepkileri demokratik sistem içinde tutma becerisinin, Türkiye'nin bugünlere gelmesinde büyük payı var. Aynı tecrübe bugün Mısır'ın da önünü aydınlatıyor. ABD, Mısır'da Askerî Konsey'e, iktidarı Mursî'ye vermesi için baskı yaparken, Türkiye tecrübesinden ilham alıyordu. Demek ki tarih yine ortak bir mecrada buluşuyor. Bir ülkenin başardıkları diğerinin önünü açıyor. Geçen bin yıl, Kürtlerle Türklerin ancak birlikte büyük işler yapabileceklerini gösteriyor. 2071 uzun vadeli bir hedef. 500. yıldönümü yaklaşan 1514, Türklerin, Kürtlerin, Mısırlıların ve Filistinlilerin iç içe geçen tarihi için daha yakın bir başlangıç. Bu sefer demokrasi içinde, yani halkların rızasına dayanarak aynı uyumun yakalanması lazım. Her şeyden önce, Kürtlerin rızasının ve desteğinin alınması gerekiyor. m.turkone@zaman.com.tr m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 02 Ekim 2012, Salı

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
07:30

Kongre

Hüsnü MAHALLİ 02 Ekim 2012 Salı 02:00 Dünkü gazetelerin tüm manşet, haber ve yorumları birbirine benziyordu. AKŞAM'ın 'Partili Cumhurbaşkanı' manşeti aslında Kongre ile ilgili her şeyi özetliyordu. Çünkü son kez partisinin liderliğine seçilen Başbakan Erdoğan'ın 2014 seçmileri ile cumhurbaşkanı olacağı kesinleşmiş gibi. Tabii iç ve dinamiklerde anormal bir durum gelşmezse. İç dinamikler deyince muhalefet partilerinin performansını kastediyorum. Muhalefet partileri ve özellikle CHP'nin AKP'ye karşı kullanabileceği en önemli konu olası ekonomik krizdir. Ancak görünürde AKP'ye oy verenler hükümet ne kadar zam yaparsa yapsın yine bu partiye oy vermektedir. Belki de bu genel olarak 'sağ eğilimli' Türk seçmenlerinin büyük bölümününün orta sınıf olmasındandır. Çünkü orta sınıf insanlarının ya da genel tanımı ile esnaf denilen kesime bağlı insanların kendilerine göre sosyolojik özellikleri vardır. Bunun bilincinde olan Başbakan Erdoğan sürekli bu kitleyi kollamaktadır. CHP'nin hükümeti sıkıştırabileceği bir diğer alan PKK konusudur. MHP'nin daha etkin kullandığı bu alan CHP açısından zor bir konudur. Çünkü CHP Kürt ya da PKK sorununu nasıl çözeceğini henüz kendi kafasında netleştirmiş değildir. Olağanüstü ve beklenmeyen ekonomik bir kriz olmadığı ve PKK konusu hükümet tarafından kontrol edildiği sürece Erdoğan'ın cumhubaşkanlığını engelleyecek hiçbir konu kalmıyor. Yani 2014'te Erdoğan Cumhurbaşkanı. Bunun farkında olan Başbakan Erdoğan o zamana kadar kendisini güçlü bir cumhurbaşkanı olarak Çankaya'ya taşıyacak ve orada iki dönem kalmasını sağlayacak altyapıyı hazırlamaya çalışıyor. Amaç yeni anayasayla birlike Türkiye'yi Fransa ya da ABD benzeri bir başkanlık sistemine dönüştürmektir. Büyük olasılıkla da Fransa sistemi. Yani Başbakan Erdoğan AKŞAM'ın dediği gibi partili ve tam yetkili cumhurbaşkanı olacak ancak kendisinin atayacağı başka bir partili başbakan devletin günlük işleriyle uğraşacak. Bu durumda herkes 2014'te Çankaya'ya çıkacak Erdoğan'ın yerine kimin geleceğiyle ilgili tahminlerde bulunuyor. Ben ise bir yıllığına 2014'te başbakan olacak olanı değil 2015 Meclis seçimlerine AKP'nin nasıl bir liste ve siyasal ve ideolojik programla karşımıza çıkacağını merak ediyorum. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün her zaman hesaplarda yerinin olabilceğini düşünerek asıl sürpriz bence 2020 seçimlerinde. Telepati ve gazetecilik sezileriyle görmeye çalıştığım o dönemde Çankaya'da bulunacak olan Erdoğan Atatürk Cumhuriyeti'nin 100. yılını ilginç bir isimle birlikte kutlamayı düşünebilir! Bunu da başarabilen bir Erdoğan 2024'te gönül rahatlığıyla Çankaya'dan ayrılır ve bu ülkenin kaderi üzerinde söz sahibi olmayı sürdürür ya da öyle düşünebilir. Tabii iç ve dış dinamikler aniden tüm bu hesapları bozmazsa. Türk toplumunun birçok sosyal özellikleri hatırlanarak ve iç dinamiklerde olağanüstü bir durum gelişmezse Erdoğan'ın zorlanmayacağı kesindir. Ama dış dinamiklerin Türkiye ve Erdoğan'ın tüm hesaplarını etkileyeceği de kesindir. Örneğin 'İkinci Cumhuriyeti' kurmaya çalışan Erdoğan ABD'nin İslam alemiyle ilgili planlamalarında önemli bir aktördür. İslam aleminde orta vadeli planlamalar ise genellikle 30-40 yıllık yapılmaktadır. Mübarek, Kaddafi, İran Şahı, Tunuslu Bin Ali, Yemenli Abdullah Salih, Hafız Esad hepsi de 30-40 yıllık dönemelerde. Tabii kral, emir ve şeyhleri saymıyoruz. Ama ortada bir sorun var. ABD planlanmasının önünü kesecek ve Erdoğan'ı zorlayacak bir sorun o da Suriye konusu. Örneğin Suriye'de Esad iktidarda kalmayı sürdürür ya da dış ülkelerin desteğiyle bu ülkede iç savaş çıkar ve bu da Türkiye ve tüm bölgeye yansırsa Ankara çok zor dönemler yaşayabilir. Böyle bir durumda Başbakan Erdoğan ABD'nin yeni bölgesel planlamalarıyla birlikte çok zorlanır. Çünkü bu coğrafyada her şey her an değişebilir ve bugün dost olanlar yarın en keskin düşmana dönüşebilir. Toplumlar ise gündelik sorunlarıyla uğraştığı ya da uğraştırıldığı için sloganlarla kolay yönetilir hale gelmektedir. Yani bilinçsiz davranabilirler. İşte size Kongre'den somut örnek. Ahmet Hakan harika yakalamış ve dünkü köşesinde yansıtmıştı: AK Parti Kongresi'nde şöyle bir şey oldu: Hamas'ın siyasi büro şefi Halid Meşal, Filistin davasına gönül verilmesi nedeniyle en büyük alkışı aldı. Fakat bununla beraber Sabra ve Şatilla kamplarında çoluk çocuk demeden bini aşkın Filistinli'yi katleden Hıristiyan Falanjistlerin bugünkü lideri Emin Camayel de alkış aldı. Tuhaf ama gerçek... Bir gerçek de benden: O kongre salonunda Sabra Şatilla katliamını Şaron ile birlikte gerçekleştiren Falanjistlerin başı Semir Caca da vardı. Üstelik bu adam son dönemlerde sık sık Ankara'da misafir edilmektedir.

Reşat Nuri Erol
02.10.2012
09:39

Faruk Köse - Yeni Akit farukkose@yeniakit.com 2012-10-02 AK Parti'nin yol haritasında yer bulamayanlar

AK Parti, 4. Olağan Kongresi'nde "yeni dönemin yol haritası"nı açıkladı. Hedef büyüten AK Parti, Cumhuriyet'in kuruluşunun 100. yıldönümü olan 2023'e endekslenmiş icraat hedeflerini daha ileri bir tarihe, Türkler'in Anadolu'ya girişinin 1000. yıldönümü olan 2071'e kadar uzattı. Bu yeni döneme dair 63 maddelik yol haritası ilan etti. Bir siyasi partinin sadece bir sonraki seçime değil, "on yıllarca ileriye dönük planlar" yapması, hedefler tayin etmesi, "adım adım takip edilecek projeler" tasarlaması gerçekten takdiri hakediyor. Bir atımlık barutla yola çıkılmadığının, "kısa vadeli tatminler"le yetinilmeyeceğinin, "ülkenin geleceği"ne dair kafa yorulduğunun açık bir göstergesi bu 63 madde. "Kurumsal ciddiyet"e ve "politik uzakgörüşlülük"e işaret etmesi bakımından da önemli. Ancak AK Parti'nin ülkenin 2071'e kadar devam edecek süreçte geleceğini biçimlendirme işlevini yüklediği yeni yol haritasında bazı vazgeçilmezleri maalesef bulamıyoruz. Bu ülkenin "asli unsur"u olan "müslüman toplum"un hesaba katıldığına, "müslümanların hak ve hukukları"nın korunacağına ve gasbedilenlerin iade edileceğine, müslümanların "ülkenin geleceğinin biçimlendirilmesi"nde dikkate alındığına, bu topraklarda bir "İslam gerçeği" bulunduğuna dair çok önemli hususlar AK Parti'nin yeni yol haritasında yer bulamamış. Bulunduğu düzeye "müslüman seçmen"in desteğiyle yükselen bir partinin, önümüzdeki yarım asrı aşacak yol haritasında "varlığını ve gücünü dayandırdığı toplum" açısından çok önemli vazgeçilmezlere yer vermemiş olması nasıl bir anlam taşıyor? Bunu yorumlamak için henüz erken. Ancak gözden kaçmadığına dikkat çekerek bir kenara not almakta fayda olduğunu da vurgulamadan geçemeyeceğim. Örnek vermek gerekirse, yeni yol haritasında; "Siyasi partiler"in kapatılamayacağı var; ama "sivil toplum kuruluşları"nın akıbetine, müslümanların "cemaat" olmalarına engel teşkil eden "sistem"in ve "mevzuat"ın nasıl bir niteliğe kavuşturulacağına dair bir tasavvur yok. "Seçim mevzuatı"nın değiştirilmesi var; ama "çoğulculuk"un, yönetime "gerçek katılım"ın nasıl sağlanacağı ve "toplumun onayı"nın nasıl alınacağı yok. "Siyasete katılma" ve "temsilde adalet"e dair öngörüler var, ama bunların gerçekten işlevsel olabilmesi için "rejim"in nasıl bir niteliğe kavuşturulacağı yok. "Şartlar ne olursa yeni anayasa"ya vurgu var; ama yeni anayasa için "toplumsal gerçeklik" bakımından nelerin olmazsa olmaz olacağı yok. "Yargının hızlandırılması" var, ama "yasaların niteliği"ne dair gerekliliklerin neler olduğu yok. "Kendini savunma ve kamu hizmetlerine erişim"de "anadil"e önem vermek var, ama "sosyal yaşantı"da "anadin"in yerine ve önemine dair bir işaret yok. Politik hayata yapılan "askeri darbe mevzuatı"nın ayıklanması var; ama "toplumun kimlik ve kişilik değerleri"ne, "inanç ve kültür"üne darbe yapılarak kurulmuş olan rejimin ayıklanıp ayıklanmayacağı yok. "Askeri okullardaki müfredat"ın yenilenmesi var, ama genel olarak eğitim sisteminin "tek tip"leştirici "ideolojik eğitim müfredatı"nın dayanağı olan "Laik/Kemalist unsurlar"ın ne yapılacağı yok. "Mevzuatta etnik ayrımcılık" algısı oluşturan hükümlerin ayıklanması var, ama "dini ayrımcılık ve hak gasbı"na dair ne yapılacağı yok. "Gelir dağılımındaki dengesizlik"in asgariye indirilmesi var, ama "Liberal-Kapitalist ekonomi" modelinde "adalet"in nasıl sağlanacağı yok. "Kayıtdışı istihdam"ın düşürülmesi var, ama "vergi adaleti"nin sağlanması ve böylece yatırımcıyı kayıt dışılığa iten sebeplerin giderilmesi yok. Tüm genç nüfusun en az "lise mezunu" olmasının sağlanması var, ama "mezun olup da ne olacak?"ın cevabı yok. "Nüfusunun 3'te ikisinin kent yaşamına dahil edilmesi" var, ama "sosyal kaynaşma ve dayanışma"nın, "toplumsal birliktelik"in, altyapısıyla ve üstyapısıyla "sağlıklı ve yaşanabilir bir kent hayatı"nın nasıl sağlanacağı yok. "AB hedefi"nden şaşmamak var, ama "milli değerler ve hedefler" yok. Sadece bunlar değil. Mesela; Yasal ve idari "eğitim-öğretim engelleri" kaldırılacak mı? "Dini eğitim" ne yapılacak? "Medreseler" açılacak mı? "Talan edilen vakıf varlıkları" iade edilecek mi? "Başörtüsü sorunu" çözülecek mi? "İnanç ve ibadet özgürlüğü" sağlanacak mı? "Kamuda dini kıyafet ve ibadet" sorunları giderilecek mi? Müslümanlar kendi aralarında "inanç birlikleri" kurabilecekler mi? "İslami Cemaatleşme"nin önündeki yasal ve idari engeller kaldırılacak mı? "Ekonomide adalet" ve "üretimde verimlilik" sağlanacak mı? İslam'a hayat hakkı tanımayan "Laiklik" ne yapılacak? "Kemalist ideoloji" hâlâ tahakkümünü sürdürecek mi? "Devrim yasaları" anayasadan çıkarılacak mı? "Adalet"i sağlayacak olan "yasaların dayanacağı esaslar" neler olacak? "Terör sorunu" nasıl çözülecek? "Federasyon", ya da "özerklik" tartışmalarının akıbeti ne olacak? Bunların yol haritasında niye olmadığını AKP yetkilileri nasıl açıklayacaklar, merak ediyorum doğrusu.

Reşat Nuri Erol
03.10.2012
17:17

Levent Gültekin Başbakan Erdoğan’ın Abdullah Gül’e ihtiyacı var

Levent Gültekinacikcenk@gmail.com Medya Abdullah Gül’ün adaylığından medet umanlar ile “Yok, hayır, bunların ikisi kardeş gibidir. Asla bir birlerine rakip olmaz” diyenler arasında ikiye bölünmüş durumda. Bu tartışmada ben de Abdullah Gül’ün Tayyip Erdoğan’a rağmen meydana çıkmayacağını düşünenlerdenim. Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasındaki ilişkide sorun oluşturanın Tayyip beyin üslubu ve ben merkezci tutumunun olduğunu düşünsem de, Abdullah beyin kişisel ikbal arayışı olarak algılanacak böyle bir yarışa kalkışmayacağını düşünüyorum. Böyle bir rekabete, kavgaya, meydan okumaya Abdullah Gül’ün ne yetişme tarzı, ne kişiliği, ne de çevresi müsade eder. Ama Abdullah Gül’ün meydana çıkamayacak olması AK Parti ve Tayyip Erdoğan için bir kazanç değil, ciddi bir eksikliktir. Nasıl mı? Anlatayım. Başbakan’ın yanında itaat etmeyi marifet saymayan yol arkadaşlarına ihtiyaç var. Ne yazık ki etrafında “gözünün üstünde kaşın var” diyecek, dese de etkili olacak kimse kalmadı. Çünkü Erdoğan AK Parti’de beraber yola çıktığı, etrafında onunla iş tutan herkesi değersizleştiren bir tutuma sahip. Yol arkadaşlığı zaman içerisinde bir çok kişide şahsiyet törpülenmesine neden oldu. Başbakan başkanlığı istiyor diye sabah akşam gazete köşelerinden, TV’lerden başkanlık sistemine övgüler dizmeyi yol arkadaşlığı sananlar var. Halbuki uyaracak, akıl verecek, yanlış olanı söyleyebilecek, toplumda da hala ağırlığı olan kişilere ihtiyacı var. Bu misyonu beraber yola çıktığı arkadaşları arasından az da olsa yanlızca Abdullah Gül’ün üstlenebileceğine inanıyorum. Bu değersizleştirmeden, şahsiyet törpülenmesinden gerek Cumhurbaşkanlığı dolayısı ile gerekse de Tayyip bey ile kurduğu mesafeli ilişkisi nedeni ile yalnızca Abdullah Gül kendini koruyabildi. Şimdi burada tek tek isim saymak istemiyorum. AK Parti’nin yıllardır vitrininde bulunan isimleri ve toplumdaki imajlarını gözünüzün önüne getirdiğinizde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. ‘Bu bize yakışmaz’, ‘siz ne yapmaya çalışıyorzunuz’ diyecek kimse kalmadığı için Tayyip Erdoğan giderek daha agresifleşiyor. Takındığı tutumların barındırdığı hataları, yanlışları, nezaketten uzak üslubunu, etrafında kimse yadırgamadığı, yadırgasa bile söyleyecek cesareti gösteremediği için Tayyip bey ‘hata’ içeren her tutumunu, her sözünü ‘ötekine’ karşı bir ‘tavır’ olarak göstermeyi başarıyor. “Böyle yaparsan bizi kaybedersin” diyecek kimse kalmadığı için Tayyip Erdoğan giderek daha da hesapsız hareket eder duruma geliyor. AK Parti’nin son kongre konuşmasını izlerken Abdullah Gül’ün dengeleyici üslubunun, kişiliğinin ne kadar elzem bir hale geldiğini daha iyi gördüm. Çünkü Başbakan’ın kongrede yağtığı o konuşma bir başbakandan, Türkiye’ye başkan olmak isteyen birinden daha çok, 'derinliği olmayan islamcı bir harketin’ liderinin yapabileceği türden bir konuşmaydı. Kim ne derse desin ‘büyük işler yapan’ veyahut yapacak birinin sözle, meydan okuyan ve etrafındakileri gaza getirmeye çalışan bir dil kullanması izaha muhtaç bir durumdur. AK Partililerin birbirlerine verdikleri gaza bakmayın, o konuşma Türkiye’yi değil, daha çok mahalleyi mutlu edecek bir konuşmaydı. Yani diyeceğim o ki Başbakan Erdoğan’ın konuşamalarına, hal ve hareketlerine sinen, kendi mahallesinden, tabanından başka kimseyi önemsemeyen tavrının giderek kalıcı hale gelmesi, etrafında bu tablodan rahatsızlık duyacak, buna dikkat çekecek kimse kalmadığı içindir. Abdullah Gül gibi uyarıcı, dengeleyici, frenleyici üsluba ve kişiliğe sahip bir yol arkadaşı olmazsa Başbakan Erdoğan bu gidişle Türkiye’nin değil ama Vakit tarzı islamcı bir hareketin başkanı olup çıkacak. Vakit tarzı bir islamcılığın rengini almış bir Türkiye’de AK Partililerin ne kadarı yaşamak istiyor, gerçekten merak ediyorum. twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
04.10.2012
06:04

HAYRETTİN KARAMAN

İslamcılar ve İslamî düzen İşi gücü bırakıp İslamcılarla uğraşan taifenin bir kısmı da bu 'düzen meselesi'nden onlara vuruyorlar. Neymiş? İslamcıların ortaya koydukları 'çağdaş, İslam'ı çağa sunacak bir düzen taslakları, projeleri, bu konuda eserleri, hazırlıkları yokmuş'. Bu iddianın sahiplerinin kime İslamcı dedikleri de belli değil. Tariflerine bakılırsa 'İslamcılığın belli bir dönemin şartlarındaki uygulamasını alıp genelleştiriyor sonra da bunu eleştiriyorlar. O günün şartlarında uygulanan İslamcılığı ele alıp yine o günün şartlarında 'öyle değil, şöyle olmalıydı' deseler mesele kalmayacak, ilim ve düşünce adamına yakışanı yapmış olacaklar. Ama genellemek, bütün zamanların İslamcılarını bir tarife/çuvala sokmak sonra da üzerinde sopa gezdirmek ilme, hikmete ve ahlaka uygun düşmüyor. Düzen meselesine gelince, mesela Cevdet Paşa'dan, Said Halim Paşa'dan beri bizde, Nedvetu'l-ulemâ'nın kuruluşundan beri Hindistan'da, ilan edildiği günden beri Pakistan'da, Abduh'tan beri Mısır'da, Muhammed Tahir b. şur'dan beri Tunus'ta, Abdulhamîd b. Bâdîs'ten beri Cezayir'de, büyük Senûsî'den beri Fas'ta... İslam'ın çağdaş hukuk, ekonomi, cemiyet, siyaset, uluslararası ilişkiler, ahlak, estetik, eğitim... düzeni üzerinde düşünülmüş, yazılmış, tartışılmıştır. Mecelle böyle bir çalışmanın eseridir. Hukuk-ı aile kararnamesi öyledir. Mecelle'nin değişen şartlarda yeniden ele alınması (tadilat) çalışmaları böyledir. Cumhuriyet şeriatı lağvetmeseydi bu çalışmalar devam edecek, su yolunu bulacaktı. Başka İslam ülkelerinde devam etti ve yüzlerce eser ortaya çıktı. el-Ezher, İslam Anayasa Kanunu üzerinde bir çalışma yaptı. Dünyanın bir yerinde İslami düzene geçilirse uygulansın diye ilan etti. Bu çalışmayı yine İslâmî bakışla tenkit edenler, bir manada tamamlayanlar oldu. Ziyaulhak zamanında, diğer alanlarda olduğu gibi 'Pakistan ekonomisini İslamileştirme' alanında da çalışma yapıldı, onlarca alim çalışarak kapsamlı bir rapor hazırladılar ve bu rapor, öngörülen aşamalar çerçevesinde uygulamaya kondu. Başkanı ABD öldürmeseydi bu çalışmalar devam edecekti. İddia sahipleri ya bunlardan habersiz bulunuyorlar veya bunları beğenmiyor; yanlış, eksik, yetersiz buluyorlar. Eğer böyle ise onların zihninde doğru olan var demektir; neden ortaya çıkarmıyorlar? Böyle bir bilgi, tasavvur ve çalışmaları yoksa mevcudun uygunsuz olduğunu nereden biliyorlar? Önemli bir hususa daha işaret edelim: İslam'da bir değişmeyenler bir de şartlara göre değişmesi caiz olanlar vardır. Bir yerde bütünüyle İslami hayata geçme teşebbüsü başlamadan şartlar bilinemez; ne zaman başlanır ve şartlar ortaya çıkarsa İslam alimleri, değişmeyenlerin ışığında ictihad ederek yeni şartların İslamî düzenini ortaya koyarlar. Bundan önce de 'teşebbüs ve geçiş' aşaması olur; bu teşebbüs ve geçiş aşamasının fıkhı, geçişten sonraki düzen kadar, hatta daha önemlidir. Laik bir ülkede 'İslam ceza hukuku nasıl olmalıdır' konusu değil, 'bu düzenden İslâmî düzene nasıl geçilir?' konusu ele alınmalı, işte bunun düzeni ortaya konmalıdır. Bu da yapılıyor, ama gel gör ki, sözde İslami düzenden yana olanların bir kısmı geçiş dönemi fıkhına 'küfür' damgası basıyor, hayal aleminde tahtadan ata binerek cevelan ediyorlar.

Reşat Nuri Erol
04.10.2012
06:19

"Bu fırsat büyük hamleler için kaldıraç olarak kullanılamadan gelmiş gidiyor."

İbrahim Öztürk 2023 vizyonunda gözden kaçanlar...

AK Parti'nin olağan kongresinin teması 2023'ün güçlü Türkiye'si vizyonunu lanse ediyordu. Beklentiler çok yükseltilerek bu konuşma adeta bir milat haline getirildi. Bu odaklanma ile dinlediğim 'vizyon konuşması' için benim gözlemlerim şunlar: Başbakan'ın konuşması beklentilerin altında bir performansa sahipti. Başbakan, Türkiye'nin gelecek hamlelerinden ziyade geçmişte yaptıklarına odaklandı. Ve bu yüzden konuşma vizyon değil, veda niteliğinde idi. Geleceğe dönük mesajlar elbette vardı ancak bunların ağırlıklı ortalaması tam da bu kadar güçlü iken, ustalık döneminde yapılması gereken türdendi. Gücü, desteği varken ve konjonktür hazır iken yapmadıklarını, bilinmeyen tarihte yapmak üzere verdiği vaatler heyecan uyandırmadı. Bana göre Başbakan ve ekibi, 'yeni hamlelere ve işlere' girmeye yetecek bir enerjiye sahip değil. Kendisi de kafasında birçok konuyu bitirmiş, artık Çankaya için gün sayıyor. Örneğin Anayasa'yı bir senedir yazıp Meclis ve milletin önüne getiremediler. Tek strateji; 'masadan ilk kalkan olmamak'. Peki, niye referandum oldu? Neden üçüncü dönem için yüzde 50 destek çıktı? Vesayet rejimini değiştirmek yerine, parça değişiyor, perakendeci çözümlere odaklanılıyor ancak esasen 'affet ve unut' taktiği güdülüyor. Benim için yazının konusu tam da burada başlıyor. Bu vizyon ile, yani zamana oynayarak Başbakan, cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar kamuoyu desteğini arkasında tutamayabilir. Bu iddiamı, açıklanan ekonomi vizyonundan yola çıkarak açayım. 62 maddelik '2023 Manifestosu' içinde ekonomiyi şöyle özetleyelim: Kadınların işgücüne katılımı yüzde 38'e, iş ve meslek danışmanı sayısı 4 bine çıkarılacak. Bunlar mümkün, gerçekçi ancak çok kritik değil. Kritik olan şu; işsizlik yüzde 5'e inecek. Bölgelerarası gelişmişlik farkı 'kabul edilebilir düzeye' gerileyecek. Yoksulluk yok edilip gelir dağılımı dengesizliği asgariye indirilecek. Kayıt dışı istihdam yüzde 15'e düşürülecek. Kamu personel reformu yapılacak. Sosyal Güvenlik (SGK) açığı GSYH'nın yüzde 1'ine düşürülecek. İsteyen her lise mezununa üniversite var. Ar-Ge harcamalarında dünya 1.liğine çıkılacak ve bilgi ve teknoloji ihraç eden ülke olunacak. Sondan başlayalım. 140 milyar dolar ihracatta halen ne bilgi ne de ileri teknoloji var. Aradan geçmiş on sene, bu vaat için gerekli olan çağın çeperlerindeki hiçbir sektörde akla uygun pek bir mesafe alınmış değil. Daha Sağlık Vadisi'nin, Bilgi Teknolojileri Vadisi'nin temelleri atılmış değil. Silikon Vadisi'nde IT, Boston'da sağlık kümelenmesini görmediler mi? 'Vadi' deyince ne anlaşılıyor acaba? Vaatler bir yana, bu konu bir defa kesinlikle zihinlerde de rafa kaldırılmış durumda. Kayıt dışılık, bölgeler arası farklar, SGK açıklarının azaltılması dedemden beri, parti ayrımı gözetmeden siyasilerin tutmadıkları yuvarlak vaatler. Demirel'in SGK'daki 'erken emeklilik' yırtığı, AK Parti hükümetlerinde sağlık harcamaları ayağından derinleşiyor. Mesleki muhtevası, eğitimci ayağı oturmayan bir sistemde herkes sınavsız üniversiteye girecekmiş. Tarihteki en büyük çürüme ve yıkım olur. Ama 'inadım sağ olsun' stratejisi var ya! Ar-Ge'de birinci ligde olmak için GSYH'nın yüzde 3'ü kadar kaynak gerekir. Bu 20 milyar dolara tekabül eder. Daha 1,5 milyar doları bulmuş değiliz. Kaldı ki bir de bu kaynağın etkin kullanımı var. Montajcılık yapan sanayicilerin, çalışanlarını Ar-Ge'ci olarak gösterip aldığı kaynaklarla bir yere varılamaz. Sonuç olarak, gücün zirvesinde iken sanayicilerle bir araya gelerek sonuç alıcı hamleler yapmak yerine, 'diz çöktürmek' ve bunu çeşitli siyasi konuların pazarlık unsuru haline getirmek şeklinde süren kısır süreç tam bir 'güç paradoksu' olarak öne çıkıyor. Oysa Türkiye, Tanzimat'tan beri böyle milletten yana olan muktedir bir hükümet özlemi içindeydi. Bu fırsat büyük hamleler için kaldıraç olarak kullanılamadan gelmiş gidiyor. i.ozturk@zaman.com.tr http://twitter.com/iozturk69 http://www.facebook.com/iozturk69 04 Ekim 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
04.10.2012
06:26

DİKKATLE OKUNMASINI TAVSİYE EDERİM...

REŞAD

*

Mümtaz'er Türköne Erdoğan-Mursî, Bedizüzzaman-Kutup

İslâmcılık tartışmasında en son, İhvan ile Risale-i Nur Hareketi arasında bir karşılaştırma yapacağımı söylemiştim. Araya sıcak gündemler girdi, bugüne nasip oldu. Tarih boşuna yaşanmıyor. Bugün tattığımız güzellikler, geçmişte bugünleri tasarlayıp inşa edenlerin eseri. Yarınlar da bizim dünden bugüne yolumuzu aydınlatanların izini takip ederken, hakkı teslim etmemize ve doğru muhasebe yapmamıza bağlı olarak şekillenecek. Düne karşı kadirşinaslığımız "yıldızlarımız çarpışmaz" edebiyatına feda edilemez. Edersek yarınlar üzerindeki sorumluluğumuz yerine getirilemez. Türkiye'de yakın tarihimizde dinî-ahlakî hassasiyetin biçimlendirdiği sosyal-siyasal alanı, bir üçgene benzetebiliriz. Bu üçgenin üç köşesini, üç farklı cazibe merkezi olarak üç isimle temsil etmemiz ve peşlerinden sürükledikleri hareketleri zikretmemiz gerekir. Birinci köşede Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Hareketi, ikinci köşede Necmettin Erbakan ve Millî Görüş geleneği, üçüncü köşede ise Seyyid Kutup ve İslâmcılar yer alır. Yıldızlar çarpıştı. Bu üç yıldız yekdiğerinden farklı istikametleri gösterdi. Bugünün Türkiye'sini şekillendiren aslî güç Bediüzzaman'dır. Yaptığı iş, ortalığı yıkıp dağıtacak güçteki sel sularını, önüne set çekip bir barajda toplamak, sonra inşa ettiği santral ile, bütün Türkiye'yi aydınlatacak bir elektrik enerjisine dönüştürmektir. Bu başarının formülü ise "müsbet hareket"tir. "Müsbet hareket"in vazgeçilmez şartı siyasetten uzak durmaktır. Elimizde, Bediüzzaman'ın onayını almış bir "Risale-i Nûr Hareketi-İhvan-ı Müslimîn" karşılaştırması var. Bağdat'ta çıkan bir gazetede yayımlanan bu makale Emirdağ Lahikası'nda bulunuyor. Bu karşılaştırmada sıralanan farklılıkların en vazgeçilmez olanı "siyasetle iştigal"dir. İhvan-ı Müslimin siyasî bir cemiyettir; Risale-i Nur ise değil. Erbakan'ın Millî Görüş hareketi ise, Bediüzzaman'ın sınır çizdiği ve dışarıda bıraktığı siyasî alan üzerinde ilerlemiştir. Devlet üzerinden iktidar, statü ve zenginlik talep eden dinî hassasiyeti seçim sandığına yönlendirmiş ve kolaylıkla sistem dışına çıkacak siyasî eğilimleri, demokratik-çok partili düzene angaje etmiştir. Bütün bu çabaları boyunca siyasî düzeni değiştirip, dönüştürmüştür. AK Parti, Millî Görüş geleneğinin bugünün dünyasına ve şartlarına intibak etmiş halidir. "Millî Görüş gömleğini çıkarttık" sözünün kendisi bile çok fazla rahmetli Erbakan'ın üslubuna ve tarzına uygun bir söz değil mi? Türkiye'nin Kürt sorununa ve Ortadoğu'ya yönelik politikası Millî Görüş geleneği dışında nerede temellendirilebilir? Seyyid Kutup'un "hemen şimdi" eyleme davet eden, İslâmî hassasiyeti bütün cesameti ve önceliği ile siyasî alana ve iktidar rekabetine taşıyan etkileyici bir dili var. Ama çok çelişkili biçimde, İslâmcılığın içinde siyasî inceliğin, orta ve uzun vadeli öngörü yeteneğinin ve stratejik vizyonun yer alabileceği bir aralık yoktur. Bugün Kutup'un ülkesi ile Bediüzzaman'ın ve Erbakan'ın ülkesi arasındaki farklılığı oluşturan ise işte bu stratejik öngörü yeteneği ve siyasî inceliktir. Hiç kimse üçünün de imanını, ihlasını ve niyetini sorgulayamaz. Ama yöntemler, araçlar ve öngörü farkı arada derin bir uçurum oluşturuyor. Türkiye'nin üç köşesine üç yıldız yerleşti ve birbiriyle çarpıştı. Ortalığı hakikat şimşekleri kapladı ve bu şimşekler arasından bugünkü Türkiye doğdu. Mısır Devlet Başkanı Mursî, İhvan-ı Müslimîn içinde Kutup dışındaki bir geleneği, daha çok Millî Görüş'ün siyasî yöntemlerini kullanan bir damarı temsil ediyor. Bıçak sırtında geçen başkanlık sürecinde, biraz da Türkiye tecrübesinin uluslararası çevreleri ikna edici gücüyle başkanlık koltuğuna oturdu. O kritik evrede Erdoğan Kahire'ye gidip İhvan'a "laiklik telkini" yapmasaydı, bu sonuç elde edilebilir miydi? Evet üç kutup çarpıştı ve Türkiye'de siyasî ve sosyal alanda dağların, ovaların ve nehirlerin şekli belirdi. Sonuç, Bediüzzaman'ın doğrudan ve dolaylı olarak toplumun dokularına işlemiş olan ahlakî çağrısının ve Erbakan'ın dindarlığı demokratik siyasî rekabete aktarma yeteneğinin eseri değil mi? Ya İslâmcılar? Kısır bir Kutup yorumu ile hayatın dışına atılıp, sadece seyirci olarak kalmadılar mı? m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 04 Ekim 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
05.10.2012
07:41

"Muhafazakârlığımız ılımlılaşıyor" Ruşen Çakır

"Muhafazakârlıkla ılımlılaşma" Gülay GÖKTÜRK

İKİ YAZAR BİR KONU...

İKİ YAZAR AYNI KONUYU ELE ALMIŞ...

YAPILAN ARAŞTIRMA DA ÖNEMLİ; BAZI GERÇEKLERE DİKKAT!..

REŞAD

*

Muhafazakârlığımız ılımlılaşıyor Ruşen Çakır

Türkiye öteden beri hem toplumsal, hem siyasal açıdan muhafazakâr bir ülke olmuştur. Bu muhafazakârlığın 11 yıla yaklaşan AKP iktidarı döneminde artıp artmadığı da son dönemde sosyal bilimcilerimizin gözde araştırma konularından biri haline geldi. Son olarak Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Hakan Yılmaz yönetiminde 6 yıl sonra ikincisi yapılan “Türkiye’de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din” başlıklı araştırmadan ilginç sonuçlar çıktı. Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi desteğiyle Mart-Nisan 2012 arasında 16 ilde, 18 yaş üstü 1200 örneklem grubuyla gerçekleştirilen proje aslında bize bildiğimiz (ya da bildiğimizi sandığımız) şeyleri söylüyor ancak 6 yıl içinde insanların muhafazakârlıklarının hangi noktalarda artıp, hangi noktalarda gerilediği veya aynı kaldığını görmek sahiden öğretici oluyor. Bu yazıda 6 yıl arayla yapılan iki araştırma arasındaki en çarpıcı fark ve benzerliklerin bazılarını sunmak istiyorum: Ortalara doğru toplaşma Prof. Yılmaz’ın öncelikle muhafazakârlıkta “ılımlılaşma” ve “ana akımlaşma” eğilimi gözlediklerini söylüyor ve bunu şöyle ayrıntılandırıyor: 1) Gerek siyasal, gerekse de özel hayata ilişkin muhafazakârlık tutumlarında uç noktalardan ortalara doğru bir toplaşma eğilimi ortaya çıkmış. Yani hem siyaset, hem de özel hayat hakkındaki muhafazakâr tutumlarda, kendini muhafazakâr bulmayanların oranı da, kendini çok muhafazakâr bulanların oranı da azalmış. Buna karşılık, muhafazakârlığını orta seviyede değerlendirenlerin oranı artmış. 2) Toplum daha “statükocu” bir tutuma kaymış. Yani toplumsal ve siyasal hayatta değişim isteyenlerin oranı azalmış. 3) Özel hayata ilişkin muhafazakârlıktaki ılımlılaşmanın bir göstergesi olarak, aşağıdaki tutum değişiklikleri gerçekleşmiş: a) Dindarlık düzeyinde yıllar içinde bir artış meydana gelmemiş; gelmediği gibi, yüksek dindarlık seviyesinde küçük de olsa bir azalma söz konusu olmuş. b) Dindarlık düzeyi aynı kalırken, ibadetlerini yerine getirmeyenlerden (örneğin, namaz kılmayanlardan, oruç tutmayanlardan, başını örtmeyen kadınlardan) rahatsız olanların oranı azalmış, olmayanların oranı ise artmış. Buna koşut olarak, dinsellik görüntüleri de “normalleşmeye” başlamış; örneğin, kara çarşaf ve şalvar gibi dinsellik görüntülerinden rahatsız olanlar azalmış. c) İbadet edenlerin oranında bir azalma ve ibadetlerin yerine getirilmesinde bir esnekleşme yaşanmış. d) Eşcinseller, evlenmeden birlikte yaşayan çiftler, açık giyinen kadınlar, tek başına yaşayan kadınlar, boşanmış kadınlar, küpe takan erkekler, flört eden gençler gibi modern ve kentsel cinsellik görüntülerinden rahatsız olanlar azalmış. Bireyselleşmenin tırmanışı Prof. Yılmaz’ın ikinci gözlemi toplumda “bireyleşme” sürecinin hızlandığı yönünde. Bu bulguyu da şöyle ayrıntılandırıyor: 1) Bireyleşmenin derinleştiğinin ve yaygınlaştığının en temel göstergesi olarak, “eşitlik, dayanışma, özgürlük” değerleri arasında “özgürlük” en çok tercih edilen temel değer olarak “eşitlik”in önüne geçmiş. Oysa, bundan altı yıl önce, halkın gözünde, bu üç değer arasında “eşitlik” açık ara birinci gelmişti. “Eşitlik” değerini en çok tercih edilen temel değer olarak seçenlerin oranı yıllar içinde sabit kalmış. Buna karşılık, “özgürlük” diyenlerdeki yükseliş, “dayanışma” yanıtını verenlerin oranındaki ciddi bir düşüşten kaynaklanmış. 2) Bireyleşmenin önünde engel olan iki temel muhafazakâr değeri savunanların oranında yıllar içinde bir düşüş meydana gelmiş: birincisi, “insan zayıftır; yanlış yola sapmaması için, başında mutlaka onu doğru yola sevkedecek bir otoritenin bulunması gerekir”; ikincisi ise, “herkes hayatta layık olduğu yerdedir ve haddini aşmamalıdır”. 3) Bireyleşmenin bir diğer kanıtı olarak, kişilerin hayattaki seçimlerini kendi isteklerine göre değil de, geleneklere göre yapması gerektiğini savunanlar azalmış. Kadın konusunda pozitif değişim Prof. Yılmaz araştırma sonucunda haklara sahip çıkma alanında son altı yılda kayda değer bir iyileşme görülmediği sonucuna vardıklarını belirtiyor ve son önemli tespitlerini şöyle özetliyor: “Kadının toplumsal konumuna ilişkin tutumlarda pozitif bir değişim olurken, ailedeki konumuna ilişkin tutumlarda bir değişim görülmüyor.” Bu bulguyu da 5 noktayla ayrıntılandırıyor: 1) İster başı örtülü, ister başı açık olsun, tüm kadınların toplumda kadın oldukları için ezildikleri yönündeki tutumda bir artış olmuş. 2) Başörtülü kadınların da erkeklerle hayatın her alanında eşit olduklarına ilişkin tutumda bir artış meydana gelmiş. 3) Açık giyinen, çalışan, boşanmış, tek başına yaşayan, nikahsız beraberlik yaşayan kadınlardan duyulan rahatsızlık azalmış. 4) Kürtaj, hiç bir koşula bağlı olmaksızın, cevap verenlerin yarısından fazlası tarafından kabul edilirken, işin içine yoksulluk, tecavüz, sağlık gibi faktörler girdiğinde, bu kabul oranı hızla artmış ve sağlık söz konusu olduğunda yüzde 85’e ulaşmış. 5) Buna karşılık, kadının ailedeki konumu, evdeki rolü, kocası ve çocuklarına karşı yükümlülüklerine ilişkin tutumlarda bir değişiklik olmamış. Altı yıl önce olduğu gibi, bugün de, ideal kadın “eşit, hamarat ve namuslu” bir kadın olarak tanımlanmış.

************************

Muhafazakârlıkla ılımlılaşma

GÜLAY GÖKTÜRK

Suriye krizinin bir savaşa doğru büyüyeceğini sanmıyorum. Olayın, şimdilik Türkiye'nin misillemesi ve uluslararası kamuoyunun kınama mesajları ile kapanacağı düşüncesindeyim. O yüzden, bugün daha "soğuk" ama önemli bir konuyu ele almaya karar verdim. Bir araştırmadan söz edeceğim. "Türkiye'de Muhafazakârlık: Aile, Cinsellik, Din" başlığı taşıyan bu araştırmanın proje yöneticiliği Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hakan Yılmaz tarafından yapılmış. Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi'nin desteğiyle 16 ilde yürütülen ve 1200 kişilik bir örneklem kullanılarak gerçekleştirilen araştırmanın en önemli özelliği, bir "devam" araştırması olması. Zira bu araştırmada sorulan sorular aynı araştırma ekibi tarafından 2006'da da sorulmuş. Bu durum bize iki araştırmanın sonuçlarına karşılaştırmalı olarak bakma ve toplumdaki değişimin yönünü anlama imkanı veriyor. Muhafazakârlığın çelik çekirdeği: Aile Bu yazıda araştırmanın bütün sonuçlarını aktaracak ve sizleri rakamlara boğacak değilim. Sadece önemli bazı sonuçlara değinecek olursak: Araştırmanın en önemli sonuçlarından biri, gerek siyasal gerekse özel hayata ilişkin muhafazakârlık tutumlarında uç noktalardan ortalara doğru bir toplaşma eğiliminin çıkması. Bir başka deyişle hem siyaset hem de özel hayat hakkındaki muhafazakâr tutumlarda, kendini muhafazakâr bulmayanların oranı da, kendini çok muhafazakâr bulanların oranı da 2006'ya göre azalmış. Buna karşılık muhafazakârlığını orta seviyede değerlendirenlerin oranı artmış. "Muhafaza edilmesi gereken en önemli toplumsal kurum nedir" sorusuna verilen cevaplara 2006 yılı cevapları ile karşılaştırmalı olarak baktığımızda, en çok muhafaza edilmek istenen kurum olan "aile"nin oranının yüzde 45'ten 50'ye çıkarak başat durumunu daha da pekiştirdiğini görüyoruz. "Aile" muhafazakârlığın "çelik çekirdeği" olma durumunu daha da pekiştirirken din ve milleti muhafaza etmek isteyenlerin aynı kaldığını, devleti muhafaza edilmesi gereken kurumların başına koyanların oranının ise üç puan kadar azaldığını görüyoruz. Özgürlük en önemli siyasal değer "Muhafaza edilmesi gereken en önemli siyasal değer" sorusuna verilen cevaplar da ilginç bir değişime işaret ediyor. "Özgürlük", "eşitlik" ve "dayanışma" değerleri arasında "özgürlük" en çok tercih edilen temel değer olarak eşitliğin önüne geçmiş. Oysa bundan altı yıl önce halkın gözünde bu üç değer arasında eşitlik açık ara birinci idi. "Eşitlik" sabit kalmış. "Özgürlük" diyenlerdeki yükseliş "dayanışma" yanıtını verenlerin oranındaki ciddi düşüşten kaynaklanmış. Özgürlüğün en önemli siyasal değer olarak öne geçmesi, toplumda liberalleşme eğiliminin güçlendiğini ve bireyleşmenin derinleştiğini ortaya koyması bakımından, bu araştırmanın en önemli sonuçlarından birini oluşturuyor. Dindarlık düzeyi aynı, ibadetlerde gevşeme Dinsellik karşısındaki tutumların sorgulandığı bölümü değerlendirdiğimizde ise ortaya şu sonuçlar çıkıyor: 1. Toplumun dindarlık düzeyinde 2006'dan 2012'ye kayda değer bir değişim olmamış. 2. Namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin yerine getirilmesinde bir gevşeme meydana gelmiş. 3. Dini kurallara uygun yaşamayanlardan ve ibadetlerini yerine getirmeyenlerden rahatsız olanların oranı azalmış. 4. Buna karşılık, 'Seçimlerde hangi partiye oy vereceğime karar verirken bu partinin liderinin dini inançlarını hesaba katarım' diyenlerin oranı 2006'da yüzde 63 iken, yaklaşık 10 puan artarak 2012'de yüzde 72'ye yükselmiş. Cinsellikte tolerans artışı Araştırmadan çıkan iyi bir haber de, muhafazakâr değerlerle uyuşmadığı düşünülen cinsel görüntülere, sembollere ve cinsel yaşantı biçimlerine karşı toplumun toleransında bir artış görülmesi. Mesela, açık giyinen kadınlardan rahatsız olanların oranında 17 puanlık; alkollü içki içenlerden rahatsız olanların oranında 13 puanlık; bara, gece kulübüne gidenlerden rahatsız olanların oranında 12 puanlık; küpe takan erkeklerden rahatsız olanların oranında 11 puanlık bir düşüş yaşanmış. Buna karşılık, eşcinsellik, evlenmeden aynı evde yaşama, gençler arasında flört, kadının yalnız yaşaması gibi konularda duyulan rahatsızlık sadece yüzde 3-5 gibi küçük oranlarda düşmüş. Daha olgun bir toplum Bütün bu sonuçlardan, toplumun daha olgun bir toplum olmaya doğru evrildiğini; "endişeli modernler"in endişelerinin boşa çıktığını, AK Parti iktidarı altında daha bağnaz bir toplum haline gelmediğimizi; mahalle baskısının artmadığını, tam tersine farklı olana toleransın arttığını görüyoruz. Bu araştırma bizdeki muhafazakârlığın esas olarak aile değerleri ve kadının eş ile anne rolüne ilişkin tutumlarda ortaya çıktığını, bu konudaki tutumların yıllar içinde hiç değişmeden sürdüğünü bir kez daha ortaya koyarken, AK Parti iktidarının muhafazakârlık anlayışının toplumunkiyle bire bir örtüştüğünü de ortaya koyuyor.

Reşat Nuri Erol
05.10.2012
07:47

AKILLICA BİR YAZI...

*

Suriye'den sıçrayan kan! Deniz Ülke Arıboğan Suriye'den fırlatılan bir top mermisi ile 5 vatandaşımızın hayatını kaybetmesi bütün gündemimizi alt üst etti. Türkiye'nin kendi içindeki çatışmalar yetmezmiş gibi, bir de sınır komşumuzdaki çatışmanın kanı üzerimize sıçradı. İşin acı olan tarafı bu durum beklenmedik bir şey değil. Suriye'de olaylar başladığından beri sınır boyunda yaşayan vatandaşlarımız büyük bir tedirginlik içinde. Normal yaşamlarında ciddi bir aksama var. Bir kaç kilometre öteden gelen çatışma sesleri, zaman zaman yakınlara düşen top mermileri, sınırdan sürekli girip çıkan yaralı ve muhtaç insanlar o bölgenin bütün dengesini bozmuş durumda. İnsanlar evlerine kapanmayı tercih ediyor, çocuklar okula gidemiyor, sokağa çıkıp oynayamıyor. Kısaca savaş her yönüyle bizim coğrafyamızda da hissediliyor. Suriye'de ise ülkelerini terk edip kamplarda yaşamak zorunda kalan insanların sayısı bir kaç yüzbini aşmış durumda. Bunların yaklaşık 100 bini Türkiye'de ikamet ediyor. Sınırda kapılarımızın açılmasını çaresizce bekleyen Suriyeliler de cabası. Bu rakamın 14 bin civarında olduğu söyleniyor. Gelişmelere bakıldığında bu kadar yakınımızda cereyan eden bu savaş, son dönemde bizim savaşımız olma yolunda gelişiyor. Ve bunun çeşitli sakıncaları var. Bazı konulara kısaca dikkat çekelim. 1 - Suriye'deki çatışma, rejim ile muhalifler arasındaki basit bir mücadele değil, aksine dünya dengelerinin kilitlendiği ve gerçek aktörlerin Rusya, ABD, İran, Çin, Türkiye, İsrail gibi büyük devletler olduğu küresel bir hesaplaşma. Muhatabımız da Beşar Esad olmadığı gibi, uluslararası platformlarda Suriye adına konuşanlar da zaten rejimin temsilcileri değil. Bu konuda BM'de olduğu kadar NATO'da da ciddi bir sıkışma söz konusu. Çatışmanın içine müdahil olmadan sonuçlandırmanın yolları aranıyor. Çünkü herkes biliyor ki, Suriye'de meydana gelecek kontrolsüz bir kapışma büyük bir dünya savaşının kapılarını aralayabilir. Sistem tıkandı ve küçük çaplı bölgesel kan banyoları ile askeri endüstriyel kompleksin kan açlığını gidermeye çalışıyorlar. Şu anda tahammül edilebilir maksimum savaş perspektifi mezhepsel eksende bölünmüş bir Ortadoğu mücadelesi. Mücadelenin küresel düzeyde yayılması ise tahammül edilemez bir yıkım demek ve sistemin baş aktörlerinin böyle bir savaşa girmekten özenle kaçınacağı aşikar. Bu nedenle ancak kendileri savaşmadan, vekalet yoluyla bir çatışmayı göze alabilir durumdalar ve Türkiye'nin bu vekaleti kesinlikle kabul etmemesi gerekiyor. 2 - Türkiye'nin Suriye'de rejime karşı mücadele eden muhaliflere destek vermesi ile bizzat o mücadelenin tarafı olması arasında fark bulunuyor. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan böylesi bir çatışmanın içerisine girmek (üstelik kimse girmek istemezken) hem çok yüksek bir bedel ödemeyi, hem de velev ki mücadeleden zaferle çıkılsa bile, hiç bir kazanım elde edememeyi garantiliyor. Genellikle halklar kendi yöneticilerini sevmeseler bile, kendilerini o yöneticilerden kurtarmaya gelenleri daha da hiç sevmezler. ABD'nin dünya halklarını diktatörlerinden kurtarma operasyonları bu nedenle hep fiyasko ile neticeleniyor ve ayrıldıklarında arkalarında kendilerinden nefret eden halk kitleleri bırakıyorlar. Türkiye'nin Suriye konusundaki müdahilliğinin sınırlı olması gerektiğinin en güçlü sebeplerinden birisi de bu. Tecrübe ile sabit. 3 - TBMM'de kabul edilen tezkere her ne kadar bir askeri önlem hazırlığı gibi görünse de, esasen caydırıcı niteliği dolayısıyla kabul edildiğini ve Türkiye'nin bir savaş moduna girmekten imtina ettiğini sanıyorum; ümid ediyorum. Yakın zamanlarda Irak, Afganistan, Lübnan, Libya tezkerelerinin de bu Meclis'ten geçtiğini kenara not edebiliriz. Tezkere savaş anlamına gelmez, ama savaşa yakın olduğumuzun da emaresidir. Kapsamı itibarıyla Suriye'den gelebilecek tehlikelerin ötesinde Irak'tan da kaynaklanabilecek tehditlere yönelik de olduğunu söyleyebiliriz. 4 - Naif bir 'savaşa hayır' kampanyasının öncülerinden değilim. Şartların nasıl şekilleneceği önemlidir. Önümüzdeki dönemde Türkiye'yi hedef alabilecek olası saldırılara karşı çaresizce beklenmesi diye bir durum da söz konusu olamaz. Sınırlarınıza bomba yollayanları 'çok ayıp oluyor ama' diyerek geçiştiremezsiniz. Gerekirse savaş elbette yapılabilir; zaten ordular da bu iş için yapılandırılmıştır. Lakin esas hedef sınırlarımıza yönelebilecek saldırıların henüz gerçekleşmeden caydırılmasıdır. Bunu başarmanın en güçlü yolu ise diplomasidir.

Reşat Nuri Erol
05.10.2012
07:55

Erbakan'a iki yol

Seda ŞİMŞEK sedasimsek@bugun.com.tr

28 Şubat soruşturması, Çiller'in mağdur olarak ifadesini verdiği andan itibaren asıl istikametini buldu. Batı Çalışma Grubu (BÇG) ıslak imzalı raporları ve belgeleri tek tek Çiller'e gösterilmiş illegal ve gayrimeşru bir gruptur. Bu belgelerin altına imza atanlar da imzalarını kabul etmişler. Şimdi, artık hangi karanlık mahfillerde, hangi haram paralarla milletvekili transferlerinin gerçekleştirildiği ortaya çıkacaktır. Çiller, 28 Şubat soruşturması kapsamında önceki gün Ankara Adliyesi'nde Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili'ye ifade verdi. O odada neler yaşandı, neler gördü ve neler anlattı Çiller? İşte birkaç ayrıntı: Kuşburnu istedi Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili'nin "Ne içersiniz" sorusuna Çiller'in cevabı genel başkan, başbakan ve başbakan yardımcısı olduğu günlerde de verdiği cevabın aynısı olmuş: Kuşburnu. Ankara Adliyesi'nde kaldığı 2,5 saat süre boyunca BÇG'nin faaliyetlerine ilişkin belgeler Çiller'e tek tek gösterildi. Belgelerin bazıları el yazısı ile yazılmış. Çiller'in Türkiye'nin çeşitli illerinde katıldığı toplantı, tören ve mitinglerde neler söylediği, yanında kimlerin bulunduğu gibi bilgilerin yer aldığı raporlar da gördükleri arasında. Çiller en çok, kendisi, eşi ve çocuklarıyla ilgili mesela CIA ajanlığı, eroin kaçakçılığı, Sait Halim Paşa Yalısı'ndaki tablolarla ilgili haberlerin aslında BÇG'nin kuruluş amaçlarında yer alan bir strateji çerçevesinde üretilmiş haberler olduğunu ortaya çıkaran belgeleri gördüğünde etkilenmiş. Erbakan'a öneriler İfadesinde, Refahyol Hükümeti'nin yıkılması ve yeni hükümetin kurulması sürecinde yaşananlara yer vermiş. 28 Şubat MGK Toplantısı'ndan sonra Erbakan'la yaptığı görüşmede iki alternatif sunmuş. "İki yol var. Birinci yol, MGK kararları tavsiye kararlarıdır. Bunları Meclis'e götürürüz. Meclis'in uygulamaya karar verdiği kararlar uygulanır, 'uygulamayacağım' dediği kararlar uygulanmaz. İkinci yol ve bana göre doğru olanı, komutanların emekliye sevk edilmesi ve erken seçime gidilmesi" demiş. Ancak, Erbakan Demirel'in onaylamayacağı ve gerginliğin yükseleceği gerekçesiyle bu teklifi geri çevirmiş. Karadayı görüşmesi Yine Çiller'in ifadesinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ile 16 Nisan 1997'de yaptığı görüşme, "Karadayı"nın ismi geçmeden yer alıyor. Çiller, savcıya "Başbakan'a vekalet ettiğim dönemde, Genelkurmay Başkanı'nı ziyaret ettim. Basında çıkan haberler ve askerin tavrı nedeniyle Türkiye'nin demokrasisinin yabancı ülkeler nezdinde zarar gördüğünü, bunun memlekete bir faydası olmadığını izah ettim" bilgisini vermiş. Bütün bunların ardından Erbakan'la başbakanlığı kendisine devretme konusunda vardıkları uzlaşmayı, Demirel'in RP-DYP ve BBP milletvekillerinin imzalarına rağmen görevi Yılmaz'a vermesini anlatmış. Yılmaz'ın görüşmeye geldiğinde kendisine "Hükümeti sizinle kurmamızı istiyorlar" dediğini, "Kim istiyor" diye sorduğunda ise "parmağı ile omzunu işaret ederek" askerlerin istediği cevabını verdiğini aktarmış. "Bu hükümet milletin hükümeti olmaz" diyerek bunu reddettiğini belirtmiş.

Reşat Nuri Erol
05.10.2012
08:08

Süleyman Sargın İmam hatipli olmak

İmam hatip okulları son düzenlemeden sonra yoğun bir tartışmanın konusu oldu. İmam hatip okullarına haklarının geri verilmesinden rahatsız olanlar da vardı, imam hatiplerin misyonunu tamamladığını iddia edenler de. İmam hatiplerden rahatsız olanlar bahsimizin dışında. Ancak bu okulların misyonunu tamamladığını söyleyenlere katılmak mümkün değil. Bu konuda konuşanların en önemli eksiği imam hatipli olmamaları. Sadece sosyolojik bir kısım gözlemlerle analizler yapmak bizi bu konuda sağlıklı bir sonuca götürmüyor. İmam hatipler ilk olarak medreselerin kapatılmasından sonra 1924 yılında kuruldu. O dönemde dört sınıflı 29 tane imam hatip okulu açıldı. Ancak bu okullar uzun ömürlü olmadı. Birkaç sene içinde hepsi kapatıldı. 1949 senesinde dönemin iktidar partisi CHP, Ankara ve İstanbul'da iki tane imam hatip kursu açtı. Bir süre sonra kurs sayısı sekize çıkarıldı. Din derslerinin eğitim-öğretim müfredatına konulması da bu dönemde oldu. Okulların dördüncü ve beşinci sınıflarında seçmeli olarak okutulmak üzere din eğitimi başladı. CHP'nin önerisi ile Ankara Üniversitesi bünyesinde ilk ilahiyat fakültesi açıldı. Demokrat Parti iktidara gelince mevcut imam hatip kurslarının yetersiz olduğuna kanaat getirip imam hatip okullarının açılmasını kararlaştırdı. Adana, Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Kahramanmaraş'ta ilk imam hatip okulları açıldı. Daha sonraki dönemlerde imam hatip okulları hızla çoğaldı. En fazla artış Süleyman Demirel'in başbakan olduğu dönemlerde yaşandı. 28 Şubat döneminde ise bu okullara en büyük darbe vurulurken Sn. Demirel cumhurbaşkanıydı. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 70'li yıllarda İzmir'deki hizmet faaliyetleri içinde imam hatip hizmetleri önemli bir yer tuttu. Kestanepazarı Kur'an Kursu'nda başlayan hizmet yılları, İzmir İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi etrafında yoğunlaşarak devam etti. Nuri Sevil, Ali Rıza Güven ağabey gibi isimlerle Hocaefendi, imam hatip hizmetinin hep içinde oldu. Ülkenin ihtiyacı var Kim ne derse desin, imam hatipler bu ülkenin gerçeği ve ihtiyacıdır. "Arka bahçe" sözü ne kadar gereksiz ve zararlı idiyse, "imam hatiplerden hiç terörist çıkmaz" lafı da o kadar gereksizdir. Her okuldan her türlü insan çıkabilir. Bu tür iddialı beyanlar, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ancak imam hatipler bu milletin evlatlarının dinlerini öğrenmeleri, ahlak sahibi olmaları, Kur'an'ı hakkıyla tilavet etmeleri açısından hayati bir misyona sahipler. Bu okullardan mezun olanların sadece mesleki yönlendirmeye tabi tutulmaları, başka üniversitelere girişlerine engeller konulmak istenmesi zulümdür. Kur'an'ı güzel okuyan bir doktorun kime ne zararı olabilir? Ya da dini hassasiyetlere sahip bir mühendisin, kaymakamın, hakim ve savcının nasıl bir tehlikesi vardır! Ben de bir imam hatipli olarak, beni bu okullara gönderen babama ve merhume valideme her zaman dua ediyorum. Dünyaya bir kere daha gelsem tereddütsüz yine imam hatibe giderim. İmam hatip yıllarım, hayatımın en güzel ve dolu dönemlerinden oldu. Bugün hâlâ hayırla yâd ettiğim Naci Arıcı, merhum Dursun Savcı, merhum Mehmet Şendoğan, İbrahim Gürler, Mustafa Kaya, Mahmut Şendal ve daha pek çok kıymetli hocam, dua listemde hep yer aldılar. Allah hepsinden ebeden razı olsun. Yeni düzenleme, eksikleriyle birlikte çok hayırlı ve dualara vesile bir düzenleme oldu. İmam hatip ortaokullarında Kur'an dersinin iki saatle sınırlı kalması en büyük handikap. Buna rağmen bu okullar, kendilerine yakışan performansı ortaya koyacak, haklarındaki hüsnüzan ve beklentileri boşa çıkarmayacaklardır. İmam hatipler sadece kuru bilginin öğrencilere yüklendiği okullar olmamalı. Dine ait bilgiler kadar, dinin ruhunun da öğrencilere anlatılması önemli. İrşat ve tebliğin, dine hizmetin farzlar üstü farz olarak ehemmiyet kazandığı bir dönemde imam hatiplerin bu duygudan mahrum yetiştirilmeleri büyük vebal olur. Dini öğrenmek kadar yaşamanın da gerekli olduğunu çocuklarımız bilmeli. Temsilin tebliğden önce geldiğini onlara idrak ettirmeliyiz. Sorumluluk yüklüyor İmam hatipli olmak, insanın vicdanına tabii bir sorumluluk yüklüyor; temsil sorumluluğu. İmam hatipli, dürüst adamdır. Onun ince hesaplarla, kurnazlıklarla işi olmaz. İmam hatipli, gönüldendir; davranışlarında hep Kur'an edalı bir samimiyet nümayandır. Sevecendir imam hatipli, itici değildir. Onun gönlünde herkesin oturabileceği bir sandalye vardır. Vefalıdır, hasbidir, diğergamdır. Çilelidir aynı zamanda ve bu toprakların çocuğudur. Ülkesine, milletine, bayrağına yürekten bağlıdır. Kendisine yapılan onca haksızlığa rağmen gücense de kırıp dökmemiştir. Birilerinin dükkânlarını yakmamış, arabaların altına bomba koymamıştır. Gösteri yapıyorum diye kaldırım taşlarını yerinden söküp tazecik çiçekleri sopalarla dövmemiştir. İmam hatipli, bu sorumluluğun farkında olarak, dünyanın neresinde olursa olsun muhtaç gönüllere iman, Kur'an hakikatlerini taşımanın derdini yüreğinde hissetmelidir. Allah'ı bilmeyen, Resûlullah'ı tanımayan her insan, onun sinesinde bir yük olarak durmalı ve bu ızdırapla iki büklüm halde elinde tulumbasıyla imdada koşmalıdır. Artık imam hatipler için slogan dönemi bitmiş, hizmet, fedakârlık, koşturma ve temsil dönemi başlamıştır. Yıllar sonra Allah'ın yeniden ihsan ettiği bu nimetin hakkını vermek imam hatiplerin en önemli görevidir. Henüz ilk senesi olmasına rağmen imam hatip ortaokulları ciddi bir teveccühe mazhar oldu. İnanıyorum ki önümüzdeki senelerde bu, katlanarak büyüyecektir. Millet, okuluna sahip çıkacaktır. Milli Eğitim Bakanlığı da bu ilk seneyi çok iyi etüt ederek, eksikleri, kusurları tespit etmeli ve bu okulların her yönüyle mükemmel olmaları için gerekeni yapmalıdır. s.sargin@zaman.com.tr 05 Ekim 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
05.10.2012
09:43

'Gülen ile AK Parti tabanı aynı ama...' Başbakan Başdanışmanı Hüseyin Besli "kazanımlar söz konusu olduğunda, o kazanımlar nasıl paylaşılacak büyük problemler çıkar" dedi... MEMUR HABERLERİNİN YENİ ADRESİ... GAZETECİLER.COM - A Haber'de Selin Ongun'un sunduğu Bi Sormak Lazım programı Başbakan Başdanışmanı Hüseyin Besli'yi konuk etti. Besli, AK Parti tabanı ile Gülen cemaati tabanı arasında fark olmadığını dile getirdi. "AK PARTİ İLE GÜLEN TABANI ARASINDA FARK YOK" Tabanlarında hiçbir problem olduğunu zannetmiyorum. Ama belki yöneticilerin yönetme algısı, ya da yönetme şeklilerinde problem olabilir. Taban tabii ki örtüşüyor hiçbir fark yoktur. Bu tür yapılar büyüme aşamasındayken hiçbir problem yoktur, herkes yardımlaşır, herkes can siperhane çalışır. Kendisinden beklenilenden daha fazla fedakarlıkta bulunur. Maddi ve manevi fedakârlıkta bulunur. "KAZANIMLARI PAYLAŞIM PROBLEMLERİ ÇIKAR" Ama belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman onu yönetmek bir problem olmaya başlar. O yapının üzerinden de bir takım kazanımlar elde etmek söz konusu hale gelir. O kazanımlar söz konusu olduğunda, o kazanımlar nasıl paylaşılacak büyük problemler çıkar. Kendi içlerinde de çıkart, dışarıya karşı da çıkar. Türkiye'de bugün Gülen Cemaati üzerinden hükümetle ilişkilendirilen veya ilişkilendirilmeyen bir tartışma varsa, tartışmanın altında asıl yatan budur. Bu cemaat öyle bir büyüklüğe ulaşmıştır ki, artık kazanımlar söz konusudur bu yapı üzerinden. Bu kazanımı kim nasıl kullanacak ve nasıl yönlendirecek. "ERDOĞANSIZ AK PARTİ ÖKSÜZ KALIR" Tayyip Erdoğansız parti öksüz kalır. Bu çok net ve belirgin bir şey. Doğru veya yanlış. AK Parti ile Tayyip Erdoğan özdeşleşmiştir. Bu sadece Türkiye içinde de değil, dünyaya açıldığımızda da öyle. Ortadoğu'da, Avrupa'da... Bu ikisini birbirinde n ayırmak tabii ki çok kolay almayacak ve partiyi öksüz halde bırakacaktır. Ondan sonra yükü omuzlayacak kişiler hiçbir zaman tırnak içerisinde "lider" olmayacak. Ama iyi bir parti başkanı olur. Bu öksüzlüğünü mümkün olduğu kadar az hissettirecek, her an hissettirmeyecek Bir toparlama ve derleme yaparsa, üç dönem dolduranların gelmediği, yani tamamen yeni unsurların, yeni düşüncelerin, yeni dinamiklerin katıldığı o yapıyı bu yenilik üzerine inşa ederse öksüzlüğün acısı mümkün olduğu kadar azaltır diye düşünüyorum

Reşat Nuri Erol
06.10.2012
06:12

Bize Müslümanlığı siyasete karıştırmadan dindarane hayat yaşamakla yetinin diyenler dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamıyorlar. Hem sorunların akut hale gelmesine sebep oluyorlar hem insanlığı İslam’ın yeni bir politik kültür geliştirme imkânından mahrum ediyorlar. Küresel durumda din, felsefe, siyaset, iktisadi ve sosyal hayat birbirinden ayrı düşünülemeyecek çerçevede entegredirler. Dini bunlardan ayırdınız mı, ruhunu ve aklını iptal ettiğiniz insanı –beşeriyeti- kendi dramı ve trajedisiyle baş başa bırakmış olursunuz.

Ali Bulaç Yeni politik kültür Modern paradigmanın parçalanıp her bir parçanın özerkleştiği postmodern zamanda siyaset üzerinde yeniden düşünme zarureti var. Sol, milliyetçi ve liberal siyaset felsefesi yeni dönemin önümüze koyduğu sorunları çözecek modeller geliştiremiyorsa, modern dünyadan aldığı etkiler kadarıyla klasik İslamcılık da yeni duruma cevap verebilecek durumda değiller. İsteyen eskiden kalma malzemeyle siyaset yapabileceğini düşünebilir. Ancak kendini empoze eden somut tarihsel ve toplumsal durum şu ki, yeni bir politik kültürün eşiğindeyiz. Bir kere 18. yüzyılın rasyonalizmi ve 19. yüzyılın pozitivizminin arka planını beslediği siyaset çoktan geride kalmış bulunuyor. Demokrasilerin doğdukları Batı dünyasının özel şartlarında güvenliklerini laiklikte aramaları bugün bize çok şey ifade etmiyor. Laiklik sekülarizmi, sekülarizm nihilizmi doğurdu. Ekonomik, sosyal, askeri ve uluslararası ilişkilerde devletlerin veya hükümetlerin aldıkları merkezi kararların hem ulusal hem bölgesel ve küresel düzeyde doğurdukları derin etki, liberal tezin salt bir iddia olduğunun yeterince göstergesi. Merkez Bankası’nın alacağı bir karar “serbest” zannettiğimiz piyasayı bir anda etkiliyor; Obama’nın veya Romney’nin seçilmesinin Ortadoğu’ya farklı etkileri ve maliyeti var. Şu halde “ideolojilerden ve müdahaleden bağımsız birey kararları veya serbest piyasa” tezi, liberal felsefenin ideolojisi ve politik ikna aracından ibaret. Ulus devletler zayıflıyor, tümden ortadan kalkmasalar da egemenliklerinin bir bölümünü yerel ve yöresel olana, küresel ve bölgesel aktörlere devretmek zorunda kalıyorlar; bu da bizzarure siyasi olarak merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini zaruri kılıyor. Üretim yapısı kökten değişti. Elimizdeki politik malzeme bunu yeniden formüle etmeye yetmiyor. Modernizme göre olan model politik, sosyal ve kültürel –kaba veya rafine- merkeziyetçiliği; postmodernizme göre olan model ise parçaların her birini özerkleştiriyor, ayrıştırıyor, sonra kutuplaştırıp çatıştırıyor. Çatışma dinler ve mezhepler; etnik gruplar, erkekler ve kadınlar; zenginler ve yoksullar; farklı kültürel gruplar arasında vuku buluyor. Postmodern durum, askeri müdahalelerin ve darbelerin önünü kapatıyor, 15 milyonluk bir kenti hiçbir askeri cunta tam olarak denetleyemez, hiçbir ideoloji de farklı sosyal ve kültürel grupları görece tatminkâr bir şemsiye açmadıkça kendi hegemonyası altında birlik ve uyum içinde tutamaz. Askeri müdahaleden ümidini kesen devletlerin derin güçleri denetimi eğitim, medya, stk’lar, demokratik örgütler, sendikalar ve popüler kültür üzerinden sürdürmek istiyorlarsa da, sivil eğitim talebi, sosyal medya-internet, kontrol dışı toplumsal gruplaşmalar ve ister faydalı ister zararlı-yıkıcı marjinal gruplar söz konusu denetimi imkansızlaştırıyor. Dünün tehdit tanımında yer alan sorunlar nitelik değiştiriyor. Terör tanımı devletlere göre farklı, terörü siyaset aracı kullananlara göre farklı yapılıyor. Silahlanma, küresel-bölgesel ve ulusal eşitsizlikler; yaygın uyuşturucu ve alkolizm; cinsel sapmalar; çevrenin tahribi, ekolojik sorunlar ve küresel ısınma; erkek-kadın arasındaki fıtri ilişkinin bozulması; uyuşturucu, silah, kadın ve insan kaçakçılığı; organize suç örgütlerinin artan etkinliği; gençlere ve çocuklara yönelik faaliyet gösteren sapkın tarikatlar, sektler, satanist akımlar; sinema, televizyon üzerinden empoze edilen pop ve top kültürün zihni çökertmesi; Batı’nın kendi demokrasi modelini ve kültürel değerlerini “liberal müdahaleci”liğe gerekçe gösterip ülkeleri işgal etmesi; savaşlarda sivillere verilen zarar; milyonlarca insanın göçmen/mülteci durumuna düşmesi; Batı’da gelişen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamfobia vb. sorunlar. Modernliğe göre kurulmuş demokrasiler bu konularda bize bir çıkış yolu gösteremiyor. Bize Müslümanlığı siyasete karıştırmadan dindarane hayat yaşamakla yetinin diyenler dünyanın içinden geçmekte olduğu derin krizi anlamıyorlar. Hem sorunların akut hale gelmesine sebep oluyorlar hem insanlığı İslam’ın yeni bir politik kültür geliştirme imkânından mahrum ediyorlar. Küresel durumda din, felsefe, siyaset, iktisadi ve sosyal hayat birbirinden ayrı düşünülemeyecek çerçevede entegredirler. Dini bunlardan ayırdınız mı, ruhunu ve aklını iptal ettiğiniz insanı –beşeriyeti- kendi dramı ve trajedisiyle baş başa bırakmış olursunuz. a.bulac@zaman.com.tr 06 Ekim 2012, Cumartesi





Sayı: 172 | Tarih: 30.09.2012
Emre Kongar
Değişen Politikalar, Değişmeyen Baskı, Yitirilen
Denge
2109 Okunma
23 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Şevket Eygi
PKK Nasıl Bitirilir?
Kürk Sorunu ve Çözümü
1403 Okunma
Emine Hocaoğlu
Yusuf Kaplan
Bozkırda gök ekini biçen toprağın sesi ve meyvesi
İki vaiz
1375 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
AK Parti’nin 11 yıllık fotoğrafı
Bir başka açıdan fotoğrafı
1299 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Herkesin ulaşabildiği çok gizli bilgiler...
Yeryüzünün Şımarıkları
1259 Okunma
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Ak Partinin en büyük sıkıntısı
Güce İman Etmesi
1182 Okunma
Zafer Kafkas


© 2024 - Akevler