Reşat Nuri Erol
19.08.2012
01:57
| 19 Ağustos 2012, Pazar
Cemil ERTEM
Kapitalizm, faiz ve İslamcılık tartışmasına giriş
certem@stargazete.com tüm yazıları
Geçen gün Emre Aköz oldukça önemli bir ‘soru’ yazısı yazdı. Bazı yazılar böyledir, bana başlı başına bir soru cümlesi gibi gelir. Sorusu şu: Kredi almadan gökdelen dikebilir misiz? (Yani faiz kullanmadan, harama bulaşmadan büyüyebilir misiz diye soruyor aslında Emre) İstisnalar dışında hayır, mutlaka sistemin finansal ağının içine girip, faizle kredi kullanmak zorundasınız.
Emre buna ‘sermayeyi büyütmek’ diyor. İktisadi olarak da çok doğru bir tanımlama. Sermaye büyümeli, zaten büyümezse sermaye olmaz. Çünkü sermaye statik değil, dinamik bir kavramdır. Doğurgandır, doğurgan olmadığı zaman sermaye olmaktan çıkar servet olur. Servet, kapitalizmin sevdiği bir kavram değildir ama kapitalist üretim ilişkilerinin sonucu olarak da ortaya çıkar. Mal beyanında bulunurken aslında servetinizi söylersiniz. (Ev, araba, mevduat hesabı, hisse senedi falan) Servet, siz isterseniz, şu sistemde bile faize uğramadan varlığını koruyabilir, değerlendirilebilir. Ama sermaye için aynı şeyi söyleyemeyiz. Sermaye, tarihsel olarak, toprak mülkiyetinin karşısına tüccar sermayesi ve tefeci sermaye olarak çıkmıştır. Ama bu iki sermaye biçimi de meta üretimini ve dolaşımını sağlayan dinamikleri oluşturmuşlardır. Meta üretimi, ücretli dönemi gerekli kılar. (Said Nursi kapitalizme ecir (ücret) dönemi der ve mutlaka biteceğini söyler çünkü Nursi, bu sistemin zorunlu olarak riba çürümüşlüğünü üreteceğini bilir)
İşte meta üretiminin para-sermayeye dönüşmesinin iki önemli sonucu olur, birincisi tüccar sermaye gerileyerek önceliği (hakimiyeti) sanayi sermayesine terk eder ikincisi ise tefeci sermaye banka sermayesi (finans-kapital) olur ve sanayi sermayesi ile iç içe geçer. Çember tamamlanmıştır. Banka sermayesi, sanayi sermayesinin paraya dönüşmüş ‘fazlalarını’ toplayarak daha ‘kârlı’ alanlara bu sermayeyi yönlendirir, bundan da yapılacak yatırımların getirisini aşmamak kaydı ile bir kâr alır. Buna bazı iktisatçılar ‘paranın zaman değeri’ derler ki bu, bugün anladığımız anlamda faiz değildir ama faizin kökenidir. İsveçli iktisatçı Wicksell, ‘Eğer ki bir ekonomide yapılan yeni yatırımların ortalama kâr oranları faiz oranından düşükse orada sorun var’ der ki, doğrudur; bu, baş aşağı giden, çürüyen ve çürümüş finans-kapitalin hakim olduğu bir ekonomi olmuştur. İşte bizim (bugünkü) faiz de budur. Bu çürümüşlüğün bir diğer göstergesi de o ekonomide gelir dağılımından daha hızlı olarak servet dağılımının bozuluyor olmasıdır. Gelir, bir zaman diliminde elde ettiğimiz kazançtır. Servetin aksine dinamiktir. Gelir dağılımı çok bozuk olursa, gelir dağılımından daha hızlı servet bozulması olur. Harcayamayacak ve yatırım yapamayacak karar çok geliri olanlar servetlerini banka sermayesine yönlendirir ve daha fazla faiz alırlar. Finans kapital ekonominin kendisi olur ki bu çöküştür. Faiz ve türev gelirleri hızla artar, yatırımlar geriler, ücretler düşer. Bugün dünyada, servet dağılımı gelir dağılımından daha bozuktur.
İşte bu ekonomide ribanın bütün halleri hakim olur. Eşitsizliğe dayalı mübadele, güçsüz olanı sömürmek (riba’l fadl) ve karşılıksız varlıkların mübadelesi (Bey’ü’l-garar) öne çıkar. Faiz, (riba’n-nesie) hem bu ikisinin zorunlu bir sonucu hem de bizim yukarıda anlattığımız sürecin ifadesidir. İslam’da yasak olan bu riba ekonomisidir. Buradan çıkarak, İslam ekonomisi iki temel düzenleyici alana dayanır: Riba yasağı ve Zekât müessesesi. Keza, Said Nursi, Kur’an’ın kanuni esasisinin vücûb-i zekât kaynaklı olduğunu söyler ama bunun riba ile ortadan kaldırıldığını, ribanın, toplumda eşitsizliği ve çatışmayı artırarak, krizin nedenlerinden biri olduğunu vurgular. (Emirdağ Lahikası-s:649-2009)
Bu iki düzenleyici alan bize, bu kriz (belki de kapitalizm) sonrası ne olacak sorusunun yanıtını da verir. Riba kavramı, genellikle faizle aynı anlamda kullanılmış ve öyle sanılmıştır. Oysa bu eksik hatta sonuçları itibariyle de yanlış bir bilgidir.
İslamcılık: Evet, politiktir ve nihai adaleti anlatır
Burada alternatif bir iktisadi sistemin temellerini bulabilir miyiz ve bulursak bunu İslam iktisadi olarak nitelendirmek mümkün müdür? Önce şunu söylemek gerek; İslam, içinde bulunduğu toplum nizamını veri kabul ederek, bunu Kur’an’ın temellerine göre düzenlemek isteyen bir anlayışa sahiptir. Burada tartışılması gereken Kur’an’ın temellerinin kapitalizmle örtüşüp örtüşmeyeceğidir. Burada bizim yorumumuz Kur’an’ın tamamıyla kapitalizmin dışı bir sistem vazettiği yönündedir.
Şimdi gelelim Emre Aköz’ün (tespitine) sorusuna, sermayeyi büyütmek isterseniz, faize bulaşacaksınız arkadaş diyor, bu zorunlu. Bence değil, sermaye (anlattık) dinamik bir kavram. Bütün bu büyük yatırımları yapacak, altyapıyı hazırlayacak kamusal (devlet değil) küçük özel mülkiyete dayalı bir ekonomik sistem olabilir. Banka sistemi de faize (tekelci-devletçi ekonomiye) değil, girişimci kârına dayalı olabilir. Zaten buraya gidiyoruz. Buna kapitalizm der misiz, bu ayrı bir tartışma. Ama bu tartışma aynı zamanda son günlerde yapılan İslamcılık, İslam’ın topyekun ekonomik-sosyal sistem vaz edip etmeyeceği tartışmasına da oturuyor. İslam adalettir. İslamcılık da bugün -somut, görünen- insanlık için en ciddi çıkış ve alternatiftir.
Ramazan Bayramı kutlu olsun!
|
Reşat Nuri Erol
19.08.2012
01:58
|
19 Ağustos 2012, Pazar
Yiğit BULUT
Para ya kendi sonunu ya da...
yigitbulut@stargazete.com
Başlığa sığmadığı için yeniden yazalım; para ya kendisine zarar verebilecek her şeyin sonunu ya da bu süreçte kendi sonunu getirecek...
Ünlü bir ekonomist-gelecek bilimci yıllar önce söylemişti bu cümleyi...İlk duyduğumda “ne diyor bu adam” diye düşünmüştüm, yaşananlar ve özellikle 2001 sonrası gördüklerim “haklı çıkardı” söyleyeni...
Nasıl mı ? Gelin birlikte sorgulayalım...
Bugünün dünyasına bakalım. Ne görüyoruz; dünyanın biricik yasası haline gelen, getirilen tek bir kurum var; piyasa...
Nedir bu herkesin üzerine titrediği, titremeye zorlandığı PİYASA ?
Kimilerine göre “yeni dünya düzeninde güçlenen, çalışma prensipleri insanlık tarihi kadar eski bir “hiper-imparatorluk”...Kimilerine göre “yerel-küresel” güçlü aktörlerin zayıf olanları kandırmak için kurdukları bir “tezgah” !
Peki gerçekte ne ? Bugün “hiper imparator” olma yoluna giren piyasa geçmişte nasıldı ? Dünya ve Türkiye bazı dönemlerde “piyasayı hakim kılıyoruz” kılıfı altında soyulmadı mı ? 2001 krizi neydi ? 2001-11 Eylül sonrası oynanan oyunun adı veya Amerika’daki “mortgage” görünümlü piyesin özü aynı değil miydi ?
Sevgili dostlar, piyasa her zaman İMPARATOR oldu ! Dünya, 1980 sonrası ABD’de başlayan “finansal hareketlenmelerle” birlikte “hiper olma” kavramıyla tanışmaya başladı...1993-2000 arasında “piyasa devletleri” kuruldu, “piyasa algılaması” altında devletler çökertildi, diz çöktürüldü...
Türkiye’de de “süreç” farklı değildi... 1980 sonrası “şereflendik”, 1983 sonrasında Türkiye’ye “Benim memurum işini bilir” sloganıyla yansıyan “yeni imparator” piyasa, 2001 sonrası “tek hakim” oldu! 2001 krizi “piyasaların bir ülkeyi” ekonomik, siyasi ve dış politika dinamiklerinde nasıl esir alabileceğinin en “önemli” denemesiydi ! Piyasa İmparatorluğuna karşı zayıf olan 57. Hükümet İmparatorun birkaç darbesiyle devrildi...
Peki dünya genelinde ve Türkiye’de insanlar “nasıl bu kadar” saf ve tepkisiz şekilde gelişmelere seyirci kaldılar?
Kabuğu “güzeldi”! Daha doğrusu “içi sertti ama ambalajı” iyi yapılmış, “motto” iyi seçilmişti ! Piyasa kavramına inanmak “yüce bir değere teslim olmaya” benzetilmiş psikolojik olarak toplumlar hazırlanmıştı...Bu ülkede “piyasa bozulmasın” diye “konuşamam” diyen Genelkurmay Başkanları, Başbakanlar, Bakanlar gördük... Amerika da farklı değildi, hala değil...
Sevgili dostlarım, “piyasa, sivil toplum, herkese eşit şans” gibi kavramlar havalarda uçuşurken, 1980’ler sonrasında o güne kadar “devlet” olduğunu sandığımız birçok “ülkede” inanılmaz skandallar ortaya çıktı...Amerika bu işte de başı çekti ve Enron skandalı patladı...
Askeri-endüstriyel “yapının” en önemli temsilcilerinden biri olan Bush Ailesi’nin, Enron’un kurucuları ile ilgili söyledikleri cümleleri hatırlayın; “Enerji piyasasının serbestleşmesine yaptıkları katkılardan dolayı onlara teşekkür borçluyuz”... İşte büyük “devlet” Amerika, işte “serbestleşme-piyasa” algılaması altında olanlar...28 Şubat sürecinde Türkiye’de de durum farklı değildi. Hükümeti devirmek isteyenler “piyasa imparatorluğu ve alt dinamiklerinin” etekleri altında “her türlü” oyunu oynarlarken, Türkiye “Finansal Ergenekon” dinamiği ile tanıştı...
Sonuç : Konuyu daraltalım ve Türkiye’ye odaklanalım...Biz “devlet yapısı güçlü, anti-emperyalist bir süreçle kurulmuş bir ülke” değil miyiz? 1980-2004 arası “piyasa baskısına” nasıl teslim olduk ? Türkiye’de de süreç bütün dünya ile aynı anda başladı ve ivmelendi; 1980 askeri darbesi ile “ulusal devletin”, piyasa devlerine dönüştürülme “süreci”, toplum yeterince “depolitize” edildikten sonra sonrası gelenlere ihale edildi... 1980-2004 arasında Türkiye adeta “piyasa piyesinde” figüran haline getirildi...Bu dönemde halkın 1,5 trilyonu çalınırken, iktidarda olan “iradesiz hükümetler” IMF-Dünya Bankası-İçerideki yerleşik düzen arasında “sefil” oldular...
Son söz : Piyasa “hiper imparator” olma yolunda ilerliyor... Dünya ve Türkiye buralara bir günde gelmedi... Amerika’da 1950, Türkiye’de 1980 sonrası kavramlar hızla yıpranırken, “para en yüce değerdir” anlayışı toplumun ana algılama damarı içine yerleşti... Dediğim gibi “piyasa” bir günde imparator olmadı... Bu bir süreç ve “zirveye” doğru hızla ilerliyor...Türkiye’nin şansı da tam bu noktada ortaya çıkıyor; 2004 sonrası Hükümet olan İRADE, bu oyunu gördü ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın attığı adımlar ile bu “tiyatro yıkılarak” IMF Türkiye’den kovuldu, içerideki “Finansal Ergenekon” çökertilme yoluna sokuldu...Bugün “piyasa kavramına inanan” gerektiğinde çıkarlarını maksimize etmek için kullanan ama fazlasının pompalanarak “halkının soyulmasına” izin vermeyen bir Türkiye var ! “Bu nasıl oldu” derseniz, cevap gayet açık; bu sayfada anlattığım OYUN bozularak...Başbakan Erdoğan bu “gidişi durduran” ve piyasa İmparatorluğuna karşı savaşı bu güne kadar “galip” yürüten dünya üzerindeki birkaç liderden biri...Umarım bu gidişi geri çevirmeye kimsenin gücü yetmez...
|
Reşat Nuri Erol
19.08.2012
02:03
|
Etyen Mahçupyan
İslamcılık Müslümanlara karşı mı?
İslamcılık konusunu asli sahiplerine devretmeden önce birkaç söz daha söylenebilir. Bu tartışmanın 'bugün', yani İslami kesimden gelen, bu duyarlılığı kendi kimliği olarak ilan eden bir toplumsal ve siyasi hareketin iktidara sahip olduğu momentte ortaya çıkmış olması son derece anlamlı.
İktidar devirleri genellikle bir sürece yayılır ve yeni iktidar sahiplerinin bizzat kendi ideolojileri üzerinden tasarrufta bulunma hamleleri ile de devir işleminin gerçekleştiği belli olur. Söz konusu sürecin ilk bölümü bir 'düşmanın' alt edilmesi veya bir 'yanlışın' düzeltilmesi gibi tanımlanabilir. Ama nasıl adlandırılırsa adlandırılsın belirgin niteliği var olan düzenin bir yere kadar yıkılması, tahrip edilmesi ve bunun geçmiş iktidarın kısıtlanması yolu ile gerçekleşmesidir. Ancak sonrasında yeni iktidarın otoritesini meşrulaştırma, kendisine alan açma, rahatlama ve toplumsallaşma dönemi gelir. AKP iktidarı 'bugün' ikinci dönemde ve kendi tabanının kurucu bir aktör olarak kamusal alana girmesine olanak sağlıyor.
Bütün bunların İslamcılık tartışmasıyla yakından ilişkisi var... Çünkü eski rejimle mücadele edilen dönemde, siyasete damgasını vuran şey bizzat o rejimin nitelikleriydi. Kemalizm ve laiklik vurgusu İslami bir dil etrafında yığınların toparlanması ve ortak bir itiraz sesi yükseltmesi için yeterliydi. O sırada Müslümanlar arasındaki farklılıkların, kimin ve neyin İslami olduğunun bir önemi yoktu. Müslümanlar ve İslamcılar kendilerine ve birbirlerine değil, ötekine bakıyorlardı. Oysa iktidara sahip olunduğu ve kamusal alanın yeniden inşa edilebilme kanallarının açıldığı sonraki dönemde, hem ötekinin varlığı siyaset oluşturmak açısından yetersiz hale geldi, hem de çok yeni bir gelişme yaşandı: Kendilerine 'dindar' diyen birçok Müslüman kamusal alana girdiler, kendi din anlayışlarına uygun olan veya en azından ona ters düşmeyen çeşitli tutum ve davranışlar sergilemeye başladılar. Dahası, bu tutum ve davranışlar giderek norm koyucu özellik kazanma eğilimi taşıma ve yeni bir toplumsal iktidarın niteliğini tanımlama istidadı gösterdi.
Kısacası iktidarın başkalarında, İslami duyarlılıktan beslenen itirazın ise muhalefette olduğu süreçte, İslam'ı belirleyen 'şey' tüm Müslümanları kuşattığı varsayılan ve tanımı rehber aydınlarca yapılan bir ideolojik Müslümanlık, yani genel anlamıyla İslamcılıktı. Oysa iktidarın Müslümanlara geçtiği, her dindarın kendi din algısını kamusal alana yansıtabildiği dönemde, İslam'ı belirleyen 'şey' söz konusu iktidar sahibi Müslümanların niyet, istek, tercih ve taleplerini yansıtan pragmatik bir Müslümanlık, tabiri caizse Müslüman iktidarın 'praksisi' oldu.
Böylece İslam, iktidar sahibi Müslümanlar sayesinde İslamcıların elinden 'kaçırıldı'. Bu noktada iktidar sahibi derken, AKP hükümetini değil, onu çok aşan bir biçimde ekonomiden sanat ve kültüre, eğlence dünyasından yeni aile düzeneğine her alanda yeniyi inşa eden bir dalgadan bahsediyoruz. Bu dalganın aktörleri kendilerini muhakkak ki dindar olarak görüyor ve iyi Müslümanlar addediyorlar... Öte yandan kendilerini değişmez bir dindarlık kalıbına uydurmaktansa, dindarlığı kendi hayatlarını ve bireysel hayallerini kuşatacak biçimde tedrici olarak yeniden biçimlendiriyorlar.
Basitçe söylersek, Müslümanlar sekülerleşiyor ve bu da İslamcılığın cemaat içi otoritesini kaybetmesi anlamına geliyor. Kemalist rejimin laikliği ile mücade edildiğinde böyle bir sorun yoktu, çünkü sekülerleşme laikliğin 'mütemmim cüzü' gibi algılanıyordu ve aslında felsefi açıdan bu iki kavramın birbiriyle çelişkili olabileceği idrak edilmemişti. Derken laikliğin otoriter zihniyet altında Kemalist yoruma taşındığı, her zaman devletçi bir yaklaşımı ima ettiği keşfedildi ve bu tespit bizzat dindar ve Müslüman Başbakan tarafından telaffuz edildi. Böylece sekülerleşme zihniyet bağlamı açısından laiklikten koptu. Sekülerleşmenin farklı bir zihniyet altında yaşanabileceği ve bunun dindar kalarak ama din algısını özgürleştirerek yeni bir kişiselleşme yaratabileceği deneyimle anlaşıldı.
Dolayısıyla eskiden tüm Müslümanlar laikliğe karşı iken, bugün İslamcılar artık sekülerleşmeye karşılar ve onu yeniden laiklikle özdeşleştirmek istiyorlar. Bu durum, geçmişte tüm Müslümanların modernleşmeye karşı iken, şimdi İslamcıların bizzat modernliğe karşı olmalarıyla paralel... Ne var ki Türkiye'nin yeni sosyolojik gerçeği, sekülerleşen ve kendi dünyasından bir modernlik üretmek üzere olan yeni bir Müslüman'ı ve dindarlığı haberdar ediyor. Bu toplumsal dalga modernliğin ve devletçi otoriter laikliğin eleştirilebildiği post-modern ve küresel bir tarih aralığında mümkün olurken, geri dönüşü şimdilik olanaksız bir sosyolojik ve zihnî eşiğin geçilmesiyle de sonuçlandı.
İslamcıların anlaması gerek ki, artık 'elimizdeki' Müslümanlar bu ve onların kendilerini dindar kalarak değiştirme dürtüsünü durdurmak zor. Bu durumda sekülerleşmeye ve modern olana karşı çıkmanın bizzat Müslümanlara karşı olmak gibi algılanabileceğini idrak etmekte yarar var.
Orhan Miroğlu'na şifa dileği notu: İttihatçılığın ne olduğu meselesine Hrant'ı da sokup bir de benim bu hafızayı yok saydığımı yazabildiğine göre pekiyi bir ruh halinde olmadığını sanıyorum... Geçmiş olsun Orhan'cığım.
e.mahcupyan@zaman.com.tr
19 Ağustos 2012, Pazar
|
Reşat Nuri Erol
19.08.2012
08:37
| Türkiye'de İslamcı da Kemalist de şeriatçı
İslamcılık tartışmalarında ne konumda duruyorsunuz?
Türkiye'de kavramların doğru düzgün anlaşıldığı sağlıklı bir yapı maalesef hâlâ yok. Her şeyi korkarak, yanlış anlaşılma ihtimallerini göz önüne alarak konuşuyoruz. 'İslamcı eşittir Müslüman' olarak algılanma durumunda İslamcı değilim demek yanlış anlaşılır. Fakat İslamcılığı iyi tarif etmek gerekiyor. Teknik anlamıyla İslamcı 'Dünya savaşı sonrası veya hilafetin ilgasından sonra İslam dünyasında oluşturulan zalim ve kukla rejimlere karşı bir protest hareketinin fikri karşılığı' olarak görülüyorsa bu geniş anlamıyla ben de İslamcıyım. Ama hususi anlamına geldiğimiz zaman pek olumlu cevap veremeyeceğim. İslamcılığın kaş yapayım derken göz çıkarıyor olması, geleneği dışlaması, gelenekten kopması, İslamcılığın da öyleymiş gibi gözüküyorsa da aslında çok kökten ve köklü bir proje sunamadığını gösteriyor. Mesela ben Türkiye'de İslamcıların da Kemalistlerin de benzer teolojik referanslar kullanmasını düşündürücü buluyorum. Her ikisinin de şeriatçı olduğunu düşünüyorum.
Nasıl?
Gelenekteki bilgelerin din tarifinden uzaklaşmış modernist İslamcı, İslam eşittir şeriat, İslam eşittir hukuk algısına girdi. Oysa gelenekte 'Şeriat' yoldur varana ama onlardan içeride Hakikat marifet vardır. Hukuk bir yaptırımlar manzumesidir, norm getirir. Gönülle ruhla işi olmaz. Size bazı şeyleri dayatır. Aynı şekilde politik bir ideoloji olarak Kemalizm de kuşatamamış, kalbe girememiştir. Ondan dolayı koruma kanunlarıyla ya da süngü ve postal zorlamasıyla ayakta tutulan bir ideoloji haline gelmiştir. Kalbe giremediği için bundan dolayı normatiftir, şeriatçıdır. Türkiye'de şu an bazı modernist İslamcılarla oturup sohbet ettiğiniz zaman dünya görüşlerinin, düşmanı olduklarını zannettikleri Kemalizm'in püritanist teolojisi ile aslında çok örtüştüklerini görürsünüz. Anti gelenek, anti dergah, anti maneviyat, anti Osmanlı, anti tarih oluşları gibi sayabileceğim bir çok noktada aslında özdeşleşmektedirler. Bu vakıaya baktığımızda ise ben İslamcı değilim.
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Tradisyonalist sufi İslam yorumunu kendime yakın buluyorum. İslam dünyasında acilen mütefekkir yetişmesinin şartları hazırlanmalı. Salt hadis ilmi, fıkıh ilmi okuyan kişiden tefekkür çıkmaz. Hepsine saygı duyuyorum ama İslam dünyasının bugün ihtiyacı olan ne daha fazla molladır ne de muhaddis. Hadis külliyatı artık elimizdedir. Arkeolojik kazı yapılarak yeni bir hadis mecmuası bulunacak değil. O hadislerin ruhunu açığa çıkarmaya ihtiyacımız var. Dini kaynaklarda bahsedilen şeylerin yorumunu, sentezini yaparak çağa bir söylem haline getirecek düşünürlere ihtiyaç var. Tefekkür olmadığı zaman araç olan ilimler amaç haline gelir. Fıkıh öğrenmek araçtır ama bugün amaç haline gelmiştir.
İslamcılık tartışmalarını ne kadar verimli buluyorsunuz?
Derridacı yapıbozum bağlamında bir doğrunun inşa edilebilmesi için var olanın yıkılması gerekir. Eğer İslam dünyasındaki bazı toplumsal dönüşümlerde lokomotifliği selefi İslamcı akımlar çekiyorsa 'hangi noktaya kadar başarılı olabilirler' konusunu açmak, sorgulamak, daha iyiye ve doğruya kapı açacağı için hayırlı buluyorum. Tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Yaşım gereği İran İslam inkılabını çok yakından takip ettim. O inkılapta toplumun diğer katmanlarıyla sosyalist gençler, İslamcı gençler el ele vererek oluşturdukları bir inkılap süreci yaşandı. Oluşum süreci muhteşem... İnkılabın bir din adamı tarafından yönlendirilmesi ve o din adamının cüppesi altında sosyalisti, İslamcısı hep beraber bir araya geliyor olması güzel. Fakat o inkılabın 10- 20 yıl sürdükten sonra hangi noktalarda tıkandığını, açmazlara girdiğini de görmemiz lazım. O inkılabın gelişimini bilmezsiniz, bana ne demişseniz şu hale nasıl geldiğini de bilemezsiniz. Çünkü aynı hataları siz de yapabilirsiniz. Biz bu alemde belli tecrübeler elde etmeye geldik. Her şeyden ders almamız lazım.
EMETİ SARUHAN, Yeni Şafak
|
Reşat Nuri Erol
19.08.2012
08:59
| BÜTÜN ÇALIŞMA ARKADAŞLARIMIZIN VE İSLÂM ÂLEMİNİN
RAMAZAN BAYRAMI MÜBAREK VE MEBRUR OLSUN...
SELAM, SEVGİ, SAYGI VE DUA.. DUA.. DUA İLE...
REŞAD NURİ EROL
|
Reşat Nuri Erol
22.08.2012
16:58
|
Ali Bulaç
Tartışma bitti, defter yeniden açılıyor
Denir ki "medya çağı"nda önemi ne olursa olsun, bir konu 23 günden fazla gündemde kalmaz, yaklaşık üç haftadan sonra ilgi azalır.
İslamcılık Ramazan boyunca (dört hafta) gündemde kaldı. Tartışmaya değerli entelektüeller, köşe yazarları, akademisyenler katıldı, her geçen gün biraz daha tartışma genişledi. Hamdolsun, her Ramazan'da yapılmak istendiği gibi "Nasıl oruç tutulmaz?" diyebileceğimiz şeytani tuzaklara, insanların içine kuşku, vesvese, şüphe düşürmek isteyen hannaslara kimse iltifat etmedi, faydalı bir konuyu konuştuk. Ufuk Yayınları bu tartışmayı kitaplaştırıyor, inşallah ben de gelen eleştirilere yeri geldikçe cevap vermeye çalışacağım. "Müslüman veya İslamcı" olup da belden aşağı vuranları, edebe riayet etmeyenleri, entelektüel meczupları, asabi mütecavizleri ve laik olup kibar üslup kullanmayanları muhatap almayacağım. Kadın olsun erkek olsun, böyleleri allame-i cihan olsa muhatap alınmayı hak etmiyor.
Bu konu kesinlikle entelektüel bir merak saikiyle değil, bizzarure gündeme gelmiş bulunmaktadır. Sebebi şu:
1) Birinci ve ikinci İslamcı nesillerin yaşadığı tecrübenin ciddi bir muhasebeden geçirilmesi gerekir. Bundan sonra ne "olması gerekir" sorusunun cevabı "bugüne kadar ne oldu"da saklıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, seleflerinin hatasını tekrar etmemeli.
2) Türkiye ve Ortadoğu yeni bir döneme adım atmaktadır. Milliyetçi, sol-sosyalist ve liberal reçetelerde ısrar edilmesi durumunda dini, etnik, mezhebi ve sosyal-sınıfsal çatışmalar daha da derinleşip artacaktır. Bu kavşak noktasında Yusuf Akçura'nın sözünü ettiği "üç tarz-ı siyaset" değil, iki tarz-ı siyaset söz konusudur. Ya İslam'ın kaynaklarına dönerek sorunlarımızı anlamaya, tanımlamaya ve çözmeye çalışacağız ya da birbirimizi ifna edeceğiz.
3) Modern dünya derin bir krizden geçerken, Aydınlanma'nın fikri/felsefi kaynakları bize bir çıkış vaat etmiyor. Özgürlük, refah ve güvenlik azınlık bir nüfusun imtiyazı haline geldi; çatışma insanın içinde, tabiatla ve diğer insanlarla sürüyor. Vahyin sahih zabıtlarına dönüp varlık âlemi, dünya ve hayatın anlamı üzerinde düşünmek lazım. Bu uygarlık ömrünün sonuna gelmiş bulunuyor. Bölge ve dünya daha derin krizlere doğru gidiyor. Ahlaklı ve adaletli yaşama sanatı ve yolunun bulunmaması durumunda insanın ve canlı hayatın ölümü gerçekleşecektir. Kalbi ölenin zekâ ile donatılmış beynini nefsinin sufli arzularının emrine vermiş olması, onun "hayat" sahibi olduğunu göstermez.
Süren tartışmada kendimizi eleştirdik. Şöyle bir tablo çıktı:
İslam dünyasının Batı karşısında aldığı yenilgiler birinci nesil İslamcıları modern dünyaya cevap bulmaya yöneltti. Bu anlaşılabilir bir hamleydi. Ancak onlar, yenilgiden İslam'ı sorumlu tutmuyorlardı, "Kur'an ve Sünnet'e dönüş, içtihat kapısının açılması ve cihad ruhunun uyandırılması"yla tekrar üstün gelebileceğimizi savunuyorlardı. Batıcılar ise İslam'ı sorumlu tuttular.
İkinci nesil İslamcılar, Batı'nın İslam içinde üretilebileceğini; bilimin, teknolojinin, modern iktidar ve ulus devletin, eğitimin, ekonomik modellerin İslamileştirilebileceğini, söz konusu yapı ve modellerin İslami versiyonlarının olabileceğini düşündüler. Tabir caizse yenilgiyi onlar da bir ölçüde kabul ettiler ve fakat mağlupların 'Müslüman' kalarak galipleri taklit edebileceklerini düşündüler. Bunun da ciddi bir muhasebeye tabi tutulması gerektiğini anlıyoruz.
Üçüncü nesil Müslümanlar kritik bir kavşak noktasında bulunuyor. Ya İslam'ın özüne, kendi sahih köklerine dönüp bir yandan gelenekleriyle barışacak, diğer yandan modern dünya ile de -şairane, sanatçı duyarlılığı veya retoriklerle değil- tefekkür ve bilgi seviyesinde temas kurup yeni bir dünyanın kapısını aralayacaklar veya dinlerini Katolikler, Ortodokslar, Museviler, Budistler, Taoistler, Shintoistler gibi reforma uğratıp Protestanlaştıracaklardır. Bundan liberal hegemonya altında hakikatin parçalandığı postmodern bir dünyada izafileşmiş, marjinalleşmiş, özel alana çekilmiş bir nominal Müslümanlık kalacaktır. Bir bakmışsınız karşınıza diyanetinden kuşku duyulmayan yazar ve kanaat önderleri çıkmış şöyle bağırmaktadırlar: "Bayım devir değişti, o hükümlerin bugün tatbik ve yaşama şansı kalmamıştır; senin dediğin İslamcılık siyaset yapmaktır, sen dini ideolojileştiriyorsun, dini bu işlere karıştırma."
Ramazan'ın bereketiyle güzel bir tartışma oldu. Defter yeniden açılıyor.
a.bulac@zaman.com.tr
20 Ağustos 2012, Pazartesi
|
Reşat Nuri Erol
23.08.2012
20:03
|
Ali Bulaç
Bize Said Halim Paşa lazım!
Türkiye ve İslam dünyası yeni bir döneme adım atıyor. 18 ve 19. yüzyıllarda üretilip 20. yüzyılda tüketilen felsefe ve sistemler bizi derin bir krizin içine itmiş bulunuyor.
Adına "Arap baharı" denen büyük sosyal patlamalar ve arkasından gün yüzüne çıkan değişim ihtiyacı yeni kavram ve modellerle sorunlarımızı anlayıp çözüm arama ihtiyacını gündeme getiriyor. Din, mezhep, etnik ve sosyal-sınıf çatışmalarını tarafları tatmin edecek biçimde sona erdirmenin yolu liberalizmden veya sosyalizmden geçmiyor. Hangi kavmi veya etnik grubu esas alırsa alsın, milliyetçilikten hiç değil.
İran'ın kendini gözden geçirmesi gerekir, devrimin ilk yıllardaki ideallerine dönüp Türkiye ve Suudi Arabistan'ın hatasına düşmemeli. Mezhep merkezli bölge siyasetinin İran'a da faydası yok. Suudi Arabistan, Amerika'yı arkasına alıp Vehhabi-selefi bir din yorumuyla bölgeyi doğru algılayamaz. İran ve Şii husumeti, onu İsrail ve Batı dünyası ile derin sorunlar yaşayan dünya Müslüman kamuoyunun, ümmetin ma'şeri vicdanının dışına iter. İlahi yasa herkes için işler: "Kim bir zalime yardım ederse, Müslümanları bırakıp haksızın, mütecavizin yanında yer alırsa, Allah onu kendisine musallat eder." Bunun yakın tarihteki en dramatik örneğini Irak'ta ve Saddam Hüseyin'in başına gelenlerde müşahede ettik.
Sahneye yeni giriş yapmakta olan Mısır büyük bir şans. Eğer orada İhvan, herkesi kendi mezhebinde ve dininde özgür bırakıp -Ömer bin Abdulaziz, Alparslan, Selahaddin Eyyubi gibi- İslam'ın büyük şemsiyesini açabilirse -ki bu Sünniliği ideolojileştirmeden ve jeo stratejik bir malzeme kullanmaktan uzakta durmayı gerektirir- bir anda bölge ülkelerini peşine takacaktır.
Türkiye dramatik bir konumda bulunuyor. Bir parçası olduğu ve kendisinin sebebiyet verdiği bölge sorunlarını çözemediği için NATO'yu, BM'yi müdahaleye çağıran, bir anda İran, Irak ve Suriye ile savaş eşiğine gelen bir konuma düştü. 20. yüzyıla geri dönmüş olduk. "Arap baharı" yükselen yıldız olan Türkiye'yi bölgenin dışına çıkarıyor. Arap baharını doğru okuyamadığı, yanlış partnerlerle iş tuttuğu ve dünyaya bir Müslüman gibi bakamadığı için bölgeyi kasıp kavuran etnik ve mezhep çatışmasının tuzağına düştü.
Kendi Kürt sorununu çözemiyor, her geçen gün soruna yeni boyutlar ilave ediyor; dün Kuzey Irak'ı nereye koyacağını bilemiyordu, bugün buna Kuzey Suriye eklendi. İçeride PKK ile boğuşurken paradoksal biçimde Batı'yla olan angajmanları icabı Irak ve Suriye'de otonom-özerk bölgeler, sonra federasyonlara varacak sürece katkı sağlıyor. Bölgedeki etnik ve mezhep çatışmalarında siviller hayatını kaybediyor; benzer şekilde Suriye ve Irak'taki gibi Türkiye'de de bombalar patlıyor, masum insanlar hayatını kaybediyor. Terör, şiddet, kin ve nefret hepimizi kasıp kavuruyor.
2004'te başlayan reformlar durdu. 14 Temmuz 2011 Silvan olaylarından bu yana yanlış Suriye politikasının ceremesini ödüyoruz. G. Antep en dramatik son örnektir. Eğer Suriye ve Irak'ta doğru politikalar takip etseydik, Ergenekon davasını kesintiye uğratmayıp 'Kürt ayağı'nı da ortaya çıkarabilseydik bu derin kaos olmayabilirdi. Mezhep ve etnik çatışma tuzağına düştük.
Mezhepçilikten umut bekleyen herkes sukut-u hayale uğrayacaktır. Hepimiz geçen yüzyılın başlarında Derviş Vahdeti'nin dediğini tekrar etmeliyiz. O "Bugün ırkımızı unutmalıyız" diyordu, bizler de "Bugün ırkımızı ve mezhebimizi unutmamız gerekir" diyebilmeliyiz. Geçen yüzyılda Müslümanlar ırklarını unutmadılar, koca bir imparatorluk ve ümmet parçalanıp darmadağın oldu. Bugün aynı hatayı tekrar edecek olursak, bir kere daha darmadağın olacağız, birbirimizi yiyip bitireceğiz. Sünni ve Şii, Vehhabi ve Sufi; Türk ve Kürt, Arap ve Fars, Alevi ve Nusayri hepimiz Allah'ın birliği inancı tevhidde ve kainat kadar geniş İslam dairesi içinde bir arada ve barış içinde yaşayabilmeliyiz. Bizim dünyamızda Yahudi'ye, Ermeni'ye, Hıristiyan'a ve başka inançtan insanlara da onları üzmeyecek, haklarını ihlal etmeyecek, ikinci sınıf insan ve grup konumuna düşürmeyecek onurlu yer olmalıdır ve vardır.
Derin bir krizden geçerken İslamcılık tartışması akla Said Halim Paşa'yı getiriyor. Bize "Buhranlarımız"ı isabetle ve dirayetle teşhis eden büyük devlet adamı bir Said Halim Paşa lazım. Türkiye içinden çıkarır, hatta AK Parti de!.. a.bulac@zaman.com.tr
a.bulac@zaman.com.tr
23 Ağustos 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
24.08.2012
08:31
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr24 Ağustos 2012 Cuma
İslamcılığın kökü İslam'dadır ve islamcılık bitmez
Daha önce de oldu, bugünlerde de "islamcılık" adı altında İslam tartışılıyor. Bütün mesele İslam'ın şümulü (kaplama alanı) ve müminlerden talepleridir. Bu konuda bir anlama birliğine varmadan kör döğüşüne benzer anlamsız tartışma sürüp gidecektir.
Eski ve yeni islamcıların talepleri, peşine düştükleri dava ile İslam'ın Kur'an'da, sünnette, icmâda, ilmihalde yer alan taleplerini mukayese ederseniz "İslamcılığın kökü dışarıdadır" diyemezsiniz, doğru cümle "İslamcılığın kökü İslam'dadır" cümlesidir. İslamcılık, "İslam'ın müminlerden taleplerini en geniş manada idrak etmek ve bunu dava edinmek" olunca aslında her Müslümanın aynı zamanda islamcı olması gerekirdi. Ama nasıl her Müslüman namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, bazı haramları işliyorsa aynı şekilde islamcı olmama kusurunu/günahını da işliyor.
Bugün islamcılığı tartışanların bir kısmı "İslam'ın kapsamını tartışma konusu yapmaya cesaret edemedikleri için" bunu islamcılık üzerinden yapıyor, aslında İslam'da mevcut olmayan taleplerin bazı Müslümanlar tarafından -hatta dışarıdan sokulan bir fikir, bir cereyan olarak- benimsendiğini, uydurulduğunu, İslam'a maledidiğini söylemeye çalışıyorlar.
Gelin açıkça ve mertçe İslam'ın kapsamını tartışalım. "İslam'da siyaset yok, devlet yok; sosyal, hukuki, ekonomik düzen yok" diyorsanız bunu açıkça söyleyin, delillerinizi serd edin, bunu tartışalım.
Bize göre İslam hayatın her alanını kaplıyor, her alanı ile ilgili irşadları, emirleri, tavsiyeleri, yasakları... var. Baştan beri -adı konsun konmasın- İslam'ın taleplerini ferdin ve toplumun hayarında var kılmayı, korumayı ve İslam'ı yaymayı dava edinenler islamcıdır; bu manada islamcılık her devirde var olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Bir daha yazayım;
İslâm bugüne kadar bilinen ve uygulanan siyasî sistemlerden birini isim vererek ve tanımlayarak öngörmemiş, emretmemiştir. Ancak bu, her siyasî sistemin İslâm'a uygun düşeceği mânâsına da gelmez. İslâm'ın ortaya koyduğu, iman edenleri bağladığı esaslar, kurallar, amaçlar siyasî sistemlerin de İslâm'a uygun ve meşrû olup olmadıklarını belirlemede yol göstericidir, belirleyicidir. İslâmî siyaset sisteminin ve devletin yapısında, her biri Kur'ân'da defalarca zikredilen ve Kur'ânî anlamları da belli olan şu unsurlar vardır: Tevhîd, itâat, hilâfet, bey'at, şûrâ, emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker, velâyet, mülk, hüküm, adâlet, ehliyet ve emanet.
İslamcılığın niçin bitmeyeceği düşünce ve inancını da sevgili İsmail Kara'dan aktarayım:
"İslamcılık bitti diyenler sanki bitmesini istiyormuş gibi davrananlar galiba. Ömrünü tamamlayan İslamcılıklar var tabii, ayrıca bu tarihte yeni bir şey de değil. Fakat İslam dünyasının, Müslümanların, bu arada Türkiye'nin bu kadar büyük tehdit ve tehlikelerle, baskı ve şiddetle, soğuk savaş sonrası yeni emperyalizmle karşı karşıya olduğu bir dönemde İslamcılığın biteceğini düşünmek kafaları bir tarafa doğru yönlendirmek değilse safdillik olur. Yakın tarihte İslamcılığı doğuran şartlar bugün ziyadesiyle ve ağırlaşarak mevcuttur. Unutmayınız ki bütün tarihi boyunca İslamcılığın yeniden yorumlayarak bayraklaştırdığı temel kavramlardan biri cihaddır. Bugünkü sönüklüğü aldatıcı olabilir. Ayrıca İslamcılığın yeni bir dindarlık ve hayat arayışı ve iddiası var. Bu inançlara ve ahlaka kadar uzanıyor. Dini, kaynakları yeniden okumak, anlamak ve yorumlamak istiyor. Bir ölçüde felsefi problemler ve yoklamalar bunlar. Dolayısıyla iktidara gelip gelmemekle hallolacak düzeyde veya ortadan kalkacak tipte değil. Bir şey daha var: Anlaşılan o ki hem uluslararası sistem hem de yerli siyasi odaklar daha uzun müddet İslam meselesini kuşatmak, biçimsizleştirmek, yönlendirmek, tahrik etmek için çaba sarfedecekler. Bu da kaçınılmaz olarak İslamcılığı, İslamcılıkları diri ve canlı tutacaktır."
|
Reşat Nuri Erol
24.08.2012
08:37
|
Hilal Kaplan
hilal.kaplan@yenisafak.com.tr 24 Ağustos 2012 Cuma
Hz. Muhammed (s.a.v.) İslâmcı mıydı?
Allah sizi hem daha önce, hem de bu Kur'an'da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun; siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. (Hac, 78)
Başlıktaki soru benim gibi sizlerin de kulağını tırmalıyor mu bilmiyorum. Ancak kulağı tırmalanmayan önemli bir kesim Müslüman'ın Hz. Muhammed'in en büyük İslâmcı olduğunu öne sürdüklerini biliyoruz.
İnsan ürünü her kavram gibi İslâmcılığın ortaya çıkışının tarihsel-toplumsal bağlamına bile aldırmadan Abdülkâdir Geylânî'den Hazreti Pîr Mevlana'ya, Yunus Emre'den Niyâzî-i Mısrî'ye Bediüzzaman Said-i Nursi'den Said Halim Paşa'ya kadar herkesin İslâmcı olduğuna hükmedilebiliyor. Silsilenin neden Geylânî Hazretleri'yle başladığını bilmiyorum. Örneğin neden Hz. Hüseyin veya Hz. Ali (r.a.) değil ve hatta başlıkta sorduğum gibi Hz. Muhammed değil? Hüsnüniyetlerinden şüphe etmek söz konusu olmasa bile geleneğimizin kıymetli isimlerini İslâmcı olarak nitelemenin teşrihe ihtiyaç duyduğu aşikâr.
"Neden İslâmcı Değilim?" yazımda belirttiğim gibi Müslümanı kapsayan ama ondan daha 'fazla'sını ihtiva ettiği ileri sürülen İslâmcı mefhumunun, Müslüman'ın siyasasının, onun varlığından bağımsız/ ayrı bir vakıa olarak konumladırılmasına yol açtığıdır:
"Toplumsal-siyasal tüm amellerini İslâm'dan ilham alarak gerçekleştirmek zaten Müslümanların üzerine farzdır. Ancak bu farîzayı 'İslâmcı' sıfatıyla tanımlamak, aslında bu amel anlayışının paranteze alınabilir bir yükümlülük olduğu intibaını uyandırır. Uyandırmakla da kalmaz, her söylemsel oluşum gibi birtakım sonuçlara da yol açar. Bu sonuçlardan en önemlisiyse İslâm'ın düsturlarının toplumsal-siyasal alana hâkim kılınması gayretini marjinalleştirmesidir. Müslüman'a yük olan bir vazifesinin askıya alınabilir olmasını sağlamasıdır."
Muhterem Hayrettin Karaman Hocaefendi, "İsme değil, maksada bakalım" yazısında şöyle demiş:
"Eğer tarihe ait şartlar (İslam ümmeti/toplumu içinde batıcılık, türkçülük, kavmiyetçilik gibi ideolojilerin ortaya çıkması) sebebiyle islamcılık diye bir dava ve terim kültür dünyamıza girmemiş olsaydı mesele yoktu, dostların dedikleri gibi "Müslümanlık, Müslüman olmak" bizi ve davamızı ifade için yeterli olacaktı. Ama olan oldu, ismen veya dinen Müslüman olan bazı şahıslar ve gruplar "İslam'a aykırı olmadığı kanaatiyle veya aykırı olduğunu bile bile" mesela batıcılık, türkçülük gibi davaların peşine düştüler. Bunları ifade ederken "mesela türkçü, kavmiyet davası güden Müslümanların" karşısına "Müslüman"ı koyarsanız "onları müslümanlık dışına atmış olursunuz."
Bu mülahazaya birisi teorik diğeri de tarihsel olan iki sebepten ötürü katılmıyorum. Öncelikle isimlendirme fiilinin, toplumsal bir oluşumun şekil almasında sahip olduğu kilit roldür. Örneğin günümüzde Müslümanlar kendilerine 'muhafazakâr' demeye başladığından beri gelişen sürecin bizi getirdiği noktaya bakarsak, Müslüman tanımından ayrılmanın zararlarını müşahade edebiliriz. Benzer şekilde İslâmcılığın da Müslümanların büyük kesimi tarafından marjinal kabul edilip, dışlanması da isimlendirmenin sosyal boyuttaki bir diğer yansımasıdır. Yine belirttiğim gibi, her ne kadar murad edilen bunun tam tersi olsa da, Müslümana farz olan İslâm davasına adanmışlığın, sadece belli bir grubun vazifesi gibi görünmesine, Müslümanın siyasası ile varlığının, tam da seküler zihniyetin arzu ettiği gibi ayrışmasına vesile olmasına yol açmıştır.
Hocamız "İslam ümmeti/toplumu içinde batıcılık, türkçülük, kavmiyetçilik gibi ideolojilerin ortaya çıkması" sebebiyle Müslümanların İslâmcılık kavramını benimsemek zorunda kaldığını söylüyor. Aslında sebep bunun tam tersi; bugün itibariyle İslâmcı olarak tanımlanılan Müslüman mütefekkir ve alimlerin hiçbirisi kendilerine İslâmcı dememişlerdi. Bilâkis onlara İslâmcı diyen bizzat dönemin Türkçü/ Batıcı akımlarına kapılmış olan yazarlardı. Önceden Müslüman bir çizgide oldukları sanılan Yusuf Akçura veya Ziya Gökalp gibi isimler, kendilerinin de milliyetçi olmalarına rağmen Müslüman olduklarını belirtme ihtiyacından olsa gerek, bir kısım Müslümanı İslâmcı olarak nitelendirmişlerdir. Bizde kavramın ilk ortaya çıkışı budur. Hatta dönemin önemli 'İslâmcı'larından Babanzâde Ahmed Naim, 1914'te Sebîlürreşad'da yayımladığı "Da'vâ-yı Kavmiyyet" başlıklı makalesinde İslâmcı kavramına karşı çıkmıştır. Benzer bir karşı çıkışa İslâm'ın siyasi, içtimai, iktisadi ve hukukî açılardan ayrılmaz bir bütün olarak tecrübe edilmesi gerekliliğini savunan Said Halim Paşa'nın "Buhranlarımız" eserinde de rastlayabiliriz. Zaten Said Halim Paşa'yı bugün hayırla yâd etmemizi sağlayan en önemli sebeplerden birisi de İslâm'ın ve Müslümanın ontolojisinin parçalarına ayrılamaz olduğunu sarih biçimde savunmasıdır.
Bazı dostlar da ısrarla Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin 930'da telif ettiği 'Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin' eserinin isminden yola çıkarak İslâmcı kavramının modern olmadığına iknaya çalışıyorlar. Peki, Eş'ârî'nin bir kitabının ismine karşılık onun çağdaşı olan veya ondan önce ve sonra yaşamış olan binlerce alimin bu kavramı hiç kullanmamasını nereye koyacağız? Ve 19. Yüzyıla geldiğimizde Voltaire'in "Muhammed'in dininin adı İslâmcılıktır" diyerek tedavüle soktuğu, bizim yazarlarımızdan on yıllar önce Alexis de Tocqueville veya Ernest Renan'ın kullandığı bu kavramın modern olmadığına nasıl inanacağız? Yani bizleri "öze dönüş"e çağıran dostların, öz olarak konumlandırdıklarının evrensel ve zamanlarüstü bir öz değil de tarihsel-toplumsal olarak ortaya çıkmış bir mefhum olmadığından emin olabilir miyiz gerçekten?
İsimlendirme, girilen yolu belirler. Yola doğru güzergâhla çıkılmaz ise, kaybımız büyük olabilir. Sadece modernist değil, Müslüman'ın siyasasından ayrılabileceği ihtimalini meşrulaştırdığı için sekülerist de bulduğum İslâmcı mefhumuna bu yüzden karşıyım.
Hz. Muhammed'in (s.a.v.) buyurduğu gibi "Bizi Müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun." Allah, her şeyin en iyisini bilendir.
|
Reşat Nuri Erol
24.08.2012
08:58
|
Sibel ERASLAN
İslamcı düşünce ve tasavvuf ilişkisi
sibeleraslan@stargazete.com
İslamcı düşüncenin ne zaman başladığı konusundaki tartışma, Sadık Albayrak’ın menzili “Senusiyye” hareketine kadar geri çekişi üzerinden bir kez daha okunmalı. Bu milat, ister istemez F. Robinson’ın islamcı düşüncede sufizm etkisinin “grafik delili” dediği merkator ölçekli bir harita üzerinden düşünmeye teşvik eder bizi. Şeyh Muhammed Ali’nin 1056 yılında Mekke’den ayrıldıktan sonra Büyük Sahra’nın Batı ve Orta kısımlarında ilk zaviyeleriyle yaymaya başladığı bu mütevazi ama dirençli hareket, sufi nitelikte olup, aynı zamanda İslami tebliğ vazifesi de görüyordu. Onu muhalif bir dil düzeneğine oturtan tavrıysa, mevcut İslam yönetimlerinin yozlaşmaya saptıklarına dair siyasi durumu tenkit eden retorikti...
Batı Afrika’da Kadiriyye ve Ticaniyye, Kuzey ve Orta Afrika’da Senusiyye, Sudan ve Güneyinde Samaniyye, tüm aşağı Nil ve Mısır çevresinde Halvetiyye, Arabistan yarımadasında İdrisiyye, Salihiyye, Mezopotamya ve Anadolu ile tüm Kafkaslarda Nakşibendiyye... Özellikle devlet sistemlerinin çöküp gerilediği, yenilgi ve yozlaşmaya maruz kalınan dönemlere denk düşen bir “islamî uyanış” ve “diriliş”in sivil sembolleri gibiydi... Afganistan, Çin, Hindistan, Bengal, Arakan ve Sumatra/Cava’ya kadar sufizm, İslamî hareketliliğin payandası, manzumesi halindeydi...
Geçtiğimiz günlerde Ömer Lekesiz İslamcı düşünce galerisinden bahsederken İmam Rabbani’nin tecdid ve ihya hareketini önemli bir kilometre taşı olarak ifade etti. İslamcı düşünce hakkında zihin yoranlar için çarpıcı bir sentez, teşbih, konsolidasyon gibi algılandı bu tavır. Albayrak ve Lekesiz’in Senusiyye ve Rabbani üzerinden işaret ettikleri bütüncül tez; Sufi karakterli hareketin, merkezi devlet yönetimlerinin hem siyasal hem toplumsal ahlak yönlerinden uğradıkları zaaf dönemlerinde nasıl bir sivil toparlanmaya hatta gerektiğinde bağımsızlık savaşımı veren cihat ordularına dönüşebildiklerini hatırlatıyordu bizlere. Kafkas direnişinde Şeyh Şamil’in, Kuzey Afrika ve Libya özelinde Senusiyye ve Ömer Muhtar’ın bağımsızlık mücadelesini dualarla anımsayarak, buraya bir “mim” koyalım.
***
İslamcı düşünce galerisinin belirgin reflekslerinden birisi olan; öze dönüş ve asli kaynaklarla ihya algısı, bizde özellikle Mehmet Akif’in özeleştirel biçimde dillendirdiği şekliyle; uyuşturucu, miskinleştirici, adamsendeci, pesimist tarikatçılığı yermekle özgüleştirilir. Bu;”bizde”ki bir tecrübedir ve “o dönemle” ilgilidir. “Bizdeki” İslamcı tecrübeyi, gelenekle olan bağını rijit şekilde imha etmiş olmak üzerinden haklı eleştiriye tabi tutan İsmail Kara ve Mahmut Erol Kılıç gibi isimlerin islamcı birikimin içinde yer alışları, ilk bakışta tezat gibi dursa da... Bu karmaşık galeri, İslamcılığın özündeki ihya ve diriliş semptomlarının gereğidir. Bir nükleer tepkime gibi aksiyon ve reaksiyon onda iç içedir ve dönemin gereğine göre tezahür eder.
***
Albayrak’ın Senusiyye, Lekesiz’in Rabbani atıflarına Sirhindi ve Halid-i Bağdadi’yi ekleyerek İslamcı düşünce içindeki sufi hareketi biraz daha belirginleştirelim. 1582’de Delhi’de Hinduizmle İslamı “Din-i İlahi” adı altında sentezleyen Ekber Şah’a karşı, İslamı panteist unsurlardan arındırma girişiminin bayraktarı Sirhindi, sufi olmakla birlikte öze dönüşü ihya etmiştir. Ardılı Mevlana Halidi Bağdadi (11776-1827)kurduğu medrese tedrisatı ve ilmi epistemolojiyle Nakşibendi hareketinin tüm kırılmalara rağmen ucu bugünlere kadar varan, sünni düşünsel temellerini inşa etmiştir. İlk tedrisatına Delhi’de başlayan Bağdadi, sonrasında Kafkaslara yönelerek, Suriye, Irak, Hicaz, Kürdistan, Anadolu ve Balkanlar’da kendi müdavimlerini bulmuştur. Daha sonraları etkisi Doğu Afrika, Seylan ve Sumatra/Cava’ya kadar yayılacak bir ilmi tedrisat ve bağımsızlık savaşlarından söz ediyoruz Halid-i Bağdadi deyince. Allah onlardan razı olsun.
|
Reşat Nuri Erol
24.08.2012
19:07
| Es Selam
Bugun haber sitelerine düşen bir haberi sizlerle paylaşmak istedim. Dikkat çekmek istediğim konu haberden ziyade Amerikada ki düşünce kuruluşlarının yaptıkları profosyonel çalışmalardır.
Söz konusu haberde 3 farklı düşünce kuruluşunun beraber organize ettikleri bir think-thank çalışması yer alıyor. Söz konusu 3 kuruluş; Brookings , American Enterprise , Savaş Çalışmaları Enstitüleri(Institute for the Study of War) .
Haberin altında bu kuruluşlar hakkında internet üzerinden wikipediadan edindiğim kısa bilgileri paylaştım. Kuruluşların kendi sitelerine girip faliyetlerini incelediğimde her bir enstitinün Amerika'da bir bakanlık gibi çalıştığı izlenimini veriyor. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın bizde bunlarla aynı formatta çalışmalarımızı yapalım demiyorum.Niyetim dünyada sömürü düzenini temsil eden kuruluşların çalışmalarında ki profosyonelliğe dikkat çekmektir. Bu 3 kuruluşa ek olarak Rand Corporation hakkında bilgiyide ek olarak paylaşıyorum.
ESAM(Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) olarak üzerimize düşen görevin aslında fevkalade önemli olduğunu bu vesileyle tüm mensuplarımıza hatırlatırım. Yer yüzünde ki sömürü ve zulum düzenini; Rahmetli Erbakan Hocamın gösterdiği adil bir düzen çizgisinde, Cenabı Hakkın yardımıyla bitireceğiz. ESAM'ın göstereceği kelebek etkisine tüm insalığın ihtiyacı vardır.
Allaha emanet olunuz.
http://haber.rotahaber.com/o-bomba-abdde-oynanmis_298608.html
O bomba ABD’de oynanmış
ABD’nin en önemli 3 düşünce kuruluşu 27 Haziran 2012 tarihinde liberallerin kalesi olarak bilinen Brookings’te bir araya gelerek Suriye kriziyle ilgili savaş oyunu oynadı.
ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan’ı temsilen üç takım halinde yürütülen ve bir gün süren simülasyonda, Gaziantep ve Kahramanmaraş gibi bölgelerde bombalamalar olması da konuşuldu. Oyunun sonunda Türkiye, Suriye’yi kısmen işgal etti. Esad rejimi düştü. Irak’ta şiddet 2006 seviyesine döndü. Lübnan’da mezhep çatışmaları başladı.
TÜRKİYE, ağustos ayının başından beri, önce Şemdinli’de yaşanan çatışmalar, Foça’daki pusu, Tunceli’de kaçırılan milletvekili ve en son Gaziantep’teki bombalamanın ardından Hakkâri’de yapılan mayınlı saldırıyla sarsılırken, ABD’nin en önemli düşünce kuruluşlarının 27 Haziran’da Washington’da çok çarpıcı bir “savaş oyunu” oynadıkları ortaya çıktı. Düşünce kuruluşlarının Suriye’ye ilişkin senaryosu dikkate alındığında, son günlerde Türkiye’de yaşanan gelişmelerin iki ay önceden öngörüldüğü anlaşılıyor. Hürriyet’in edindiği bilgiye göre, simülasyonda, Ağustos 2012’den Nisan 2013’e kadar bölgede yaşanacaklar tartışıldı.
3 büyük kuruluş
Washington’daki düşünce kuruluşları tarafından çok sık tekrarlanan simülasyonlardan biri olan çalışma, pek alışılmadık bir biçimde liberallerin kalesi Brookings ve Cumhuriyetçilerin toplandığı American Enterprise ile Savaş Çalışmaları Enstitüleri tarafından ortaklaşa yürütüldü. Brookings Enstitüsü, simülasyonun sonuçlarını önceki hafta 11 sayfalık bir memoya dönüştürüp üyelerine de dağıttı. Ancak kural gereği, bir gün süren savaş oyununa katılanların ismini ve üzerinde konuşulan senaryoyu açıklamadı.
Türkler ve Suudlar
Hürriyet’e bilgi veren kaynaklar, savaş oyununun üç grup halinde oynandığını anlattılar. Buna göre bir grup ABD, bir grup Türkiye, bir grup da Suudi Arabistan ekibi oldu. Ve aralarında Pentagon, ABD Dışişleri Bakanlığı ve CIA’de çalışmış Ortadoğu uzmanlarının yer aldığı ekipler, senaryo uyarınca temsil ettikleri ülkeler adına kararlar aldı. Ve bir gün süren simülasyonun ardından da ABD ve bölgedeki iki yakın müttefiği Türkiye ile Suudi Arabistan’ın 2013 Nisanı’nda hangi durumda olacakları tahmin edilmeye çalışıldı.
Kilit ülke Türkiye
Simülasyonun en kilit ülkesi Türkiye’ydi.................................
..................
.
.
.(haberin devamı linkte..)
Brookings Institution
The Brookings Institution building near Dupont Circle in Washington, D.C.
Abbreviation Brookings
Motto Quality. Independence. Impact.
Formation 1916
Type Public Policy Think Tank
Headquarters 1775 Massachusetts Avenue NW
Location Washington, D.C.
President Strobe Talbott
Budget $ 90 million (2010)[1]
Website brookings.edu
The Brookings Institution is an American nonprofit public policy organization based in Washington, D.C.,[2] in the United States. One of Washington's oldest think tanks, Brookings conducts research and education in the social sciences, primarily in economics, metropolitan policy, governance, foreign policy, and global economy and development.[3][4]
Its stated mission is to "provide innovative and practical recommendations that advance three broad goals: strengthen American democracy; foster the economic and social welfare, security and opportunity of all Americans; and secure a more open, safe, prosperous, and cooperative international system".[2]
Brookings states that its scholars "represent diverse points of view" and describes itself as non-partisan
http://en.wikipedia.org/wiki/Brookings_Institution
http://www.brookings.edu/
American Enterprise Institute
American Enterprise Institute
Abbreviation AEI
Motto Competition of ideas is fundamental to a free society.
Formation 1938
Type Public policy think tank
Headquarters 1150 Seventeenth Street NW
Location Washington, D.C.
President Arthur C. Brooks
Budget $ 25 million (2009)[1]
Website aei.org
The American Enterprise Institute for Public Policy Research (AEI) is an American non-partisan think tank founded in 1943. Its stated mission is "to defend the principles and improve the institutions of American freedom and democratic capitalism—limited government, private enterprise, individual liberty and responsibility, vigilant and effective defense and foreign policies, political accountability, and open debate".[2] AEI is an independent nonprofit organization supported primarily by grants and contributions from foundations, corporations, and individuals. It is headquartered in Washington, D.C.
Some AEI scholars are considered to be some of the leading architects of the second Bush administration's public policy.[3] More than twenty AEI scholars and fellows served either in a Bush administration policy post or on one of the government's many panels and commissions. Among the prominent former government officials now affiliated with AEI are former U.S. ambassador to the U.N. John Bolton, now an AEI senior fellow; former chairman of the National Endowment for the Humanities Lynne Cheney, a longtime AEI senior fellow; former House Speaker Newt Gingrich, now an AEI senior fellow; former Dutch member of parliament Ayaan Hirsi Ali, an AEI visiting fellow; and former deputy secretary of defense Paul Wolfowitz, now an AEI visiting scholar. Other prominent individuals affiliated with AEI include Kevin Hassett, Frederick W. Kagan, Leon Kass, Charles Murray, Michael Novak, Norman J. Ornstein, Richard Perle, Radek Sikorski, Christina Hoff Sommers, and Peter J. Wallison.[4]
http://en.wikipedia.org/wiki/American_Enterprise_Institute
http://www.aei.org/
http://www.americanenterprise.com/
Institute for the Study of War
Institute for the Study of War
Abbreviation ISW
Motto On the Front Lines of Military Thinking.
Formation 2007
Type Public Policy Think Tank
Headquarters 1400 16th Street NW
Location Washington, D.C.
President Kimberly Kagan
Website www.understandingwar.org
The Institute for the Study of War (ISW) is a think tank founded in 2007 by Kimberly Kagan. ISW describes itself as a non-partisan non-profit think tank which seeks to provide research and analysis specifically regarding issues of defense and foreign affairs. ISW produces reports on the wars in Iraq and Afghanistan; focusing on military operations, enemy threats, and political trends in diverse conflict zones”.[1] ISW is an independent non-profit organization supported primarily by grants and contributions from foundations, corporations, and individuals. It is headquartered in Washington, D.C.[2]
http://en.wikipedia.org/wiki/Institute_for_the_Study_of_War
http://www.understandingwar.org/
RAND Corporation
RAND Corporation
Founder(s) Henry H. "Hap" Arnold, Donald Wills Douglas, Sr.
Type Global policy think tank
Founded 1948
Headquarters Santa Monica, California
Arlington, Virginia
Pittsburgh, Pennsylvania
Origins United States Army Air Forces, Project RAND
Key people Michael D. Rich
Area served Predominantly United States of America
Focus Policy Analysis
Revenue $252.87 million (FY11)[1]
Employees c. 1,700
Motto "To help improve policy and decisionmaking through research and analysis."
Website www.rand.org
RAND Corporation (Research ANd Development[2]) is a nonprofit global policy think tank first formed to offer research and analysis to the United States armed forces by Douglas Aircraft Company. It is currently financed by the U.S. government and private endowment,[3] corporations[4] including the healthcare industry, universities[5] and private individuals.[6] The organization has long since expanded to working with other governments, private foundations, international organizations, and commercial organizations on a host of non-defence issues. RAND aims for interdisciplinary and quantitative problem solving via translating theoretical concepts from formal economics and the hard sciences into novel applications in other areas; that is, via applied science and operations research. Michael D. Rich is president and chief executive officer of the RAND Corporation.
RAND has approximately 1,700 employees and three principal North American locations: Santa Monica, California (headquarters); Arlington, Virginia; Pittsburgh, Pennsylvania. The RAND Gulf States Policy Institute[7] has offices in New Orleans, Louisiana, and Jackson, Mississippi. RAND Europe[8] is located in Cambridge, United Kingdom, and Brussels, Belgium. The RAND-Qatar Policy Institute[9] is in Doha, Qatar. RAND's newest offices are in Boston, Massachusetts, and Abu Dhabi, The United Arab Emirates.
RAND is also home to the Frederick S. Pardee RAND Graduate School, one of the original[clarification needed] graduate programs in public policy and the first[citation needed] to offer a Ph.D. The program aims to have practical value in that students work alongside RAND analysts on real-world problems. The campus is at RAND's Santa Monica research facility. The Pardee RAND School is the world's largest Ph.D.-granting program in policy analysis.[citation needed]
RAND publishes The RAND Journal of Economics, a peer-reviewed journal of economics.
http://en.wikipedia.org/wiki/RAND_Corporation
http://www.rand.org/
|