İslâmcılığın selefleri ve halefleri
Yusuf Kaplan
ykaplan@yenisafak.com.tr
17 Ağustos 2012 Cuma
Ali Bulaç'ın İslâmcılık mesaisini takdir etmemek mümkün değil. Ama 'tekdir' etmemek de mümkün değil. Çünkü İslâmcılığı getirdi neredeyse modern selefiliğe kilitledi o da.
Oysa modern selefîlik, İslâm'ı ideolojikleştiren ve tersinden sekülerleştirecek marazî bir harekettir (ve açıkçası yabancı güçler, özellikle de İngilizler tarafından desteklenen, sahte hilâfetçi vaatlerle yaygınlaştırılan, anormal bir yükseliş hikâyesi vardır modern selefîliğin).
Düşünsenize, sosyalizmin ruhsuzlaştırdığı eski Türkî cumhuriyetlerde, Balkanlarda vesair yerlerde Vehhabi-Selefî-İranî hareketlerin ve söylemlerin yaygınlaşması, insanların İslâm'dan soğumaları, hatta kopmaları için bulunmaz bir fırsat!
Oysa bu tür yerlerde ancak gönüllere, kalplere hitap eden tasavvufî hareketlerin yaygınlaştırılması hayra hizmet edebilir. Ama tam tersi oluyor. Neden acaba?
* * *
Bugün İslâmcılığın önündeki en büyük sorun, bu modern selefîliktir: Modern selefîlikten kastettiğim şey, 'selefsiz selefîlik'tir; şizofren, modern, reaksiyoner psişenin ürettiği yamama ya da yamanma psikolojisi. Batı uygarlığına karşı çıkarken, geliştirdiği reaksiyoner tavırla ve söylemle, karşı çıktığı şeyin içinden konuştuğunu, karşıt'ına kendini ve egemenliğini karşıtı eliyle meşrûlaştırmasına ve pekiştirmesine aracılık ettiğini bile göremeyecek kadar zihnî bakımdan sorunlu bir psikolojiden ve söylemden sözediyoruz.
İslâmcılık hareketi, günümüzde, gözle görülür bir şekilde, selefî zihin kalıbı ve zihniyet dünyası üzerinden varlığını idame ettirmeye çalışıyor ama varoluş sürecini idam ediyor, kendi eliyle!
Ne ki, modern selefî söylem, İslâmcılık hareketinin hem kendi olmasını, hem de olgunlaşmasını olumsuz şekillerde etkiledi, etkiliyor.
Kendini hep başka'sı, hep öteki üzerinden tanımlayan bir söylemin varacağı nokta, kendine bile yabancılaşmaktan başka bir şey olamaz. Değillemeci ve olumsuzlayıcı aklın varacağı nokta, esas itibariyle kendini değillemek ve olumsuzlamakla sonuçlanır.
* * *
Ayrıca Ali Bulaç, İmam Eşarî'nin yazdığı 'İslâmiyyun' makalesinden yola çıkarak sözkonusu İslâmcılık biçimini meşrûlaştırmaya çalıştı! Anakronizmin bu kadarına da pes doğrusu!
* * *
Ve Bulaç, İslâmcılığın, şairler, edebiyatçılar eliyle geliştirilmesinin, âlim profilinden yoksun olmasının sakıncalarına dikkat çekti, kısmen de olsa haklı olarak. Elbette ki, âlim şahsiyetine ihtiyacımız var; ilim geleneğiyle irtibata geçmeye, ilim geleneğimizi tevarüs, temellük ve temessül etmeye şiddetle ihtiyacımız var.
Ancak bunlar, birbirini nakzeden şeyler değil ki.
* * *
Tarihte ilk kez yaşadığımız böylesine ürpertici bir fetret döneminde, epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş yaşadığımız bir zaman diliminde, medeniyet, kriz yaşadığı için âlim şahsiyeti zaten 'göçmüş' demektir. Belki de tersi daha doğru: Alim şahsiyeti öldüğü ve ilim geleneği yok olduğu için, medeniyet çökmekten kurtulamadı.
Böylesine varoluşsal bir buhranın yaşandığı zaman aralıklarında, bizi, yok olan ilim, düşünce ve sanat dünyamızla buluşturacak, bize çok katmanlı bir dil, çok boyutlu bir varoluş yolculuğu sunacak insanlar elbette ki, sanatçılar, düşünürler ve daha çok da sanatçı-düşünür şahsiyetleridir: Meselâ İkbal böyle biridir; meselâ Sezai Karakoç böyle biridir; meselâ İsmet Özel böyle biridir; meselâ Nuri Pakdil böyle biridir; meselâ Rasim Özdenören böyle biridir.
Siz bu isimleri çıkarın, silin, ortada İslâmcılık diye bir şey kalmaz. Sanatın, hatta 'sanat-tefekkür'ün, varoluşsal bunalım zamanlarında, bunalımın anlaşılması, anlamlandırılması ve aşılması sürecinde geliştirdiği çok katmanlı, uzun erimli, uzun soluklu, zengin çağrışımlar yüklü metaforik, sembolik ve estetik dil ve söylem, insanlara hem nefes aldırtmış, hem ruh üflemiş, hem de önümüze yeni koridorlar açarak bize yol fenerleri sunabilmiştir.
* * *
Medeniyet buhranı, tarihte ikinci kez karşı kaşıya kaldığımız ama ilk kez İslâm'la da, İslâm'ın dışındaki dünyayla da çift yönlü temassızlık yaşadığımız, yalnızca simülatif / sahte bir ilişki kurabildiğimiz, zihnimizi körleştiren, idrak biçimlerimizi kötürümleştiren çok yönlü varoluşsal bir buhran.
Bu varoluşsal buhranın anlaşılması ve aşılması, ancak önce bir dalga-kırma, sona da bir dalga-kurma hareketiyle mümkün olabilir: Özellikle birinci süreçte sanatçıların, sanatçı-düşünürlerin yapabilecekleri tahmin bile edemeyeceğimiz açılım ve atılımlar vardır. Nitekim gerçekten de bu dalga-kırma sürecinde, İkbal'den Akif'e, Necip Fazıl'dan Sezai Karakoç'a ve Turgut Cansever'e kadar pek çok sanatçı-düşünür, birinci derecede rol oynamıştır.
Ayrıca İslâmcılık sorunu tartışılırken, bu isimlerin hiç zikredilmemesi, üstüne üstlük de küçümsenerek zikredilmesi, ne kadar çorak bir ülkede yaşadığımızın acı, düşündürücü bir göstergesi.
* * *
ÖNEMLİ BİR NOT: Bu yazının çoktan baskıya gittiği saatlerde, Zaman gazetesinin Yorum sayfasında, Uğur Kömeçoğlu isimli bir akademisyen-yazarın, 'Geçici Dönemsel Bir İdeoloji Olarak İslâmcılık' başlıklı, İslâmcılığın doğuşunu, ruhunu, vaatlerini, tarihçesini gözardı eden, İslâmcılığın arkeolojisinden ve jeneolojisinden habersiz, bu nedenle de İslâmcılığı salt ideolojiye indirgeyen, hiçbir entelektüel vaadi, derinlikli fikrî meselesi olmayan, son derece ideolojik kaygılarla yazılmış -çok özür dilerim ama- 'berbat ötesi' bir yazıyla karşılaştım.
………………………..
Bu tartışma başladığı andan itibaren İslâmcılığın salt ideolojik, dolayısıyla siyasî bir söyleme veya projeye indirgenmesini ben de eleştiriyorum.
Ama İslâmcılığın arkeolojisini, jeneolojisini bihakkın yaptığımız zaman, İslâmcılığın, esas itibariyle, herhangi bir dar alana hapsedilemeyecek, indirgenemeyecek kadar çok yönlü bir varoluş projeksiyonu, kapsamlı ve küresel bir direniş, diriliş ve varoluş yolculuğu olduğunu görmekte zorlanmayız.
Ahmet Cevdet Paşa'dan Said Halim Paşa'ya Elmalılı'dan Filibeli'ye, Akif'ten Bediüzzaman'a, Seyyid Kutup'tan Ali Şeriati'ye, İkbal'den Nakîb el-Attas'a, Seyyid Hüseyin Nasr'dan Sezai Karakoç'a kadar pek çok yazarın, sanatçının ve düşünürün bu çok yönlü varoluş yolculuğunun içinde yer aldıklarını, bu yolculuğun uzun vadeli yapı-taşlarını döşediklerini, böyle bir hareketin içinde yer almanın ve bu harekete esaslı fikrî katkılarda bulunmanın, müslümanların ve dünyanın hakikatle buluşabilmesi için bir hayat-memat meselesi olduğunu derinlemesine kavradıklarını aslâ gözardı edemeyiz.
İslâmcılık, önümüzdeki süreçte, sivilizasyonla kavramsal hiçbir akrabalığı olmayan, kaynağını doğrudan Sünnet-i Seniyye'nin üç sütunundan alan vahiy eksenli bir medeniyet fikrine dönüşecek. Bunun İslâm dünyasındaki fikrî tohumları çoktan atılmaya başlandı ve henüz yeterli olmasa da ciddiye alınması gereken bir literatür oluştu.
Zaman'ın Yorum sayfasında yayımlanan basiret, feraset, tefekkür, tezekkür, tefakkuh ve taakkul yoksunu o talihsiz yazıyı ayrı bir yazıda mercek altına alacağımı belirterek bu kadarcık bir notla yetiniyorum şimdilik...
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=33655&y=YusufKaplan
Yorum:
Şeker bayramı demek yerine”Ramazan Bayramı”demekle mi?
Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımızın bayram mesajlarını dinledim.
Özellikle Rmazan Bayramı ismini vurguladılar.
Aklıma askerdeki “tanrımıza hamdolsun”ve “Allahımıza hamdolsun”polemiği geldi.
Dindar veya mukeddasatçılar “Allahımıza”laik veya solcular ise”tanrımıza”
dedirtirlerdi.
Lafla veya kelimeleri değiştirmekle bir şey değişmiyor dedim kendi kendime.
Sadece dinsiz diktatör gidiyor dindar diktatör geliyor.
Zalim düzen değişmedikten sonra ne fark eder.
İslamcı da gerçek “İslamcı”olmalı sözde değil özde olmalı.
Yazarımızın bunu fark etmesi için dua ediyorum.
Sonsöz bir şehidimizden olsun.
“İyi nişan almalı,kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.”
Malkolm-x/Malik el Şahbaz(r.ah.)