İslam'ı bertaraf etmenin yolu,İslamcılığı bertraf
1244 Okunma, 4 Yorum
Yusuf Kaplan - Yeni Şafak
Ali Bülent Dilek

 

 

İslâm'ı bertaraf etmenin yolu, İslâmcılığı bertaraf etmek (2)

Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr

31 Ağustos 2012 Cuma

Soru şu: Müslüman toplumların, hem İslâm'la, hem dünya'yla, hem de Batı'yla kurdukları ilişkiler nasıl bir nitelik arzediyor acaba?

Kısaca söylemek gerekirse, son derece çarpık, 'sahte' ve sığ bir nitelik arzediyor, maalesef. Sadece İslâm'la değil, dünyayla ve (modernliğin meydan okumasından itibaren üç asırdır dünyaya yön veren) Batı'yla kurdukları ilişkiler, Müslüman toplumların, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da 'neyse o olarak' anlamaktan son derece uzak, etken değil edilgen, 'özneleştirici' değil nesneleştirici, hayatın ve tarihin akışına müdahale edilmesini imkânsızlaştırıcı problemli ilişkilerdir.

Müslüman toplumlar, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da, neyse o olarak kavrayamadıkları sürece, kendi kaderlerini kendi ellerine alamayacaklarını da, tarihin akışının şekillendirilmesinde yeniden belirleyici roller oynayamayacaklarını da, insanlığın varoluş macera'sına müslümanca katkılarda bulunamayacaklarını da, -bu yüzden mecrâ'larını yitirdiklerini de- ne yazık ki fark edebilmiş değiller hâlâ.

* * *

……………………………….

İslâmcılık, bize, Müslüman toplumların öncelikle İslâm'la kurdukları ilişkilerin, İslâm üzerinden, İslâmî idrak, hayat ve hakikat tasavvuru ve kaynakları üzerinden değil, dünyada hâkim kılınan tek algılama, düşünme, yaşama ve varoluş biçimi olan seküler Batılı zihin kalıpları ve anlam haritaları üzerinden kurulduğunu hatırlatıyor.

Başka bir ifadeyle, İslâm'la kurulan ilişkilerin doğrudan olmadığı için doğurgan olamadığını, dolaylı ve arızî olduğu -seküler Batılı algılama biçimleri üzerinden kurulduğu- için sürekli arıza ürettiğini hatırlatıyor...

* * *

Burada asıl can alıcı noktalardan biri şu: İslâmcılık, sadece İslâm'la değil, dünyayla ve Batı'yla kurulan ilişkilerin de çarpık olduğunu, dünyayı ve Batı'yı 'neyse o olarak' anlamayı da zorlaştıran bir algı kırılması, zihin körleşmesi ve yön yitimi yaşandığını da hatırlatan en güçlü küresel bakış açılarından biri.

İslâmcılığın dışındaki hiçbir söylem, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da çarpıtmadan, neyse o olarak idrak etmeyi mümkün kılabilecek bir dil, bir 'yer', bir perspektif sunmuyor bize. Sunmuyor ve sunamaz da. Çünkü İslâmcılığın dışındaki bütün mevcut söylemler -liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk vesaire- zaten hâkim seküler Batı uygarlığının ürünü olan söylemler.

* * *

İşte tam bu noktada, yalnızca İslâmcılık, üçüncü bir alan sunabiliyor bize (Burada 'üçüncü bir alternatif' sığlığından filan sözetmediğimi -nedense?- hatırlatma ihtiyacı hissediyorum).

Peki, nedir üçüncü alan? Herkesin, bütün inanç ve düşünce sahiplerinin, neyse o olarak 'görülmesini' mümkün kılan varoluşsal alandır: Hem varedici, hem de herkesin kendince varoluş yolculuğunu tetikleyici bir düzlem.

* * *

Birinci alan, içinde yaşadığımız -ya da sürüklendiğimiz ama idrak kapılarımız kapandığı için sürüklendiğimizi bile göremediğimiz- dünyadır: İçinde yaşadığımız dünya, varoluşuna bizim hiçbir katkımızın olmadığı, yalnızca Batılı seküler-kapitalist hegemonya tarafından tanımlanan, belirlenen, içeriklendirilen ve biçimlendirilen bir dünya...

İkinci alan, İslâm'ın kendisidir. Bir İslâm dünyasının varlığından iyi-kötü sözediyor olsak da, bu dünyanın 'İslâm'ın dünyası', İslâm'ın her bakımdan varolduğu ve varettiği, yaşadığı ve yaşattığı bir dünya olduğunu maalesef söyleyebilecek durumda değiliz, iki asırdır yaşadığımız, tarihimizdeki ilk fetret döneminden, ikinci büyük medeniyet buhranından bu yana.

* * *

İşte üçüncü alan, İslâmcılığın açtığı (Foucault'nun deyişiyle, 'paradigma dışı') taze bir koridor, yepyeni bir düzlem, kanatlandırıcı bir yer ve perspektiftir. Üçüncü alan olarak İslâmcılık, öncelikle, İslâm'ın olmaktan çoktan çıkan İslâm dünyasını, yeniden 'İslâm'ın dünyası' hâline getirebilecek zihin ve ufuk açıcı bir idrak ve hayat, hakikat ve varoluş alanı sunuyor bize.

Batı-merkezciliği deşifre etmeyi başaran, 'paradigma dışı' bir yer ve dil sunduğu için de, yalnızca Müslümanların değil, bütün dünyanın çocuklarının 'dünyalarının, hayatlarının, tasavvurlarının' kendi dünyaları, kendi hayatları ve kendi tasavvurları olmasını mümkün kılacak öz-ü-gürleştirici yegâne 'yer' ve 'dil' bu.

* * *

Peki, seküler Batılı paradigmanın dışında bir yer'in ve dil'in varlığı, ne demektir küresel sistem için, hiç düşündünüz mü?

Elbette ki, insanı ve hayatı, Tanrı fikrini ve hakikati bitiren, hükümranlığını artık ayartıcı, estetize yöntemlerle idame ettirmeye çalışan, haksız, zorba, seküler-kapitalist Batı uygarlığının büyük bir sarsıntı geçirmesi demektir.

İslâmcılığın, çeyrek asırdan bu yana hedef tahtasına yatırılmasının nedeni, -kaçınılmaz olarak seküler-kapitalist küresel sistemin sonunu haber verecek- İslâm'ın İslâmcılık üzerinden kendi dünyasına kavuşma yolculuğunu, baştan bertaraf etmek amacıyla şeytanlaştırılmasıdır; sadece İslâm dünyasında değil, bütün dünyanın gözünde...

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33834&y=YusufKaplan

yorum;

İslam’ın resmi, müslüman’ın ismi kalacak !

Anneannem öyle derdi.

88 yaşında 1989 yılında vefat etti.

Dedemden duyarmış oda.

Dedem bir kitaptan okur ve anlatırmış.

Kopya İslam, kopya Müslüman yani.

Refah partisinde çalışırken 1990’ lı yıllarda bizim K.çekmece ilçe

Teşkilatı Adil Düzen’le ilgili bir broşür  bastırmıştı.Bende onu

inceledim bir çok hata buldum.

Bizimkiler Eyüp ilçenin broşürü almışlar kapağa K.çekmece

yazmışlar ve bastırmışlar.

Taklitçilik ve kopyacılık  hataları da taklit ve kopya ediyor.

Ve zamanla hatalar kitabı ve Müslümanları kaplıyor.

Rahmetli Erbakan hocamız “sizi gidi taklitçiler”derken bende kıs kıs

gülerdim asıl bizimkiler taklitçi diye bir yandan da üzülürdüm..

Ne zaman ki “taklitçi Müslüman”’lığı değil “tahkikçi Müslüman”’lığı

gaye edinirsek o zaman yine asrı saadetteki gibi birer birer

olabiliriz ve oldurabiliriz inşaallah.

Rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un da”asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı”

dediği bu olsa gerek…

 

 

 

 

 

Ali Bülent Dilek


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
03.09.2012
07:30

Yusuf Kaplan ykaplan@yenisafak.com.tr

03 Eylül 2012 Pazartesi

'İslâmcılığın' dili,

İslâm'ın 'dil'i mi?

Mümtazer Türköne'nin güme giden çok hayatî bir eleştirisi vardı: Türköne, İslâmcılığın dilinin ne ölçüde İslâmî olduğunu sormuştu. Bu soru, belki de bu tartışmanın en temel sorunuydu ama -nedense?- gözardı edildi. Türköne'nin İslâmcılık'la ilgili olarak söylediklerine katılıp katılmamak başka bir şey. Ama burada dikkat çektiği sorunu görmemek, görememek ancak İslâmcılığı ideolojiye, siyasî-sosyal bir 'proje'ye indirgemenin kaçınılmaz bir sonucu olabilir. İslâm'ın müslümanların dünyalarında zihinlerini, hayatlarını, ahlâklarını, duruşlarını ve 'dil'lerini Müslümanlaştıracak bir 'vasat'tan yoksun olduğu bütün çıplaklığıyla ortadayken, İslâmcılığın bize siyasî-sosyal bir proje sunabileceğinden sözetmek, kendi ayağımıza kurşun sıkmamızdan başka bir şeyle sonuçlanabilir mi? * * * Yakıcı soru şu burada: Nerede konuşuyoruz; nereden bakarak konuşuyoruz; konuştuğumuz ve kurduğumuz 'dil' ne ölçüde İslâm'ın sunduğu bir dil acaba? Öncelikle şu tespiti yapalım: İslâmcılık, son çeyrek asırda, tam anlamıyla aslî mecrasından sapmış, İslâm'ın bütüncül ilim, irfan ve hikmet tecrübesiyle, bu tecrübeyi vareden, anlamlı kılan ve yaşatan vahyî (aslî) kaynaklarıyla ve nebevî (usûlî) mirasıyla irtibatları neredeyse sıfırlanmış, bütünüyle iktidar kaygısı güden, dünyevî kaygıları önceleyen, bu nedenle ruhu çalınmış, modern / seküler bir ideolojiye dönüştürülmüştür. Sadece iki örnek vererek bir soru sormam gerekirse... Nebevî mirası ve dili günümüzde bize ruh üfleyecek şekilde tecdid etmeyi başarmış Bediüzzaman ve Sezai Karakoç'un -'ustalıkla'- bu tartışmanın dışına itilmesi bu tür bir itkinin sonucu mu acaba? Yoksa başka bir şey mi var ortada bilemediğimiz? * * * Bu sürecin zuhurunda ve kemikleşmesinde, küresel-kapitalist sistemin lordlarının, sistemin önündeki tek büyük tehlike olarak gördükleri ve bunu açıkça ilan etmekten çekinmedikleri, 'siyasal İslâm' gibi projelerle İslâm'ı mecrasından saptıracak bir cendereye hapsetmelerinin elbette ki, önemli bir rolü oldu. Önce, İslâmcılık, 'siyasal İslâm', 'ideolojik İslâm' denen seküler bir İslâm algısına indirgendi küresel sistem tarafından. Bunu Müslümanlar yapmadılar: Hatta İslâmcılar, 'siyasal İslâm' da nereden çıktı, 'İslâm ideolojiye indirgenemez' diyerek bu küresel projeye başlangıçta itiraz ettiler. Bunu unutmayalım lütfen! Ama sonraları, bu propaganda tuttu ve en azından bazı İslâmcılar da büyük ölçüde 'siyasal İslâm' zokasını yuttu! Böyle bir küresel proje olabilir ama son yarım asırdır yaşananlardan ötürü İslâmcılar da bu projeye teşneydiler zaten: Bunu da unutmayalım lütfen! * * * Oysa İslâmcılık, başlangıçta, -hatta kısmen de olsa Soğuk Savaş'ın bitirilmesine kadar olan sürece dek-, işin tabiatı icabı, siyasî boyutu da olan ama çok yönlü bir direniş, diriliş ve varoluş kaygısıydı. Bugün devam eden İslâmcılık tartışmasının, 'siyasal İslâm', 'ideolojik İslâm' tuzağını ya da açmazını konuşmak, tartışmak ve bunun İslâm'ı nasıl berbat bir sekülerleşme sürecinin eşiğine sürükleyeceğini (aslında çoktan sürüklediğini) tartışmak yerine, aynı zihin kalıbının ürünü bir itkiyle, İslâm'ın önünü tıkayan böylesi bir İslâm algısı üzerinden siyasî-sosyal bir 'proje' çıkarmaya kalkışmak, İslâm'ın ve -İslâm'ın mesajına gebe bir- insanlığın geleceğini tıkamaktan başka neyle sonuçlanabilir ki? Bugün Türkiye'deki İslâmcılık tartışmasıyla, (siyasî veya değil) bir 'hareket'i yıkmak ve (siyasî veya değil) başka bir 'hareket'i 'kur/umlaştır/mak' için İslâmcılığın bir kez daha araçsallaştırıldığı gibi bir izlenime sahibim. Eğer bu izlenimim doğruysa, İslâm'ın geleceği adına, insanlığın geleceği açısından ne kadar veballi bir işe aracılık ettiğimizin farkında mıyız acaba, diye sormayı müslümanca bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu mesele, elbette ki önemli; böyle bir 'kaygı' olsa da olmasa da, bu tür 'kaygı'ları her zaman zuhûr ettirecek asıl mesele üzerinde kafa yormamız gerekiyor: İslâmcılığın dili ve dolayısıyla zihninin dünyası meselesi bu. * * * Türlü 'proje'lere malzeme yapılmaya, yamanmaya çalışılan siyasal / ideolojik İslâmcılığın, İslâm'ın ne söylediğini hakkıyla anladığı bile bir hayli su götürür: Bu İslâmcılığın bize hikâye ettiği İslâm, İslâm'ın kendi sahici hikâyesi değil, çağdaş siyasî ideolojiler / modern ve postmodern zihin setleri üzerinden kurgulanmış, yamanma psikolojisiyle icat edilmiş bir hikâyedir. Mevcut İslâmcılığın, İslâm'ın idrakini bihakkın idrak ederek geliştirebildiği kendine özgü vahyî ve nebevî bir dili var mı; hatta böyle bir derdi, meselesi ve kaygısı var mı? İslâmcıların kullandıkları dil, İslâm'ın kuşatıcı, çok katmanlı, varlığı ve hakikati bir bütün olarak kavrayan vahyî bir dil mi? Yoksa mevcut modern veya postmodern kavrayış ve algılayış biçimleri üzerinden çağın seküler zihin dünyası, zihin setleri ve idrak biçimleri içinden kurgulanan, vahyî ruhunu ve nebevî mirasını yitirmiş, çağ körleşmesiyle malul olduğu için devşirilmiş, yamama, sürekli yamanmaya, araçsallaştırılmaya müsait gayr-ı İslâmî bir dil mi?

Reşat Nuri Erol
03.09.2012
08:02

Ali Bulaç (İSLAMCILIK)

Ne kadar 'milli'?

İslamcı akımlara yöneltilen eleştirilerden biri "milli" olmadıkları konusudur. Bunu iki düzeyde ele almak mümkün: İlki, Türköne'nin Cemaleddin Efgani üzerinden İslamcılığı "Kökü dışarıda bir ideoloji" (19 Ağustos) olarak tavsif edip itibarsızlaştırmaya çalışması. Efgani'yle ilgili ibretlik spekülasyonların patenti şimdiki zamanda M.Şevket Eygi'nin elindedir. Tartışmayı adresinde yapmak lazım. Diğeri "milli" kelimesinin Arapça iştikakı, Kur'an ve Sünnet'teki kullanımı ile fıkıhta kazandığı hukuki muhtevanın tamamen dışındaki kullanımı. Modern ulus devlet inşa etme süreçlerinde, yeni kurulan devletler kendilerine "ulus" inşa etme çabalarının hasılası olarak "millet ve milli" kelimelerini suistimal ve tahrif etmişlerdir; farkında olsunlar olmasınlar bazı Müslümanların da bu anlamda "millet ve milli" kelimelerini kullanmaları, "Ehl-i Kitab'ın kendi kitaplarını tahrif etmeleri, kelimelerin anlamlarını değiştirmeleri"yle eşdeğer bir inhiraf ve tahrifattır. Zira Arapça iştikak, Kur'an ve Sünnet ile fıkıhtaki kullanımıyla "millet" sayısal insan topluluğunu, ulus, kavim, ırk veya etnik grubu değil, "din ve şeriat"ı ifade eder. (Detaylı bilgi için bkz. A. Bulaç, Modern Ulus Devlet, 3. bsm, İstanbul-2007, s. 135-155.) Modern anlamında "milli" olan hiçbir zaman ümmete, halka ve yönetilenlere ait olan değildir. Devletin yönetilenler üzerinde yurttaşlık bağlamında giydirmeye çalıştığı kendi resmi, hukuki, kültürel formasyonudur. Bunun modern zamanlardaki çarpıcı formülasyonunu İtalyan faşizminin babası Mussolini'nin yaptığı sıralamada bulabiliriz: Önce ordu, sonra devlet, arkasından ulus (millet). Yani ordular önce devlet kurar, devletler ulus/millet inşa eder. Türkiye ve İslam dünyasındaki sıralama da öyledir, bütün milliyetçilikler bu şablona uyarlar. Bu anlamda İslamcıların "kökü dışarıda ideoloji"yi temsil etmiş olmaları bu bakış açısının, 19. yüzyıldan kalma ve tamamen "bize özgü düşünce ve ideoloji" zihni alışkanlığının süregelen etkisidir. Bütün ulus devletlere bakın, hepsinin "bayrakları ve milli marşları" vardır, hepsi kendilerine özgü "milli kültür ve kimlikleri"nin olduğunu savunuyor ki, ortak noktaları bu fikri ve zihni kabulü Batı milliyetçiliğinden ortaklaşa iktibas ve ithal etmiş olmalarıdır. İslam'ın menşei bir bölgeye, bir kavme ait değil, ilahidir. Hayrettin Karaman Hoca, "İslamcılığın kökü İslam'dadır ve bitmez" diye bunun güzel bir açıklamasını yaptı (24 Ağustos, Y. Şafak). Bazen milliyetçi refleksler insanı tuhaf savunma mekanizmaları icad etmeye sürükler. Mesela "En iyi Müslümanlık Türkiye'de yaşanır, siz bakmayın Suudi Arabistan ya da İran'ın şeriatle yönetildiklerine" söylemi bunlardan biridir. Bu İslamiyet'i temellük yoluyla başka tür milliyetçiliktir. İslam'ın en iyi yaşandığı yeri tespit etmenin dört kriteri vardır: a) Toplumsal ve kamusal alanda İslami hükümler uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu? b) Dini hayat; ibadetler seviyesinde ne kadar yaygın yaşanıyor? Mesela namaz kılma, oruç tutma oranları, camilerdeki doluluk, beş vaktin cemaatle kılınması ve münkerlerin (alkol tüketimi, çıplaklık, faizli ekonomi) alenen işlenmesi vs. c) Tarihten gelen âdet ve geleneklerin ne kadarı İslam'ın ruhuna uygun? Yeni hayat ve oturma biçimleri İslam'dan mı besleniyor, yoksa dış dünya tarafından mı domine ediliyor? d) Ülke; devlet olarak uluslararası camiada kimlerle ittifak içindedir, politik ve jeostratejik tercihlerini kimlerden yana yapmakta ve hangi devletlerle iş tutmaktadır? Bu dört kriteri herhangi bir ülkeye uygulayalım, ortaya çıkacak sonuç İslam'ın ne kadar doğru ve yaygın yaşandığı sorununun da cevabı olacaktır. İslam içinde "milli" olan "dini", yani "İslami olan"dır. Kim İslamiyet'i referans alarak konuşuyorsa bizim için makbuldür, düşünceleri bizim öz malımızdır. Bu açıdan Seyyid Kutup ve Malik Binnebi, Mevdudi ve Ali Şeriati, Muhammed İkbal ve M. Bakır es Sadr, İzzetbegoviç ve Nedvi; Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı ve Abdurrahman Arslan kadar milli ve yerlidirler. İslamcıların milli olanı, dine ve ümmete ait olan herkestir. Ebu Hanife, Gazali, İbn Teymiye, Şah Veliyullah Dehlevi, Molla Sadra, Mevlana, Ahmet Yesevi, Yunus vd.'nin Türk, Arap, Fars, Kürt olmalarının hiçbir önemi yoktur. Hem liberalizm, sosyalizm ve milliyetçiliklerin neresi "milli" ki, İslami düşünce hasılası "milli" olmasın? a.bulac@zaman.com.tr 03 Eylül 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
04.09.2012
03:33

İslamcılık tartışmasında kim nerede duruyor?

K. Mete Tiryaki,

Milli Gazete, 04 EYLÜL 2012 "İslamcılık" tartışması tam "bitti" derken yeniden başlıyor. Bitmiyor. Velut bir konu.. Herkesin söyleyeceği çok sözü var. Kendi değerlendirmemi başka bir yazıya saklayarak, bu tartışmada kim nerde durdu ona bakalım. Tartışmada üç grup var. BİR: İslamcıyım diyenler İKİ: İslamcı değilim diyenler ÜÇ: Tartışmaya katılan tarafsızlar. Ali Bulaç: Müsademeyi o başlattı. Kesin yargıların havada uçtuğu, gri bölgelerin bulunmadığı "İslamcı" yazılar yazdı. "Bende Müslümanlardanım" diyen herkesin kurtuluş için, "doğru sözlü olmanın" yanında "İslamcı" da olması gerektiği algısını yaydı. Sağlam referanslarla ve yer yer duygusal bir mantıkla savundu görüşlerini. İslamcılığın eksiklerine fazla yer vermemesi, zayıf tarafı olarak görüldü. Hayrettin Karaman: Hep değişimden ve reformdan yana olduğunu burada da gösterdi. İslamcı tabirine sonuna kadar sahip çıktı. İlmi ve cedelde ki tecrübesiyle bu sahipliğin boşluklarını, eksik ve gediklerini iyi kapattı. Hilal Kaplan: İslamcı tabirine cepheden ve direk karşı çıkanlardan. İki yazı yazdı ama iyiydi; muarızların kalabalık ve ağır ağabeylerden olmasına karşın yazıları iyi ses getirdi. Salih Tuna: Bir nalına bir mıhına vurmayı bu konuda da başardı. Şapka çıkardık. Bir de, içimizden, pes dedik. Okuyucu kitlesi silme "Şinasi'lerden" mi oluşuyor diye de işkillendik. Yusuf Kaplan: İslamcılığı savunan en az rahatsız edici yazıları yazdı. İşin özünü ve Müslümanların hassasiyetlerini, kırılma noktalarını iyi analiz etti. İslamcılığın eksik yönünü anlatmada, kimsenin üzerinde durmadığı "Tasavvuf" vurgusu yerindeydi. Lakin derinliğine ve medeniyet algısında ki geniş perspektifine binaen İslamcı kavramına çok fazla anlam yüklemesi tarafgirliğin zaafı olarak algılandı. İsimlere yüklenerek İslamcılığı bir yere yıkma ve müsademede üstün gelme çabası fazla öne çıktı. Etyen Mahçupyan: Sosyolojinin, Siyasetin, Psikolojinin v.s. bilimlerin perspektifinden, "İman" ve "İnanç" merkezli bir hareketi yorumlamaya çabaladı. Saydığım ilimlerin argümanlarını tepe tepe kullanmasına karşın tartışmanın özüne nüfuz edemedi. İslamcılık, siyasal ve sosyopolitik bir hareket olarak bile anlatılsa, "imandan ve inançtan yalıtılmış bir zihinle" alakasız yazıların ortaya çıkabileceğini gördük. Ya da şöyle diyeyim, hiçbir şekilde "Müslüman'ı" bağlamayacak verilerle işi anlamaya çalışmış. Yine de tartışmaya zenginlik kattığı söylenebilir. Mümtaz'er Türköne: Yazılarından "İslamcılıkla ve İslami duyarlılıkla" pek işi olmamış bir akademisyen tavrı aktı sürekli. Ama akademisyenliğinin hakkını verdi. İşe dışarıdan ve "saydam" bakışlarla en güzel o yaklaştı. Etyen Mahçupyan'dan en önemli farkı, değerlendirmelerinde -az da olsa- "iman", "inanç" faktörlerine yer vermesiydi. Ali Bulaç'ı en fazla rahatsız eden eleştirileri Türköne'nin yaptığı kesin. Sibel Eraslan: İslamcı olup olmadığının anlaşılamadığı yazısının sonuna doğru anlattığı anekdotta, her Müslüman'ın bittabi İslamcı olduğunu, hatta olması gerektiğini anlattı. Yazının altıyla üstünü bir türlü birbirine yakıştıramadım. Hüseyin Hatemi: "İslamcılık nedir?" başlıklı yazıyı bile -maalesef- bir yolunu bulup mezhep merkezli bir yazıya çevirmiş. Dediklerinde haklı olsa bile her fırsatta "Şia propagandasını" işin içine sokması hiç hoş değil. Birileri de -istedikten sonra- elbette saçmalayan onlarca Şia müntesibi bulur ve onun üstünden, istediği yazıyı yazar. Hocaya, mevkisi ve yaşı itibariyle bu ucuzluk hiç yakışmadı. Mazlum pozlarına girmeden, daha ağır ve yakışıklı duruş beklemeye devam ediyoruz kendisinden. Halime Kökçe:"İslamcı, bir önerisi olandır." diyerek "en baba, en kestirme tanımı yapan İslamcı" payesini aldı. Tartışmaya daha çok isim katıldı ama şimdilik bunlarla yetinelim. Gelecek yazıda belki o isimlere de değiniriz. Perşembe günü İslamcılıktan ne anladığımı sizlerle paylaşacağım. Yukarıda ki değerlendirmelerde bu konuda hayli ipucu var zaten.

Reşat Nuri Erol
05.09.2012
06:00

05 Eylül 2012 Çarşamba Mustafa AKYOL

İslam bir ‘sistem’ midir?

mustafaakyol@stargazete.com

Türkiye’nin sıcak ve trajik gündemine rağmen, “İslamcılık” konusundaki tartışma üzerine bir iki söz daha etmekte yarar var. Bunun için de evvela Yeni Şafak yazarı Akif Emre’ye teşekkür etmeye ihtiyaç var. Çünkü kendisi, İslamcılık savunusu yapan son yazılarından birinde, meselenin özüne dair çok önemli bir iddiada bulundu: “İslam, hayatın bütün alanlarını kapsayan bir din/sistemdir” dedi. Bu görüş, İslamcı ideolojinin özüdür aslında. Buna inananlar, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, liberalizm, kapitalizm vs. gibi bütün “beşeri sistemler”i reddeder, bunların yerine “İslami sistem” getirmek gerektiğini savunurlar. Hatta Akif Emre’nin ifadesine bakarsak, söz konusu “İslami sistem”in siyaseti de aşıp “hayatın bütün alanlarını” kapsaması lazımdır. Eğitimden trafiğe, tarımdan sanayiye kadar, herhalde... Peki ama hakikaten var mıdır böyle bir “sistem”? Mesela, politik düzeyde, “İslami sistem” nedir? İran gibi bir cumhuriyet mi, Suudi Arabistan gibi bir monarşi mi? İlk dönem Medine gibi bir şehir devleti mi? Osmanlı gibi bir imparatorluk mu? Dahası bu “İslami sistem”de yöneticiler nasıl başa gelir? Babadan oğula mı? Seçimle mi? Seçimleyse, bu seçimler hayatta bir kere mi yapılır, dört yılda bir mi? Tek dereceli midir, çok dereceli mi? Yerel yönetimler ayrı mı seçilir? Merkeziyet mi esastır, adem-i merkeziyet mi? Sorular neredeyse sonsuz sayıda artırılabilir. Ama benim vereceğim cevap aynıdır: “İslami sistem” diye bir şey yoktur. “İslam’ın siyasete bakan ilke ve hedefleri” vardır; adalet, güvenlik veya meşveret gibi. Müslüman toplumlar, bu ilke ve hedefleri tarih içinde farklı biçimlerde hayata geçirmeye çalışırlar. Bunu yaparken de, kendi “örf”lerini devreye soktukları gibi, başka medeniyetlerin birikimlerinden de yararlanabilirler. Bizim son iki yüzyıldır, anayasa, yasama meclisi, milletvekili seçimi gibi demokratik kurumları Batı’dan aldığımız gibi... Açılan makas Buradaki kısır döngü şu ki, biz bunları dediğimizde, İslam’ın “hayatın bütün alanlarını kapsayan bir sistem” olduğuna inanan İslamcılar, bunu “dinin bir kısmını terk etme” teklifi olarak anlıyorlar. Hatta Kemalizm’i andırır bir “din ve dünyayı karıştırmama” dayatması zannediyorlar. (“Alternatif sistem kurmak”tan başka bir “dünyaya karışma” biçimi akıllarına gelmediği için, herhalde.) Öyle ki, Ali Bulaç, İslamcılığı savunurken, İslamcılık eleştirisini “Allah’tan bağımsız alanlar yaratma” gibi anlıyor. Bu yüzden “Allah’ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur” diyerek itiraz ediyor. Oysa Allah’ın ilmi ve kudreti tabii ki her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir mümin tartışmaz bunu.) Ama Allah, hayatın her alanını tüm detaylarıyla açıklayan bir “sistem” mi indirmiştir insanlığa? Yoksa, belli meseleleri hükme bağlamış, diğer meseleri ise genel ilkelerle yol gösterdiği ve kendisine “akıl” bahşettiği kullarının tecrübesine (ve imtihanına) mi bırakmıştır? Ben ikinci cevaptan yanayım. Bunun İslam’a sadakat konusunda bir zaaf ve eksiklik olduğunu ise düşünmüyorum. Dahası, bir “İslami sistem” olduğunu ve bunu “bildiklerini” ileri süren İslamcıların, bu mevhum “bilgi”den doğan bir iktidar tutkusu içinde olmalarından şüpheleniyorum. Ama bence daha da büyük sorun şu: İslamcıların Müslümanlara kısmen kabul ettirdikleri bu “İslami sistem” tutkusu, içinde yaşadığımız mevcut sistemlere Müslümanca dahil olmayı zorlaştırıyor. Hayali bir “İslam sistem” ütopyası bir kenarda dururken, demokrasi ve piyasa ekonomisi gibi evrensel sistemlere İslami değerler katmak akla gelmiyor. Açılan bu makas da, hiçbirimizin istemediği bir sonucu doğuruyor: “Sekülerleşme”, yani dinden uzaklaşma.





Sayı: 168 | Tarih: 2.09.2012
Mahir Kaynak
Mahir Kaynak bu hafta yazmadı
Apaydın Kampı
1713 Okunma
12 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Yeni başlayanlar için El Kaide kılavuzu
Cihad-Kıtal
1292 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
Sınırsız belleğimiz sınırlı konulara mı mahkûm ed
Tedayün ve Bilgisayarlar
1254 Okunma
Tayibet Erzen
Yusuf Kaplan
İslam'ı bertaraf etmenin yolu,İslamcılığı bertraf
İslam'ın resmi,müslüman'ın ismi kalacak!
1244 Okunma
4 Yorum
Ali Bülent Dilek
Hüseyin Gülerce
Onur Kırıcı Suskunluk
Hedef Türkiye
1142 Okunma
Zafer Kafkas
Mehmet Şevket Eygi
Namazda Başı Taçlı Olmak
Sünnet İçin Farzlar Terk Edilmesin!
1128 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler