Reşat Nuri Erol
03.09.2012
08:10
| İbrahim Öztürk
Ekonomide ne oldu, ne olacak? (4)
Ekonomide son on senede kaydedilen başarıları ve göreceli zaafları inceleyerek, önümüzdeki dönem nelerin yapılması gerektiği konusunda dersler çıkartmaya çalışıyoruz.
2002-2006 dönemindeki yüksek büyüme, hızla düşmeye devam eden enflasyon ve sürekli iyileşen mali yapının kaynakları şöyleydi: Uygun dış alem, artan dış ticaret ve kolay kredi kaynakları. AB de Türkiye için taşıyıcı oldu. Ekonomide amacı, araçları ve sınırları belli tutarlı bir model vardı. Amaç; büyümeye dönmek ve makro ekonomik istikrarı tesis etmekti. Verimlilik sıçradıkça büyümenin kaynakları hızla toplam faktör verimliliğine (TFV) kaydı. Kamuda yüksek tasarruf eğilimi, idarede yüksek meşruiyet, güçlü ve taşıyıcı bir liderlik ve nihayet istikrarın hakim olması işin özünü oluşturdu.
Bugün 2006 sonrasını özetleyelim. Türkiye krizi nispeten iyi idare etmişti. Ancak 2006'dan beri hızla geçerliliğini kaybeden iktisadi yapı sebebiyle kriz en çok da Türkiye'yi vurdu. Sırf mali sektör göreceli olarak iyi durumdadır diye Türkiye'nin 'gizli krizi' saklandı, sorunlar halının altına süpürüldü. Oysa krizde daralan ekonomi ve işsizlikteki sıçrama ile, kriz sonrası fena halde geri dönen cari açık ve enflasyon baskısı bu yapının artık S.O.S verdiğini, bozulmanın kronikleştiğini gösteriyor.
2007 ve sonrasında ray değiştirme gereği açıktı. Artık büyüme sert bir şekilde daralıyor, buna rağmen cari açık ve enflasyon baskısı geri dönüyordu. Şimdi ister yüksek ister az büyüyelim cari açık bakidir. Eldeki yapının ömrü bittiği halde, yeni bir yapıya geçecek reformlar yapılamadı. Dış alem bozulmaya başladı. Bir yandan girdi maliyetleri hızla artarken, bunu dengeleyecek verimlilik katkısı da zayıfladığından ekonomi bunu bünyesinde eritemedi.
AB destekten çıkıp açık bir kösteğe döndü. Yerli oligarşi bir kez daha seçimle gönderemediği hükümeti çökertmek için ahlaksızca her cepheden harekete geçti. Kamu personel reformu, eğitim reformu, ticaret kanunu gibi bazı kritik reformlar hep engellendi.
Türkiye'nin iktisadi ve siyasi risk unsurları ekonomiyi, yönetilmesi zor bir ortama çekti. Faizler arttı. Bu dahi bir operasyondu. Yüksek faiz soygunu bir yana, nispeten yüksek kalan reel faizler ve değeri artma eğilimine giren TL sebebiyle içeride üretim ve rekabet alanı daralmaya başladı. Çölleşen üretim, artan oranlarda dışarıdan borçlanılarak ve cari açık verilerek kapatıldı.
Kredi kanalları ve tüketim odaklı büyüme öne çıkartılırken, halkı ve şirketleri tasarrufa yöneltecek neredeyse hiçbir adım atılamadı. Geçmişte kredi bulamamış, aşırı pahalı kullanmış olan piyasalarımız için 'kolay ve taksitli kredi' cazip kaldı. 'Ekmeğe dört taksit' modeli halkımızı yanılttı.
Öte yandan iyi ürün üretmek yetmez. Arkasında kredi mekanizması kritik değerdedir. Türkiye'de kendi KOBİ'lerimizin ürünlerini etkin olarak pazarlayacakları bir kredi-taksit sistemi tesis edilemedi. Yabancı, kur katkısını da yanına alıp, dev bankaları ile gelip, bir de aynı ürüne üç sene taksit koyunca, KOBİ'ler ürünlerini küresel devlerle aynı tezgâhta satamadı.
Alışveriş artan oranlarda AVM'lere kayarken, artık buralarda yeni yeni filizlenen yerli markaları bulana aşk olsun. Arka sokaklara püskürtüldüler. Bu teklifim hâlâ geçerlidir, yerli KOBİ'lere ve markalara AVM'lerde pozitif ayrımcılık getiren yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Kamu alımlarında yerliye pozitif ayrımcılık daha yeni yeni uygulanacak. Yasası yok, çıkacak. Bahsettiğim ortamda adeta ölüm aşamasına gelen KOBİ'ye 'can suyu' istemiyoruz. Hamle yapacağı bir iktisadi mimari istiyoruz.
Büyük mimari uygun olmayınca Türkiye'nin sektörel dönüşümü güdük kalıyor. Yüksek katma değer, inovatif ekonomi lafta kalıyor. Öncelikli lokomotif-stratejik sektörler arayışı lafta kaldı. Ekonomide düşük katma değerli geleneksel sektörler ile artan oranlarda fasoncu-tedarikçi hatta dışarıya bağımlı hale gelen ve sürekli ticaret açıklarına ve döviz kayıplarına sebep olan modern sektör hattında ikili bir yapı kemikleşti. i.ozturk@zaman.com.tr
i.ozturk@zaman.com.tr
http://twitter.com/iozturk69
http://www.facebook.com/iozturk69
03 Eylül 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
03.09.2012
08:11
|
02 Eylül 2012 Pazar
Yiğit BULUT
‘Faiz lobisi masaldır’ diyenler, iyi okuyun lütfen!
yigitbulut@stargazete.com
Bu ülkenin en büyük belası “faiz-siyasi-ekonomik manipülasyonlar” ile kanımızı emenlerdir! İnanmıyor musunuz! O zaman “sözü bırakalım” rakamlara bakalım;
-Türkiye, 1980-2011 sonu arasında 2 trilyon dolardan fazla kaynak elde etti. 1980-2004 arasında bu kaynağın 1.2 trilyon dolardan fazlası iç ve dış borçlanma ile elde edildi.
- 1980-2005 arasında vergiden elde edilen kaynaklar, borçlanma ile elde edilen kaynakların yarısından az olarak gerçekleşti.
- Paranın sistem dışında toplanması ve vergi toplayamamamızın sonucu ağır oldu ve yapılan borçlanmaya karşı son 30 yıl içinde, büyük kısmı 1980-2004 arasında olmak üzere; 450 milyar dolardan fazla, sadece faiz ödedik.
- Ödediğimiz iç borç faizi, dış borç için ödediğimiz toplam faizin dört ila beş katı olarak gerçekleşti. 1980-2005 arasındaki her dalgalanma, içerideki borcu katlarken, dalgalanmalarda elinde iç borç senedi bulunduran binde 1’in altında gerçek ve tüzel kişi inanılmaz gelirler elde etti.
- 450 milyar faiz ödediğimiz 2004’e kadar olan dönemde sadece 80-100 milyar dolar arası değişen bir yatırım yaparken, 250 milyar dolara yakın da bir personel giderimiz oldu. Bu noktada ortaya çıkan çarpıcı veri, personel giderimiz ile yatırım yaptığımız tutarın toplamı ödediğimiz faiz kadar olamadı. Daha açık yazayım: 1980-2004 arasında “Devletin çalıştırdığı personele ödediği paranın üstüne yaptığı yatırımı da” ekleyin “faiz lobisine” ödenen rakama ulaşmıyor!
- Yatırım harcamalarımız 1980-2002 arasında 2.5-3 kat arasında bir artış gösterirken, iç borç faiz ödemelerimiz 75, dış borç faiz ödemelerimiz ise 19 kattan fazla arttı. İç ve dış borçlara ödediğimiz faizdeki artış oranı ilk başladığı noktaya göre ortalama 50 kattan fazla bir artış gösterdi.
- 2001 krizi sonrası dönemde faiz rekoru 2004 yılına ait. 150 katrilyonluk 2004 yılı konsolide bütçesinin 66 katrilyonu faiz ödemesine ayrıldı. 1.50 TL’lik kur ile hesapladığımızda basit faizini dahi koymadan ödediğimiz miktar tam olarak 52 milyar dolar. 52 milyarı 52 haftaya bölersek bulduğumuz sonuç, haftada 1 milyar dolar, günde 166 milyon dolar.
- 1999-2004 arasında ödediğimiz faiz haftalık 700 milyon dolar ile 1 milyar dolar arasında değişti.
- IMF kovulduktan sonra “haftalık faiz ödememiz” iyice düşerken, 57. Hükümetin başlayıp Kemal Derviş’in tamamladığı kurgunun sonucu olan 2004 yılı rekoru, yani haftada 1 milyar dolara bir daha yaklaşılmadı! 2004 sonrası ortaya konan politika ile Türkiye “faiz prangası” ve IMF’den kurtuldu!
- 1980-2004 arasında yatırım harcamalarının toplamı toplam borçlanmanın yüzde 10’unun bile altında kalırken, topladığımız toplam verginin yüzde 15’inin altında kaldı. 2004 sonrası bu veriler “normale” dönmeye başladı ve 2011’den itibaren AB ülkelerinin ortalamasının üstüne çıktı.
- 1994 krizi ile 2004 arasındaki 10 yılda Türkiye 26 milyar dolara yakın bir yatırım yaparken, 90 milyar dolarlık personel harcaması yaptı. Buna karşılık aynı dönemde sadece iç borcun faizine 189 milyar dolar, dış borcumuzun faizine de 39 milyar dolarlık bir kaynak ayırmak zorunda kaldık. 2009 sonrası yatırım harcamaları faiz harcamalarına göre çok ciddi bir artış gösterdi.
- 2004 yılından itibaren başlayan “mücadele” sonuç verdi ve “medya baskısı ile IMF anlaşmasına” zorlanan Türkiye, her türlü siyasi-finansal manipülasyonu aşarak IMF’yi kovarken, ekonomik verilerini AB ülkelerinin üstüne taşıdı. Faiz lobisine “DUR” denmesiyle milli gelir 2004-2012 arasında dolar bazında “5 katına çıkarak” 750 milyar doları aştı!
Sonuç: Yukarıdaki rakamlara iyi bakın ve bu ülkenin “kanını emenlerin” son 10 yılda “ne kadar milyar dolardan” olduğunu ve bugün “ellerindeki imkanlar” ile ne yapmaya çalıştıklarını lütfen sorgulayın!
|
Reşat Nuri Erol
03.09.2012
08:13
|
Joost Lagendijk
AKP'yi değerlendirmeden geçirmek
Bu tesadüf olamaz. Eşimle birlikte Türkiye hakkında yazdığımız kitabın geçen hafta kilit bölümlerinden birini bitirmek üzereydim.
Bu sonbahar Hollandaca yayımlanacak kitap, günümüz Türkiye'sinin nasıl işlediğini, Türklerin niye böyle düşündükleri ve davrandıklarını açıklamaya çalışıyor. Birkaç gün önce bitirmek istediğim kısmın ilk bölümü İslam ve laiklikle ilgili, ikinci bölümü de iktidar partisini ele alıyor. O bölümde, Hollanda'da AKP ile ilgili tartışmalarda hep ortaya atılan türden sorulara yanıt vermeye çalışıyoruz: AKP nasıl bir partidir? İslamcılar mı, değiller mi? Performansları nasıl değerlendirilmeli?
Hollanda'da Türkiye'ye dair bilgisi yüzeysel ama ilgisi çok okurları aydınlatacak ikna edici yanıtlar formüle etmeye çalışırken, görmüş geçirmiş ve bilgi hazinesi geniş Türk köşe yazarlarının AKP hakkında kaleme aldıkları çok sayıda makaleyi okumaktan kendimi alamadım. Hepsini, geçmişte AKP'nin pek çok politikasını desteklemiş, hatta bazısı peş peşe seçimlerde AKP'ye oy atmış eleştirel zihinler diye niteleyebilirim. 2012 yılına geldiğimizde ise AKP ile ilgili genel yargıları olağanüstü olumsuz. Erdoğan ile partisinin 2002 ile 2010 yılları arasında attığı olumlu adımların hakkını teslim etseler de, AKP'yi, o dönemde öylesine çekici hale getiren reform yolunu bıraktığı için ağır biçimde eleştiriyorlar. Artık AKP'yi statükoya razı gelen, ordu ve bürokrasi gibi geçmişin egemen çevreleriyle uzlaşan bir parti olarak görüyorlar. Bu zihniyetin en yeni ve net örnekleri, geçen yılın sonunda hava bombardımanıyla yanlışlıkla onlarca masum insanın öldürüldüğü Uludere'de olan bitenleri açıklama isteksizliği, şike skandalındaki kirli taviz ve elbette, hepsinden önemlisi, Kürt sorunuyla uğraşırken güvenlik temelli stratejilere geri dönülmesi. AKP, iktidarda 10 yıldan sonra, başbakanın geçmişte koyduğu hedeflerden biri olan Türkiye'yi birinci sınıf demokrasi yapmaya yönelik reformları devam ettirmek için vizyon, fikir ve hevesten yoksun bir parti haline gelmekle eleştiriliyor.
Bu gerilemeye getirilen izahatlar birbirinden farklı. Cengiz Aktar, bir türlü kökü kazınamayan milliyetçilik virüsünün iktidar partisine de ölümcül biçimde bulaşmış olmasından korkuyor. İhsan Yılmaz, hayal kırıklığına uğratan performansı 'AKP'nin ANAP'laşması' diye niteleyerek, Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'nin 1980'leri iktidarda geçirdikten sonra azim ve coşkusunu kaybetmesi örneğini veriyor.
Ama hepsi de, AKP'nin ilk iyi yılları ile sonraki kötü yılları arasında bir ayrım yapıyor. Bu da, bana, solcu entelektüeller arasında Karl Marx hakkındaki eski bir tartışmayı hatırlatıyor. Karl Marx'ın tarihe yaptığı katkıya değer biçerken, kimileri, Genç Marx ile Yaşlı Marx diye bir ayrım yaratmıştı. Marx, ilk kitap ve makalelerinde kendini yabancılaşmaktan kurtulmaya ve özgürleşmeye odaklanmış idealist bir filozof olarak sunar. Dogmacı olmayan sosyalistler onun bu ilk, hümanist evresini sever. Marx, yaşamının ikinci bölümünde ise kapitalizmin ekonomik ve toplumsal kurallarını, bunların kaçınılmaz olarak sosyalist devrime götüreceğini vurgulamıştır. Bu belirlenimcilik, daha liberal görüşlü hayranlarının pek hoşuna gitmese de, tutucu komünistler arasında epey popülerdi.
AKP de, çok parlak başlayan ama bir şekilde kötü yola düşen bir parti olarak mı geçecek tarihe? Ya da bu belirlenimci mantığı reddedip, tutulmayan sözler ve kaçırılan fırsatlarla dolu izbeliğe düşüşü önlemenin çarelerini mi aramalıyız? İyimserliğini koruyan Aktar, çok fazla tabunun yıkıldığına ve artık AKP'nin cini şişeye geri sokmayı başaramayacağına inanıyor. Markar Esayan, AKP'nin, pragmatik ve çok geç olmadan demokratik reformlara geri dönecek kadar akıllı olduğunu düşünüyor.
Tüm bu yorumları okuduktan sonra, memleketlilerime ne yazacağım konusunda kafam iyice karıştı. AKP'nin ilk yıllarına düzülen övgülerin çoğuna katılıyorum ve son yıllardaki performansıyla ilgili hayal kırıklığını kesinlikle paylaşıyorum. Benim asıl endişem U dönüşü ihtimaliyle ilgili, çünkü bir kez tattıktan sonra iktidarın keyfine direnmek güçtür ve ufukta da gerçek bir alternatif gözükmemektedir. Kitabımız yayımlandığında, şüphelerimizin ve itirazlarımızın üstesinden gelip gelemediğimizi, geldiysek de bunu nasıl yaptığımızı öğreneceksiniz.
j.lagendijk@zaman.com.tr
j.lagendijk@zaman.com.tr
02 Eylül 2012, Pazar
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
04:17
| Osman Özsoy
oozsoy@yenisafak.com.tr 04 Eylül 2012 Salı
Erdoğan'sız Türkiye fotoğrafı...
Bir yandan AK Parti için, 'Çok güçlü olduğu için mi alternatifsiz, yoksa alternatifsiz olduğu için mi çok güçlü' tartışmaları yapıla dursun, öbür yandan AK Parti'nin 30 Eylül'de gerçekleştireceği büyük kongre için geri sayım da başladı.
Türkiye'de siyaset sahnesinde yeni bir dönemin başlamasına az kaldı.
AK Parti kuruluşunun hemen ardından geldiği iktidarda 10 yılını doldururken, siyaset sahnesinde yeni bir döneme perdelerini de aralamak üzere.
Her siyasi parti daha kuruluş aşamasında kendi çapında bir iddia ile yola çıkar.
Ve her siyasi parti yasal süresi geldiğinde kongre yapar.
Siyasi partinin iktidarda veya muhalefette olmasına, siyasetteki iddiasına ve toplumdaki karşılığına göre bu kongreler kamuoyunda 'hak ettiği ölçüde' ilgi de görür.
Bu defa durum farklı...
Çok partili siyasal yaşama geçildiği günden bu yana, siyaset sahnesinin en güçlü aktörlerinden biri haline gelmiş olan AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'nin 30 Eylül'de yapılacak kongresinde son defa aday olacağını yıllar önce deklare etti.
Türk siyasi hayatında daha önce örneğine rastlanmamış bir tablo ile karşı karşıyayız.
Görünen o ki, bu yolun artık dönüşü de yok.
Verilen söz tutulacak ve bir daha aday olmayacak.
Böylesine güçlü ve Türkiye koşullarında yaşça genç sayılabilecek bir siyasetçinin, önünde Çankaya seçeneği olsa bile, üzerinde Başbakanlık sıfatı varken aktif siyaset yaşamından ayrılıyor olması uzun yıllar konuşulacaktır.
Bu gelişme ile birlikte Türkiye, 1 Ekim sabahı itibariyle siyasette yeni bir dönemi tartışıyor olacak.
Bu tablonun kısa adı, siyaset sahnesinde karşımıza çıkması muhtemel "Erdoğan'sız Türkiye fotoğrafı"dır.
Hiç kuşkusuz siyaset sahnesinde "Erdoğan'sız Türkiye fotoğrafı" için en az 2 yıl daha zaman var.
Fakat Türkiye'deki siyasetin genel doğası, pergelin bir ucunu siyaset sahnesinde öyle veya böyle bir zemine tutturup, diğer ucunu mümkün olan en geniş açı ile ileriye doğru uzatabilme şeklinde işlediğinden, siyasetle ilgili herkesin yeni döneme uygun pozisyon alma çabaları da kaçınılmaz olacaktır.
Bu nedenle, AK Parti kongresinde yönetim yeniden şekillenirken, siyasette yeni senaryolar da buna göre yapılacaktır. Bloklaşma ve gruplaşma temayülleri artacaktır. Her milletvekili ve teşkilat mensubu, siyaseten kendisini daha güvende hissedeceği limana doğru seyir haline geçmek ve yeni bir pozisyon almak ister.
Tüm bunlar siyasetin, hatta insanın doğasında olan haller.
Siyasette her yeni gelişme, yeni bir durum değerlendirmesini de beraberinde getirir.
Yılların siyasetçisi Başbakan Erdoğan'ın, son defa aday olacağını açıkladığı 30 Eylül'deki kongreyi takip eden zaman diliminde, parti içinde bazı kıpırdanmaların olabileceğini öngörmemesi düşünülemez. Bu nedenle, en az hasarla bu süreçleri atlatabilmek için muhakkak bazı adımlar atacaktır.
Nitekim, Başbakan Erdoğan kongre öncesi istişare mekanizması için düğmeye bastı. AK Parti'nin tüm milletvekili ve kurucular kurulu üyeleri Ankara'ya davet edildi. Toplantı yarın AK Parti Genel Merkezi'nde yapılacak.
Başbakan Erdoğan'ın bundan sonraki kariyer planları açısından parti içindeki bütünlük görüntüsü önemli. Ne Türkiye'deki siyasi tablonun bu haliyle uzun süre devamı mümkün, ne de Türkiye'nin çevresindeki ve dünyadaki gelişmelerin öngörülebilir bir çizgide devam etmesi...
İç ve dış gelişmeler açısından her an her şeyin olabileceği kaygan bir zeminde yol alıyoruz.
Ekonomik, siyasi ve güvenlik açısından kendilerini yeteri ölçüde güvende hissetmeyen seçmenler, yapılan seçimin mahiyeti ne olursa olsun, önlerine sandık konulduğunda yönetimlere mesaj verme arzusunda olurlar.
2008 yılının ikinci yarısından itibaren yaşanmaya başlanan küresel ekonomik krizin kısmi yansımaları nasıl ki 2009 yerel seçimlerinin sonuçlarına az da olsa etki etmişse, bundan sonraki süreçte seçmenin önüne konulacak ilk sandık olan 2014 yerel seçimleri öncesinde de, bugün için öngörülmesini mümkün olmayan iç ve dış gelişmeler siyasi dengeleri etkileyebilir.
Yaklaşan 2014 yerel seçimlerinde AK Parti istediği sonucu alamazsa, Başbakan Erdoğan'ın durumu, 1989 yerel seçimlerinde beklediği sonucu alamadığı için Çankaya'ya çıkmayı adeta bir çıkış kapısı olarak gören Başbakan Özal'la aynı olmaz. O zaman cumhurbaşkanını Meclis seçiyordu, şimdi ise ilk defa halk seçecek. Her seçim bir sınavdır ve hiçbir seçimin sonucu yüzdelik hesaplarla daha şimdiden kesin olarak öngörülebilir değildir.
Bir ay önce bu köşede, "Çankaya kimse için garanti değil" başlıklı bir yazı kaleme almıştık. Siyasette 2 yıl çok uzun bir süre. Türkiye'nin bugünkü durumu 2 yıl öncesi iç ve dış tabloya göre ne kadar farklı ise, 2 yıl sonrası da farklı olacak.
Başbakan Erdoğan'ın 2 yıl sonrasının Türkiye'sinde siyaseten bugünkü kadar itibarlı, bugünkü kadar güçlü pozisyonda olmama ihtimali de, bir seçenek olarak yine siyasetin doğasında olan bir durumdur. Üstelik son kez genel başkanlığa aday olduğunu ilan etmesi, teşkilatlardaki ağırlığının zamanla azalmasına zemin oluşturacaktır. Parti mensuplarının partinin önde gelen alternatif aktörleri arasında saf tutma çabasını artıracaktır.
Başbakan Erdoğan'ın siyasi kariyer planları ile Türkiye'nin siyasi tablosundaki alternatif senaryolar ve yapılan hesaplar içiçe geçti.
Çankaya'ya çıksın ya da çıkmasın, Erdoğan sonrası Türkiye'nin siyasi fotoğrafının şu an için kesin hatları ile öngörülebilir olduğunu iddia etmek güçtür.
Dilerim bu süreç Türkiye açısından sancısız geçer ve tarihin yeni bir döneme evrildiği şu zamanda Türkiye siyasi istikrarsızlıkla boğuşmak durumunda kalmaz.
Allah bugünlerimizi aratmasın.
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
04:20
|
Bülent Arınç siyaseti bırakacağını açıkladı
Arınç, "Aktif siyasetin içinde olmayacağım. Siyasetteki birikim ve tecrübelerimi özel hayatımda değerlendireceğim."
Aktif siyasete son
İşte Bülent Arınç'ın o açıklaması: 30 Eylül’de partimizin kongresini yapacağız. 75 kişi, 3 dönemi tamamladık. Tekrar milletvekili olmayacağız. Şahsen ben buna çok memnunum. Aktif siyasetin içinde olmayacağım. Siyasetteki birikim ve tecrübelerimi özel hayatımda değerlendireceğim.”
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
04:26
|
Dr. Burhan ÖZFATURA
Laf üretmeyi bırakalım...
www.burhanozfatura.org
Tarih : 2012.08.31
Sayın TBMM Başkanı, teröre karşı milli mutabakat açıklamasını yaptı. (Bazılarına göre, muhtıra verdi.) Gündem, yine demagojik açıklamaların işgali altına girdi.
- Şüphesiz, tüm partilerin ve kesimlerin, milli bir mutabakatta birleşmesi çok yararlı olacaktır. (Elbette, BDP bunun içinde yer almaz. Zira, terör örgütünün emrindedirler.)
- Ancak; iktidar olan AKP'dir. Görev ona düşmektedir. (Kaldı ki, terör AKP döneminde yapılan hatalar ve verilen tavizler yüzünden azmıştır.)
- Yine, TBMM'yi toplamak da Sayın Cemil Çiçek'in yetkisi dahilindedir. Her konu TBMM çatısı altında müzakere edilmeli, ciddi kararlar alınmalıdır. İş, bir tür platonik mutabakatlara kalmamalı, resmi hüviyet kazanmalıdır. (Bu durumda, CHP ve MHP'nin her türlü desteği vereceğine de eminim.)
- Sayın Başbakan, devamlı olarak sert beyanatlar veriyor, esip savuruyor; ancak terör azalmıyor - artıyor. Hatta azgınlaşıyor.
1- Devamlı saldıran durumda olan PKK. Biz ise devamlı savunmadayız. Saldırıyı püskürttük diye de adeta övünüyoruz.
2- Hudutlar kevgir gibi. Bölgede Devlet gücü etkisiz. Peşpeşe, aynı tabura, defalarca saldırı düzenleniyor. Aynı karakollara mükerrer saldırılar yapılıyor. Ve bunlar önlenemiyor.
Hududunu koruyamayan Devlet acizdir. Bizim hududlarımız da, teröristlerin ve onlara büyük mali kaynaklar sağlayan kaçakçıların kontrolü altına girmiş durumdadır. Ve bu çok yüz karası bir durumdur. Bakınız;
a) AKP iktidarında, 10 bin 80 iç güvenlik olayı yaşanmıştır. (16 Temmuz 2012 itibariyle) (Bu sayı, bugün için, çok daha yükseğe çıkmıştır.)
818 TSK personeli şehit olmuş, 2.290 evladımız da yaralanmıştır.
2.152 mayın ve patlayıcı madde kullanımı, yol kesme, sabotaj, kundaklama, yağma, adam kaçırma vb. olay yaşanmış; 268 evladımız şehid olmuş, 1.033'ü de yaralanmıştır.
Bomba ve mayın tuzakları, hergün yüreğimizde yeni yaralar açmaktadır. Ne yazık ki, bir türlü önlememektedir.
b) Karakol baskınları, ayrı bir iç yarası ve başarısızlık örneğidir. Bir türlü, söz edilen karakol inşaatları bitirilememektedir. Ne acıdır ki, gerekçe olarak terör örgütünün tehdit ve baskınları zikredilmektedir.
Aynı gerekçe, bitirilemeyen 11 adet baraj inşaatı için de söylenmektedir. Üç baraj bitmiştir, 8'i yarım kalmıştır. Bunlar bitince, teröristlere ait tüm mağaraların da su altında kalacağı ifade edilmektedir.
Sen, ciddi / kararlı / cesur / güçlü bir iktidar isen; saldırıları önleyeceksin, şantiyeleri / iş makinalarını ve çalışanlarını koruyacaksın. Tüm ülkeye hakim olacaksın. Teröre alan bırakmayacaksın. Savunan değil, saldıran olacaksın.
Başaramıyorsan da çekip gidecek, başarılı olabileceklere yol açacaksın.
En azından; Parti teşkilatının, milletvekillerinin bakanlarının engelleme yapmalarına izin vermeyeceksin.
Bu arada, hava üstünlüğünün avantajını tam anlamı ile kullanacak; sınır dışı operasyonlar için de ABD'nin ağzının içine bakmayacaksın.
c) BDP ve İmralı canisine, niçin bu kadar taviz verilmektedir? Niçin, böylesine ABD ve AB talimatlarına uyulmaktadır? Niçin Suriye / İran vs. ile bu kadar kavgaya girişilmektedir? (İşte, buyurun. Esad denen katil, upuzun Suriye sınırlarımızı, teröristlerin hakimiyetine veriverdi. Bu arada, sığınmacı diye gelenlerin ne olduğu da belirsiz. Koru, besle, himaye et ve nankörlük gör. Huzuru bozsunlar, isyan çıkarsınlar, polisimize saldırsınlar, bayrağımıza saygısızlık etsinler.)
d) Bu muazzam tutarlara ulaşan kaçakçılık furyası için, niçin tedbir alınmamaktadır? İlgili Bakan, ne kadar kaçak akaryakıt yakalandığı ile övünmektedir. Peki, yakalanmayan, astronomik kaçak miktarı nedir? Devletin kaybı ne kadardır? (Araba sayısı hızla artıyor, akaryakıt tüketimi ise düşüyor. Bazı şehirlerde her ev kaçak akaryakıt deposu durumunda değil midir?)
Devlet, kaçakçılıkları yapanları ve güzergahları bildiği halde, niçin önlememektedir? Güneydoğu'daki 34 plakalı lüks araçları da mı görmemektedir?
e) Son 5 yılda, uyuşturucu ile ilgili 101 bin operasyon yapılmış. 317 bin kg. esrar / 1424 kg. kokain / 14,2 milyon captagon hap ele geçirilmiş. 207.811 kişi yakalanmış. (Ayrıca, 1.546 kg. afyon / 196 kg. morfin / 76.921 kg. eroin / 5 milyon 279 bin extacy hap / 628.538 metamfetamin / 313 bin lt. asetik anhidrit ele geçirilmiş.)
Tablo ne kadar dehşet verici. Ve yakalanamayarlarla (bu arada, sigara / silah / çay / şeker / tuz / Çin malı / vs.) inanılmaz boyutlarda. Teröre giden, muazzam kaynaklar. Ve iktidar acz içinde. Hudutlar sahipsiz ve korumasız.
f) Lütfen muhalefet milletvekilleri bilgi istesinler. TOKİ ihalelerinin ne kadarı terör örgütüne kaynak aktaran, Güneydoğulu (güya) müteahhitlere verilmiştir? AKP'nin hangi milletvekilleri, iş takipçiliği ve baskı yapmaktadır? Müteahhitlik Kanunu'nu kimler engellemektedir?
g) Bölgeye aktarılan sosyal yardımlar, yeşil kart / elektrik hırsızlığı vb. rezaletler de işin tuzu biberidir.
Ben dahil, halkımızın çok büyük bölümü endişe içindedir ve mutsuzdur. Seçimle ilgili anketlere güvenenler; hem Cenab-ı Hak'kın hem de halkın tokadı gelince çok şaşıracaklardır. Türk politika tarihinde bu tür örnek sayısı da çoktur.
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
04:37
|
Mümtaz'er Türköne
'AK Parti devleti'
Bu tabiri PKK icat etti ve tedavüle soktu. Bir miktar belirsizlik içerse de, bu tabirde bir gerçeklik var.
Belirsizlik tamlamadaki öncelikten kaynaklanıyor. Belirleyen hangisi: AK Parti mi, yoksa devlet mi? İbareyi, "AK Parti'nin devleti" veya "AK Partili devlet" olarak vuzuha kavuşturmak mümkün. Muhtemelen aynı ibareyi kullanırken CHP'liler adres olarak AK Parti'yi, PKK'lılar ise devleti gösterecektir. Söz konusu olan Türkiye olduğuna göre, devleti merkeze alarak düşünmek doğru olur. PKK, kendi "ulus-devlet"inin peşinde olan, ulusalcı bir hareket. Düşmanını da devleti merkeze alarak ilan etmesi doğal.
Türkiye, tarihî tecrübesi ile "hikmet-i hükümet"in inceliklerine hakkıyla vâkıf nadir ülkelerden biri. Bu incelik, devletin bir şahs-ı manevî gibi kabul edilmesine dayanıyor. Beşer hayatını aşan bir ömre sahip bir canlı şahsiyet. "Ebed-müddet" olarak güçlü ve sağlıklı bir ömür sürmesi şart. Kendi çıkarlarını koruması ve vücuduna hâkim bir varlık olarak başkalarını iradesine ram etmesi lâzım. Hikmet-i hükümet, bu reflekslere ve akla sahip devleti gösteriyor. Devlet kendi çıkarı söz konusu olduğu veya başka bir şeyle çatıştığı zaman, geçici olan her şeyin üstünde kabul ediliyor; insanların, grupların, partilerin ve ideolojilerin.
Diplomasisinde "hikmet-i hükümet"in izleri görülen devletler birkaç tane: Çin, İngiltere, Fransa, Rusya, İran ve tabii Türkiye. Nüfusça ve kültürce Türkiye ve İran'ın yanında yer alması gereken Mısır'ın yakın geçmişi, bu aklın yokluğunun nelere mal olduğunu göstermek için yeterli. Tarih bilenler, devlet aklının sınırlarını tayin ederler. Putin'i anlamak için Deli Petro'ya; Cameron'u kavramak için I. Elizabeth'e uzanmanız gerekir. Ahmedinecat için Nadir Şah'la Şah İsmail arasında bir karar vermesini beklemelisiniz. Çin'in hata yaptığını hiç gören var mı? ABD'nin dev ekonomik gücü ile üstünü örtebildiği fiyaskoları sıralamak bile devlet aklının yokluğuna işaret eder.
Şimdi "AK Parti devleti" lafını, bu tarihsel tecrübenin ucuna yerleştirelim.
AK Parti'yi var eden toplumun dinamikleri. Değişen ve dönüşen toplum kendi temsilcilerini bu parti ile demokratik rekabet ortamına sürmüş oldu. Peki AK Parti'yi iktidarda tutan devletin ihtiyaçları değil mi? Devletin bir şahs-ı manevî olarak varlığı ve çıkarları Türkiye'yi AK Parti'nin yönetmesine ve AK Parti politikalarına bağlı değil mi? Ülkenin çıkarları darbeler dönemini geride bırakmayı gerektiriyordu. AK Parti'ye, Adalet Partisi gibi sınırlı bir iktidarın teslimi yerine, atın dizginlerinin verilmesi bu ihtiyaçtan kaynaklanmıyor mu?
İslâm inancına mal edilen "devletin ve milletin birliği" prensibi, ulus-devletin kendisidir. Devlet aklı bize devlet ile milletin bir olması gerektiğini söylüyor. Devlet vücudun bütünlüğüne, vücudun bütünlüğü devlete muhtaç. Devletin varlık sebebi bizatihi bu ihtiyaç. Bu birliği size temin edecek ideoloji hangisi? Bu soruya elinizdeki alternatifleri tek tek gözden geçirerek cevap verdiğiniz zaman karşınıza AK Parti dışında ne çıkıyor?
Türkiye'nin devlet aklı, yakın vadede bir-kaç büyük kaza geçirdi. Bu sene yüzüncü yılını idrak ettiğimiz Balkan felaketi, bu kazaların en büyüklerinden biridir. Bugün benzer felaket PKK terörü olarak karşımızda. Devlet 90'lı yıllarda sadece hukukun dışına çıkmadı; kendi aklının gereklerine de aykırı davrandı. Kürtlerin bir kısmını devlete zorla düşman ederek, milletin ve devletin birliğine hasar verdi. AK Parti iktidarı devletin beka sorununun en acil çözümü olarak sürüyor. Devlet, kendi toprakları üzerinde meşru egemenliğini AK Parti'nin aldığı oylarla sürdürüyor. Bugün tekleyen bölge politikası, devletin çıkarları içindi. Stratejik derinliği teorik itirazlarla değil, devletin çıkarlarıyla test edebilirsiniz. Dün "sıfır sorun" yerini ateş çemberine bırakırken değişmeyen tek şey Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin âlî çıkarları.
Toplumda yükselen muhafazakârlaşmayı, dindarlaşmayı, hatta bizim uzayan İslâmcılık tartışmasını "devlet ile milletin birliği" gözlüğüyle değerlendirmeyi deneyin.
Türkiye'de bir "AK Parti devleti" egemen durumda. "Devlet-i ebed-müddet" gibi sağlam bir ölçüyü dikkate almazsanız, aktüel siyasette olup bitenleri yanlış değerlendirirsiniz. Hükmeden devlet, AK Parti vasıtasıyla... m.turkone@zaman.com.tr
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
04 Eylül 2012, Salı
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
09:25
| Hedef AKP, amaç tasfiye...
Akşam yazarı ve terör uzmanı Deniz Ülke Arıboğan Şemdinli ve Beytüşşebab saldırılarının kodlarını yazdı. Şemdinli ve Beytüşşebab ile gündeme iyice yerleşen PKK saldırılarının perde arkası tartışılırken, Akşam yazarı Deniz Ülke Arıboğan'dan çarpıcı bir analiz geldi. Terörle mücadele tarihimizin en kanlı dönemlerinden birinin yaşandığına dikkat çeken Arıboğan, gelinen noktada PKK meselesinin tarihte ilk defa bir Dışişleri Bakanı'nı istifaya götürebilecek bir içerikte derinleştiğini vurguladı. "Dünyada terörle Dışişleri Bakanı'nı ilişkilendiren başka bir ülke var mıdır?" diye de soran Arıboğan, bir yerlerde fırsattan istifade başka kazanlar kaynatıldığını ifade etti. Yazısında yaşanan PKK saldırıları konusunda 4 noktaya dikkat çeken Arıboğan, "PKK'nın son saldırıları net bir biçimde AKP'yi vuruyor, üstelik hem dışarıdan hem de içeriden. Anketlere bakıldığında bir yanda oy oranlarında eksilme, diğer yanda da yeni bir siyasal parti beklentisinde yükselme görülüyor. Bugünkü şiddet Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de tabanını hazırlıyor. Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye'nin iç siyasetini tanzim ediyor. Peki kimler tasfiye oluyor? Bekleyelim görelim." dedi.
Deniz Ülke Arıboğan'ın Akşam gazetesinde yer alan "Terör konusunda bazı sorular" başlıklı yazısı şöyle;
Terör yine evlatlarımızı elimizden almaya devam ediyor. 30 yıldır süregiden bu mücadele hepimizi canından bezdirmiş durumda. İktidarlar değişiyor, liderler değişiyor, vizyonlar değişiyor, politikalar değişiyor, lakin sonuç hiç değişmiyor.
Sadece haziran ayından bugüne hayatını kaybeden insan sayısı 800 civarında. Bunların 500'ü PKK'lı, 200'ü asker/güvenlik görevlisi ve kalanı da sivil kayıplar. Rakamlar da gösteriyor ki, terörle mücadelede tarihimizin en kanlı dönemlerinden birisini yaşıyoruz.
Suriye'nin içine girdiği istikrarsızlık ortamından da beslenen bu durum, Irak'ın dağılması sürecinde de benzer bir görüntü veriyordu. Nitekim 1990'lı yıllara dönüş retoriğinin altında da bu veriler yatıyor. PKK saldırıları içerik ve boyut değiştirmiş durumda. Bir yandan eylemlerin tahrip gücü giderek artıyor, diğer yandan eylem taktikleri çeşitleniyor. Karşımızda kırsaldan şehirlere uzanan, alan hakimiyeti kurmaya dayanan ve adam kaçırmadan, bombalamaya, mayınlı saldırılardan ordu formatında ilçe basmaya kadar yayılan yeni bir perspektif var. Bu durumun yarattığı görünür sonuçlar kadar, yan etkiler ve sorgulamaya değer detaylar olduğunu düşünüyorum. Bu bir problemse bilinmeyenleri denklemin içerisine yerleştirmek lazım. Şu sorular önemli.
İLK KEZ DIŞİŞLERİ BAKANI SUÇLANIYOR
1- Yaklaşık 30 yıllık terörle mücadele tarihimizde PKK eylemleri nedeniyle iktidarların sorgulanması, eleştirilmesi çok sık rastlanan bir durum. Lakin ilk defa bu dönemde terör ile Türk dış politikası bu denli ilişkilendiriliyor ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu topun ağzına konuluyor.
Bugün kamuoyunda yaratılan algı PKK terörünün neredeyse Davutoğlu ile başladığını düşündürtecek kadar 'sıfır sorun' ve 'stratejik derinlik' konusuna takılmış durumda. Oysa PKK, Ahmet Davutoğlu henüz bir öğrenci ikenden de vardı, ondan sonra da bitmesi çok mümkün görünmüyor. Türk dış politikasını eleştirmek ayrı ama onu sanki terörün sebebiymiş gibi göstermek ayrı bir mevzu.
Geldiğimiz noktada PKK meselesi tarihte ilk defa bir Dışişleri Bakanı'nı istifaya götürebilecek bir içerikte derinleşiyor. Yerkürede terörle Dışişleri Bakanı'nı ilintilendirmiş başka bir ülke var mıdır bilemiyorum ama bir yerlerde fırsattan istifade başka kazanlar kaynatılıyor gibi görünüyor. Kısa bir süre önce yüzyılın düşünürleri arasında gösterilen Davutoğlu, sanki uluslararası platformlarda birilerinin ayağına basmanın bedelini ödüyor.
MİT HEDEFTE
2- PKK'nın saldırıları bugüne kadar olduğundan çok daha askeri formata bürünmüş durumda. Teröristler geniş kalabalıklar halinde ordu karargahlarını, karakolları basmaya cüret edebiliyorlar. Yakın zamana kadar bu tip baskınlarda ve askeri başarısızlıklarda Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelen eleştiri okları, ilk defa bu dönemde MİT'e çevrilmiş durumda. Ne olsa Hakan Fidan ve MİT gündeme geliyor. Bu durumda da insanın aklına şu soru takılıyor. Ne oldu da 30 yıldır adı geçmeyen istihbarat teşkilatının zafiyetleri bir yıl içerisinde bu kadar belirgin hale geldi? Zaaf var tamam da, daha önce niye hiç değinilmezdi? Hakan Fidan'ın kişisel olarak temsil ettiği ve birilerinin takıldığı bir şey var, o açık ama en azından ben bilemiyorum. Öğrenirsem yazarım.
ESKİ BAKAN ATALAY SUÇLANIYOR!
3- Dünya sathında bakıldığında normal şartlarda terör eylemlerinden sonra içişleri bakanları suçlanır; zaman zaman istifaya davet edilir; eylem sayısı artıyorsa bu onların başarısızlığı addedilir. Oysa son dönemde terör meselesiyle ilgili olarak İçişleri Bakanımız değil, 'eski İçişleri Bakanımız' Beşir Atalay suçlanıyor. Yıllarca müzakere, diyalog, barışçı çözüm diyen liberaller, bugünlerde açılımın mimarı olarak bilinen Atalay'ı hedefe oturtuyor. Öyleyse muhtemelen Atalay, AKP içerisindeki bir siyasi çizgiyi temsil ediyor. Bu siyasi hat hangisidir, neyi temsil eder bilemiyorum ama şimdiki terörden eski bakanın suçlanması da bizde bir ilk olarak tarihe geçiyor.
SİYASETTE TASFİYE OPERASYONU
4- PKK'nın son saldırıları net bir biçimde AKP'yi vuruyor, üstelik hem dışarıdan hem de içeriden. Anketlere bakıldığında bir yanda oy oranlarında eksilme, diğer yanda da yeni bir siyasal parti beklentisinde yükselme görülüyor. Bugünkü şiddet Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de tabanını hazırlıyor. Biz Suriye, Irak, İran üzerine odaklanmışken sanki birileri Türkiye'nin iç siyasetini tanzim ediyor. Peki kimler tasfiye oluyor? Bekleyelim görelim.
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
09:28
|
Erdoğan'dan sonra AK Parti'de 73'ler harekatı!
AK Partide 73 Bakan ve milletvekili tüzük gereği 2015 seçimlerinde aday olamıyor.
Ama plan hazır. Erdoğan 2014’de Çankaya’ya çıkınca, yeni yönetim tüzüğü değiştirecek, yasak kalkacak.
AK Partide, üç dönem üst üste milletvekilliği, belediye başkanlığı ve il başkanlığı yapanların bir sonraki seçimde aynı göreve aday olmalarını engelleyen tüzük maddesini değiştirme hesapları yapılıyor.
73 Bakan ve milletvekilini de ilgilendiren tüzük maddesinin, Başbakan Erdoğan’ın 2014’de Çankaya’ya çıkmasından sonra değiştirilmesi planlanıyor. Böylelikle maddenin değiştirilmesine karşı çıkan Erdoğan’ın da, bu konuda bir dahli olmayacak ve yeni düzenleme de, Genel Başkanlığı sonrası yapılmış olacak.
AK Partide bu tür bir düşünce olduğunu doğrulayan bir yönetici, ‘’73 milletvekili ve bakan değişikliği istiyor. Çankaya sonrası ve 2015 seçimleri öncesi değişiklik yapılırsa, Sayın Erdoğan’ın döneminde verdiği söz tutulmuş olacak. Çankaya’ya çıktıktan sonra bu değişiklik yapılınca da, Erdoğan’ın Anayasa gereği parti ile bağı kesildiği için, kendisine izafe edilecek ya da eleştirilecek bir konu bulunmayacak’’ dedi. AK Parti ile yollarını ayıran eski Başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener de, ‘Köşk seçiminden sonra kalanlar tüzükteki o maddeyi değiştirir ve yollarına devam ederler. Hiçbir sorun da olmaz’’ dedi.
73 İSİM KİM?
AK Parti tüzüğü değişmediği taktirde, 2015 genel seçimlerinde, çok sayıda bakan, genel merkez yöneticisi ve milletvekili, yeniden adayı olamayacak. Bu durumdaki toplam 73 isim şöyle:
BAKANLAR: Bülent Arınç, Beşir Atalay, Bekir Bozdağ, Ali Babacan, Sadullah Ergin, İdris Naim Şahin, Nihat Ergün, Binali Yıldırım, Mehdi Eker, Hayati Yazıcı,Taner Yıldız, Recep Akdağ, Faruk Çelik, Egemen Bağış, Suat Kılıç, Fatma Şahin.
PARTİ YÖNETİMİ: Ömer Çelik, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik, Salih Kapusuz, Bülent Gedikli, Reha Denemeç, Hüseyin Tanrıverdi, Edip Uğur, Nükhet Hotar, Haluk İpek.
MİLLETVEKİLLERİ: Cemil Çiçek, Nurettin Canikli, Mustafa Elitaş, Burhan Kuzu, Nimet Baş, Necati Çetinkaya, Sadık Yakut, Vecdi Gönül, Nafiz Özak, Mehmet Ali Şahin, A.Sefer Üstün, Cevdet Erdöl, Mustafa Ataş, Halide İncekara, Sait Açba, Ruhi Açıkgöz, A. Rıza Alaboyun, Mevlüt Çavuşoğlu, Fahrettin Poyraz, Vahit Kiler, Bayram Özçelik, Ali Küçükaydın, Mehmet Daniş, Ünal Kaçır, Enver Yılmaz, Nevzat Pakdil, Hakkı Köylü, Muzaffer Baştopçu, Fehmi Kinay, Mehmet Katsal, Nusret Bayraktar, Şaban Dişli, Yılmaz Demir, Mustafa Demir, Ahmet Yeni, Afif Demirkan, Yahya Akman, Şükrü Ayala, Zeyit Aslan, Köksal Toptan, Ziyaettin Akbulut, Mehmet Sarı, Kerim Özkul, Harun Tüfekçi, Hasan Ali Çelik, Murat Yıldırım.
Kaynak: Gazeteport
|
Reşat Nuri Erol
04.09.2012
09:55
|
Tamer Korkmaz
tkorkmaz@yenisafak.com.tr 04 Eylül 2012 Salı
Feda!
Türkiye Kervanı'na, Şemdinli benzeri bir saldırı daha gerçekleştirildi; bu defa da Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde can evimizden vurulduk, on askerimiz şehit oldu.
Şemdinli'ye bayrak asamayanlar, orada yaşadıkları hezimetten sonra bir başka kanlı provayla arkalarındaki güç merkezleri hesabına sahne aldılar.
Taşeron örgütleri PKK üzerinden saldıranlar...
Ankara'ya, "Suriye'yi bırak, Ortadoğu'yu da eskiden olduğu gibi yine bizim egemenliğimize teslim et!" mesajı veriyorlar.
*
PKK'nın son aylardaki zincirleme terör eylemlerinin ardında çoğunlukla MOSSAD'ın desteği, organizasyonu var.
Mesela, Şemdinli saldırılarına PKK teröristleri ile birlikte katılan çok sayıda özel yetiştirilmiş eylemci...
MOSSAD tarafından...
Suriye'de eğitimden geçirilmiş teröristlerdi.
*
İsrail, "Şam Rejimi ile Kavgalı"yı oynuyor; arka planda Beşar yönetimini destekliyor.
Yani, İsrail ve Suriye yönetimleri Türkiye'ye karşı birlikte hareket ediyorlar.
İsrail, bir yandan Beşar'a koltuk çıkarken diğer bir yandan da (doğrudan saldıramadığı) Türkiye'ye PKK üzerinden ateş ediyor.
Neo-Con'ların ağırlıkta olduğu "Derin Amerika" bu mücadelede İsrail'in partneri, dahası hamisi...
*
ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey'in...
Başkan Obama'nın Suriye politikasında "hatalı" olduğunu söylemesi, bir yönüyle pek öğreticiydi.
Obama'yı "çırak çıkartmayı" hedefleyen bu çıkış...
Şimdiye kadar verilen görüntünün aksine...
"Derin Washington"ın, Suriye rejiminin gitmesi konusunda aslında acelesinin olmadığını...
Dahası...
Beşar Esad'ın zalim rejimiyle hakiki bir sorunlarının bulunmadığını gösteriyordu.
... ... ...
Washington'da epeydir Obama'ya "Türkiye'ye taviz veriyor" diye takaza yapanların varlığı bir sır değil...
... ... ...
Dempsey'in Obama'yı eleştiren o sözleri...
"Türkiye, Suriye olayında ABD'nin taşeronluğunu yapıyor" savıyla...
Uzun süredir kara propaganda çalışanların kulağını çınlatmış mıdır?
*
Ankara'nın Suriye politikasının tökezlemesini canı gönülden arzu edenler cephesi...
Sadece dışarıda değil...
İçimizdeki malum çevrelerin bir süredir Hatay'daki mülteci kamplarına odaklanması, Türkiye'nin Suriye politikasını baltalamayı amaçlıyor.
*
Vaktiyle PKK kamplarını ziyaret ederek teröristlerle kucaklaşanlar, terör örgütünün reklamını yapanlar...
Bekaa'da terörist başına gül verenler...
Şimdilerde, "Hatay'daki kamplarda Suriye rejimine karşı savaşanlar örgütleniyor" yaygarasıyla saldırıyorlar:
Kimin hesabına...
Saldırıyorlar, acaba?!
*
Bu arada...
Şam'daki Baasçı zalim rejime yakın duran...
Türkiye'deki belli kesimlerin maddi yardımlar toplayıp...
Beşar rejimine ulaştırdıklarına dair haberler geliyor!
*
Hatay'da Vali Konağı önünde toplanan, aralarında DİSK, KESK ve ÖDP üyelerinin de bulunduğu üç bin kişilik bir grubun...
AK Parti aleyhine sloganlar atarken...
"Kanımız, canımız Esad'a feda!" diye bağırması da...
Fena halde "hesaba dahil" bir resimdir...
Zurnanın "zırt" dediği yerdir.
|
Reşat Nuri Erol
05.09.2012
05:50
| 05 Eylül 2012 Çarşamba
Yiğit BULUT
28 Şubat süreci ve ‘BÜYÜK PARA’
yigitbulut@stargazete.com
Komisyona açık çağrımdır...
Başlığın detayına geçmeden dün basında çıkan haberlerden kısa bir alıntı yapmak istiyorum; “...Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu, kamu bankalarından, 28 Şubat sürecinde verilen ve geri dönmeyen 100 büyük krediyle ilgili bilgi istedi... Komisyon, bu kredilerin kimlere verildiğini, kredinin verilmesinde kimlerin emri ya da aracılığı olduğunu da sordu ve süreç başladı... Ziraat Bankası, Halkbank ve BDDK’dan bu yönde gelen raporların, BDKK, Hazine Müsteşarlığı ve Kalkınma Bakanlığından talep edilen deneyimli uzmanlar heyeti tarafından inceleniyor... Konuyla ilgili olarak kamu zararı, hesap hareketleri, banka kredileri, bankası olan medya sahiplerinin aldıkları krediler gibi birçok detay mercek altında... Bu inceleme devam ederken 28 Şubat sürecinin medya patronları da Meclis Darbe Komisyonu bünyesinde kurulan 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırasını araştıran alt komisyonlarda Eylül ayı içinde bilgi verecekler”...
Sevgili dostlar, “Türkiye’de darbe süreçlerindeki muhtemel finansal suçların uzmanlarca incelenmesi halinde çok önemli sonuçlara ulaşılacağını” yıllardır savunan ve kamuoyu ile paylaşan biri olarak şunu söylemek istiyorum; gelinen nokta Türkiye adına umut verici, göreceksiniz bugün “adam” diye dolaşanların arkasında nasıl derin izler var!
Bu tespitler sonrası konuyu açmak ve bir noktanın altını çizmek istiyorum; inceleme sadece kamu bankaları odaklı olmamalı! Özel bankalar da incelemeye alınmalı. Bir banka vatandaştan topladığı mevduatı “kredi” adı altında başkalarına “plase ediyorsa” ve orada “işbirliği, kötü niyet, verilen mevduat toplama yetkisini suistimal varsa” kamu kaynaklarının yanlış kullanılmasından bir farkı kalmaz!
Sevgili dostlar, Türkiye’de “darbe süreçlerindeki” BÜYÜK SUÇLAR “finansal kozmik odalarda” işlenmiş olup, bu odalara girilmeden bu süreçler sona ermez! Bu odaların bir kısmı o dönemlerde “kamu bankalarında” kurulmakla birlikte statüsü “kamu mu özel mi” olduğu belli olmayan bazı özel bankalar çok dikkatli incelenmelidir. Dikkatli bakılırsa, bu suça medya yoluyla ortak olanların, zemin hazırlayanların, askeri kışkırtanların beslendikleri kaynağın “aynı olduğu” rahatlıkla görülebilir.
Sonuç: Atatürk’ün adı kullanılarak bu ülkede yıllarca “menfaat öbeklenmeleri” gizlendiği gibi, Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından sonra ülkeyi kontrol altına alıp “yurtdışı emperyal odaklar” ile paylaşanların hangi “banka-şirket” çatısı altında neler yaptıkları araştırılmalıdır. Daha açık yazayım; 1938’ten bugüne Atatürk’ün kurduğu ve milletine armağan etmesine rağmen “tekellerde” kalan kurumlardan hangileri, “bugün çok büyük olan” iş adamlarına ne kadar kredi verdi”? Bazı banka hisselerinde manipülasyon yapılması için geçmişte “bazılarına” dolaylı para aktarıldı mı? Atatürk’ün milletine bıraktığı banka ile doğrudan-dolaylı kredi ilişkisi olanlardan sonrasında ve bugün hala”medya sahibi” olanlar var mı? Banka, hangi işadamlarına “kuruluş ve iştiraklerini hatta sahibi olduğu bankada çoğunluk hissesini” sattı? İş Bankasının ATV-Sabah’ı ele geçirme operasyonu nasıl durduruldu? Ünal Korukçu nasıl bir ilişkiler ağı kurdu, hangi kredilere imza attı? Verdiği kredilerden bazıları dolaylı olarak nasıl bir “şirkete” dönüştü? Atatürk’ün halkına bıraktığı birikimler kullanılarak hangi şirket neden alındı ve en önemlisi neden-kaça satıldı, bu işlem sonrası ortaya çıkan şirket, yabancılara ilk satışın kaç katı fiyatla satıldı? İş Bankası Cumhuriyet Gazetesine hangi vakıf aracılığı ile ortak oldu? Cumhuriyet gazetesi 28 Şubat sürecinde bankalar ile ilişkisi olan hangi işadamlarının kontrolündeydi? Orada ortakları kimler ve ortaklar arasında “kredi veya başka sektörlerde” iş ilişkisi var mı? Metin Tiryaki kimler tarafından nasıl kamuoyu önünde tehdit edildi, Türk Bankalarının Frankfurt şubelerinden Türkiye’de kimlere para aktarıldı? Veli Küçük’ü kim, neden yönetim kuruluna aldı?
Son söz: Daha onlarca madde yazarım ama yazmayacağım...1980-1994 ve 1994-2004 arasında işlenen “finansal suçlar” görünen “darbe teşebbüslerini” defalarca katlar! Konu çok derin ve işi bilen uzmanlar tarafından incelenirse inanılmaz sonuçlara ulaşılabilir... Detayları yavaş yavaş kamuoyu ile paylaşmaya başlayacağım, komisyon bilgi vermemi isterse, eldekileri paylaşmaya da hazırım...
|
Reşat Nuri Erol
05.09.2012
05:59
| 05 Eylül 2012 Çarşamba
Mustafa AKYOL
İslam bir ‘sistem’ midir?
mustafaakyol@stargazete.com
Türkiye’nin sıcak ve trajik gündemine rağmen, “İslamcılık” konusundaki tartışma üzerine bir iki söz daha etmekte yarar var.
Bunun için de evvela Yeni Şafak yazarı Akif Emre’ye teşekkür etmeye ihtiyaç var. Çünkü kendisi, İslamcılık savunusu yapan son yazılarından birinde, meselenin özüne dair çok önemli bir iddiada bulundu:
“İslam, hayatın bütün alanlarını kapsayan bir din/sistemdir” dedi.
Bu görüş, İslamcı ideolojinin özüdür aslında. Buna inananlar, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, liberalizm, kapitalizm vs. gibi bütün “beşeri sistemler”i reddeder, bunların yerine “İslami sistem” getirmek gerektiğini savunurlar.
Hatta Akif Emre’nin ifadesine bakarsak, söz konusu “İslami sistem”in siyaseti de aşıp “hayatın bütün alanlarını” kapsaması lazımdır. Eğitimden trafiğe, tarımdan sanayiye kadar, herhalde...
Peki ama hakikaten var mıdır böyle bir “sistem”?
Mesela, politik düzeyde, “İslami sistem” nedir?
İran gibi bir cumhuriyet mi, Suudi Arabistan gibi bir monarşi mi? İlk dönem Medine gibi bir şehir devleti mi? Osmanlı gibi bir imparatorluk mu?
Dahası bu “İslami sistem”de yöneticiler nasıl başa gelir? Babadan oğula mı? Seçimle mi?
Seçimleyse, bu seçimler hayatta bir kere mi yapılır, dört yılda bir mi? Tek dereceli midir, çok dereceli mi? Yerel yönetimler ayrı mı seçilir? Merkeziyet mi esastır, adem-i merkeziyet mi?
Sorular neredeyse sonsuz sayıda artırılabilir. Ama benim vereceğim cevap aynıdır:
“İslami sistem” diye bir şey yoktur. “İslam’ın siyasete bakan ilke ve hedefleri” vardır; adalet, güvenlik veya meşveret gibi.
Müslüman toplumlar, bu ilke ve hedefleri tarih içinde farklı biçimlerde hayata geçirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de, kendi “örf”lerini devreye soktukları gibi, başka medeniyetlerin birikimlerinden de yararlanabilirler. Bizim son iki yüzyıldır, anayasa, yasama meclisi, milletvekili seçimi gibi demokratik kurumları Batı’dan aldığımız gibi...
Açılan makas
Buradaki kısır döngü şu ki, biz bunları dediğimizde, İslam’ın “hayatın bütün alanlarını kapsayan bir sistem” olduğuna inanan İslamcılar, bunu “dinin bir kısmını terk etme” teklifi olarak anlıyorlar. Hatta Kemalizm’i andırır bir “din ve dünyayı karıştırmama” dayatması zannediyorlar. (“Alternatif sistem kurmak”tan başka bir “dünyaya karışma” biçimi akıllarına gelmediği için, herhalde.)
Öyle ki, Ali Bulaç, İslamcılığı savunurken, İslamcılık eleştirisini “Allah’tan bağımsız alanlar yaratma” gibi anlıyor. Bu yüzden “Allah’ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur” diyerek itiraz ediyor.
Oysa Allah’ın ilmi ve kudreti tabii ki her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir mümin tartışmaz bunu.) Ama Allah, hayatın her alanını tüm detaylarıyla açıklayan bir “sistem” mi indirmiştir insanlığa? Yoksa, belli meseleleri hükme bağlamış, diğer meseleri ise genel ilkelerle yol gösterdiği ve kendisine “akıl” bahşettiği kullarının tecrübesine (ve imtihanına) mi bırakmıştır?
Ben ikinci cevaptan yanayım. Bunun İslam’a sadakat konusunda bir zaaf ve eksiklik olduğunu ise düşünmüyorum.
Dahası, bir “İslami sistem” olduğunu ve bunu “bildiklerini” ileri süren İslamcıların, bu mevhum “bilgi”den doğan bir iktidar tutkusu içinde olmalarından şüpheleniyorum.
Ama bence daha da büyük sorun şu:
İslamcıların Müslümanlara kısmen kabul ettirdikleri bu “İslami sistem” tutkusu, içinde yaşadığımız mevcut sistemlere Müslümanca dahil olmayı zorlaştırıyor.
Hayali bir “İslam sistem” ütopyası bir kenarda dururken, demokrasi ve piyasa ekonomisi gibi evrensel sistemlere İslami değerler katmak akla gelmiyor.
Açılan bu makas da, hiçbirimizin istemediği bir sonucu doğuruyor: “Sekülerleşme”, yani dinden uzaklaşma.
|