Yeni Değil
2089 Okunma, 30 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

5 Ağustos 2012, Pazar

Mahir KAYNAK

Yeni değil

(Yazı Kaynak'a aittir. İtalik ifadeler Karagülle'nin yazıdan anladığıdır. Sonra gelenler, Karagülle'nin görüş özetleridir. Yorum Karagülle'ye aittir.)

 

Son günlerde cumhurbaşkanlığı seçiminin ülke siyasetindeki etkileri tartışılıyor. Bu konuda verilen bir beyanatın Cumhurbaşkanının düşüncelerini de aksettirdiği söyleniyor. Ancak bu konu yeni değildir. Yani Erdoğan’ın siyaset dışına itilmek istenmesi partinin kurulduğu günden beri vardır. Erdoğan’ın mahkum edilmesi ve milletvekili olmasının engellenmesi bu sürecin ilk hamlesidir. Okul kitabındaki bir şiiri okuduğu için mahkum edilmesi siyasi sonuçlar yaratmış ve onu etkisiz kılmayı sağlamıştır. Ancak CHP başkanının desteğiyle Anayasa değişikliği ve Siirt seçimlerinin iptali de dahil birçok işlem bu durumu etkisiz kılmış ve Erdoğan gerçek yerine ulaşmıştır. Ama onu siyaset dışına itmek isteği devam etmiş ve AK Partinin kapatılması amacıyla dava açılmıştır. Erdoğan Operasyonu adıyla yazdığım kitapta amacın AK Partiyi etkisiz kılmak değil Erdoğan’ı siyaset dışına çıkarmak olduğunu söylemiştim...

 

- Cumhurbaşkanı seçimleri, Erdoğan'ı siyaset dışında bırakmak için kullanılmak isteniyor.

- Erbakan'ı ve Erdoğan'ı hatta Özal'ı sermaye atamamıştır. Neden benim dediğim olmuyor sıkıntısı var.

 

***

Eğer AK Parti kapatılsaydı ve Erdoğan başta olmak üzere çevresindeki bazı kişiler siyasi yasaklı haline gelecek ve aynı ideolojiyi savunan bir parti kurulacak ama bunun kapatılması istenmeyecek ve askerler darbe hazırlığından vazgeçeceklerdi. Ülkemizdeki tüm darbeler dış politikayı değiştirmek amacı taşır ama askerler siyasi analiz yapmadıkları için her şeyi Atatürk’ün ilkelerini korumak ya da ülkeyi ele geçirmek isteyen bazı örgütleri bertaraf etmek için yaptıklarını düşünürler. Mesela Atatürk’ü koruma kanununu çıkaran, Anıtkabirin inşasını tamamlayıp Atatürk’ü toprağa veren, Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’ın liderliğinde kurulan Demokrat Partiye karşı darbe yapılmış, Bayar’ın başbakanlığı sırasında gözden düşen İnönü bu darbenin arkasında yer almıştır.

 

- Askeri darbeler, dışa teslimiyete karşı yapıldı.

- Darbeler Türkiye'yi geri bırakmak için dışarıda tezgahlandı. Askerler dışa satıldı diye tahrik edildi. Demokrat Parti Türkiye'yi dışa pazarlamıştır.  Bugünkü 600 milyar borcumuz bundan dolayı vardır. Darbeyi asker yapsaydı, borçlanmaya devam edilmezdi.

 

Operasyonların hedefi sadece Erdoğan değildi. Meclisin toplanması için 367 milletvekilinin gelmesinin şart koşulması Gül’ün cumhurbaşkanlığını önlemek amacı taşıyordu. Ancak MHP siyasi görüşleri arasında hiçbir benzerlik olmamasına rağmen Gül’ün seçilmesinin önünü açtı.

İnsanlar arasındaki dostluk onların hep bir arada olacağı anlamına gelmez. İnsanlar siyasi görüşlerini dostluğa feda etmezler. Duyguları aynı kalsa bile farklı hareket edebilirler. Bu bakımdan önümüzdeki dönemde iki dostun birbiriyle yarışmayacağını düşünmek yanlıştır. Zaten şimdiki strateji Erdoğan ve Gül’ü karşı karşıya getirmek ve yeni bir siyasi gücü etkili hale getirmektir.

 

- Şimdi hedef Gül ile Erdoğan'ın arasını açmak yoluyla yeni güç ortaya çıkarmak.

- Kemal Derviş benzerini devlet başkanı yapmak.

 

Erdoğan ve Gül arasında dış politikada fark olduğu söylenebilir. Ancak yapılması gereken birbiriyle mücadele etmek yerine yeni dünya düzeninde Türkiyenin alacağı yer konusunda anlaşmaları ve buna uygun bir siyasi kadro üzerinde anlaşma sağlanmasıdır. Böylece AK Parti içindeki yeni stratejiye karşı olanlar da uzaklaştırılmış olur ve yeni ve değerli bir kadro oluşturulabilir.

 

- Gül ve Erdoğan'ın Dış siyasette farklı görüşleri olabilir. Anlaşmalılar, yeni kadro oluşturmalıdırlar.

- Erdoğan Meclis Başkanı olmalı. Yasamayı yürütmenin üstüne çıkarmalı. Başkan bir orgeneral olmalıdır.

 

Türkiye büyük bir değişim yaşanan dünyada önemli bir konumda bulunuyor. Bunu bir mağlubiyete dönüştürmemek ve şartları insanlığa daha fazla hizmet edecek bir Türkiye inşa etmek için kullanmak kişisel başarılardan daha önemlidir.

 

- Türkiye'yi yeni dünyada daha fazla hizmet verecek hale getirmek şahsi başarılardan önemlidir.

- Erdoğan ve Gül bugün, içeride ve dışarıda saygın kimselerdir. Bunu köşkte oturmakla değil köşke güçlü birini oturtmakla sağlayabilirler. Ordusu güçlü olmayan bir devlet ne içte ne de dışta başarılı olabilir.

 

Bugünkü dünya şartlarında muhalefetin bir alternatif oluşturması mümkün görünmüyor. Önemsiz konularda tartışma yapmak yerine ülke için bir yandan tehlike yaratan diğer yandan büyük fırsatlar sunan bu ortamda ülkeyi ileri götürmek iktidar olmaktan daha önemlidir.

 

-Başarılı muhalefet yoktur.

-Derviş benzerini getirmek için Halk Partisini çökertmek ve AK partiyi yıkmak gerek. Hazırlık ona.

 

Yorum:

 

III. Bin Yıl

1967'de alınan kararla birinci Cihan Savaşı çıkarılmış, imparatorluklar yıkılmıştır. İkinci Cihan savaşı çıkarılmış İsrail devleti kurulmuştur. O karara göre 1967'de İsrail İmparatorluğu kurulacak, ortadoğuda nüfusları 10 milyondan az devletler kurulacak, silahtan arındırılmış bu devletler, atom bombası ile donatılmış İsrail'in hakimiyetinde bir ortadoğu imparatorluğu oluşruracaktı.

Milli görüş siyaseti bunu önledi. Erbakan ve Erdoğan başta engel oluşturdular. Sermaye hedefine ulaşamadı. Üstelik sermaye siyasi hakimiyetini de kaybetti. Şimdi çırpınmaktadır. Dünyada birbiriyle suni olarak çatıştırılan süper güçler kalmadı. Dengelerin bozulduğu dönemde yaşıyoruz. Biz güçlü olursak dengeleri oluşturabiliriz. Bunun için cumhurbaşkanı asker olmalıdır.  Yönetime Milli görüş çizgisinden gelenler hakim olmalıdır. Erdoğan ve Gül anlaşmalıdırlar.  Bu yeni kadro Adil Düzen'i benimsemeli ve insanlığa çözümler sunmalıdır. Bunu Akevler'siz yapamazlar. Akevler gerçeğini kabul  etmek zorundadır, Herkes.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:44

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

ÖNCE

HAYRETTİN KARAMAN...

***

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr 12 Ağustos 2012 Pazar İslâmcılık tartışılıyor Mübarek Ramazan günlerinde "meleklerin cinsiyeti, oruç tutmayana şiddet" gibi ya abes veya kasıtlı konuların tartışılması yerine islamcılığın tartışılması elbette daha hayırlıdır. Ancak tartışma kör döğüşünü hatırlatıyor. Önce "islamcılık nedir" sorusunun cevabında ittifak edip sonra görüş bildirmek yerine herkes kendi islamcılık tanımını, karşı tarafın da tanımı farz ederek tartışıyor. Bir de vaktiyle yapılmış tartışmaların, söylenmiş sözlerin tekrarı söz konusu. Bazı yazarların yeni uyandıkları anlaşılıyor. Konuşulmuşa ve tartışılmışa örnek olarak birkaç yıl önce verdiğim cevap ve yazdığım yazıdan alıntılar yapacağım: Siyasal İslâmcılık bitti mi, niçin? Siyasal İslâmcılık nisbeten yeni bir terim, İslâm'ın mensuplarından istediklerinden bir kısmının, belli bir dönemin şartları içinde öne alınmasıyla ve gerçekleştirilme stratejileriyle ilgili. Bu bir kısmından maksat da İslâm'ın siyasî, sosyal, hukukî ve ekonomik talepleridir. "Bütün olmadan parça da olmaz" düşüncesinden yola çıkan İslâmcılar, "inancın, ibâdetin, eğitimin, medeniyetin olabilmesi için siyasî iktidarın da müslümanların elinde olması gerekir" diyorlardı. Bu düşünce dün de, bugün de yanlış değildir, ancak müslümanların bütün misyonu, siyasî iktidar şartına bağlı değildir, siyasî iktidar başkalarının elinde olduğu zaman da İslâm, müslümanlar ve onların insanlığa rahmet olan dîni temsil ve tebliğ vazifeleri devam eder. Ben buna da İslâmcılık dediğim için "İslâmcılık bitmez" diyorum. İslâmcılığın muhtevâsını yalnızca siyasî iktidar ile sınırlamak doğru değildir, hiçbir devrin İslâmcısı da dâvâsının sınırını böyle çizmemiştir. Dün siyasî iktidar da müslümanların elinde olsun diye çalışanlar, bu amaçlarına eremedikleri zaman ve zeminlerde yine İslâmcı olarak misyonlarını -geri kalan alanlarda, ama iktidar mücadelesinden de vazgeçmeden- sürdürüyorlardı. Bugünün müslümaları -ki bana göre hepsi aynı zamanda İslâmcıdır, işte bunların bir kısmı- yaşadığımız dünyanın şartları içinde, yeni bir siyasî İslâmcılık çizgisi/hedefi belirlediler: Demokratik, laik, çoğulcu bir düzen içinde (bunlar müslümanların talebi değil, verili şartlardır), başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermedikçe İslâm'ı, azamî ölçülerde yaşamak; bunun içinde bütün şubeleriyle sosyal hayat da vardır... Olivier Roy gibi bazı yazarlara göre "siyasi İslam" iflas etmiştir ve artık "post İslam"dan söz etmek gerekir. Yine yerli ve yabancı birçok yazara göre "İslamcılar değişmiş, davalarını terk etmiş, sekülerleşmiş ve küreselleşen dünyaya uyum sağlamışlar, batılı manada demokrat olmuşlardır, bu demokrasiden başka yol yoktur..." Bu iddiaların iki kusurdan kaynaklandığı için gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum: 1. Olanı değil, olmasını istediklerini düşünüyor, kuruyor ve yazıyorlar. 2. İslam'ın özü, tabiatı ve müminlerin hayatındaki yeri konusunda bilgi eksikleri var, dışa (mesela son isyan hareketlerindeki sloganlara ve pankartlara, İslamcıların görünmemelerine) bakarak hükme varıyor, isabetsiz genellemeler yapıyorlar. İslam her değişime olumsuz bakmıyor, her değişimi yasaklamıyor, İslam'ın amaçları doğrultusundaki değişimi (gelişmeyi, iyileşmeyi, kemale ermeyi) teşvik ediyor; ama bozulma manasında değişmeyi istemiyor, bu değişmeye karşı tedbir alınmasını istiyor. Müslüman (Müslim) ve mümin terimleri baştan beri vardır, ama İslamcı terimi, bir siyasi ideoloji olarak ikinci meşrutiyetten sonra konuşulmaya başlanmıştır; yani yenidir. Bütün zamanlarda ve bir zamandaki bütün dünyada tektip bir İslamcı yoktur. Müminleri İslam dairesinden çıkarmayan farklı İslam anlayışları hep olduğu gibi farklı İslamcılar da olmuştur. İslamcı olmanın en önemli ayırıcı özelliği "dinin etki alanı" ile ilgilidir ve İslamcı laik olamaz. Daha önce niçin siyasi bir dava olarak İslamcılık yoktu? Çünkü İslam dünyasında "din ile dünyanın, din ile siyasetin, din ile devletin ayrılması, ayrı olduğu" şeklinde bir düşünce de uygulama da yoktu. Müminlerin bütün inanç ve davranışları -yorumlar isabetli olsun olmasın- dine dayandırılıyor, meşruiyetini dinden alıyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi Selçuklu'da, Osmanlı'da laiklik nüveleri yoktu; örfî kanunlar, vergiler, teşrifat kaideleri... dinden bağımsız değildi, bütün bunlar "dinin serbest bıraktığı, ülü'l-emre yetki verdiği alanlarda" oluyordu ve meşruiyetini yine dinden (dinin verdiği yetki ve imkandan) alıyordu. İslam dünyasında "yenileşme hareketleri" Batı'nın etkisiyle başladı, bazıları Müslümanları dinin geri bıraktığını iddia ettiler, batılılaşmadan yana olanlar dini asgari sınırlara indirmek (iman ve ibadetler dışında kalan hayattan dini çıkarmak) ve medeniyet değiştirmek istediler. Yenileşmeyi ve değişmeyi istemekle beraber bütün şümulüyle dinden vazgeçmeyenler ise -ki, bunlara geniş manada İslamcılar diyebiliriz- ictihad ve tecdidi devreye sokarak hem Müslüman kalmak hem de çağdaşlaşmak istediler. Kalın çizgilerle ayırırsak ortaya Batıcılar ve İslamcılar diyebileceğimiz iki gurup çıktı... Müslümanları medeniyet ve düzen değiştirmeye zorlayanlar hep batıcılar oldu, güç olarak da askeri kullandılar. Asker ya demokrasiyi yıkarak doğrudan duruma el koydu veya demokrasi maskesi altında asker destekli sivil otoriteler duruma hakim oldular; yani halkın iradesini engellediler. İşte İslamcılarda bazılarının gördüğü, görmek ve göstermek istediği değişikliğin -ki, bu taktik değişikliğidir- sebeplerinden biri budur. İslamcılar da peygamber olmadıklarına göre elbette ötekilerden etkilenme de söz konusudur.

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:48

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

Yusuf Kaplan ykaplan@yenisafak.com.tr 12 Ağustos 2012 Pazar

'Yenildik biz', dediğimiz zaman, yenildik

* * * Türkiye'de Batıcılar, 'yenildik biz' dediler, teslim bayrağı çektiler ve gözlerini kendilerini yendiğini söyledikleri Batılılara diktiler! Türkçüler 'yenildik biz' dediler, geri çekildiler. Ama meydandan da çekildiler: Nereye gittiler, bilinmiyor... İslâmcılar da 'yenildik biz' dediler; ama teslim bayrağı da çekmediler, geri de çekilmediler; 'yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır' dediler ve aslâ pes etmediler. Önce direndiler; sömürgecilere karşı destansı bir direniş savaşı verdiler. Sonra dirildiler, toprağa diriliş tohumları ektiler. Şimdi ise varoluş yolculuğuna hazırlanıyorlar... Ama... * * * Döküldüler elbette. Düştüler. Nice düşüklükleri normalmiş diye düşünecek bile oldular. Yolsuzluluğun, ahlâksızlığın, hırsızlığın tam ortasına düştüler. Çoğu sınavı yitirmeye ramak kaldı. Bir kısmı, belki de çoğu 'asılsızdır, aslı yoktur' diye bir diploma aldı. İslâmcılar, başkalarına değil, kendilerine, nefslerine yenildiler; kendi ilkelerini çiğnedikleri, kendilerini vareden kökleri ve ruhu unuttukları için. Ki, asıl yenilgi budur. Yenilginin büyüğü bu; ürküteni, korkutanı, insanı tir tir titreteni; ya da tir tir titretmesi gerekeni. Ama bunların hepsi, bir fikir, oluş ve varoluş çilesi aslında. Hakikat ucuz değil: Bedelsiz ve tersiz, çilesiz ve yüreksiz, fikirsiz ve şükürsüz elde edilemez. Önümüzdeki tek engel biziz; kendimiz; dizginleyemediğimiz nefsimiz: Kendimizi aşabildiğimiz zaman aşabiliriz bütün yenilgileri...

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:50

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

İslamcılık en güçlü dönemini yaşıyor Dünyada İslamcılığın en güçlü dönemini yaşadığını ifade eden yazar Ali Bulaç, Ortadoğu'daki patlamalara zorba rejimlere isyan, adaletsiz gelir dağılımı ve İsrail'e karşı Arap halklarının incinmiş gururunun sebep olduğunu, bu kalkışmanın itici gücünü ise İslamcılık'tan aldığını söylüyor. Bulaç 'Türkiye'de ise İslami referanslara dönüp sorunları çözeceğiz' diyor. EMETİ SARUHAN, Yeni Şafak İslamcılığın içinde bulunduğu durum tartışılıyor. İslamcılığın bugünkü durumu dünya konjonktürünün değişmesi ve ulus devletlerinin zaafa uğramasından kaynaklanmış olabilir mi? Yoksa İslamcılığın iktidarla sınanmasından mı? İslamcılığın kendisinde bir başarısızlık yok. Birinci nesil İslamcılar 1850-1924 yılları arasındaki dünya her ne idiyse, o dünyanın şartlarına göre düşünüyorlardı. 1947-1997 yılları arasındaki İslamcılık o toplumun konjonktürel şartları ne idiyse o şekilde düşünüyordu. Bu doğal bir şey. Fakihler, fetvayı soran insanın yaşadığı bölgeye, mesleğine bakarak verirler. Şartlar değişiyorsa hükümler de değişir. Adil bir dünya, ahlaklı özgür bir dünya, İslam dinine dayalı bir dünya maksadı ise değişmiyor. Tabii ki politikalar, kanunlar değişebilir. İSLAMCILARIN BİR BÖLÜMÜ İSLAMCI DEĞİLDİ İslamcıların iktidarla imtihanı başka bir şey. Zaten İslamcıların bir kısmı İslamcı değildi. İslamcı görünerek İslamcıların açtığı mecrada siyaset yapıyordu. CHP ve DYP gibi partilerde siyaset yapma şansları olmadığı için İslamcı olmuşlardı. Böyleleri iktidara ulaştıklarında da hemen İslamcılığı sırtlarında bir kambur olarak görüp attılar. Bu insanların imtihanıdır. İnsanlar imtihanı kaybedebilir. Bu İslamcılığın kendisinden kaynaklanmıyor. O mecranın içindeki aktörün, insan olarak zaafı. Bunu besleyen diğer faktör ise dindar insanların İslamcılığın referanslarını kaybetmesi oldu. İslamcılar neden 28 Şubat'la kırılma yaşadı? 28 Şubat bize yani dindarlara, İslamcılara, Refah Partisi'ne karşı yapıldı. Diğerleri gibi haksız bir darbeydi. Ağır baskılar altında insanlar ister istemez kendilerini gizlemek, geri çekilmek zorunda kaldılar. Geçici bir süre insan susar. Gücü yetmiyorsa Allah onu sorumlu tutmaz. Bazı ruhsatları kullanabiliriz. Fakat Mevlana'nın dediği şey oldu. 'Yaşadığımız gibi inanmaya' başladık. 28 Şubat'ın en büyük tahribatı doğrudan uyguladığı baskı değil, bu baskı altında Müslümanların 'susalım, duygularımızı farklı şekilde ifade edelim' derken bunu içselleştirmeleri oldu. Mümtazer Türköne İslamcılığın sona erdiğini iddia ediyor. Siz aksini iddia ediyorsunuz. Şu an İslamcılık hangi noktada? İslamcılık en güçlü dönemini yaşıyor. Ortadoğu'daki patlamaların arkasında İslamcılık var. Ortadoğu'ya baktığımızda üç ana faktör görüyoruz. Birincisi zorba rejimlere karşı isyan ve bu isyanın başını çekenler Müslüman. Liberallerin, sosyalistlerin şansı yoktur. Libya'da liberallerin seçimi kazandığı söyleniyor ancak koalisyonun başındaki adam 'Tabii ki anayasamız ve hukukumuzun referansı İslam ve şeriat olacaktır' diyor. Böyle bir liberal olabilir mi? Orada da motive edici güç İslam'dır. İkinci faktör gelir adaletsizliğine isyandır. Bir diğer faktör Arap halklarının İsrail karşısında incinmiş gururudur. SOLCULARIN İSRAİL'E İTİRAZI YOK Liberaller ve solcuların İsrail'e bir itirazları yoktur. Müslümanların itirazı var. Eğer Mısır'da İhvan inisiyatifi ele geçirebilirse, askeri vesayete karşı mücadelesini kazanırsa, 22 Arap ülkesinde ve Kuzey Irak Kürdistan bölgesinde İslamcı partiler eşzamanlı olarak iktidara gelecek. Bu ülkelerde İslamcı partiler İhvan çizgisindedir, alternatif olarak hazır vaziyette bekliyor. Türkiye'de durum? Türkiye'de ise İslami referanslara dönüp sorunları çözeceğiz. Kürt meselesi, Alevi meselesi, iktisat politikaları, gayrimüslimler, ahlaki çözülme ancak bu şekilde çözülebilir. Ya da Türkiye bölgeden çıkacak ve çok daha derin ve sosyal bir kaosun içine düşecek. Temenni etmiyorum ama öyle görünüyor. Mümtazer Türköne devleti esas alır. Ona göre devlet 2000'li yılların başında tam derin bir zaafın içinde çökerken, merkez sağ ve merkez sol milliyetçi partiler devlete herhangi bir çıkış gösteremezken, devlet yeni bir kan olarak İslamcıların enerjisini kullandı ve yeniden dirildi. Türköne'nin milliyetçi bakış açısından ebedi olan devlettir. 'Devlet her şeyi alır kendisi için kullanır. İslamcılara ihtiyacı vardı, aldı kullandı, İslamcılık bitti' diyor. ADIMLAR ÇOK YAVAŞ ATILIYOR AK Parti için istenilen politikaları üretemedi, diyorsunuz. İslamcı bir parti Türkiye Cumhuriyeti'nde ne gibi politikalar üretebilirdi? AK Parti liberal politikaları takip ettiği için sorunları çözemedi. Kürt meselesi, Alevi meselesi, azınlıklar meselesi, toplumsal çözülme ve gayrimüslimler meselelerini ele alalım. Milliyetçi ve devletçi bir politika takip ediyorsanız Kürtlerin kimliğini tanımazsınız. Ana dilde eğitimi kabul etmezsiniz. Fakat Müslümanca baktığınız zaman herhangi bir kavmin kendini, etnik kimliğini ifade etmesi, ana dilinde eğitim görmesi en büyük hakkıdır. Fakat bu konuda adımlar atılmadı mı? Çok yavaş. Kürt meselesinde 5 sene önce, etnik kimliğin ifade edilmesi önündeki yasal ve anayasal engeller ortadan kalksaydı mesele bu kadar büyümezdi. İktisat politikaları ise zekat sistemi kaynakların zenginlerden yoksullara aktarılmasıdır. Aleviler kamu bütçesini finanse ediyorsa, TC. vatandaşı ise eşit haklara sahipse, bir Sünni'nin haklarına sahip olmalıdırlar. Kendisini Müslüman veya İslam içerisinde bir mezhep veya İslam'ın dışında bir inanç grubu olarak tanımlaması biz Sünnileri ilgilendirmez, onları ilgilendirir. İslamcı politikalar takip edilseydi Aleviler ibadetlerini istedikleri yerde yaparlardı. Devlet gayrimüslimlerin mallarına el koyuyor. Son dönemde Ak Parti bu yönde takdire şayan adımlar attı. Fakat çok geç adım atıyor. İstanbul'da vakıf mallarını iade ediyor, Midyat'ta gasp edilmesinin önüne geçemiyor. ANAYASA LAZIM Bu adımlar sizin dediğiniz şekilde atılsaydı Türkiye Cumhuriyeti'ni İslamcı bir devlet olarak nitelendirecek miydiniz? 'İslamcı devlet' demek gerekmez. En can yakıcı sorunların önünde de devletin kendisinden başka mani yoktur. Ben Türkiye halkının da bu çözümlere karşı olacağını zannetmiyorum. Tam aksine Türkler, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, ezilenler arasında bir ferahlık doğuracağını, insanları tekrar birbirine bağlayacağını ve sosyal barış tesis edileceğini düşünüyorum. Bu bahsettiğiniz konularda açılımlar yapıldı. Açılımların istenildiği gibi yürütülememesi, Türkiye'deki derin devletin çok köklü ve yerleşik olmasından kaynaklanıyor olamaz mı? Tabii elbette. Hakikaten Türkiye'de güçlü bir derin devlet var ve 2007 Haziran ayından başlamak üzere Ergenekon dediğimiz yapılanmanın sivil siyaset üzerindeki baskısının azaltılması için önemli adımlar atıldı. Yüz yıllık tarihimizde altı çizilmesi gereken bir başarı. Fakat süreç tamamlanmadı maalesef. Evet önemli adımlar atıldı. TRT Şeş açıldı. İnsanlar artık sokakta Kürtçe konuşabiliyor, gazete ve televizyon açabiliyor. Fakat bu hukuki bir mahiyet kazanamadı. Yarın CHP zihniyetindeki bir parti iktidara gelse, her şey eskiye dönebilir. Bu yeni bir anayasa ile yapılabilir. Yeni Bir Sait Halim Paşa'ya ihtiyaç var İslamcı politikaların devleti dönüştürme gibi bir şansı var mıydı? Elbette İslamcılık bir değişim projesidir, reformdur. Türköne'nin tezlerine baktığınızda iktidar ve İslamcılık asla bir arada olamazmış gibi duruyor? Bunun siyaset bilimi açısından kıymeti harbiyesi yok. Ancak şu açıdan haklı olabilir; İslamcı gelenekten gelen insanlar, iktidarın yapısını sorgulamadan oldukları gibi kabul ettiklerinden, iktidar onları dönüştürdü. Siz bir iktidarı kendi referanslarınıza; kelama, fıkha, İslami akideye, ideallere, adalet hakkaniyete göre sorgulamazsanız, adaletsiz bir iktidar alıp kullanırsanız Hz. Ömer bile olsanız o iktidar sizi dönüştürür. Çünkü bu eğri bir cetveldir, düz çizgi çıkmaz. AK Parti'ye teşekkür borcumuz, ilk günden kendini İslamcı olarak nitelendirmemesidir. Bu, iktidarın hatalarını İslam'a mal etmenin önüne geçti. Peki iktidar dönüşmedi mi? Aksi düşünülemez. En önemli etkilerden biri halkın gözünde siyasetçi portresinin değişmesi. Eski o soğuk, yukarıdan bakan, halkına yabancı siyasetçiden çok, Tayyip Erdoğan gibi halka dokunan, halkı kolayca anlayan, beden diliyle kitleleri harekete geçiren bir siyasetçi profili ortaya çıktı. Erdoğan sahici bir insan. Dikkat ederseniz bu CHP, DYP, AP seçmen profili değildir. Bambaşka bir profildir. Dinin diyanetin, muhafazakarlığın söz konusu olmadığı bir siyasetin Türkiye'de mümkün olmadığı anlamış oldu herkes. CHP dahil, dinle barışmasa dahi, dinle kavga etmeyi bir tarafa bırakma lüzumunu hissediyor. Dinle, tarihle ve halkla kavga eden hiçbir siyasi hareketin Türkiye'de şansı yok. Diğer önemli bir nokta Türkiye değişim ihtiyacını dindarlar üzerinden dile getirmesi. Eğer dindarlar, ana mazbut camia, cemaatler, Nurcu gruplar bu değişime destek vermeseydi Ergenekon gündeme gelmezdi, AK Parti de girdiği her seçimi oyunu arttırarak galip çıkmazdı. Bu en büyük kazançtır. Değişimin motoru dindarlar oldu Türkiye'de. Dindarların destek verdiği bir değişim projesi hedefine ulaşır çünkü ana gövdedir o. Bu Türk siyasetinin büyük bir kazancıdır. Şimdi AK Parti'yi iktidardan düşürmek için önce cemaatlerle AK Parti'yi birbirine düşürmek, sonra AK Parti'yi kendi içinde bölmek istiyorlar. Entelektüellerimiz bu çerçevede nerede duruyorlar? Entelektüellerimizin üniversiteleri, dernekleri, gazeteleri, sivil alanlarda geçinip fikir üretmeyi bir tarafa bırakıp devlet memuru olmaları bizim başımıza gelen en büyük felaket oldu. Bizim Müslüman-İslamcı entelektüellerimiz maalesef devlet memuru oldular. Üniversitelerde, medyada, derneklerde, vakıflarda, sivil toplum kuruluşlarında geçimlerini sağlayıp fikir üretmeye devam etselerdi, çözüm üretme çabasına girselerdi, toplumu dönüştürmek çok daha kolay olacaktı. İslamcılık devlete öyle büyük bir enerji verdi ki, çürümüş sistemi ayağa kaldırdı. Cemaatler de aynı tuzağa düştü. Değişim politikalarına destek verirlerken sivil, özerk ve gönüllü karakterlerini kaybettiler. İktidarla birlikte devlete de eklemlendiler. Bu devlet içerisinde iktidar mücadelesine yol açtı. Sivil dinamizmlerini bir ölçüde kaybettiler. Hamdolsun son dönemde cemaatler de öz eleştiri yapıyor. Mısır'da şu an 'Biz de Türkiye gibi entelektüellerimizi ve cemaatlerimizi iktidarın hizmetine versek ne olur?' tartışmaları yapılıyor. 'Türkiye'de çok şey kaybettiler, biz de aynı hataya düşmeyelim' diye tartışıyorlar. Bu eski bir tartışmadır. Ebu Hanife ve İmam Yusuf arasındaki fikir ayrılığına dayanır. Bizim Ebu Yusuf'un yolunu bir kenara bırakıp, Ebu Hanife'nin ekolüne ve çizgisine dönmemiz gerekir. Bu yapılabilir mi? Elbette. Türkiye büyük bir hamle yapacak. Recep Tayyip Erdoğan'ın ve AK Parti'de bir takım insanların bu teşhisi yaptıklarını, genel gidişten rahatsızlık duyduklarını düşünüyorum. AK Parti tüm bu eleştirilere rağmen yegane şansıdır. Türkiye partisidir, çünkü Türkiye'deki bütün etnik grupları, mezhep gruplarını, demografik farklılıkları şemsiyesi altında toplayabilecek tek partidir. AK Parti'nin bir Sait Halim Paşa'ya ihtiyacı var. Roman ve tiyatrodan kurtulmak lazım Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olması derken hangi isimleri işaret ediyorsunuz? İsim vermek istemiyorum fakat bizim tefekküre ve bilgiye dayalı bir İslamcılığa ihtiyacımız var. Tefekkür entelektüel bir birikimdir. Entelektüel manada beyne ve kalbe aittir. Bizde fikir adamı ve alim yetişmiyor. İslamcılarda da çok az yetişiyor. Bol miktarda şair, romancı ve tiyatrocu var. Sinemaya, tiyatroya özenen var. Bu bizim Osmanlı Türk modernleşmesinin bir zaafıdır. Abbasiler, İslam'ı merkez seçip bütün çevre kadim medeniyetleri taradılar. Çin'den Babil'e Mısır'a Yunan'a kadar. Bu merkezlerden bilgiyi ve felsefeyi aldılar. Yunan şiirini, sanatını, tragedyasını tercüme etmediler. Hiç ilgilenmediler çünkü onlar duyguya hitap eder. Tefekküre ve bilgiye dayanmaz. Bizim Batı'yla olan ilişkimiz de bundan dolayı sakattır. Osmanlı modernleşmesi roman ve şiir üzerinden bize geldi. Biz hala Batı aydınlanma felsefesini bilmiyoruz. Bizi şairler, romancılar, hikayeciler enforme ediyor ve duygu ile ayakta tutuyor. Dikkat ederseniz dindar camianın Türkiye'deki söyleminin ana akımı retoriktir. Meseller, hurafeler, menkıbeler... Analitik bir zihin yok. İslam dünyasından bir romancı ve tiyatrocu yetişmeyecektir. Bu asla mümkün olmayacaktır. Kopyamsı romanlar yazacağız. Batı bunu destekleyecek ve bazen Nobel ödülü de verecek. Her sene bir roman yazıp yüzbinler satanların kitaplarına bakın. Bunlar Batılı manada roman mı, Eflatun'un dediği gibidirler: Kopyanın kopyası şeyler. Neden tiyatrocu ve roman yazarı yetişmesi mümkün olmayacak? Sizin tiyatro yapabilmeniz için tradejiniz olması lazım. Trajedi insanın tanrıyla kavgasından kaynaklanmıştır. Yunan tragedyasında Tanrı insanı ezer, özgür olmak isteyen insan trajedisini sahnede dile getirir. Allah Adem'i yarattıysa, ona ruhundan üflediyse, ona isimleri öğrettiyse, yeryüzünün halifesi seçtiyse, peygamberler gönderip kitaplar indirdiyse biz Müslümanlar Allah'la barış (silm) halindeyiz demektir, bizim trajedimiz yoktur ki tiyatromuz olsun! Tarihte Müslümanlar bunu beceremediğinden değil, öyle bir ihtiyaç olmadığı için tiyatro yapmadılar. Mahremiyetin deşifresi, cinayetin teşviki haram ise roman da olamaz. Ama insanlar roman yazdıklarını, bununla da İslamcılık yapacaklarını zannediyorlar. İslamcıların bir an önce bu saçmalıklardan kurtulması gerekiyor. YAYIN TARİHİ: 12.08.2012

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:52

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

Ali Bulaç Modern yanılgı İlk ve ikinci nesil İslamcılar modern dünyadan etkilendi, ancak modernitenin siyasetlerinden İslamcılar etki aldığı kadar etkilediler de: "Onlar size bir yara verdiyse siz de onlara yara verdiniz." Özellikle ikinci nesil İslamcıların Batı'dan aldıkları önemli etki bir 19. yüzyıl Batı yanılgısı olan ekonomi politiğe, doğal sınırları ötesinde ve hak ettiğinden fazla önem arz etmeleridir. Zannedildiğinin aksine "ekonomi politik" sadece Marksizm'in değil, diğer sistemlerin de merkezî konusudur. Binlerce sene içinde teşekkül eden beşeriyetin örfü ve irfanını derinden yozlaştıran ekonomi politiğin haksız hegemonyası modern zamanlarda, bugün de liberalizmin baskın kültürel ortamında etkisini sürdürmektedir. İdeolojik mutlaklaştırmanın bir sebebi ekonomi politiğin merkezî öneme sahip kılınmasıdır. Üçüncü nesil İslamcılar, modern ekonomiyi, üretim yapısını, bölüşüm düzenini, tabiatla ilişkisini, insan arzuları ile insan ihtiyaçları arasındaki mahiyet farkları ile bunlara bağlı büyüme ve kalkınma gibi konular üzerinden yeniden düşünmelidirler. Siyaseti de yeni baştan kelam ve fıkıh zemininde tanımlamadıkça hem ikinci nesil İslamcıların hatasını, hem kriz içindeki moderniteyi tekrar etmek durumunda kalacaklardır. Kendi ideolojik ve politik okuma biçimlerini hakikatin merkezine koyan "bazı İslamcılar ve gruplar" eleştirilir. Ancak bütün İslamcı akımları bir torbaya doldurup eleştirenlere şu sualleri sorma hakkımız var: 1) Sizce bu zihnî sapma, mutlaklaştırmayı reddeden İslam'ın kaynaklarından mı, yoksa modern olandan mı beslenmektedir? 2) İslamcıları eleştirenlerin referans aldıkları modern dünyanın kendisi mutlakçı değil mi? Batı aydınlanması, Hıristiyanlığı sekülerleştirmekten başka neyi orijinal olarak üretti ki? Şeytan'ın Allah'ı taklit etmesi gibi modernite, Katolik Kilisesi'nin mutlak hidayetini aklın ve bilimin kurtarıcılığına havale etti. Ortaçağ'da Kilise'ye bağlanan kurtuluyordu; modern zamanlarda kurtuluş liberal kapitalizme veya Marksist sosyalizme (Komünist Partisi'ne) bağlanmaya dönüştü. Burjuvazinin aklî ve bilimsel başarıları ile proletarya sınıfının kurtarıcı misyonu, yeryüzüne bir kere daha geleceği umulan Mesih'le yer değiştirdi. 3) Mümtaz'er Türköne, bize ait olmayan bir misyonu İslamcılara mal etmektedir ki, o da "ahirete ait cennetin yeryüzüne taşınması"dır. Beşeriyetin tarihi yönelimini bu hedefe kilitleyen modernliktir. "İlerleme inancı"na göre tarihin finalde veya proletaryanın kuracağı komün toplumda "yeryüzü cenneti" kurulacaktır. Müslümanlar bilir ki, biz "dünya gurbeti"ndeyiz, çölde seyahat eden bir bedevi gibi vahada dinleniyoruz. Asıl ait olduğumuz yer burası değil, "ahiret yurdu"dur. Cenneti özleriz, o yüzden durmadan gelişmek, kemale ulaşmak isteriz, insan-ı kâmil olmak isteriz. Ama hep canımız sıkılır, çünkü mükemmel bir varlıkta ama kusurlu bir dünyada yaşıyoruz. Kusur ve eksiklikler yeryüzünde değil, ahiretteki cennette tamamlanacaktır. Bu dünyaya gelişimizin anlamı ve amacı budur. 4) Acaba liberal, solcu-sosyalist veya milliyetçiler ideolojilerini mutlaklaştırmıyor mu ki, İslamcıları bu konuda eleştiri hakları olsun? Modernizmin tekil gerçeklik dünyasıyla beraber postmodernizm Hakikat'i parçalarken, İslamcılardan başka kim "Hakikat'in tekliğine karşılık gerçekliğin çokluğuna ve ifadenin çoğulculuğu"na zihni ve politik kapı arayabilir? Postmodernizmin sizi içine ittiği derin ve ürkütücü kaostan başka bize sunduğunuz ne var? 5) İslamcıları "cemaatçi yapı, ataerkil kültür, hiyerarşik düzen ve değişime zorunlu olarak maruz kalmış kitleler" olarak tasvir eden Mahçupyan ve diğerleri, bu son derece şaibeli ve şüpheli argümanları postmodernizmden devşirirlerken, nasıl oluyor da kendi sol-sosyalist veya milliyetçi geçmişlerini unutabiliyorlar? 6) Modernitenin etkisinde kendini mutlaklaştırma yanılgısına düşenler sadece görünür aktif veya siyaseti önceleyen İslamcılar değil, mezhepler, tarikatlar ve bilumum cemaatlerdir ki, bu genel bir yanılgı, modernliğin İslam içinde üretilmesi hatasıdır. İçimizi karartmaya gerek yok, zira İslamcı olsun olmasın, Kur'an ve Sünnet'i referans alan her fert, grup, akım veya cemaat İslam'a yeniden dönüp kendini kritik edebilirse, görüşünü ve yorumunu tashih edebilir. Pekiyi, sol-sosyalist, liberal, muhafazakâr veya milliyetçiler neye dönüp de kendilerini tashih edeceklerdir? Onlar için bir şifa kapısı kalmış mı?

a.bulac@zaman.com.tr 11 Ağustos 2012, Cumartesi

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:53

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr 11 Ağustos 2012 Cumartesi

İslamcılık, çoğulculuk ve sekülerleşme

İslamcılığın iktidar, muhalefet ve genel olarak hayat karşısındaki farklılaşan halleri kaçınılmaz olarak İslamcılığın farklılaşması ve çeşitlenmesi sorununu beraberinde getirir. Konu tam da İslamcılığın çoğulculaşması meselesine gelmişken Etyen Mahçupyan mevzuya yerinde bir soruyla girdi: "İslamcı olmadığını söyleyen Müslümanları, İslam'ın ana referans kaynaklarını bu şekilde okumayan dindarları nereye koyacaksınız? Bu tür dindarlar sayıca artar ve İslam'ı tanımlama noktasına gelirlerse ne yapacaksınız?" Gerçekten de "Müslüman isminin İslamcı bir iradeyi mündemiç" veya "her Müslümanın bizzarure İslamcı" olduğunun varsayıldığı bir zeminde farklı İslamcılıkların oluşması da mukadderdir. Çünkü bir yandan siyasal her türlü ayrışmaya açık bir düzeydir, bir yandan da İslamcılığın İslam'ın kendisi olmadığı, onun İslam'ın belli tarihlerdeki Müslümanlarca bir yorumu olduğu gerçeği karşısında herkesin İslam'dan aynı şeyi anlaması mümkün olmayacaktır. Bu durum Mahçupyan'a göre kaçınılmaz olarak göreceliğe, oradan da sekülerliğe götürür, çünkü, siyasallık bu göreceleşmeyi kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor. Öncelikle bu durumun hiç de yeni olmadığını, ilk zamanlardan beri Müslümanlar arasında bu çoğulculaşmanın Müslümanların en tabii hallerinden biri olduğunu hatırlatarak başlayalım. İkincisi, Mahçupyan burada sekülerliği İslamcılığa karşı ayrı bir cephe olarak değil, İslamcılığın kendi içindeki bir gelişme olarak resmediyor ki, şahsen ben de bunun sekülerleşmeye karşı daha somut, daha elle tutulur bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Böyle bakınca tıpkı İslamcılık gibi, dünyevileşme olarak sekülerleşmenin de bugüne ait bir şey olmadığını kabul etmek gerekecek. Sekülerleşmeyi genellikle modern çağda Müslümanları etkisi altına alan, Müslümanların haricinden Müslümanlara empoze edilen sistematik bir tahribat girişimi olarak alan yaklaşımlara aşinayız. Revaçta olan yaklaşım bundan ibaret zaten. Buna karşılık Mahçupyan'ın sekülerleşmeye yaklaşımı Müslümanların kendi eylemlerine veya tercihlerine bağlı olarak gerçekleşen bir yanına dikkat etmemizi sağlıyor. Ancak, üçüncüsü, bu sekülerleşmenin kaynağı Mahçupyan'ın düşündüğü gibi çoğullaşmadan veya göreceleşmeden kaynaklanan bir siyasallaşmadan değil tam aksine apolitikleşmeden kaynaklanan bir eğilim olabilir. Çoğullaşmanın veya siyasallaşmanın zorunlu olarak sekülerleşme getirdiği çıkarsaması bana göre aceleye getirilmiş bir çıkarsama. Ali Bulaç'ın da değindiği gibi tarih boyunca İslam içinde bir sürü ayrışma olmuş, bugün de olmaktadır; bu ayrışmaların grupları daha fazla sekülerleştirmiş olduğu veya olacağı söylenemez. Aksine din üzerinde çoğul bir tartışma dini daha fazla gündemde tutmakta, dinsel hakikat üzerinde daha fazla iddianın rekabeti dini söylemin otoritesini daha da fazla pekiştirmektedir. Bu konuda sosyolojik bazı araştırmalar da (Rodney Stark, Roger Finke, Massimo Introvigne gibi), çoğulculuğun fazla olduğu yerlerde, dindarlık düzeyinin ve dini örgütlenmelerin çok daha güçlü olduğunu kaydeder. Dördüncüsü, sekülerleşmenin alternatifi Mahçupyan'ın düşündüğü gibi toplumun tamamının yekpare bir hiyerarşi içinde örgütlendiği ataerkil bir cemaat birliği değil. Böyle bir birliğin daha dindar, daha uhrevi olacağının bir garantisi olmadığı gibi, dindar yapılardan böyle bir birliği sağlamalarının beklenmesi hele bunu sağlamalarının varlıklarının yegane koşulu olarak sunulması da ayrıca tuhaf kaçıyor. Mahçupyan buradan hareketle sonraki yazısında dindara siyaset yolunu neredeyse tamamen kapatıyor. Çünkü ona göre dindar veya İslamcı üzerinde tartışma olmayan mutlak doğrulardan hareket ettiği için tabiatı gereği müzakereyi gerektiren siyasette dindarlığını koruyarak varlık göstermesi neredeyse imkansız. Buradan çıkarabileceğimiz önemli bir sonuç, siyaset alanını hiç bir ilkesi olmayan, hiç bir vazgeçilmez çizgisi olmayan insanların belirlediği. Böyle bir şey midir Mahçupyan'ın tasarladığı siyasallık? Veya fiiliyatta gerçekten böyle mi işliyor siyaset? Siyaset alanı ifade edilsin veya edilmesin, referans verilsin veya verilmesin zaten bir şekilde kırmızı çizgileri olan insanlar arasındaki bir müzakere değil mi? İster AB süreci olsun, ister İsrail'in uluslararası gündemin merkezinde olduğu dünya siyaseti olsun, dinden soyutlanmış bir siyasal alan gösterebilir mi? Belki kendisi zaten bunu eleştiriyordur, o zaman kendisiyle tutarlı bir çizgi sürdürmüş olur, ama şimdiye kadar bildiğimiz gerçek dünyanın bundan ibaret olduğu gözardı edilebileek gerçekler değil, hele bu olmayan gerçeklikten sekülerleşme ve siyaset arasındaki ilişkilere dair normatif düzeye kayan çıkarsamalar yapmak da mümkün değil. Gerçi bütün İslamcı hareketlerin neredeyse ortak bir söylem olarak bir itihad-ı İslam, vahdet, urvetu'l-vuskâ arzuları vardır. Çoğullaşma her fırkanın bu birliğin kendi bayrağı altında gerçekleşme mücadelesini de içerebilir ve dönem dönem bazı gruplar toplumun dinsel çoğulculuğuna yüksek bir saygı temelinde olması koşuluyla en azından siyasi birliği sağlar ve bu esnada büyük çıkışlar ortaya koyabilir. Imaduddun ve Nurettin Zengilerle başlayan ve Selahaddin Eyyubi döneminde gerçekleşen Kudüs'ün fethi, mesela, tamamen mezheplerle, beyliklerle ve gruplarla ayrışıp parçalanmış bir İslam ümmetindeki bu ortak değer ve arzunun harekete geçirilmesiyle gerçekleşmişti. Sonradan Osmanlı'nın bütün İslam dünyasında sağladığı ve altı asır devam etmiş birlik de böylesi bir birlik olmuştur ama hiç bir İslami siyasi birlik pratiği Müslüman toplum içindeki çoğulculuğu gidermeyi düşünmemiştir. Genelde çoğulculuğun içerdiği rekabet sonuçta her fırkanın kendinin dine daha fazla bağlı olduğunu kanıtlama çabasıyla devam ederken toplamda sekülerleşmede bir gerileme, İslam'ın iktidarında ise bir artış meydana gelir. Bu esnada gerçekleşen faklılık ve çoğulculaşma bizatihi İslamcılık aleyhine sekülerleşme lehine işleyen bir durum yaratmaz yani. Buradan ikinci noktaya geri dönmemiz gerekiyor. Yani, Mahçupyan'ın sekülerleşme tanımına bir katkı olarak İslamcılığın tarihiyle yanyana giden ve Müslümanların hayatında hep bir yerde bir kapı olarak, bir yol olarak, onların bir tercihi olarak duran bir sekülerleşme eğilimine.. Devam edeceğiz.

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
05:57

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

İslamcılığın yeniden inşası Eskiden çay ocaklarında dünya meselelerine kafa yoran aydınlarımız bugün köşelerinde İslamcılık kaldı mı bitti mi tartışmasını yapıyor. Görülen o ki tartışma daha da büyüyecek. Önce mahalle içinde başlayan tartışma yavaş yavaş mahalle dışına taşmaya başladı bile. Tabi bir de tartışmanın seyrine göre lafa girmeyi bekleyen 'aydın'lar var. Biz de Ali Bulaç ile Mümtazer Türköne'nin fitillediği İslamcılık tartışmasında hem bugüne kadar neler konuşulduğuna göz attık hem de henüz tartışmaya girmemiş isimlere İslamcılık konusunu sorduk. Bakalım bu tartışma bizi nereye götürecek AKİF KURUÇAY, Yeni Şafak Cumhuriyet'ten sonra ortaya atılan İslamcılık anlayışı bugün bambaşka bir boyutta yeniden tartışmaya açıldı. İran devriminin ardından ülkemizde hızla yükselen değerlerden biri olan İslamcılık 90'lı yılların ortalarına kadar tabiri caiz ise 'altın çağı'nı yaşadı. 70'li yılların aksine 80'lerden sonra fikir tartışmaları, muhalif duruş İslamcılık üzerinden yürütüldü. Edebiyat, şiir, fikir yazıları 'İslamcılık' kanalından daha güçlü beslenmeye başladı. Sadece fikri ve edebi anlamda değil sosyal yaşantı üzerinde de kendinden söz ettirdi. Siyasi söylemlerin ana malzemesi 'din' üzerinden başarılı bir şekilde yürütüldü. Ta ki 28 Şubat sürecine kadar. 28 Şubat süreciyle birlikte önce 'siyasi dil' ardından da sosyal yaşantıda 'islamcılık' dışarıya doğru evrilmeye başladı. AK Parti dönemiyle birlikte eski 'İslamcı'lar merkezde yerini alırken, siyasi dil de bambaşka bir hal aldı. Peki İslamcılık bitti mi yoksa yeni bir dil ve görüntü altında hala varlığını koruyor mu? Değişim mi yaşanıyor yoksa bir bitiş mi? İşte bu tartışmayı fitilleyen ilk isim İslamcılık denince akla gelen birkaç isim arasında yer alan Ali Bulaç'tı. Bulaç, Zaman gazetesindeki köşesinde ard arda yazdığı İslamcılık yazılarıyla bugün iktidarın da gücüyle İslamcılığın farklı bir dili olduğunu ortaya attı. Doktorasını "İslamcılık" üzerine yapmış olan yazar Mümtaz'er Türköne bu yazılara hemen tepki gösterdi. Çünkü Türköne'ye göre İslamcılık ömrünü çoktan tamamladı. 2000'li yıllarda İslamcılıktan söz etmek çok da mümkün değildi. Yani tabir-i caizse islamcılığın ruhuna 'fatiha' okumanın vakti gelmiş geçiyordu bile. Bu tartışma için gerçekten geç mi kalındı bilinmez ama tartışmaya her geçen gün yeni bir isimlerin katılması gösteriyor ki 'İslamcılık' konusu daha uzun süre tartışılacak. Önce mahalle içinde başlayan tartışma farklı çevrelerin de yorumlarıyla önümüzdeki günlerde daha da büyüyeceğe benziyor. Şimdilik tartışma kadının giyim kuşamından, sosyal yaşantıdaki değişiklikten başlayıp İslamcılık nedir, kimlere İslamcı denilir gibi sorular çerçevesinde ilerliyor. Hatta böyle bir tartışmanın gerekli olup olmadığını düşünenler bile var. Ama her geçen gün yeni yeni isimlerin katılımı ve bu konuyu tartışmaktan duydukları memnuniyeti sık sık dile getiren isimleri okuduğumuzda görüyoruz ki bu tartışma çok farklı bir kıvama ulaşacak. Zaten bu konuda henüz söz söylemeyi tercih etmeyen İsmail Kara, Dücane Cündioğlu gibi isimlerin de şimdilik izlemekle yetinmeleri bu yüzden. Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne'nin başlattığı tartışmaya Etyen Mahçupyan, Ömer Lekesiz, Yasin Aktay, Yusuf Kaplan, Lütfi Bergen, Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Nihal Bengisu Karaca, Mehmet Ocaktan, İbrahim Kiras, Mustafa Akyol, Özlem Albayrak, Murat Güzel gibi isimler girdi. Takip edemeyenler için biz de hem bugüne kadar yazılan yazılarda neler konuşulduğuna kulak verdik hem de hala tartışmaya girmeyen isimlere İslamcılık tartışmasının neresinde durduklarını sorduk. Öncelikle tartışmanın seyrine bakalım: ESKİ İSLAMCILARI KIRPIP POLİTİKACI YAPIYORLAR Tartışmanın işaret fişeği başta da dediğimiz gibi Ali Bulaç'ın İslamcılığın seyrinden bahsettiği köşe yazısı oldu. Bulaç İslamcılığı 3 nesle ayırdı ve İslamcılığın 1850'li yıllarda tarih sahnesine çıktığını ifade etti. Ali Bulaç'ın kronolojik tasnifine göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor. Sonraki yazısında ise İslamcılığın tanımını yaptı ve "Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi' göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcıdır" diyerek tartışma içinde yeni bir tartışma konusunu ortaya koydu. Doktora tezinin 'İslamcılık' üzerine yapan Mümtaz'er Türköne ise İslamcıların Türkiye'yi ve devleti, devletinse İslamcıları değiştirdiğini söyleyip İslamcılığın ideolojik olarak çöktüğünü iddia etti. Bulaç'ın "Her Müslüman bizzarure İslâmcıdır" hükmüne karşı "Müslüman" sıfatının neden İslâmcılara yetmediğini soran Türköne, "Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor." dedi. LAİKLİK ŞARABI İÇİP İSLAMCI DÖVMEYE ÇIKMAK Bu konuda bir yazı yazan Etyen Mahcupyan Türkiye'de daha fazla kişi kendisini 'dindar' olarak tanımlasa da, aslında yaşanan temel dinamiğin sekülerleşme yönünde olduğunu ve Müslümanların önemli bir yüzdesinin kendi hayatlarını dinin gereklerine adapte etmenin değil, dinin gereklerini kendi hayatlarına uydurmanın peşinde olduklarını yazdı. Tartışmaya Yasin Aktay, Türköne'nin İslamcılığı kabul etmediğini ama Bulaç'ın gösterdiği 'İslamcılık' anlayışını benimsediğini söyleyerek katıldı. Aktay, Bulaç'ın her Müslümanın bizzarure İslamcı olduğu önermesini doğru buluyor ve Türköne'ye "Müslümanın Müslümandan başka bir isminin veya vasfının olamayacağı hükmünü nerden çıkarıyorsunuz?" diye soruyor. Tartışmaya dahil olan bir diğer isim Ömer Lekesiz İslamcılığa ömür biçilmesine kızarak "İslamcılığa üç vakte kadar ömür biçen bilimsel falcıların hali içki içirilince dağa kurt aramaya çıkan keçinin hali gibidir. Onlar da vaki tepkileriyle laiklik şarabını içip İslamcı dövmeye çıkmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar." diye sert çıktı. Lekesiz tartışmaya giren liberallerin Bulaç tarafından İslamcılık planında dillendirilen meselelerin üzerine bir helva karıcının gayret ve iştahıyla balıklamasına atlamalarını, aslında kendi varlıkları için karılmış helvanın üç vakte kadar yenmesini önlemeye çalışmak olarak değerlendiriyor. İSLAMCILIK DEĞİL POPÜLER İSLAMCILIK Yusuf Kaplan, İslâmcılığın en büyük zaafının, siyasî bir ideoloji olarak takdim edilmesi ama bunun Müslüman toplumlarda, yaygın olarak, sorgusuz sualsiz kabullenilmesi olduğunu yazdı. İslâmcılığın, siyasî bir ideoloji değil, topyekûn bir varoluş yolculuğu olduğunu ifade eden Kaplan, "Eğer İslâmcılık biterse, Türkiye biter. Eğer İslâmcılık biterse, Kürt meselesi hiçbir zaman bitmez; üstelik de yeni 'Kürt' meseleleri zuhur eder. Eğer İslâmcılık biterse, medeniyet fikri de, evrensellik fikri de biter. Eğer İslâmcılık biterse, ufkumuz kararır, umutlarımız söner, geleceğimiz suya düşer." diyor. Tartışmaya bu noktada Star Gazetesi yazarları İbrahim Kiras ve Mehmet Ocaktan katıldı. İslamcılığın 1924'te bittiğini iddia eden İbrahim Kiras, günümüzde "İslamcı" adlandırması yapılan ve "kimliğin muhafazası" temelinde şekillenen ama özellikle "öze dönüş" fikrine mesafeli duran birtakım toplumsal eğilimlere "Popüler İslamcılık" demeyi tercih ettiğini yazdı. Star gazetesinden Mehmet Ocak'tan ise " Türkiye'de askeri vesayet devam etseydi, Ergenekon yapılanması yargı önüne çıkarılmasaydı, faili meçhuller devam etseydi Ali Bulaç çok daha mutlu olacaktı." sözleriyle Ali Bulaç'a yüklendi. İSLAMCIDAN UMUT KESİLMEZ Sibel Eraslan ise Star Gazetesi'ndeki "Şimdi, kim İslamcı değil?" başlıklı yazısında, "Niçin Müslümanım demekle yetinmiyorsunuz da İslamcı gibi bir laf çıkarıyorsunuz?" şeklindeki eleştiriye başından geçen şu çarpıcı hadiseyle yanıt veriyor. Eraslan: 1996'da katıldığı Uluslararası Diyaloglar Enstitüsü'nün Hollanda ve Ürdün'deki oturumlarında ben de benzeri itirazlar getirince Margot Bedran işi şöyle kolaylaştırmıştı; "Sizin Demirel'iniz de Müslüman'dır örneğin, ama onun Erbakan'la bir farkı var, bunu ayırt etmek için böyle şeyler söylüyoruz..." Cihan Aktaş da Lekesiz'in İslamcılık için kullandığı küllerinden yeniden doğan simurg metaforuna şu cümlelerle katkıda bulunuyor: "İslamcılık dönemsel bir refleks; bir gelir, bir gider ve muhafazakârlaşan, donuklaşan İslam algılarını hayattan gelen sesleri dikkate alarak Kur'an ahkâmıyla sorgulayıp tazelemeye çalışır." Tartışmaya yeni katkıda bulunan Özlem Albayrak ise İslamcılığın dinden arındırılmış Batı medeniyetinin, "İslam toplumları geri bırakmaktadır" tezine karşı verilmiş bir refleks olduğunu ve bu refleksin Batı'nın dili, kavramları, dünyayı algılama biçimi ve yöntemiyle verildiğini yazdı. Sonucun ise sekülerleşmede zıddına benzeme olarak ortaya çıktığını iddia etti. Nihal Bengisu Karaca da alakasız isimlerin İslamcılık ölüyor sevinçlerine anlam veremedi. İslamcı değilim dindarım ifadesindeki dindar sözcüğünün apolitikliğe işaret ettiğini söyleyen Karaca İslamcı'dan ümit kesilmez, dahası hakkı hiç yenmez. Şimdilik uyku modunda" dedi. ÖZELEŞTİRİMİZİ YAPALIM Peki bu tartışmalara sessiz kalmayan diğer isimler ne diyor? Bazıları İslamcılığın ölümünü ilan ederken, bazıları öze dönmekle sorunun çözüleceğini, bazıları ise herhangi bir sorun olmadığını söylüyor. Fakat İslamcılık cephesinde de her şeyin dört başı mamur olduğunu söylemek de imkânsız. Evvelemirde kavram etrafında başlayan ve sürmekte olan tartışmanın odağına yerleşen bütün soruların cevaplanması; Ali Bulaç'ın mensubu olduğu ikinci kuşak adına gündeme getirdiği özeleştirilerin İslamcılığın ölümüne, "Hayır, ölmedi yaşıyor" diye yanıt verecek kimseler ve hususen üçüncü kuşak genç İslamcılarca kritik edilmesi gerekiyor. Zira yeni coğrafyada da İslamcılığı donuk bir ideoloji olmaktan ayıran, ona bir hareket kazandıran hayati vasıfları, "muhalif ve (öz)eleştirel" tavrı olacaktır.

İslam, başka kaba sığmaz ABDURRAHMAN ARSLAN: "Kişisel olarak en başta Türkiyedeki İslamcılığın iki döneme ayırıyorum. Bu ayrımda kullandığım ölçü "bilgi" ve "toplumsal önderlik" meselesidir. Bu dönemlerden biri başlangıçtan 1960'lara kadar olan devredir. Bu zaman içinde islamcılık bilgi düzeyinde islamın ilim geleneği ve toplumsal önderlik meselesinde bu geleneğin temsilcisi olan "Alim"in öncülüğüne her şeye rağmen sadık kalmaya çalışmıştır. Diğer ikinci devre ise 1960 sonrasından günümüze gelenidir. Bu devreyi öncekinden ayıran, İslami bilgi ve zihnin pozitivist bilginin egemenliği altına girmesi ve toplumsal önderliğin de entellektüellerin, bilhassa mühendislerin ele geçirmesidir. Bu haliyle sayın Ali Bulaç'ın yaptığı dönemleştirmeye katılamıyorum. Öte yandan İslamcılığı, sayın Türköne'yle ilgili olarak, ideolojiye benzetmek mümkün olabildiği gibi, ona bir son biçmekte mümkündür. Ancak bir şartla, bu şartta İslamcılığı nasıl tanımladığımızla ilgilidir. Bunun yanında ideoloji kavramının müphem içeriği ve neredeyse seksenin üzerinde yapılmış ayrı tanıma sahip olduğu göz önüne alındığında islamcılığa bir son biçmek mümkün görünmüyor. Aksi durum müslümanları modern dünyaya teslim olmaya çağırmak demek olur. İslamcılık bilindiği gibi "harici" olan bir "duruma" karşı girişilmiş bir "nefsi müdafaa" hali olarak ortaya çıkmıştı. Kanımca bugün islamcılığı var eden şartlar ortadan kalkmadı, ama ciddi bir dönüşümden geçti. İslamcılğın bu dönüşen şartlar karşısında yeniden inşa edilmesi gerektiğine inanıyorum. NEFSİ MÜDAFACILIKTIR İslamcılık harici olan bir duruma yani modern duruma karşı girişilmiş bir "nefsi müdafaa" hali olarak ortaya çıktı. İslamcılık bu harici durum karşısında müslümanın aldığı tavır ve takındığı tutumdur. Bu anlam çerçevesi içinde İslamcı olmayan bir müslümandan söz etmek kanımca mümkün olmaz. Bunun neticesinde de İslamcılık bir tercih olmaktan çıkar. Kanımca islamcılığı müthiş şekilde cazip hale getiren, fakat aynı zamanda da onu en büyük zaafını teşkil eden şey, siyasete en ön sırada yer vermesidir. Yani iktidara yaptığı sürekli vurgu ve taleptir. Öncelik anlamında başlangıçta İslamcılığın böyle bir meselesi olduğu söylenemez. İslamcılığı kısmen de olsa tanımlamaya, ama aynı zamanda da onda ciddi şekilde hedef sapmasına sebep olan bir hususun kanımca en önemli sebebi Hilafet'in ilgası olmuştur. Hilafetin kaldırılmasıyla beraber kendilerini açıkta kalmış hisseden müslümanlar için bu defa devlet ve siyaset öncelikli mesele halini almıştır. İslam inanç olarak da, hayat tarzı olarak ta, siyaset olarak da kendi kabının haricindeki başka bir kaba sığmaz.

İslamcılık çok şey öğretti CİHAN AKTAŞ "İslamcılığı, Müslümanların hayat tarzları ve tefekkürleri etrafında dini kaynaklara ve kavramlara başvurmak suretiyle yaşadıkları mekân ve zamana özgü açıklamalar ve eleştiriler öne süren dönemsel bir refleks olarak anlıyorum. Tabii bu refleks yine de biriktirilmiş sorulara ve makul açıklamalara sahip. O nedenle de açıklamaların ve eleştirilerin tamamlanmasını takip eden bir geri çekilme yaşanması anlaşılır geliyor bana. Yenilgiden söz edebileceğimize ise emin değilim, çünkü İslamcılık Türkiye toplumuna çok şey öğretti, Müslümanları olduğu kadar laik çevreleri de etkiledi. AKP'nin üstlendiği Türkiye'yi toparlama vazifesi, iktidar tarafından dönüştürülme işlemine açıklığı oranında elbette sorunlu. Uludere'den tutun sicilinde işkence yazan emniyet görevlilerinin atamalarına varıncaya kadar belirginleşen hatalar, referansları İslam'la açıklanamayacak, Türkiye'ye özgü devlet refleksi diyebileceğimiz tutum ve kabullerle ilişkili diye düşünüyorum. Tabii İslamcılık salt AKP icraatlarıyla da sınırlandırılamaz. "

Tartışma henüz kıvama eremedi NECDET SUBAŞI: İslamcılık, teolojiden sosyolojiye, nostaljiden ütopyaya hemen her alana sarkan bir çeşitlilikte tartışılmaya devam ediyor. Ali Bulaç'la başlayıp Mümtazer Türköne'yle ilerleyerek derinleşen tartışma aslında Türkiye'nin son iki yüzyıllık politik ve dinsel serencamının belli başlı merhalelerini özetliyor. Tartışma henüz kıvamına ermiş sayılmaz. İslamcılık tartışmalarının bugün çoğunluğu akademisyen ve yazarlardan oluşan katılımcılarının ortaya koyduğu hissiyat, alanın gerçek sahip ya da muhataplarıyla buluşmayı başarmış değil. Tartışma müzakere tadında devam etse de sürecin gerçek bileşenleriyle, temsil ve paydaşlarıyla gerekli buluşmayı sağlamaktan hala uzak. Oysaki İslamcılık tartışmalarını bir pehlivan tefrikasına dönüştürmeme söz konusu aktörlerin tartışmaya dahil edilmeleriyle ancak mümkün olabilir. Bizde esaslı bir tartışma adabının mesela İslamcılık gibi yer yer yol ayrımı noktasına varan temel ve derin konularda bile işlemediğini görmek acı verici. YAYIN TARİHİ: 12.08.2012

Reşat Nuri Erol
12.08.2012
06:04

BU ARADA MERAKLISINA NOT:

SİTEMİZİN "KİTAPLAR" KISMINDAKİ

"TÜRKLEŞMEK,

İSLAMLAŞMAK,

MUASIRLAŞMAK"

KİTAP ÇALIŞMAMIZA BAKILABİLİR / BAKILMALI...

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
00:26

EKREM ŞAMA

Kardeşlik hukukunun ötesindeki ilişkiler Danışmanlarından Ahmet Sever, geçenlerde Cumhurbaşkanı'nın ikinci kez adaylığının AK Parti tarafından engellenmeye çalışılmasından dolayı Sayın Abdullah Gül'ün çok üzüldüğünü açıklamıştı. Bu söz üzerine birçok polemik yaşandıktan sonra Cumhurbaşkanı Gül şöyle demişti: "Tayyip Bey'le ilişkimiz kardeşlik hukukunun ötesindedir. Cumhurbaşkanlığı seçimine daha 2 yıl var. Zamanı gelince oturur konuşur, en doğru sonuca varırız..." Acaba kardeşlik hukukunun ötesinde bir ilişki, nasıl bir ilişkidir? Her iki Türk büyüğü ile ilgili yaşadığım ya da yakinen bildiğim bazı olayları hatırlayarak zihnimde bir cevap bulmaya çalışacağım. Ne günlerdi... 12 Eylül'ün mütekebbir generalleri siyaseti ve siyasetçiyi öyle bir kötülemişler ki, toplum siyasetçileri çanağı pisleten insanlar diye algılıyordu. Maddi ya da manevi destek bir tarafa siyasetçiler neredeyse linç edilmeye müstahak insanlar olarak kabul ediliyordu. Refah Partisi'nin İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeleri olan birkaç kişi, başta İl Başkanımız Tayyip Bey olmak üzere o mahrumiyet şartları içinde "Hakk'ı temsil etmeye" çalışıyorduk. Destek yok, imkan yok, mekan yok, para yok. Ama iman var, azim var, gayret var, kardeşlik var, fedakarlık var. Yasaklı olan Liderimiz Erbakan'ı yaşayan bir evliya olarak, yılda bir ziyaret eder gayret ve inancımızı tazeler, aldığımız emirlerini uygulamaya çalışırdık. Kardeşliğimiz "Ensar-Muhacir" kardeşliğinden örneklenirdi. 5 kuruşu 30'a böler birbirimize ikram ederdik. Zeytin peynirle günlerimiz geçerdi. Hafta sonu, bayram, gece ya da gündüz mefhumumuz olmaksızın çalışırdık. Kendimizin ve etrafımızın zekat ve sadakalarımızı imkanı ve geliri olmayan başkan ve üyelerimizle paylaşırdık. Kardeşliğimiz evdeki fertlerimizden, eşimizden, çocuğumuzdan, işimizden daha önce gelirdi. Birbirimize hep nasihat ederdik. Hakkı ve Sabrı tavsiye eden ayetlerin gereğini yapardık. İşi ve sigortası olmayan başkanımızı kendi cebimizden kendi işyerlerimizde sigortalı gösterirdik, gözümüz gibi korurduk. Arabalarımızı tahsis ederdik başkanımıza. Biz yaya kalıyor muşuz, olsun, başkanımız rahat etsin. Bazı başarılardan sonra onu tebrik edenlere başkanımız hep derdi ki: - Liderimiz Erbakan'dır. Biz onun kara tırnağı bile olamayız!.. "Refah Gelecek Zulüm Bitecek"ti! Avrupa Birliği'ne girilmesini biz önleyecektik. Amerika büyük şeytandı. Avrupa Haçlı zihniyetini temsil ederdi. İslam Birliği'ni mutlaka kuracaktık. Faizi mutlaka kaldıracaktık. Komünizm nasıl bir tehlike ise kapitalizm ondan beter bir tehlike idi.Tek vücuttuk. Birbirimizle istişare etmeden adım atmazdık. Hep Liderimizden ışık alır, İstanbulumuzda Hakk'ı temsil ederdik. O zamanın süper partisi ANAP'tan parlak teklifler gelir, elimizin tersiyle itelerdik. Allah'a dua ederdik, ayağımızı kaydırmasın diye. Muhafazakar gibi gözüküp de bize destek olmak bir tarafa, kapıdan kovan zenginlere islah olmaları için dua ederdik. Çalışmalarımızdan verim aldığımızda kardeşçe sevinir, ters gittiğinde de beraberce üzülür ağlardık. Sebeplere tevessül ettiğimizden olmalı ki, Allah yardım etti, İstanbul'da güzide bir teşkilat kurduk. 150 bin mensubumuz parti bağları ile değil kardeşlik bağları ile birbirine bağlıydı. Genel Başkanlığımızdan ya da İstanbul İl Başkanlığımızdan gelecek bir tek cümlelik emirle toplanıp çalışacak ya da verilecek görevi yapacak bir teşkilatımız vardı. Liderimizin onayı ile başkanımızı aday gösterip Allah'ın yardımı, kardeşçe çalışmanın semeresi olarak İstanbul Belediyesi'ni ve birçok başka belediyeleri kazandık. Başkanımızı yüzbinlerce teşkilat mensubu kardeşler olarak beraberce götürüp yeni makamına oturttuk. O gün yaptığımız istişare sonunda grevdeki işçi ve memurların engellemesine rağmen, kardeşlik hukukumuza dayanarak tüm teşkilatlarımızı seferber ederek, 100 binden fazla kişi ile bir gecede İstanbul'u çöp dağlarından temizledik. Araçlarımızın yakılmasına, kardeşlerimizin kurşunlanmasına ya da dövülmesine aldırmadan. Vanaların başına emin kişileri oturtarak belediyeyi düzene soktuk. Herbir teşkilat mensubumuz gönüllü belediyeci oluvermişti. Rüşvet yolsuzluk dibe vurmuştu. İlk bir yıl Allah'ın yardımı ve teşkilatımızın dua ve desteği ile büyük atılımlar yapıldı. Allah'ın bedeva ikram ettiği yağmur sularını satıp hizmete çeviriyorduk. Kardeşlik hukuku tıkır tıkır işliyordu. Nasıl oldu neden oldu bilemiyorduk Bir şeyler tersine dönmeye başlamıştı. Yokluk yıllarımızda bizi kapısından kovan iş adamları, makama dadanmışlardı. Parti çalışmalarımızda bize atmadığı çelme kalmayan kişiler belediye birimlerinde yönetici oluyorlardı. Şöhretler gelip gidiyorlardı. Önce günlük, arkasından haftalık istişarelerimizi yapamaz olmuştuk. Çünkü başkanımızın hep yüksek tabakadan ziyaretçileri vardı. Daha sonra yanına randevu ile girer olduk, şöhretler rahat giriyor olmalarına rağmen. Daha sonra randevu da alamaz olduk. Ama başkanımızın etrafı tanımadığımız, kelli felli, eli bond çantalı, çelik zırhlı lüks araçlardan inen, bazen de Türkçe bile bilmeyen adamlarla dolup taşmaya başlamıştı. Yeni ilişki türleri gelişiyordu. Kardeşlikten öte. Seneler sonra anladık ki "Cesaret ödülleri" alacağı çevrelerle altyapı çalışmaları yapılıyormuş. Kardeşleri ile ilişkiler koparıldı, istişare bile etmek lüzumunu görmedi. Hatta Liderimiz Erbakan Hocamız Belediye'yi ziyarete gelmeye karar verdiğinde, onu içeri sokup sokmama alternatifini bile tartışmışlar. Kardeşlik hukuku bitmişti. Sadece bizle değil, İstanbul'daki 150 bin kişilik teşkilat mensubu ile de. Yeni çevresi ile "Kardeşlik Hukuku'nun ötesinde bir hukuk" gelişmişti. Bu hukukun temeli yıllarca süren ve bizi bir yere getiren hukukun temellerine hiç benzemiyordu. Ben yaşadığım olayların satırbaşlarını yazdım. Başka çok şeylerin de olmuş olduğu malumdur. Hatırladığım kadarıyla öteki hukuk böyle oluştu "Tayyip Bey"de. İşte bu kardeşlik hukukunun ötesinde kardeşlerin sırtına basarak girişilen ilişkilerle Türkiye bugünlere geldi: Vahşi kapitalizmin şahlanması, zinanın ve domuz etinin serbest bırakılması, faizin çağın realitesi sayılması, yıllık 30-60 milyar dolarlık faiz ödemeleri, iç ve dış borcun kat kat fırlaması, ülke değerlerinin, tesislerinin ve arazilerinin yarın bize hançerini dayaması muhtemel olanlara satılması, her şeylerimizin dış borç ve faize yatırılması, ülkemize yabancı asker sokacak olan tezkerelere evet dedirtilmeye çalışılması, memur maaşlarının ödenebilmesinin bile bu tezkereye bağlanması, başarılamayınca da sınırların, limanların, havaalanlarının, hava koridorlarının açılarak, askeri üslerden her biri komşularımıza öldürücü ve yıkıcı binlerce sortinin yapılmasına izin verilmesine, zalime engel olmaya çalışılacağı yerde, onlara dua edilmesine, milyonlarca ölüye, yüzbinlerce tecavüze, onmilyonlarca yetim ve öksüze, sıfır sorunlu komşulardan sıfır komşulara, Kıbrıs'ın evet-hayır oyunu ile masaya sürülmesine, etrafımızı saran Haçlı ordularına, destek verilen bombardıman ve katliamlara, yağmalanan trilyonla servet ve sermayelere, mahvolan tarihi eserlere, daha nelere nelere!.. İşin acı tarafı da bütün bu olumsuzluklar yandaş medyaca olumlu boya ile boyanıyor olması. Kardeşlik hukukunun ötesinde kurulan ilişkilerle gelinen seviye budur. Sayın Cumhurbaşkanı'na gelince: Kardeşlik hukuku çerçevesinde banka uzmanlığından Milletvekilliğine, Refah Partisi grup Başkanvekilliği'nden Genel Başkan Yardımcılığı'na, Dışişlerinden sorumlu Devlet Bakanlığı'na uzanan hızlı bir tırmanış. Kardeşlik hukuku ile önünü devamlı açan Lider Erbakan'ın bir gün: - Bizim partimizdeki kardeşlik hukukunun temelinde "Tekke Adabı" vardır. Asıl kurucumuz Mehmet Zahit Kotku Hazretleri'nin odasının duvarında ölünceye kadar hep "Edep Yahu" levhası vardı. Abdullah Bey, yersiz ve erken çıkışınız bu edebe aykırıdır. Demek zorunda kaldığı, kardeşlik hukuku içinde, başkalarıyla kardeşlikten öte ilişkilerin kurulması konusunda en bariz örneklerini vermiştir. Şimdi Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşınca bu kardeşlikten öte ilişki söylemi tekrar gündeme getirilmiştir. Bu iki büyüğümüz bana göre gerçekten "kardeşlik hukukundan öte ilişkileri" en iyi bilen ve uygulayan kişilerdir. Bir araya geldiklerinde ortak bir noktada buluşacaklarından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Şunu da gözden ırak tutmamamız gerekir ki, bu özel ilişkinin, bu büyüklerimizden birinin elindekilerin tamamen alınması şeklinde bir sonucu asla olmayacaktır. Bu sözler bir elense ve yoklamadır. Beni unutamazsınız, demektir. Bu sebeple diyorum ki aralarında bir denge kurulacaktır. Duamız odur ki Rabbımız ayağımızı sabit, bastığımız yeri de sağlam kılsın! Allah'ım bizleri yakmasın!.. İnsan yakan üç ET; ŞöhrET, servET, şehvET. Rabbım bizi hıfz ET!..

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
00:27

Nem HÜSNÜ MAHALLİ

11 Ağustos 2012 Cumartesi 02:00 Nemi hiç sevmem. Nem havayı ağırlaştırıyor hava ise vucuda basınç yapıyor. Basınç ise sinir bozar. Hele tehammül edilmeyecek duruma gelirse. Belki de bu nedenle son dönemde herkesin siniri bozuk. Çünkü 'Arap Baharı'nın yaşandığı Kuzey Afrika ve bu 'baharı' Türkiye'ye doğru üfleyen Körfez ülkeleri yani Suudi Arabistan ve Katar'dan gelen sıcak hava dalgası herkesi bunaltıyor. Arada bir kuzeyden esen serin rüzgarlar olmazsa insanlar sıcak ve nemden kırılacak. Çünkü Türkler Körfez ve Kuzey Afrika ülke insanlarından farklı olarak bu kadar sıcak ve neme alışık değiller. Belki de bu nedenle son dönemin gelişmeleri hükümet dahil herkesi şaşkına çevirmiş durumda. Çünkü nemli bir Ortadoğu bataklığında her türlü sivrisinekler barınır ama 'korunalım' diyenler asla bu sineklerin ısırmasından ya da vızıltısından kurtulamazlar. Kurutma 'hedef ve ideali' ile bataklığa girenler ise bataklığa saplanmaktan asla kurtulamazlar. Türkiye'nin son dönem hali işte böyle bir şey. 24 Aralık 2010'da Suriye ile Ankara'da ortak Bakanlar Kurulu toplantısı düzenleyerek tüm bölgeyi heyecanlandıran Türkiye'nin 20 ay sonra şimdiki tartışmalı hale geleceğini hiç kimse düşünemezdi. Çünkü o zamanlar Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Ürdün gibi ülkelerle stratejik işbirliği anlaşmaları imzalayan ve bu ve diğer bölge ülkeleriyle vizeleri kaldıran Ankara yalnızca coğrafyamızda değil tüm dünyada herkesin ilgisini çekiyordu. Türkiye inanılmaz prestij ve dolaysıyla siyasal, ekonomik ve psikolojik kazanımlar elde ediyordu. O sıralar gittiğim tüm ülkelerde herkes yani sağcısı, solcusu, Sünnisi, Şiisi, Alevisi, Dürzisi, Hıristiyanı, Ermenisi, Kürt'ü, Acemi, Arap'ı, Süryanisi, Asurisi ve doğal olarak Türkmeni Türkiye ve özellikle Başbakan Erdoğan'a karşı olan hayranlığını dile getiriyordu. O zaman yazdığım tüm yazılarımda hep sürece dikkat çekip savunmuştum. Bu hayranlığın nedeni ise: Türkiye'nin kendi ulusal çıkarları ve bölgesel dostluklarını gözeterek kendi iradesiyle karar alması ve ABD, İsrail ve AB'ye kafa tutmasıdır. Peki şimdi durum ne? Başta ABD, İngiliz, Fransız olmak üzere bölge ve bazı Türk medyasının haber ve yorumlarına bakılırsa Türkiye artık Ortadoğu bataklığının tam ortasında. Türkiye'yi Suriye'ye bulaştıran ABD, AB ve bölgesel müttefikler şimdi olup bitenleri uzaktan seyrediyor. Türkiye ise Suriye'deki iç savaşın bir tarafı olmuş, Suriye'den dolayı İran ile ilişkileri gerginleşmiş ve yine Suriye ve İran'dan dolayı Bağdat'taki Maliki hükümeti ile bozuşmuş. İş bununla ve bu kadarıyla kalsa yine çaresine bakılırdı. Bu coğrafya tarihini bilenler bölge ülkelerinin hep birbirleriyle didişip durduğunu bilirler. Bunu yapmadıkları zamanda birileri okyanus ötesinden gelir onları didiştirir. Suriye'deki sorun kısa zamanda çözülmezse ne yazık ki Türkiye'nin tüm bölge ilişkileri giderek kötüleşecektir. Kuzey Suriye'deki PYD yani PKK olayı bunun ilk provasıdır. Suriye sorununa kısa sürede çözüm bulunmaz ve bu ülkede iç savaş tırmanırsa yine etkilenecek belki de ilk ülke Türkiye olacaktır. Çünkü İran bildik-bilmedik tüm olanaklarını kullanarak ve her yola başvurarak bölgedeki tek stratejik müttefiği Şam'a sonuna kadar sahip çıkacaktır. Yani oradaki iç savaşın bir tarafı olacaktır. Esad yönetiminin yıkılmasıyla kendisinin de zor durumda kalacağını çok iyi bilen Lübnan'daki Hizbullah ise benzer tavrı sergileyecektir. Suriye ve bölgedeki tüm Kürtler bu fırsatı değerlendirmek ve var olan durumdan kaçınılmaz olarak yararlanmak için tarihi hedeflerine doğru beklenen adımları atacaklardır. İsrail ise şimdiden her türlü sürprize hazır. Özetlediğim bu tespitler en karmaşık denklemleriyle Türkiye'yi yakından ve direkt olarak etkileyecektir. İşte o zaman bu coğrafyanın tek demokratik, çağdaş, gelişmiş ve emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren Türkiye'ye yazık olur. Çok üzülüyorum. Çünkü bu aralar tepemizde dolaşan kara bulutlardan nem kapıyorum!

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
04:47

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

*

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Sekülerleşmenin öznesini arayacaksak

Sekülerleşme bilhassa dindar insanlar arasında doğal olarak ciddi rahatsızlıklara konu oluyor. Ancak İslamcıları veya dindarları rahatsız eden sekülerleşme genellikle aşina olduğumuz, devlet tarafından dayatılan uygulanan ve dinin baskılanmasıyla kotarılan bir sekülerleşme değil. Devlet marifetiyle gerçekleştirilen sekülerleştirmenin mukabil politik sonuçları alınıyorsa da karşısında bir tepki olarak tam ters gelişmeler de doğuruyor. Türkiye gibi katı bir laiklik politikasının uygulandığı yerlerde demokratik hayata kademeli olarak geçildiği andan itibaren hızla bir ters sürecin de yaşandığını görüyoruz. Bu, ister bastırılanın geri dönüşü olarak alınsın isterse de dinin tabiatına verilsin, sonuçta devlet eliyle gerçekleşen bir sekülerleştirmeye karşı ortaya konan bir dini muhalefet istidadını gösteriyor. İslamcıları rahatsız eden asıl sekülerleşme bir devlet baskısı olmadan hatta devlet baskısı iyice azaldıktan sonra, azalmak ne kelime, İslamcı sayılanlar iktidara geldikten sonra, Müslümanların hayat tarzında kendiliğinden gerçekleşen dünyevileşme. Bu değişimi birilerinin dışarıdan Müslümanlara dayatıyor olduğunu söylemek günah keçisi aramaktan farksız. Ortada bir dünyevileşme varsa bunun tek aktörü yine bizzat Müslümanlardır. Müslümanlar devletin laikleştirici baskısına boyun eğmeyip dindarca duygularını önplana çıkararak muhalefetlerini yaptıktan sonra, devletin baskılarını tamamen gerilettikten sonra kendi elleriyle dünyevileştilerse buna başka sorumlu aramak gerekir mi? Tabii ki gerekmez. Ama burada bu dünyevileşmenin nasıl tespit edildiğini, bunun işaretinin ne olduğunu da sormak gerekiyor. Çünkü görünen kadarıyla namaz kılma, oruç tutma, hacca-umreye gitme, din eğitimi alma oranlarında düşme yok yükselme var. Sekülerleşmenin veya tersi gelişmelerin nesnel göstergeleri sayılan dinsel sembollerin görünümünde azalma yok artış var. Buna rağmen bir rahatsızlık var ve hiç de yabana atılır bir rahatsızlık değil bu. Ruhu mu kayboluyor bazı şeylerin? Belki de İslamcılığın iktidar ve muhalefet ekseninde kaydedilen resimleri de bir bakıma dindarlık ve dünyevilik hikayesinin resimleridir. Muhalefet sürecindeyken daha dindar bulunanların iktidar sürecinde dindarlıklarının azaldığı, dünyevi ilgilerinin merkeze oturduğu hissediliyor veya buna dair bazı görüntüler daha sıklıkla ortaya çıkıyor. Aslında mesele bu ise, bundan doğal bir şey olmaz. Muhalefet dönemindeki heyecanın iktidar döneminde aynı şekilde sürmesi işin tabiatına aykırı. İbn Haldun olsa bu durumu asabiyenin iktidara (şehre) yerleştikten sonra azalmasının doğal bir görünümü gibi değerlendirir. Max Weber olsa başlangıçta büyük fedakarlıklarla, samimiyetle, heyecanla yürüyen karizmatik bağlılığın, belli bir başarı seviyesinin ardından rutinleşmeye başlamasının doğal sonuçları olarak alır. Rutinleşme, her başarılı karizmatik hareketin bir aşamasında başa gelen bir durum. Karizmayı değerleriyle uyumlu bir kurumsallığa dönüştürebilme başarısı göstermek apayrı bir meziyettir tabi. İslam'ın ilk ortaya çıktığı dönemde, Mekke'de o işkenceleri, aşağılanmaları, yerinden yurdundan sürülmeyi göze alarak Müslüman olanların bağlılık kalitesi ile İslam muzaffer olduktan ve giderek yükselen bir güç haline geldikten sonra Müslüman olanların bağlılık kalitesi aynı sayılabilir mi? Bu soruna bir gerçeklik olarak işaret ediyor Kur'an. 'Allah'ın zaferi ve fetih geldiğinde insanların dalga dalga İslam'a girdiğini görürsün' (Nasr). O zaman insanlar daha önce alaya aldıkları, dışladıkları, baskıladıkları o dinin iddialarına çok kolay ikna oluveriyorlar. Ama o kolaylık o dinden beklentileri de giderek basitleştiriyor ve daha fazla dünyevileştiriyor. Bu dine bağlanmakla bu dini güçlendirdiklerini iddia edip başa kakanlar, bundan dolayı daha fazla ödül ve ganimet talep edenler, Müslüman toplumun ilk zamanlarki duygu ve heyecanlarını sündürenler bu dönemde ortaya çıkar. Tam da bundan dolayı ilk zamanlar bir Müslüman Allah'ın yardımı ile on kişiye bedel iken, bu aşamada iki kişiye bedel oluyor. Bu da İslam'ın -aslında her türlü karizmatik hareketin- iktidar halinin bir gerçeği. İslami siyasi pratik (başka bir din veya siyasi görüşün pratiğine de uyarlanabilir bir kural), nesnel dünyayı ne kadar kendi sembolleriyle donatsa da dünyevileşmeye karşı bitirici bir hamle yapamaz. Çünkü tıpkı dindarlık gibi dünyevilik de bu insanlık durumunun ezeli bir gerçeğidir. İnsanların dünyevi ilgileri, bu ilgilerinin merkeze oturma istidatları hiç bir zaman bitirilemez, bitirilmesi de gerekmez, yoksa imtihan diye bir şey olmaz. Burada bahsettiğimiz dünyeviliğin aslında sübjektif bir tecrübe olduğu gerçeğine de ayrıca işaret etmek gerekiyor. Yoksa aslında insanların ister dini ister olmasın herhangi bir eylemlerini dünyevi bir menfaat elde etmek için mi yoksa tamamen dindarane bir amaçla mı yaptıklarını tespit etmenin bir yolu yoktur. Eylemler niyetlere göredir. O yüzden bir eylemin, bir davranışın veya bir olayın dünyevi mi dini mi olduğunu tespit etmenin nesnel bir ölçütü yok. Kişi yaptığı işe yüklediği anlam veya değerle eylemini dünyevi veya dinî kılar. Bu anlamda en dini görünen eylemi riya için, birilerine yaranmak için, mevki ve makam için, yani kısaca bu dünya için yapan kişi sonuna kadar sekülerdir. Tabi bu tarz bir eylem Peygamber zamanında da var, bugün de olabilir. Dindarların ağırlığa sahip olduğu bir iktidar döneminde sırf işleri iyi gitsin diye dindar görünmeye çalışan, oruç tuttuğunu, cumalara gittiğini veya muhafazakar bir hayat sürdüğünü göstermeye çalışan biri sonuna kadar dünyevidir, sekülerdir. Buna mukabil dünyevi işini Allah rızası için doğru dürüst yapan, kendisine emanet edilmiş dünyalık bir işi, üstelik hiç bir dini görüntü vermeden, dine referans veriyor gibi de görünmeden ama Allah'a karşı sorumluluk duyarak layıkıyla yapmaya çalışan kişinin eylemi tamamen dinseldir. Riya, başa kakmak ve şirk koşmak en hayırlı görünen amelleri boşa çıkarır. Her üç örnek dini görünümlü eylemlerin bile başka bir değerlendirme düzeyinin olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. Aslında bütün bu süreçlerin ortasında herkesin kendine dönüp beklentilerinin ardındaki niyetin muhasebesini yapmasının vakti değil mi? Müslümana dünyevileşmeyi yine kendisinden başka kim dayatabilir?

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
04:48

Hilal Kaplan hilal.kaplan@yenisafak.com.tr

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Neden İslâmcı değilim?

Bir süredir -zamanlamasını ilginç bulmakla beraber- önemsediğim bir tartışma sürüyor. Çünkü İslâmcılık kavramı ve kendisini İslâmcı olarak tanımlayanların dönüşümü hakkında yapılan münakaşalar, bu ülkede yaşayan Müslümanların gelecek tahayyülünü ve inşasını yakından ilgilendiriyor. Kendisini hiçbir zaman İslâmcı olarak nitelendirmemiş bir Müslüman olarak belki küçük de olsa farklı bir katkı sunabilirim düşüncesiyle tartışamaya katılmayı uygun gördüm. Her kavram için olduğu gibi 'İslâmcılık neden doğdu ve böylesi bir kavrama neden ihtiyaç duyuldu?' sorusu, meseleye giriş için hayatiyetini korumaktadır. Zira 19. Yüzyıl'dan itibaren, Voltaire'le başlayıp de Tocqueville'den Renan'a kadar pek çok yazarın kitaplarında rastlayabileceğimiz bu kavrama, Müslümanlar kolonyal dönem olarak adlandırılması daha doğru olan Rönesans sonrası zaman diliminde benimseyip sahip çıkmışlardır. Bunda Müslüman kavramındaki bir 'işlev daralması'ndan ziyade modern toplumsal-siyasal düzen karşısındaki bocalamanın ve İslâm'ın ontolojisiyle yüzleşerek cevaplar ortaya koyamamanın etkisi olduğu muhakkaktır. Müslümanların dinlerini siyasetlerine içkin ve etkin hale getirmek için başvurdukları bu mefhum, aslında dinin siyasete harici olabileceği düşüncesini de zımnen doğrulamıştır. Nitekim dinlerini siyasetlerinden ayrı tutanlar Müslüman, kendileri İslâmcı Müslüman olarak tanımlanmaktadır. Ne ironiktir ki 'Laiklik, din işlerinin devlet işlerinden ayrı olduğu sistemdir' klişesiyle damarlarımıza dek işlenen bir düşünceye cevap vermek istenirken, aslında o düşüncenin bizzat tasdikine yol açılmıştır. Bu minvalde, Mahçupyan'ın iddia ettiği gibi sekülerleşme ve İslâmcılık birbirinin zıddı olan değil, bilakis birbirlerini tamamlayan süreçlerdir. Dini, siyasî hayatın 'da' bir parçası olarak sunmak, dini özel hayatın bir parçası olarak tanımlamak ve konumlandırmak isteyenlerin elini güçlendirmiştir. Zira böylelikle dinin toplumsalın ve siyasalın bir parçası olmayabileceğine dair bir anlam hasıl olmuştur. Ali Bulaç'a göre 'İslamcılık, İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle 'yeni' bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir.' İslâmcı/lık tanımlarına kaçınılmaz olarak mündemiç olan Müslümanın siyasasının, onun varlığından bağımsız/ ayrı bir vakıa olarak konumladırılabilmesi ihtimalidir. Toplumsal-siyasal tüm amellerini İslâm'dan ilham alarak gerçekleştirmek zaten Müslümanların üzerine farzdır. Ancak bu farîzayı 'İslâmcı' sıfatıyla tanımlamak, aslında bu amel anlayışının paranteze alınabilir bir yükümlülük olduğu intibaını uyandırır. Uyandırmakla da kalmaz, her söylemsel oluşum gibi bir takım sonuçlara da yol açar. Bu sonuçlardan en önemlisiyse İslâm'ın düsturlarının toplumsal-siyasal alana hâkim kılınması gayretini marjinalleştirmesidir. Müslümana yük olan bir vazifesinin askıya alınabilir olmasını sağlamasıdır. Günümüzde 'Müslümanım' demenin karşılığının sadece kelime-i şahadet getirmek olduğunu sanan kayda değer bir kitlenin İslâmcılığı 'uç' bir söylem olarak görmesi bu sonuçların en vahim olanıdır. Ancak hayat içerisinde İslâm'ı hayatının her alanına hakim kılarak yaşamayan Müslümanların olmasının, Kur'an ve Sünnet'in öngördüğü çerçeveden çıkarak bir kavramsallaştırmaya gitme hakkını bize vermediğini düşünüyorum. Belki de Allah'ın inananlar için isim olarak 'Müslüman'ı seçmesinin hikmeti üzerine daha fazla eğilmemiz gerekiyordur. Son olarak, sekülerleşme bir ideoloji değildir; bir ideolojiden fazlasıdır. Sekülerleşme, hangi ideoloji, tarihsel bağlam ve/veya öznellik karşısına çıkarsa çıksın, onu 'içleyerek' dönüştürüp 'nakavt eden' hegemonik bir sürecin adıdır. Ve bir sorunu çözmenin ilk yolu, önce bir sorun olduğunu kabul etmekten geçer. Sorunun adı İslâmlaşmamaktır, İslâmcılaşmamak değil. İslâmcılık, muhafazakârlık, dindarlık, vb. yeni mefhumlar üretmek ve tüketmek yerine, Müslüman kavramının azametini Müslümanlara anlatmanın, neden sosyolojik bir kategorinin ötesine işaret ettiğini göstermenin, bizlere emanet edilmiş bu kıymetli ismin arkasında barındırdığı ontoloji, epistemoloji ve aksiyolojiyi idrak edip tavzih etmenin gerekli olduğu kanaatindeyim.

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
05:10

Ali Bulaç İslamcıların söylemleri Buradaki "söylem" kelimesini "görüş, tez" manasında kullanıyorum. Tarihte bu kullanımın somut örneğine Sünni kelam ekolünün büyük kurucularından Hasan el Eş'ari'de rastlamaktayız ki, bir eserine "Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin" adını vermiştir. "Makalat" kelimesini kullanan başkaları da var elbette. Söz gelimi istinsahını 996/1588'de tamamlayan Yunus bin Veli'nin esere verdiği isim de "Adab-ı Makalat"tır. (Bkz. Dr. Ahmet Kayasandık, Adab-ı Makalat (Konuşma Adabı), İstanbul-2012.) Kummi'nin de "Kitabu'l-Makalat"ı vardır. Anlamı söz, söyleyiş, söyleme, laf, lakırdı, kelam demektir. Kavramsal olarak tez ve görüşü ifade eder. Eş'ari'nin kullandığı ikinci terim olan "İslamiyyun"un bugünkü Arapçada tam karşılığı "İslamcılar"dır. Kitap "İlk Dönem İslam Mezhepleri" adı altında Türkçede yayımlandı (Çev. M. Dalkılıç-Ö. Aydın, Kabalcı, İstanbul-2005). Yakın tarihte kelime ağırlıklı olarak siyaset yoluyla İslam'ın temsili veya "resmi İslam"ı, yani Müslümanlığı politik toplumun/devletin kurum ve kuruluşları aracılığıyla yaşatma, toplumsal ve ekonomik bir düzen formuna sokma çabasını ifade ettiğinden Eş'ari'nin fikir ve kelam zemininde yapmak istediklerinden bir miktar farklılık göstermektedir. Bizim kavramsallaştırmamıza göre İslamcılığı salt "siyasi olan"a veya "resmi İslamcılık"a hasretmek yanlıştır; bir de "sivil İslam" versiyonu bulunmaktadır. (Bkz. A. Bulaç, Nuh'un Gemisine Binmek, İstanbul-2012.) Her iki İslamcı versiyonun da alt versiyonları, tezleri ve bu tezleri savunan çok sayıda İslamcı gruplar, akım ve hareketler söz konusudur. Filhakika içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal durumun yeterince farkında olan Müslüman fikir ve ilim adamlarının yapmak istedikleri ile geçmişte büyük ekol kurucusu âlimlerin yaptıkları arasında mahiyetçe fark yoktur. Dün İmam Eş'ari, İmam Gazali, İbn Teymiye, İmam Rabbani vd. her ne yapmak istemişlerse, modern zamanların İslamcıları da aynı şeyi yapmaya çalışmaktadırlar. Eş'ari'nin 40 yaşından sonra Mutezile'den ayrılması Ehl-i Sünnet kelamının bağımsız bir ekol şeklinde ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bugün fizik biliminde meydana gelen değişimlerin determinizmi yıktığı, pozitivizme son verdiği bir dünyada nedensellik (illiyet)le ilgili görüşleriyle öne çıkan Eş'ari, başta Mutezile olmak üzere, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Gulat-ı Şia, Hariciler, Mürcie, felsefeci, Aristocu-Meşşai, Brahman, tabiatçı, mülhid, zındık, deist, agnostik, putperest, ateist, tehasuhçu, bid'atçı vb. fırka ve akımlara karşı İslam akidesini ve âlem tasavvurunu tam bir vukufiyetle savunmuştur. Eş'ari'nin "Makalat"ta kullandığı yöntem, onun izinden giden İmam Gazali tarafından "Makasidu'l-Felasife"de kullanılmıştır ki, yöntemin esası muarız ve muhalif doktrin ve görüşlerin mümkün mertebe değer hükmü belirtilmeden tasvir edilmesine dayanır. Gazali, bu yöntemi öylesine başarılı kullanmıştır ki, kitabı 17. yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde Meşşai felsefenin ders kitabı olarak okutulmuştur. Oysa Gazali, "Tehafutu'l-Felasife" kitabıyla belki bir daha ayağa kalkmamak üzere Aristoculuğu yere sermiştir. Eş'ari ve Gazali'nin usulüne göre, muarızları önce tanımak ve anlamak, sonra eleştirmek gerekir. Bunu yaparken de ehl-i kıble'yi tekfir etmemeli, kendi tezini ve görüşünü hakikatin merkezine koyup mutlaklaştırmamalı; farklı İslami yorum, tefsir ve okuma biçimlerini asla ve usule uygun oldukları sürece meşru görmeli; dinin hakikatlerini süfli siyaset ve dünyevi çıkarlar uğruna suiistimal ve istismar etmemelidir. İslamcı olmak demek "Müslüman" olduğunu iddia eden kimselerin başkalarından farklı görüşlere, tez ve söylemlere sahip oldukları anlamına gelir; yoksa dini marjinalleştirmek, hakikati temellük etmek veya farklı düşünen insanları din dairesinin dışına atıp tekfir etmek değildir. Mesela Gazali, Meşşaileri 20 meselede eleştirirken 17'sinde hatalı düşündüklerini, 3'ünde ise savundukları görüşün onları İslam'ın dışına çıkarma özelliğine sahip olduğunu belirtir. Onun eleştirdiği "felsefe" değil "filozoflar/felasife"dir. İslamcılar kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımlamıyorlar, askerî saldırılara karşı nefsi müdafaada bulunurlarken kendi sahih geleneklerine yaslanarak fikrî, sosyal ve ahlakî alanlarda da tezlerini savunup meydan okuyorlar. Eş'ari ve Gazali bugün yaşasaydı, aydınlanma felsefesi ve ondan neş'et eden akımlar, sekülarizm, pozitivizm, materyalizm, feminizm, milliyetçilik, sosyalizm-Marxizm, kapitalizm, liberalizm vb.leriyle uğraşacaklardı. a.bulac@zaman.com.tr 13 Ağustos 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
05:32

13 Ağustos 2012, Pazartesi Mustafa AKYOL

‘İslamcılıklar’ olmalı aslında

mustafaakyol@stargazete.com

Son günlerin önemli tartışmalarından “İslamcılığa ne oldu, ne olacak” bahsine devam edeyim. Ve hemen belirteyim ki, bu tartışmada İslamcılığı temsil eden Ali Bulaç’a katıldığım yönler var, katılmadığım yönler var. Örneğin, Türkiye’de epey yaygın olan iki “anti-İslamcı” görüşe karşı, Ali Bulaç’la aynı saftayım. Bunlardan ilki, Türkiye’de en çok Kemalistlerden duyduğumuz, “din, dünya işlerine karıştırılmamalı” ezberidir. Siyasete neyin katılıp neyin katılamayacağına dair keyfi ahkam kesen bir dayatmadır bu. (“Dini Dünya İşlerine Karıştırmanın Faydaları” adlı naçizane kitabımda izaha çalıştığım gibi.) İkinci “anti-İslamcı” görüş ise, söz konusu laikçi dayatmayı içselleştirerek “yüce dinimiz zaten dünya işlerine karışmaz ki” diyen “çekingen muhafazakar” tutumdur. Buna da katılmam, çünkü İslam’ın her meseleyi hükme bağlamadığına, akla ve örfe geniş bir alan bıraktığına inansam da, bir Müslümanın her meseleye “Müslümanca bakması”ndan daha doğal ve doğru bir şey görmem. Ve eğer İslamcılık’tan kasıt, sadece “dünyaya Müslümanca bakmak” ise, bunu her Müslümanın sahip olması gereken bir vasıf sayar, yani Ali Bulaç’ın “her Müslüman bizzarure İslamcıdır” görüşünü onaylarım. Kaynaklar ve hareket Gelgelelim, bildiğimiz İslamcılık, daha dar bir şeye, “dünyaya Müslümanca bakma”nın farklı biçimlerinden sadece birine denk geliyor. Bunun neden böyle olduğunu görmek için, Ali Bulaç’ın yaptığı İslamcılık şu tanımına bir bakalım: “İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir.” İyi, güzel. Ama burada (Etyen Mahcupyan’ın da yakaladığı) kritik bir nüans var: “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle” ifadesindekihareketle kelimesi. Bunun anlamı şu: Bir, İslam’ın “ana referans kaynakları” var. Bir de buradan “hareket” edip mevcut dünyayı yorumlayıp dönüştürmek isteyen İslamcılar. Ve bu iki aşamanın her ikisinde de beşeri ve dolayısıyla subjektif bir süreç işliyor: Önce “İslam’ın ana referans kaynakları”nın nasıl yorumlanacağına dair bir kanaate sahip olacaksınız ki, bu meseledeki görüşler muhtelif. Sonra da modern dünyaya bir “teşhis” koyacaksınız ki, bu meseledeki görüşler sürüsüne bereket. Birlik ve beraberlik Mesela, Ali Bulaç’ın İslamcılığın şartı saydığı “İslam Birliği” kavramına bir bakalım. Burada önce “ana referans kaynakları” dair şu soru var: İslam’ın emrettiği, siyasi birlik midir, itikadi birlik midir, ya da asgari müşterekler üzerinde midir? (Ve bu arada, “hayırlarda yarışmak” emrinin ima ettiği “rekabet” niçin hiç aklımıza gelmemektedir?) Sonra da modern dünyaya dair şu soru var: Bugün Müslümanlara “birlik ve beraberlik” mi yarar, yoksa dünyanın dört bir yanına açılmak mı? Örneğin Türkiye, Milli Görüş’ün savunageldiği gibi, AB ve NATO’dan çıkıp “İslam Birliği ve NATO’su” mu kurmalıdır? Yahut, tam tersine, AB ve NATO içinde bir Müslüman ülke olarak bulunup, bu etkili yapıları Müslümanlar lehine bükmeli midir? Bu sorulara verdiğiniz farklı cevaplara göre birbirinden epey farklı “İslamcılıklar” üretebilirsiniz. Oysa bugüne dek bu olası “İslamcılıklar”dan sadece birine “İslamcılık” diyor idik. O da, bana sorarsanız, İslam’ın temel kaynaklarına dair epey “selefî” bir yorum ile, anti-Batıcı, anti-kapitalist ve son dönemde de anti-küreselci hâl alan bir ideolojinin senteziydi. Bu sentez de meşru bir görüştür tabii. Ama her Müslümanın illa düşünmesi öyle gerektiğini savunmak, “partimize oy vermeyen patates dinindendir” demek gibi bir şeydir.

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
06:06

13 Ağustos 2012, Pazartesi Fadime ÖZKAN

Her Müslüman İslamcıdır ifadesi biraz teşvik kokuyor

fozkan@stargazete.com

İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİ UZMANI PROF. DR. İSMAİL KARA İLE SICAK TARTIŞMALARI KONUŞTUK “İslamcılık Müslümanlık dairesinin içinde ama tersi doğru değil” diyen Prof. Kara: Türkiye İslamcılığının en büyük zaafı ve handikapı enternasyonalizm ve ümmetçilik üzerinden kendi toprağına yabancılaşmasıdır. 19. yüzyılın ortalarında, çağın özel şartları nedeniyle bu topraklardan doğan İslamcılık düşüncesi o gün bugündür sadece Türkiye’de değil nüfusu Müslüman olan hemen her ülkede değişik formlarda da olsa canlılığını sürdürüyor. Türkiye’de bir fikriyat, siyasi hareket, dünya görüşü, “ideoloji” vb. olmanın ötesinde, dinamik dindar toplum ve iktidar tecrübeleri nedeniyle de her dem taze bir tartışma konusu. Geçen ayın başlarında yeniden başlayan “İslamcılık, İslamcıların iktidarla imtihanı, AK Parti İslamcı mıdır değil midir” başlığı altında toplanabilecek tartışma çok sayıda yazar, düşünür, entelektüel, teorisyenin verimli katkılarıyla sürüyor. Bir anlamda “lüzumlu bir muhasebe”, “temize çekme” işlevi gören, görecek olan tartışmaların gidişatını ve tartışılan konuların esasını, konunun sayılı uzmanından biri olan Prof. Dr. İsmail Kara ile konuştuk. “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi” adlı üç ciltlik çok değerli bir çalışması bulunan, şu aralar ilki 2008’de yayınlanan “Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm”ın ikinci cildi üzerinde çalışan Prof. Kara Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi. Kara’nın çalışma alanları Osmanlı-Türk düşünce tarihi, din-modernleşme ve din-siyaset ilişkileri. İslamcılık tartışması hız kesmiyor ama tanımı hakkında bile bir konsensus oluşamamış gibi görünüyor. Bunca zaman kesintisiz şekilde İslamcılık çalışan bir akademisyen ve entelektüel olarak size soralım: İslamcılık nedir, İslamcı kimdir? Nereden baktığınıza bağlı olarak İslamcılığın tarifinde bazı değişiklikler, öncelik farklılaşmaları olabilir, bu normal. Yine de bazı özellikleri sıralayabiliriz. Birincisi, İslâmcılık modern dönemde ortaya çıkmış, bütünlüğü olan yeni bir İslam yorumudur. Bu yüzden modern ve hatta kısmen modernist yönleri öne çıkar. Aynı zamanda din merkezli yüksek bir sese ve samimi bir feryada sahiptir. Uyandırmak ve ayağa kaldırmak istediği bir müslüman kitle aramaktadır. Burada biz İslamcılığın karşı çıkan, meydan okuyan, muhalefet eden tarafı kadar paradoksal olarak düşman bildiği batılı değerlerle, modern Avrupa düşüncesiyle bir şekilde uyum arayan yönlerini birlikte görürüz. Hareketin aynı zamanda gelenekçi bir akım olarak tanımlanması alt ayırımlara göredir. Elbette diyelim ki daha batılılaşmacı akımlara göre İslamcılık gelenekçi kalabilir, çünkü daha dini bir söyleme sahiptir, koruması gereken şeyler daha çoktur, daha dindarane bir gelecek ve toplum tasavvuru vardır falan. Fakat bu onun aynı zamanda modern ve modernist bir hareket olmasını ortadan kaldırmaz. İslamcılığın modernist bir hareket olduğuna Türkiye’de ilk defa siz vurgu yaptınız… Hâlâ öyle. İşin bu zor tarafı İslamcıların da, onlara karşı çıkanların da hoşuna gitmiyor. Kolaycılığı, indirgemeciliği ve ideolojik olanı tercih ediyorlar. Aslında çok taraflı olarak bilgileri de yetmiyor. İSLAMCILIK BÜTÜNCÜLDÜR Bütüncülükten kastınız ne? Geniş manasıyla dinle alakalı bütün meseleleri içerir İslamcılık. Siyasi alan bu dairenin önemli fakat sadece bir unsurudur. İsterseniz burada benim çeyrek yüzyıl önce yaptığım uzun tarifi verelim (Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi adlı kitabından okuyor): “İslamcılık 19-20. yüzyılda İslamı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hakim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların bütününü ihtiva eden bir hareket…” ENTELEKTÜELVE AKTİVİST Bu tarifin en belirgin ve öncelikli yanı İslamcılığın siyasi yönü gibi geldi bana? Entelektüel ve aktivist İslamcılık siyaset önceliklidir. Çünkü kaynağında devletin bekası ve müslüman toplumların kurtarılması fikri var. Hemen ilave edelim; Sünni İslam dünyasında dinin muhafazası ile devletin muhafazası kültürel olarak birbirinden ayrılamaz şeylerdir. Bu durum din-siyaset meselesini İslamcılık üzerinden daha karmaşık hale getirmiştir. Nasıl? Siyaset meselesinin bir teorik tarafı var. İslamcılık hareketi İslam siyasi düşüncesinin ana yapısında ve kavramlarında ciddi muhteva ve hiyerarşi değişiklikleri yapmayı hedeflemiş ve kısmen başarılı olmuştur. Siyasi kurumlarda hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyetçi-cumhuriyetçi-demokratik çizgiye doğru kaymıştır. Uluslararası boyutunda ise panislamizm yahut ittihad-ı İslam yani İslam birliği arayışları vardır. CEMAATLERİN İSLAMCILIĞI Bir de entelektüel ve aktivist olmayan İslamcılık mı var? İslamcılık tarifini yaptığınız yere bağlı olarak evet. Mesela radikal İslamcı hareketlerin büyük çoğunluğu tasavvuf ve tarikat karşıtıdır, halk müslümanlığıyla ciddi mesafelidir, onları İslam’ın da İslamcılığın da uzağında görür hatta sapkın kabul eder. Bunun sebebi ölçü olarak yeni İslam yorumunu, entelektüalizmi ve modern manasıyla aktivizmi öne çıkarmış olmalarıdır. Halbuki farklı açılardan bakarsanız tarikatlar İslamcılık hareketinin en önemli ögelerinden biri olagelmiştir, sömürgecilik karşıtı bütün hareketlerde tekkeler başı çeker, Milli Mücadele dahil. Toplumun dindarlaşmasında da… Bugün için cemaatler de öyle. Şimdi durum biraz değişti ama Türkiye’deki İslamcı hareketler cemaatleri Müslümanları uyuşturan, sistemin kölesi yapan gruplar olarak gördüler ve tenkit ettiler, cemaatler de kendilerini daha gayrimeşru hale getirecek olan İslamcı yaftasını yememek için çok gayret sarfettiler. Toplumsal-siyasal meselelerle ilgilenen her müslümana İslamcı denir mi peki? Toplumsal-siyasal meselelerde İslam üzerinden talepleri olan her Müslüman diye düzeltirsek bu soruya evet diyebiliriz. İSLAMCILIĞIN ORYANTALİST DİLİ İslamcılığın tepkiselliğinde önceki kuşak Müslümanlara, onların ihmallerine duyulan bir öfke de yok mu? İslamcılık aynı zamanda farklı bir İslam tarihi yorumuna sahiptir, büyük ölçüde İslam tarihini İslam’ın olması gereken tarihi olarak görmez. Dört halife sonrasından ta 19. yüzyıl sonlarına kadar bir tarih sapmasından bahseder. Daha da önemlisi oryantalistik dili paylaşarak bütün bu uzun dönemi istibdat olarak adlandırır. İslam dünyasını gerilemeye ve çöküşe sevk eden İslam değil bu sapmalar ve yanlış yaşanan tarihtir onlara göre. Bu aynı zamanda İslam ilim ve kültür mirasını en yumuşak tabiriyle hantal, yetersiz görmek ve bağlayıcı olmaktan çıkarmaya çalışmak demektir. Hatta yeni bir epistemoloji geliştirmek… Çokça problemi olan kaynaklara dönüş hareketi bu arayışlardan besleniyor ve kuvvet alıyor. Ne diye eleştirdiği ve karşı duruş geliştirdiği Batı dünyasının bakışıyla bakıyor kendine? Bu çizginin de uyum meselesiyle alakası var. İslamcılar Kur’an ve sünnetle sınırlı bir din anlayışının yeni şartlarla daha kolay uzlaştırılabileceği kanaatindedirler. Taklit karşıtlığı, içtihat taraftarlığı da bu sürecin bir parçası. Aynı zamanda akılcılık, şu veya bu düzeyde bilimperestlik, hatta kısmen pozitivizme yakınlık… HER MÜSLÜMAN İSLAMCI MIDIR? Her müslüman “bittabi ve bizzarure” İslamcı mıdır? İslamcılık elbette Müslümanlık dairesinin içindedir ama tersi doğru değil. Bu yüzden her müslümanın tabii olarak İslamcı olacağı ifadesi biraz hafif kaçıyor ve teşvik kokuyor. Türkiye’ye bakın, kahir ekseriyet müslüman, peki kaçta kaçının İslamcılıkla akrabalığı var acaba? Ayrıca çok dindarane bir hayat yaşan halktan insanların İslamcılıkla irtibatları ancak dolaylı ve zorlayarak kurulabilir. DİN SİYASETTEN ARİ DEĞİL Peki, İslam siyasetten ari midir? Din toplumsal hayatı düzenlerken siyaseti gerektirmez mi? Hiçbir din siyasetten ari değildir, İslamiyet de değildir, isterseniz hiç değildir diyelim. İslam kültüründe siyaseti “insanların ibadetlerini kolaylaştırmak edimi” şeklinde tarif eden alimler bile var. Aktivist ve entelektüel İslamcılık söz konusu olduğunda siyaset ve siyasi talepler öne çıkıyor, biraz önce işaret ettiğimiz üzere bu biraz kaynağıyla alakalı, biraz da dönüştürücülük talebi, hakim konuma geçme fikriyle alakalı. SEYYİD KUTUP BUNLARI GÖRSE TANIR MI? Bir modern zaman siyasi akımı olarak 19. yüzyılın özel şartları içine doğan İslamcılık en azından kavramsal anlamda varlık kazanması bakımından bir tepkisellik içeriyordu, hep içerdi. Bu refleks hali, İslamcılığın, İslamcı siyasetin yerini muhalefet olarak mı sabitler? İslam buna ne der? Bu bizatihi İslamcılığın önerisine ters değil midir? İslamcılığı sadece muhalefet ve başkaldırı hareketi olarak açıklamak yanlış, en azından eksiktir. İslamcılık aynı zamanda bir uyum ve uzlaşma hareketidir. Dönemlere göre biri öne çıkar, diğeri zayıflar. Bakınız İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda, Türkiye’de ise 60 İhtilalinden sonra İslamcılık muhalefet damarı kuvvetli, dışlayıcı tarafı baskın bir akımdı. Bugün ise bütün İslam dünyasında, bu arada Türkiye’de de uyum ve uzlaşma tarafı baskın hale geldi. Türkiye’de 70’li yıllarda “tağuti düzen” sloganına yapışanlar, tekfiri yani dışlamayı öne çıkaranlar 12 Eylülden sonra birarada yaşamacı oldular, ılımlı ve kültürel İslama yapıştılar, ağır ifadelerle tenkit ettikleri cemaatlerin ve tarikatların şemsiyesi altına girdiler. Şimdi hiçbir güncelliği olmayan adil düzen edebiyatını, Medine vesikası tartışmalarını, çokhukukluluk söylemlerini hatırlayın. Ne oldular, niçin çekildiler? Müslüman Kardeşler Mısır’da, Tunus’ta iktidara geliyormuş, Suriye’de de gelecekmiş diyorlar. Hangi Müslüman Kardeşler? Seyyid Kutup bunları görse tanır mı dersiniz? Unutmadan bir şeyin altını çizelim, bütün bu olup bitenler sadece müslümanların, İslamcıların, İslam dünyasının iç şartlarıyla, kendi dinamikleriyle açıklanamaz, burada kuvvetli bir uluslararası etki alanı da var. İndirgemeci olmadan, bütün soğukluğuyla bu çok taraflılığı görmek lazım. SİYASAL İSLAM KURGUDUR İslamcı hareket devlete talip değil mi? İslamcılık bir siyasi proje değil midir? Aynı zamanda devlete taliptir, aynı zamanda siyasi bir harekettir. Ama sadece bu değil. Çok yeni bir kavramsallaştırma olan siyasal İslam İslamcılığı hatta İslamı tehdit edici siyaset dairesine hapsetmek için üretilmiş ve kurgulanmıştır. Şiddet ve terör bu kurgunun altbaşlıklarıdır. Sonra da “siyasal İslamın iflası” hikayeleri başladı biliyorsunuz. İslamcılık teolojik ve siyasi olarak ikiye ayrılabilir mi peki? Alt ayırım olarak belki ama üst ayırım olarak çok da anlamlı olmaz. Hatta yanıltıcı olur. Tekrar olacak ama İslamcılığın bütünlüğü olan yeni bir İslami yorumu olduğunu ihmal etmemek lazım. DİNİ SİYASETE ALET ETMEK İslamcılık açık bir ifadeyle, dini siyasete alet etmek midir? Siyaset koltuğundan bakarsanız dini siyasete alet etmekten daha tabii bir şey olamaz. Laik devlet de bunu yapar İslamcı politikacı da, kafir de. Ama İslamcılık aynı zamanda bir proje ve ideoloji olarak yeni bir dindarlık ve yeni bir müslüman birey ve toplum tipi öngörür, aktivist ahlak merkezli saf ve sade bir müslümanlık arar, ana kaynaklarla irtibatlarını bilgi olarak ve maneviyat itibariyle kuvvetlendirmek ister. Bu çizgide siyaset amaç değil araç düzeyindedir. Hatta siyaset bağımlı bir hadise haline gelir; müslümanlar dindarlaştıkça siyasi sistem de kendilerine doğru yaklaşacaktır. “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” ilkesi ve inancı buna kuvvetle işaret eder. TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ HANDİKAPLARI Teorik düzlemde, ideal olanı bir yana bırakıp pratiğe, olana da bakalım isterim: Türkiye İslamcılığının handikapları, zaafları nelerdir desem? Handikaplara ve zaaflara geldiysek işimiz zor demektir. Aktivist ve entelektüel İslamcılığın bence en büyük zaafı enternasyonalizm ve ümmetçilik üzerinden Türkiye’yi, ayak bastığı zemini unutması, önemsememesidir. Türk İslamcılar başkalarını kendilerinden daha çok tanımak hevesinde olagelmiş gözüküyor. Bu çok ciddi zihni bir savrulmayı ve merkez kaybını getirmiştir. Ayrıca bu stratejik bir hatadır, çünkü kendi toprağıyla alakası olmayan bir hareketin orada kendi kalarak kök salması mümkün değil. Bu mühim meselenin yeteri kadar farkında olunduğunu zannetmiyorum. Tarikatlar ve cemaatler bu manada daha avantajlı çünkü üst düzeyde farkında olmasalar da bu toprakla, bu insan unsuruyla, bu kültürle irtibatları daha köklü ve gelişkin. Onların büyük zaafı kendilerini keşfetmek konusunda ciddi herhangi bir çabanın içine girmeyişleri. Onun için dış şartların, aktüel rüzgarların onları ne ölçüde değiştirip dönüştürdüğünü de yeteri kadar fark etmiyorlar. SİSTEME YAKLAŞAN İSLAMCILIK İslamcılığın tarihini dönemler ve nesiller üzerinden nasıl tasnif ediyorsunuz? Genel İslamcılık mı Türkiye’deki İslamcılık mı? Bu ikisi özellikle 1924’ten sonra kronolojik olarak da muhteva olarak da her zaman uyuşmaz. 1924 yılına kadar Türkiye İslam dünyasındaki İslamcılık hareketleriyle kuvvetli irtibatları ve paralellikleri olan bir ülkedir, hatta merkezdir. Lozan sonrasında Türkiye İslam dünyasından da İslamcılıktan da kopuyor, ta İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlara kadar. Halbuki bu arada Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami başta olmak üzere İslam dünyasında gür sesli, talepkâr İslamcılık hareketlerinin neşvünema bulduğunu görüyoruz. Türkiye bu süreçle 60’lı yılların ikinci yarısında güçlü bir şekilde tanışacak fakat kendi İslamcılık kaynaklarına dönmeyi, onları tenkit süzgecinden geçirerek içselleştirmeyi başaramayacak. Bu zaaf devam ediyor. Milliyetçi ve muhafazakar bir geçmişe ve kafaya sahip olan Erbakan’ın bu yıllarda giderek İslam vurgusu üzerinden kendini ayrıştıracak yeni bir hareketin başına geçmesi tesadüfi değil. Türkiye’de 12 Eylül ihtilali olarak gördüğümüz ve İslamcılığı daha sisteme yaklaştıran sürecin aşağı yukarı aynı tarihlerde Mısır’da, İran’da, Afganistan’da ve Pakistan’da da karşılıkları var. Seyrelmiş, zayıflamış, içi boşalmış, iddiaları ve talepleri unutulmuş bir İslamcılık hakim bugün. YENİ İSLAMCILIĞIN TAM ZAMANI Bu noktada siz de İslamcılık bitti mi diyorsunuz? Ne zaman bitti İslamcılık, neden bitti? İslamcılık bitti diyenler sanki bitmesini istiyormuş gibi davrananlar galiba. Ömrünü tamamlayan İslamcılıklar var tabii, ayrıca bu tarihte yeni bir şey de değil. Fakat İslam dünyasının, müslümanların, bu arada Türkiye’nin bu kadar büyük tehdit ve tehlikelerle, baskı ve şiddetle, soğuk savaş sonrası yeni emperyalizmle karşı karşıya olduğu bir dönemde İslamcılığın biteceğini düşünmek kafaları bir tarafa doğru yönlendirmek değilse safdillik olur. Yakın tarihte İslamcılığı doğuran şartlar bugün ziyadesiyle ve ağırlaşarak mevcuttur. Unutmayınız ki bütün tarihi boyunca İslamcılığın yeniden yorumlayarak bayraklaştırdığı temel kavramlardan biri cihaddır. Bugünkü sönüklüğü aldatıcı olabilir. Ayrıca İslamcılığın yeni bir dindarlık ve hayat arayışı ve iddiası var. Bu inançlara ve ahlaka kadar uzanıyor. Dini, kaynakları yeniden okumak, anlamak ve yorumlamak istiyor. Bir ölçüde felsefi problemler ve yoklamalar bunlar. Dolayısıyla iktidara gelip gelmemekle hallolacak düzeyde veya ortadan kalkacak tipte değil. Bir şey daha var: Anlaşılan o ki hem uluslararası sistem hem de yerli siyasi odaklar daha uzun müddet İslam meselesini kuşatmak, biçimsizleştirmek, yönlendirmek, tahrik etmek için çaba sarfedecekler. Bu da kaçınılmaz olarak İslamcılığı, İslamcılıkları diri ve canlı tutacaktır. İSLAMCILIKTAN İLK VAZGEÇEN ERBAKANDIR AK Parti'nin İslamcılık ile temasını nasıl görüyorsunuz? Dünün İslamcıları bugünün muhafazakarları oldular yönünde bir eleştiri-saptama var malumunuz, daha veciz haliyle “mücahittiler müteahhit oldu” da denilen. Sizce nasıldır? Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: AKP ileride İslamcılık fikriyatı zaviyesinden ciddi bir analize konu olacaksa içi boşalarak büyümek, iddialarından vaz geçerek iktidara gelmek ve uyum politikaları yürütmek üzerinden analiz edilecektir sanıyorum. Bugün daha ziyade siyasi başarısı üzerinden değerlendiriliyor. Siyaset açısından esas ölçü iktidara gelmek ve kalmak olduğu için AKP’nin başarılı olduğunda şüphe yok. Başbakan Erdoğan da çok partili hayatın en başarılı siyasi lideri. Bir hususa tekrar dikkat çekmek isterim: İslamcılıktan vaz geçmek Erbakan’ın başlattığı bir şeydir. Refah Partisi’yle başlayan süreç İslamcılıktan vazgeçme süreci olarak rahatlıkla okunabilir. 1991, 1994 ve 1995 seçimlerinin propaganda metinlerine ve afişlerine bu gözle bakan bunu açıkça görecektir. AKP bu manada terkedilmiş bir İslamcılığı terketti. Küçük bir hatırlatma daha: Şu anda İslamcılık tartışmasını farklı bir şekilde yürütenler o süreçte Erbakan’ın yanında olan, danışmanlığını yapan, konuşma metinlerini yazan, adil düzen toplantılarına katılan kişilerdir. İslamcılık tartışmasının AK Parti aynasına tutularak yapılmasına ne diyorsunuz peki? AKP için çok iyi. Hem İslamcı olmadığını söylüyor ve onun yüklerinden uzak duruyor, hem de birileri onun İslamcı olduğunu söylüyor ve bazı kanalları ona doğru akıtıyor, en azından eski-yeni bütün İslamcı grupların ve kişilerin oyunu alıyor. İslamcılığın tarihi açısından bakarsanız iş çatallaşıyor; sisteme entegre olmayı ve uyumu benimseyenler için AKP ideal model bile olabilir, ama dikkatlerini fikir, tutarlılık, seviye, derinlik, Türkiye’nin kayıp ve kazançları hatta ahlak üzerinde yoğunlaştıranlar AKP’yi herhalde ağırlıklı olarak ne olmamak lazım geleceği üzerinden düşünüp konuşacaklardır. Karşılaştırmalı olarak baktığınızda AKP’ye haksızlık edildiğini düşünebilirsiniz muhtemelen, çünkü diğer siyasi odaklar ve fikri akımlar da böyle; solculuk, milliyetçilik, kemalizm, liberalizm, üniversite, burjuvazi, askerler, bürokrasi, basın, sivil toplum kuruluşları… Kulak kabartılacak, değer verilecek bir ses, bir görüntü yok maalesef. Birbirini aşağıya çekmekte yarışıyorlar. MODERNLEŞME TARİHİMİZ İSLAMCILIĞIN TARİHİDİR Bütün bu süreçte, şunca deneyimde İslamcıların kendilerine ait hiç bir varlıkları, rolleri ve geride bıraktıkları tortuları olmamış mıdır peki? İslamcıların bir varlıkları ve rollerinin olduğunda şüphe yok. Bu tartışma dışı. Bütün modernleşme tarihimiz bunun delili. İslam dünyası ve Türkiye bugün bile hem modernleşiyor hem de dindarlaşıyorsa İslamcılık hareketinin buradaki etkisini daha ciddi bir şekilde görmek ve tahlil etmek lazım. Ben bir fikir tarihçisi olarak bunun seviyesini, tutarlılığını, tarihle irtibatını, asla sadakatini, dini düşünce ile problemlerini, aktüel olarak da Türkiye’yi ve İslam dünyasını taşıma kapasitesini düşünüyor ve konuşuyorum. Tasvir başka, tahlil başka, kanaat serdetme daha başka… İSLAMCILARIN BAŞI DİNDARLIKLA HOŞ DEĞİL Toplumda, kamuoyu araştırmalarına da yansıyan bir muhafazakarlaşma-dindarlaşma eğiliminden bahsediliyor. Bunun İslamcılık ile bir ilgisini kurar mısınız? İngiliz, Fransız türü bir muhafazakarlıktan bahsetmiyorsak eğer Türkiye’de muhafazakarlık bir ölçüde, belki büyük ölçüde dindarlık manasına gelir. Bir kız için “muhafazakar bir aileye mensuptur” dediğiniz zaman bugün bile ne dediğiniz herkes için bellidir. Onun için genel manada bu iki unsur arasındaki ilişkiyi görmek lazım. Burada problemli olan nokta aktivist ve entelektüel İslamcı hareketlerin bu manadaki dindarlaşma ile de muhafazakarlıkla da başlarının pek hoş olmamasıdır. Hali hazırda İslamcı hareket ve düşüncenin temsilcisi sayabildiğiniz bir örnek var mı? Zor bir soru… ARAP BAHARI SOĞUK SAVAŞIN ARABI Arap Baharı’nı İslamcı bir hareket olarak görebilir miyiz? Ben görmüyorum ama tarihe böyle de geçecek. Yani İslamcılık hareketinin iktidar arayışı başta olmak üzere bazı damarlarını genişletecek, sabiteler ve ilkeler başta olmak üzere bazılarını da dumura uğratacak kanlı ve karmaşık bir süreç. Ben soğuk savaş dönemi aktivist ve mümin İslamcılık fotoğrafının arabı yani negatifi olarak görüyorum bu uğursuz baharı. Yalnız burada durmayacak, burada kalmayacak, yeni hareketlere kaynaklı edecek. ÖMRÜM TENKİDİYLE GEÇTİ AMA BEN DE İSLAMCIYIM Siz İslamcı mısınız? Hiç hazzetmediğim bir soru ama cevaplamakta bir mahzur yok: Elbette. İslamiyet itikadi ve ahlaki olduğu kadar siyasi ve toplumsal ilkelere ve taleplere de sahiptir. Türkiye’nin bugünkü şartlarda İslamiyetle olan ilişkisini üst düzeyde yeniden anlamadan ve kavramadan yoluna devam edemeyeceğini düşünüyorum. İnsanlığın da. Ama sizin ömrünüz aynı zamanda İslamcılık tenkitleriyle geçti… Bu konuşmada olduğu gibi… Bu bir sahihlik arayışıdır benim için, aynı zamanda bir ahlak meselesi. Meselenin sahiden ne olduğunu anlamakla uğraştım, boğuştum diyebilirim. İslamcılık hareketinin kuvvet ve zaaflarını birlikte ele aldım, kendimi, kendi uzak ve yakın tarihimi keşfe çıktım adeta. İçinden geldiğim İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültelerinin İslam anlayışı dahil, Türkiye’deki radikal İslamcı hareketleri, Erbakan çizgisini, cemaat ve tarikatları, Diyanet’i, buralardaki değişiklikleri, iniş çıkışları belli bir mesafeden, yakın tarihin imkanlarını da kullanarak ama ciddiyetle takip ettim.

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
06:08

Başbakan Erdoğan İstanbul Grubu Dostluk Derneği'nin iftarında önemli açıklamarda bulundu

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Siyasi mücadelemiz boyunca, gerek fakir, gerek bu salonda bulunan her bir kardeşimiz, çok değişik saldırılara, ithamlara, iftiralara, nifak, fitne ve fesat girişimlerine maruz kaldık. Partilerimiz kapatıldı ya da kapatılmak istendi. Ben dahil bir çok arkadaşımız, düşüncelerimizi ifade etmekten dolayı mahkum edildik. Medya eliyle uzun yıllar linç girişimlerine muhatap olduk. Ülkede, bulunduğumuz her yerde, her makamda ikinci sınıf, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gördük. Adeta bu ülkenin zencileri yerine konduk, öyle de tanımlandık. Elhamdülillah, ne kadar güzel...'' dedi. İstanbul Grubu Dostluk Derneği'nin Haliç Kongre Merkezi'nde düzenlediği iftarda konuşan Başbakan Erdoğan, derneğe, kendilerini bu mübarek ramazan akşamında bir kez daha bir araya getirdiği için, hasret gidermelerine fırsat temin ettiği için kalpten şükranlarını sunduğunu ifade etti. Erdoğan, ''Bu buluşma vesilesiyle, birlikte yol yürüdüğümüz, birlikte mücadele verdiğimiz, dava arkadaşlığı yaptığımız, şu an ahirete intikal etmiş kardeşlerimizi, ağabeylerimizi rahmetle, minnetle yad ediyorum. Mekanları inşallah cennet olsun, inşallah diyorum. Allah onlardan razı olsun diyorum. Onlarla nasıl yol yürüdüğümüzü, nasıl anlamlı geceler geçirdiğimizi, nasıl aynı odalarda peyniri, salatayı, yeri geldiğinde karpuzu beraber paylaştığımızı çok iyi biliyorum, onları hatırlıyorum'' diye konuştu. Burada, bu salonda, geçmiş dönemlerde birlikte mücadele verdikleri arkadaşları, kardeşleri, az da olsa ağabeyleri olduğunu belirten Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Bu salonda, 1980'lerde, 1990'larda birlikte mücadele verdiğimiz kardeşlerimiz var. Bugün burada, farklı yerlerde, farklı platformlarda millete hizmet mücadelesini veren arkadaşlarımız var. Ama biz, işte bu salonda bulunanlar, bir çınarın dalları gibiyiz, bir elin parmakları gibiyiz. Üstat Cemil Meriç'in şu ifadelerini ben her fırsatta hatırlarım, 'ağaç, kökleriyle yaşar.' Aynı şekilde, Yahya Kemal'in ifadesiyle, 'kökü mazide olan atiyiz.' Bu ifadeler bizi aslında çok güzel anlatıyor ve çerçevemizi de çok güzel çiziyor. Bizler de, tıpkı Cemil Meriç'in, tıpkı Yahya Kemal'in ifade ettiği gibi, aynı kökten gelen, aynı ruh kökünden gelen, aynı kökten beslenen bir çınarız, kökü mazide olan atiyiz.'' Hareketlerinin, davalarının, mücadelelerinin temelinde, Türkiye'yi, Anadolu'yu, Trakya'yı şekillendiren o ortak ruh iklimi olduğunu ifade eden Erdoğan, ''Bizler, hepimiz, millete sevdalanmış hizmet erleriyiz aslında. Her birimiz, büyük Türkiye idealine inanmış, bu ideal uğrunda pervaneler gibi kanat çırpan fedakarlarız. Bu salonda bulunan ya da bulunmayan kardeşlerimizle birlikte, milyonlarla birlikte, hepimiz ecdadımızın izinden giden, köklü medeniyetimizin o anlamlı mirasını omuzlarında taşıyan dava delileriyiz'' şeklinde konuştu. -''Demokratik yollardan mücadele vermemizin önüne engeller çıkarıldı''- Recep Tayyip Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü: ''Siyasi mücadelemiz boyunca, gerek fakir, gerek bu salonda bulunan her bir kardeşimiz, çok değişik saldırılara, ithamlara, iftiralara, nifak, fitne ve fesat girişimlerine maruz kaldık. Partilerimiz kapatıldı ya da kapatılmak istendi. Ben dahil bir çok arkadaşımız, düşüncelerimizi ifade etmekten dolayı mahkum edildik. Medya eliyle uzun yıllar linç girişimlerine muhatap olduk. Ülkede, bulunduğumuz her yerde, her makamda ikinci sınıf, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gördük. Adeta bu ülkenin zencileri yerine konduk, öyle de tanımlandık. Elhamdülillah, ne kadar güzel... Siyasi görüşlerimiz yasaklandı, aksini söyleselerdi zaten o zaman kendimizden şüphe etmemiz gerekirdi. Düşüncelerimizi anlatmamız, fikirlerimizi ifade etmemiz yasaklandı, örgütlenmemizin, demokratik yollardan mücadele vermemizin önüne engeller çıkarıldı. Biz, hep birlikte, bu saldırılara, bu taarruzlara, bu kirli, karanlık senaryolara asla boyun eğmedik, asla yılmadık, asla yıkılmadık. Birbirimize daha bir kenetlenerek, safları daha da sıklaştırarak, bize, siyasi görüşlerimize yönelik taarruzları hep birlikte bertaraf ettik. Çünkü bize bu tür provokatif senaryoları hazırlayanlar, hazırladıkları tuzakların üzerinde egemen bir tuzağın olduğunu bilmiyorlardı. Onlar zannediyorlardı ki, 'bu tuzakların en idealini biz yaparız.' Hayır. Sizden bu işi çok daha egemen bir iradeyle yapan güç var. Zaman zaman aynı yolda, aynı hedefler için rekabete giriştiğimiz, yarıştığımız oldu. Ancak, Rabbime hamdolsun, biz, hayırda yarışanlardan olduk. Birbirimize karşı kırıcı olmadık, yıkıcı olmadık, her zaman birbirimizle gönül diliyle konuştuk, ağabey-kardeş ilişkisiyle birbirimizle irtibat kurduk ve birbirimize her zaman hakkı, hayrı tavsiye ettik.''

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
06:14

13 Ağustos 2012, Pazartesi Mustafa KARAALİOĞLU

Dünün mağdurları bugün mağrur mu oldu?

mkaraalioglu@stargazete.com

Yeni Türkiye sadece siyasal değişimi ifade etmiyor. Aynı zamanda ve daha çok bu kavram, toplumsal ve ekonomik yeni durumun da adıdır. Siyasal güç dağılımı radikal bir şekilde değişmektedir ve paralelinde toplumsal katmanlarda da yeniden yapılanma yaşanmaktadır. Türkiye’nin değişimini analiz edemeyenler veya analiz ettikleri halde buna her vasıtayla direnenler bugün yaşanan toplumsal değişime karşı da aynı durumdadırlar. Bazıları anlamamakta bazıları ise anladıkları halde her vasıtayla direnmekteler. Eski Türkiye’nin mağdurları haklarını talep ettikçe ve bunlara erişimleri mümkün olmaya başladıkça sınıfsal bir dirençle karşılaşmakta; sinsi ve adaletsiz bir kampanyaya maruz kalmaktadırlar. Nasıl bir değişimden geçiyoruz. Şöyle... AK Parti iktidarı siyasette vesayet düzenini büyük ölçüde bitirirken, aynı hacimde olmasa da ekonomik paylaşımda ve sosyal sektörlerde de vesayet düzenini değiştirmeye başlamıştır. Yaşanan bu tarihsel değerdeki gerekli ve kaçınılmaz değişimdir, o kadar. Dünün mağdurları bugün mağrur olmamıştır. Dünün mazlumları bugün zalim olmamıştır. Bu tanımlamalar yalandır, yanlıştır ve dün siyasal alanda yapılan kampanyaların bugün sıradan insanlara yani “millet”e yönelik olanıdır. Geçmişte, iktidar ellerindeyken mağrur ve zalim olanlar başkalarının adil ve ahlaklı davranamayacağını zannediyorlar. Oysa... Türkiye zenginleşirken herkes bundan bir parça pay almaktadır. Mesele budur... Her kesimden insanın hayat kalitesi artmaktadır. Muhafazakar veya laik fark etmeden her kesimden. Fark eden şudur... Geleneksel olarak, her türlü zenginliği kimseyle paylaşmadan elde tutmaya alışmış kesimler, şimdi de payın büyüğü yine kendilerinde olmasına rağmen küçük paylaşımlara bile tahammül edememektedirler. Nasıl başörtüsüne karşı, dindarlığa karşı çıkarken kendi hayat tarzlarını bir üstün norm olarak kabul ederek mücadele etmişlerse, zenginliğin paylaşımında da aynı ölçüyü kullanmaktadırlar. Geçerli norm, kendi ekonomik sınıfsal üstünlük durumunun devamlılığıdır. “Alt tabakalar”ın zenginleşmesi, sosyal hayatta görünmesi, pahalı ev ve araba sahibi olması, karar mekanizmalarında rol olması kabul edilemez. Ne yazık ki, “Müslüman” kimliğine sahip bazıları da bu kampanyanın parçası olabilmekte, kendilerini “vicdanın sesi” rolünde zannederek, eski Türkiye değirmenine su taşımaktadırlar. Başörtüsüne karşı çıkmak neyse bugün muhafazakar kesimlerin zenginlikten pay alma talebine karşı çıkmak aynı şeydir. İtirazcıların hep aynı kesimler olması bu yüzen tesadüf değildir. Vicdanlı olmak da onyıllardır adaletsizliğe maruz kalan kitlelerin hukukunun yanında durabilmektir; onlara hak ettiklerini çok gören sinsi kampanyaya ortak olmak değil. Kemalist vesayet düzeni yıkılsın ama zenginlik yine aynı ellerde kalsın demek de değildir, söyleyelim. Öte yandan... Ne yazık ki, durum böyledir. Sermaye geleneksel olarak kimin elindeyse bugün hala ve büyük ölçüde aynı ellerindedir. Elbette Anadolu sermayesinin biraz olsun soluk alabildiği bir dönem yaşanmaktadır ama hepsi bu kadar. 10 yılda 10 kat, 20 kat büyüyen şirketler ve aileler bu ülkenin eskiden beri aşina olduğu isimleri taşımaktadır. Sanılanın aksine, “mücahitler” müteahhit olmamıştır. “Mücahitler”i bu alan sokmak istemeyen ve dindarları sadece siyasette tutmak isteyen sermaye düzeni bu propagandayı ustaca kullanmaktadır. Her türlü imkanıyla ve özellikle medyasıyla bu propagandada ısrar etmektedir. O kadar da utanmazca yapılmaktadır ki “başörtülü kadınların cipe binmesi” gibi konuşulması utanılacak bir mesele bile gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında malzeme edilebilmektedir. Üstelik, bu tartışmaların en ateşlilerine yine “Müslüman” kimlikli yorumcular koşturulabilmektedir. Jeep binmek kadın erkek, örtülü örtüsüz herkesin hakkıdır. Mesele o jeep’in helal ya da haram parayla alınıp alınmadığıdır. Ve biliyoruz ki bu ülkede eskiye oranla çok daha fazla kadın ve erkek jeep veya lüks arabaya binmektedir. Bütün ülkede, erkeklerin veya başı açık kadınların lüks tüketimi problem değilken, üç-beş başörtülü kadının jeep’e binişini konu etmek ayıptır. Ama mesele bu değildir. Mesele, kadının dindar kimliğini ifade edip sosyal hayatta hemcinsleriyle eşit görünmeye başlamasıdır. Toplumu tasnif eden bu kafaya göre ise, başörtülü kadın ya yürür ya da dolmuşa biner, jeep de neyin nesidir!? Muhafazakar çoğunluk, siyaseti, ekonomisi, sivil toplum iradesi ve medyasıyla birlikte Türkiye’yi değiştirmiş, arındırmış ve demokratikleştirmiştir. Gururlanmadan, kibirlenmeden, zalimleşmeden. Aksine, kendilerine yaraşan bir tevazu, adalet ve özellikle de “bağışlayıcılık” duygusuyla... Eğer kibir ve zulüm olsaydı, muhafazakarların parmakları 28 Şubat’ın zalimlerinin; gazetecileri ve sivil kadrolarını işaret ediyor olurdu, değil mi?

Reşat Nuri Erol
13.08.2012
06:17

Yeşil çizgi varsa teşvik yok

28 Şubat soruşturması, darbecilerin 'yeşil sermaye' diyerek fişlenen işadamlarına yapılanları gündeme getirdi. Dönemin Konya Ticaret Odası Başkanı Hüseyin Üzülmez, şirketlerin nasıl kara listeye alındığını şu şekilde anlattı: Kombassan Holding, Petlas'ı özelleştirmeden devralmıştı. Teşvik ve yatırım izni verilmedi. Petlas'ı önemsediğim için Kemal Derviş'in yanına gittim. Dosyayı getirdi. Üstü yeşil renkle çizilmiş. Teşvik verilmeyecek, deniliyor. ERHAN SEVEN - AYNUR EKİZ / ANKARA

Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği'nin yürüttüğü 28 Şubat soruşturması, darbe döneminde 'yeşil sermaye' diye nitelendirilen işadamlarına yönelik baskı ve sindirmeleri yeniden gündeme getirdi. 28 Şubat döneminde Konya Ticaret Odası Başkanlığı yapan AK Parti Konya Milletvekili Hüseyin Üzülmez, Yeni Şafak'a çarpıcı tanıklıklarını anlattı. 28 Şubat'ın siyasi bir darbeden çok ekonomik bir darbe olduğuna dikkat çeken Üzülmez şunları söyledi: ASIL HEDEF EKONOMİKTİ 'Ben bir işadamı olarak o dönemde hem Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ndeydim, hem de Konya Ticaret Odası Başkanı'ydım. 28 Şubat Türkiye'nin siyasi demokratik hayatına ama daha çok ekonomik hayatına yapılmış bir darbedir. 28 Şubat'ın hedefi sanayileşen Anadolu sermayesini güç olmaktan çıkarmayı amaçlayan bir girişimdi. Sermayesi güçlü olanlar ülke yönetiminde söz sahibi olur. 28 Şubat'ın temel hedefi bize göre ekonomidir. Muhtıracıların kurduğu hükümetle Türkiye ekonomisi yok edilmiştir. 3 yıl içerisinde yapılan icraatın sonucu olarak 2001'de büyük kriz yaşanmıştır. Devlet bankaları hortumlanmıştır. Türkiye ekonomisi 300-400 milyar dolardır. Sadece TMSF'den hazineye getirilen yük 60 milyar doları bulmuştur. Anadolu'da kalkınan birçok şirket batırılmıştır. Teşvikleri, yatırım izinleri ve sermaye artırım izinleri verilmemiş, yok olmaları için adeta yağmalanmışlar. Eğer 28 Şubat'ta Anadolu sermayesine bu yapılmasaydı Türkiye bugün bulunduğu noktanın iki kat ötesinde olurdu.' YA BAYİLİK YA MÜSİAD Üzülmez, Ecevit hükümeti döneminde ekonominin patronluğuna getirilen Kemal Derviş ile Kombassan Holding için yaptığı bir görüşmede yaşadıklarını ise şu şekilde aktardı: 'Kombassan Holding, Petlas'ı özelleştirmeden devralmıştı. Özelleştirme sürecinden sonra teşvik verilmedi, yatırım izni verilmedi. Kemal Derviş, 2001 krizi sonrasında hazineden sorumlu devlet bakanı olarak geldi. Petlas'ı önemsediğim için Rifat Hisarcıklıoğlu'nu yanıma aldım ve Kemal Derviş'in yanına gittim. Dosyayı getirdiği zaman şunu gördüm. Gizli damgalı ibare ile üstü yeşil renkle çizilmiş, bunlara kesinlikle teşvik verilmeyeceğini beyan eden belgeler vardı. Bu belgeler somut örnektir. O dönemde MÜSİAD'ın kurucu başkanıyım. Baskılar nedeniyle, rahat bir nefes alabilmek için MÜSİAD'dan istifa eden arkadaşlarımız oldu. Bayilik yapan bazı firmalara, üretici ana firma tarafından baskı yapılarak 'MÜSİAD üyeliğinden istifa etmezsen bayiliğini alacağız' diye baskılar uygulandı. Konyalı işadamları için inanılmaz bir karalama kampanyası başlatıldı.' 5'li çetenin ikna odaları Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'ndan (DİSK) oluşan '5'li çete' de 28 Şubat'ın aktörleri arasındaydı. 5 iş ve sendika örgütü hükümete karşı bildiri hazırlayarak istifa talebinde bulunmuşlardı. Başkanları Refik Baydur, Derviş Günday, Fuat Miras, Bayram Meral ve Rıdvan Budak o dönem sivil siyasete karşı yapılan darbenin sivil tarafındaydılar. Hüseyin Üzülmez, '5'li çete' ile ilgili şunları söyledi: KAÇAKÇI MUAMELESİ 'Karaman'da bisküvi fabrikaları vardı. Askeri kantinlere talimat ve-rildi, şu şu markalar girmeyecek diye. Süt, peynir üretenler için de aynı şey söz konusuydu. Muhtelif şehirlerden bir grup işadamı sigorta şirketi kurmak için yola çıkmıştı. Gece yarısı baskınlarıyla bu şirketin kurucularını gözaltına aldılar, kaçakçı muamelesi yaptılar. Sadece İslami hassasiyetleri gözeterek alternatif bir sigorta kuracaklardı. 'TOBB toplantılarında dışlanıyorduk. Fuat Miras ile Mayıs 1998'deki kongresinde büyük kavga ettik. Ben bir beyanat vermiştim. 5'li çetenin hükümeti gayrimeşru yollardan yıkmanın yollarını aradığını söylemiştim. TOBB, Anadolu'yu temsil etmiyor demiştim. 5'li çete Genelkurmay'dan aldıkları talimatları uyguluyordu. En tepede de Çankaya vardı. Refahyol, hükümette de yer alan bir bakan ve 5'li çetenin marifetiyle yıkıldı. Hilton'da Odalar Birliği'nde pazarlıklar yapılıyordu. Milletvekillerine istifaları karşılığında hangi menfaatler verileceği gizli kapaklı konuşuluyordu. İkna odaları kuruluyordu. Milletvekilleri ikna ediliyordu. 28 Şubat'ın amacına ulaşmasında sivil inisiyatifi temsil eden 5'li çetenin gayreti ve çalışmaları olmuştur.' Nadi Bey tek tek çağırıp sorguladı Hüseyin Üzülmez, Konya'daki işadamlarının çoğunun 'yeşil sermaye' denilerek kara listeye alındığını ifade ederek, 'Önlerini kesmek için her şey yapıldı' dedi. Deniz Feneri davasında evrakta tahrifat ve görevi kötüye kullandığı suçlamasıyla görevden alınan Nadi Türkaslan'ın o dönemde Konya Cumhuriyet Savcısı olduğunu hatırlatan Üzülmez, savcının derneklere yardım yapan Konyalı işadamlarına baskı yaptığını söyledi. Üzülmez şu bilgileri verdi: 'Deniz Feneri Derneği'ni ilk sorgulayan savcılardan bir tanesi Nadi Bey'dir. Nadi Bey, o dönemde, Konya'da cumhuriyet savcısıydı. İşadamlarını tek tek çağırıp 'Baskıyla mı yardım yaptınız?' diye sorguluyordu. Biz Deniz Feneri Derneği savcısının sabıkalarını Konya'dan biliyoruz. O dönemde birçok işadamımız savcılığa çağrılıyor, baskı görüyordu. İstiyorlardı ki işadamları 'Zorla para aldılar' desin, görevleri hizmet olan vakıflar da sıkıntıya girsin.' YAYIN TARİHİ: 13.08.2012

Reşat Nuri Erol
14.08.2012
04:24

Mümtaz'er Türköne İslâmcılığın defin ruhsatı

"İslâmcılık öldü" sözüm, hükümden ziyade bir önermeydi. Ali Bulaç'ın açtığı kapıdan bir zamanların iddialı İslâmcılığından bugüne kalanlara bir ayna tutmuştum. Ayna, birinin ölüp ölmediğini anlamak için de kullanılır. Burnuna tutarsınız, ayna buğulanmıyorsa canlılık belirtisi kalmamış demektir. İslâmcılık konusunda bereketli bir tartışma ortamı oluştu. Bu alanın tartışmasız otoritesi İsmail Kara, sonunda duruma müdahale etti ve alanı temizledi. Sonuç? Nefesler yetti mi? Aynada hiç buğu izi var mı? Defin ruhsatını tanzim ederken sadece sarahate ihtiyacımız var. Sonuna "cı, cu" (ist, ism) tarzı ekler gelen sıfatlar bir mesleğe işaret eder. "Meslek" tabiri ile, tam da ideolojilerle ilk karşılaşmamız sırasında kullanılan deyimi hatırlatıyorum. Hüseyin Cahit'in Pareto'dan 1927'de yaptığı çevirinin adı "Sosyalist Meslekleri"dir. Eskiler bir adamın fikrini veya siyasî görüşünü merak ettiğinde "mesleğiniz nedir?" diye sorardı. Tasavvuftaki "seyr-i sülûk" tabiri de aynı anlama işaret eder. Meslek, tutulan, takip edilen yoldur. Aynı zamanda hayatınızı sürdürmek için uzmanlaşarak yaptığınız iş. Bütün hayatınız ve önceliğiniz mesleğinizdedir. "İslâmcı", "Türkçü" veya "devrimci" ile "muslukçu", "camcı" veya "ayakkabıcı" tabirleri arasındaki ortak payda her iki grubun da birer "meslek" olmasıdır. Mesleğiniz hayatınızı ve bütün önceliklerinizi belirler. Her ideoloji, özünde bir tarih bilincidir. Marksistler "tarih, ezilen ve ezen sınıfların mücadelesinden ibarettir" dediği zaman milliyetçi ideolojiler bu teze "tarih milletler mücadelesidir" karşılığını verdiler. Liberaller bu ekseni özgürleşme üzerine yerleştirdiler. Bu ideolojilerle tanışan Müslüman aydınlar, tarihi toptan açıklayacak bir formül ararken "hak ile batıl" çelişkisini bu dikotomilerin yanına yerleştirdiler. Sonra da bu tarih bilincinden anı, geçmişi ve geleceği açıklayan ve bize ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söyleyen bir ideoloji üretmeye giriştiler. Modernliğin ürettiği bütün ideolojiler tek, biricik ve mutlak hakikatin yegane maliki idi. Vahye dayanan inanç sisteminden hayatın sorduğu bütün sorulara cevap veren bir düzen, ve modernliğin Arap saçına döndürdüğü dünyada yolumuzu bulmamızı sağlayan bir harita çıkarttığınız zaman elinizde duran iddialı sisteme İslâmcılık adını verdik. Bütüncül ve her soruya cevap veren, mutlak gerçeğin bilgisine sahip olduğunu iddia eden bir ideoloji. Daha doğrusu ideolojiler. "İslâmcılık" tabiri tecrübe ettiğimiz gibi doğru değil, bir yığın "İslâmcılıklar" var. Doğal olarak şu soruyu soracaksınız: İslâmiyet zaten bütün hayatı kapsamaz mı? Müslüman ile İslâmcı arasındaki hassas çizgi bu sorunun cevabında saklı. İslâmcı, Allah'ın vahyinin ve Peygamber'in sünnetinin tekelci yorumcusu olarak konuşur. Kendi içinde tutarlıdır, zira tek ve mutlak hakikatin bilgisine sahip olmadan diğer ideolojilerle rekabet edemez. İslâmcılığın mottosu olan "Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerdir" sözü, bir İslâmcı için onun tekelinde olan tek ve kesin yoruma dayanır. O, Allah'ın hükmünü yoruma ihtiyaç duymayacak şekilde bilmektedir. Bir Müslüman için ise her zaman farklı ve meşru yorumlar bulunabilir. "Eksiksiz bir hayat nizamı olan İslâm" hemen şimdi bir İslâmcı için uygulanmayı beklemektedir. Cennet bu dünyada kurulacak, insan iradesi ve aklı, bu kesin hükümleri en kestirme yoldan uygulayacaktır. Uygulamazsanız? Kâfir (hain) olursunuz. İslâmcılar arasında kesret içinde vahdeti arayan tasavvuf ehlinden kimsenin olmaması tesadüf olabilir mi? Emre Demir'in pazar günü Zaman'daki yazısı, yeni bir tezi dile getiriyor. Demir, Bediüzzaman'ın "Niyet, âdeti ibadete tebdil eder" sözünün üzerine canlı bir perspektif yerleştiriyor. Bireysel alanda dindarlık ve buradaki ahlakî değerlerle kamusal modern hayata aktif katılım dengesi üzerine bir gelecek inşa ediyor: "Dindar bir adamın ticarî faaliyeti ya da bir öğrencinin eğitim hayatında başarılı olmak için gösterdiği gayret kutsal bir anlam kazanır." Bu yaklaşımdan çok güçlü bir medeniyet projesi çıkmaktadır; ama İslâmcılığın hiçbir versiyonu bu yaklaşımı kabul etmez. Ali Bulaç'ın ısrar ettiği gibi, hükümler hemen şimdi uygulanmak içindir. Ahmet Selim'in "2012 yılındayız" yazısını, 70'lerin modası geçmiş İslâmcı tezlerini nostaljik bir refleksle tekrarlayanların okuması lâzım. Sonuç? Aynada hafif de olsa bir buğulanma var mı? m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 14 Ağustos 2012, Salı

Reşat Nuri Erol
14.08.2012
04:35

Ahmet Selim "Sosyalistlerin de ürettiği bir ekonomik uygulama modeli mevcut değil, siyasal İslamcıların da. Sadece kapitalizmi eleştirirler. "Yerine ne koyacaksın?"ın cevabı yoktur."

"Refah Partisi'nin seçim öncesinde propaganda kitapçıkları vardı; ekonomi adına selem'den takas düzeninden falan söz ediyordu, gayri ciddiydi." 2012 yılındayız

Yanlış bir kategorileştirme devam edip gidiyor. Gençlik zamanımdan başlayalım. Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, "Maneviyatçıyım, milliyetçiyim, demokratım..." dediği zaman, Türkeş de siyasi hayatta yoktu, Ülkücülük diye bir şey de yoktu. Ben Türkeş'i 27 Mayıs sabahındaki anonsundan tanıdım. O anons sırasında babam radyo başında ağlıyordu... Milliyetçi yönüm vardı ama hiç ülkücü olmadım. Benim anlayışıma göre Kürt kökenli vatandaşlarımız, bana Orta Asya'daki soydaşlarımdan daha yakındı. Etnik anlamda değil, üst kimlik olarak onlar da Türk idiler. Mesela Arnavut kökenlilerde olduğu gibi. Nihal Atsız'dan tek satır okumamışımdır. Ben Türkiye'deki üst kimlik milliyetçisiydim. Ali Fuat Başgil de öyleydi, Ferruh Bozbeyli de, Nurettin Topçu da. Kurt masallarına da, Darvin'in maymun hikâyelerine de gülerdim. Doğumdan ölüme kadar, İslamî hayat görüşüne sahiptim. En üst kimliğimiz önce insan kimliğimizdir, sonra Müslüman kimliğimiz. Ahirete Allah'ın kulu olan bir insan olarak gideceğiz. Milli, etnik, şu veya bu alt kimliklerimizle değil. Bu manada, bir Yunus Emre gibi İslamcıydım fakat "siyasal İslamcı" değildim. Müslümanlar "ümmet" olarak bir ve beraberdirler; ama bu bir siyasi birliği ve yönetim beraberliğini günümüzde gerektirmez, esasen mümkün de değildir. Beraberce bir devlet kurmalar 20. asırda sadece bir ütopyaydı. Böyle düşünüyordum. Yurtdışındaki siyasal İslamcıların tepkisel eserleri, müstemleke aydının tepkilerini yansıtıyordu. Adam 500 sayfalık kitap yazmış, "İslam Ekonomisi" adında, 480 sayfası kapitalizmin eleştirisi. Diğer sayfalar da bazı ayetlerden ve hadislerden oluşuyor ve sosyalizme yakın duruyor. Ürettiği bir düşünce yok. Onların peşinden giderek varılacak bir nokta da tasavvur edilemezdi. Sosyalistlerin de ürettiği bir ekonomik uygulama modeli mevcut değil, siyasal İslamcıların da. Sadece kapitalizmi eleştirirler. "Yerine ne koyacaksın?"ın cevabı yoktur. Çünkü bu alanda asırlarca hiç düşünmemişler. Başta İbn Haldun vardır, sonda Ahmet Cevdet Paşa. İçtimai mesele hakkında düşünce üretme açısından bizde ortası boştur. Faiz yasağı için Elmalılı, "emr-i tekamülîdir" der. Adamlar 17. asırda ekonomi hakkında kitaplar yazarken, biz ne ile meşguldük? Bunun bir bedeli olacaktı tabii. "Siyasal İslamcılar iş başına gelince değişiyorlar" deniyor. Çaresizlikten! Gelince Batı Demokrasisi'ni ve mutedil laikliği isteyeceksin. Bu bir döneklik değil, bir zaruret. Çin, komünist, ama piyasa ekonomisi uyguluyor. Müslüman Kardeşler Mısır'a tam hâkim olsalar ne yapacaklar? Refah Partisi'nin seçim öncesinde propaganda kitapçıkları vardı; ekonomi adına selem'den takas düzeninden falan söz ediyordu, gayri ciddiydi. "İslamcı olmamak" başka, "siyasal İslamcı olmamak" başkadır. İslamî hayat görüşüne sahip bulunmak açısından Yunus da İslamcı'ydı, her Müslüman'ın öyle olması doğaldır. Bu hayatın en büyük realitesi ölüm. Ve oraya İslam'la hazırlanıyoruz. Ölümün hakikati, herkesin kabul etmek zorunda kalacağı gibi İslamî'dir ve bir Müslüman'ın hayata bakışı budur. Kimse ahirete elinde bayrakla, yakasında rozetle gitmeyecek. Bunlar aslında berrak meselelerdir; demokrasiyi İslam adına reddetmek, İslam'ı da Batı'yı da anlamamaktır. Bugün İslam, İran'dan da Suudi Arabistan'dan da daha iyi bir biçimde Türkiye'de yaşanıyor. Git oralara nefes alamazsın. En küçük bir eleştiri yapamazsın. Biçimsellik özü halletmiyor. Canlı bomba, her şeyden önce manevi bir cinayettir ve buna fetva veren din âlimleri(!) var. ... 1970'li yılların kategorizasyonunu bir tarafa bırakalım. Ne milliyetçilik MHP'nin tekelinde, ne de İslam "siyasal İslamcı"ların tekelinde. Ayrıca MHP'nin şahsında milliyetçiliği, "siyasal İslamcı"ların şahsında İslamî hayat görüşünü eleştirmek çok yanlış. AK Parti'nin hatta CHP'nin içinde de mutedil milliyetçiler var, MHP'nin içinde de mutedil İslamcılar (siyasal İslamcılar değil) var. 2012 Türkiye'sindeyiz. Başbakan Mısır'da laiklikten söz etti ve bana göre iyi yaptı. Batıcı da olmayacaksın, Batı düşmanı da. Batı kaynağından gelme bazı önemli evrensel değerlere bigâne kalınamaz. Bundan sonra farklılıklar, tekelci sahipliklerden değil, benimsenen sentezin esaslarındaki öncelikler sıralamasından kaynaklanacak. "İslam onun, millilik şunun, sosyal adalet bunun, demokrasi ötekinin" kategorizasyonu bizi düşünemez hale getirir. Ben bir cemaat gazetesinde Necip Fazıl'la beraber yıllarca yazmıştım. O zaman da böyle düşünüyordum. Piyasa "siyasal İslam"ın tercüme eserleriyle doluydu. Hepsini okudum. Hepsi bir Prof. Sabri Ülgener etmezdi. 1970'li yılların kategorizasyonundan hayır gelmez 2012'nin Türkiye'sinde. a.selim@zaman.com.tr 12 Ağustos 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
14.08.2012
04:55

14 Ağustos 2012, Salı İbrahim KAHVECİ

Silahlı generalden paralı spekülatöre...

ikahveci@stargazete.com

Vahşileşen sanayi kapitalizminin sakıncaları 1900'lü yıllarda zirveye çıktığında alternatif ekonomi model ve rejimleri de beraberinde getirmişti. İki dünya savaşı ve bir büyük ekonomik buhranın içerisinde çözüm arayan gelişmiş ülkeler ise yeni orta sınıf varlığı ile karşı bir safhaya geçmişlerdi. Ekonomik rejimini rakibine karşı korumak için silahlı bekçiler de edinen bu sistem, aynı zamanda derin yapılanmaları da bir çok ülkenin talihi yapıvermişti. 1980 sonrası yeni bir safhaya geçen kapitalist sistem özel sektör odaklı, küresel sermaye bağımlısı finansallaşma modelini yaygınlaştırmıştı. Finansallaşma ile kamu denetiminin sınırları daralırken özel sektörün iştahını tekel konumundaki kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yeniden açıyordu. Küreselleşen sermaye aynı zamanda bağımlılaşan bir sermaye haline gelirken, silahlı korumacılık da önemini gün geçtikçe önemini kaybediyordu. Artık silahlı generallerin yerini sermayeli spekülatörler alıyordu. Bağımlılaşan ve küresel sermaye sistemine entegre olan ülkelerde gelişmişlik düzeyiyle beraber silahlı Gladio merkezleri birer birer tasfiye ediliyordu. Ülkelerin finansallaşması ve küresel sermaye sistemine entegre olmaları, silahlı yapıları ihtiyaç olmaktan çıkararak tasfiyelerine imkan veriyordu. Küresel sermaye sistemi denilen pazar ve bu pazara entegre olmanın başlıca unsuru devletlerin borçlanma pazarlarının derinleşmesine bağlıydı. Borçlanma piyasası gelişmemiş ülkelerin küresel sermaye egemenliğine girişi maalesef oldukça zordu. Bu nedenle devletlerin borçlandırılarak piyasa üzerinden yönlendirilmelerine imkan verilmesi gerekiyordu. Küresel sermaye sistemine entegrasyonun bir ikinci aşaması ise özel sektörün de finansallaşma ve kredileşme ile piyasa denilen sisteme hassaslaştırılarak bağımlı hale getirilmesi gerekliliğiydi. Üçüncü aşama ise bireyin ve hane halkının piyasa üzerinden siyasete bağlılığını artırarak ekonomik görünüme bağlı yeni iktidar modellerinin oluşmasına imkan verilmesiydi. Son aşama olarak ise sistemin kilit noktalarının piyasa kontrolü yanında sermayedarlık kontrolünün de gerçekleşmesine imkan sağlanmasıdır. Yani doğrudan yabancı yatırımların önünün açılması. Son aşamanın kilit noktaları özelleşen tekel konumundaki sektörler kadar sermaye kontrolünü sağlayacak mali kuruluşlar ile pazar kontrolünü sağlayacak perakende kuruluşlar oluşturmaktadır. Sisteme uymayan yapıların kredi kanallarının zorlanması ile tasfiye edilmesi. Kredi ihtiyacı dışındakilerin ise pazara giriş şartlarının tıkanarak sistem dışına itilmeleri sağlanmalıydı. Ülke geneli için ise dış bağımlılığı azaltacak yapılanmaların veya yatırımların kredisizleştirilmesi de makro politika olarak uygulanabilir olmalıydı. Eski modelin yıllarca uygulanışı karşısında direnci artan toplumların daha belirsiz, daha bağımsız gibi görülen bir el üzerinden yönlendirilmeleri kolaydı. Artık silahlı elin yerini Piyasa eli alabilirdi. Bugün yeni modelin uygulandığı eski NATO müttefiki batı Avrupa ülkelerinin düştüğü durum ortadadır. Piyasa elinin gücünün ilk denendiği ülke İngiltere olmuştur. Piyasa eli sadece İngiltere değil, ABD üzerinde dahi işlemektedir. Gladio modellerini tasfiye etmiş olan Yunanistan, İtalya ve İspanya'nın krizin pençesinde çekişmeleri birer tesadüf olabilir mi? Yerelleşen ve belirsizleşen bir el artık silah ve ölüm yerine pazar üzerinden, devletin denetim kurumları üzerinden etkinliğini artırabilmektedir. Artık 5-10 kişilik ölüm listeleri yerine binler, yüzbinler sistem sayesinde izlenebilmekte, ana kontrol yaygınlaşarak pasifleştirebilmektedir. Silahlı ölüm listeleri yerine çok daha geniş denetimli pasifize sistemi uygulanabilmektedir. 3-5 kişi yerine 300-500 bin kişi dahi sistem dışına itilebilmektedir. Siyasal yapıda da yerel değerlerden besleniyor gibi görülen aynı yapının küresel sermaye sistemine bağlı ekonomik modelinde ise finansallaşma, kredileşme ve faize bağlılık kilit noktayı oluşturmaktadır. Küresel sermaye sisteminin ise nasıl kontrol edildiğini maalesef henüz çözememiş olmanın vereceği bilinmezlik ve komplocu yaklaşım ise modelin sanal ve belirsizliğini besleyerek yaygınlaşmasına imkân verecektir. Oysa silahlı Gladio modeli ile aynı kaynaktan beslenen yeni derin yapının ilk aşamalarında geniş halk kitleleri tarafından arzu edilir olması da önemlidir. Eski modelin ölüm listelerini barındıran kirli çarşafları ortaya döküldükçe, cinayet barındırmayan yeni model beslenip yerleşebilecektir. Eski modelin darbeci figürlerinin çırpınışları, yeni modelin yeraltı temelinin sağlanmasından başka işe yaramayacaktır. Eski modelin krizleri gerekli kılan darbeci ortamlarına karşılık, yeni modelin ilk aşamalarının göstermelik refaha dayalı borçlanma imkanı veren sanal zenginliği cazip gelecektir. Tasfiye edilen eski modelin yerine tavsiye edilen yeni modelin yerleşmesi istenir, beklenir ve arzu edilir olacaktır. Son aşamada ise siyasetin sadece bir rol oyuncu olmanın ötesine geçmeyeceğini gördüğümüzde ise her şeyin bitmiş esaret döneminin başladığını göreceğiz. Bildiğimiz bir tek gerçek var ki; küresel finansal sistemin kontrolünün sanılanın aksine piyasa eli üzerinden değil bir kaç büyük aile eli üzerinden şekilleniyor olmasıdır. Bu ailelerin de aynı inançtan ve ırkçılıktan beslenip geliyor olmaları tesadüf olamaz. İkili yapının ortasında yaşanan çarpışmanın arasında bir ülke ve lider olarak Türkiye'nin de kaderini merakla izlemeye devam ediyoruz.

Süleyman Karagülle
14.08.2012
12:23

Kardeşlikten Öte: Ekrem Şamanın bir makalesini Reşat Erol yorumlara almış. Okudum. Önce Ekrem Şamanın bu kadar akıcı yazı yazabildiğini görünce gıpta ettim. Yazdıklarının hiç birisi yanlış değildir. İki noktanın o şekilde anlatılmasını yanlış buluyorum. Erdoğan il başkanı iken ona yaptıkları fedakarlıklarından bahsetmemeliydi. Sonra Cumhur başkanın kardeşlikten öte ilişkiyi o şekilde ifade etmeliydi. Devlet Başkanına saygılı olmak zorundayız. Kardeşlikten öte ilişkiler olamasaydı, biz bugün ki rahata eremezdik. Önümüz bu kadar açılamazdı. Erbakan da aynısını yaptı. İktidarda olamadığı zaman adil düzen çalışmalarını yaparken haftanın iki günün bizimle geçirirken 73 de ve 90 larda ıktıdar olunca yüzünü göremedik. Çünkü kardeşlikten öte ilişkilere biz ortak olmadık. Ama onların böyle ilişkilere girmesini biz tasvip ettik. Bu düzende başka türlü bir şey yapılamazdı. Biz ne yaptık? Biz onların kardeşlikten öte ilişkilerden zaman kazanarak adil düzen çalışmalarına devam ettik. Şidi adil düzen külliyatı oluştu. Uygulama imkanları hazırlandı. Alevlerin İstanbul'daki yeni çıkışı başlatmak üzereyiz. Ekrem Şama Erbakan'a değil Allaha giden yola artık katılsın. Onların yaptıkları onlara aittir, bizim yapacaklarımız bize aittir. 1) Camilide ahşap ev imalathanesini kuruyoruz. Orda dinleme evleri üretip turizm merkezi haline gelecek. Adil düzene göre çalışacak. 2) İstanbul'da mala Mal market projemiz var. Adil düzene göre çalışacağız. İşsizlik bitecek. 3) Yüz dairelik semt binaları projemiz var. Lojmanlı işyerleridir. Böylece III. Bin yıl uygarlığının hücrelerini üretilmiş olacak. 4) Bin dairelik adil düzen siteler oluşturulacaktır.

Süleyman Karagülle
14.08.2012
12:23

Kardeşlikten Öte: Ekrem Şamanın bir makalesini Reşat Erol yorumlara almış. Okudum. Önce Ekrem Şamanın bu kadar akıcı yazı yazabildiğini görünce gıpta ettim. Yazdıklarının hiç birisi yanlış değildir. İki noktanın o şekilde anlatılmasını yanlış buluyorum. Erdoğan il başkanı iken ona yaptıkları fedakarlıklarından bahsetmemeliydi. Sonra Cumhur başkanın kardeşlikten öte ilişkiyi o şekilde ifade etmeliydi. Devlet Başkanına saygılı olmak zorundayız. Kardeşlikten öte ilişkiler olamasaydı, biz bugün ki rahata eremezdik. Önümüz bu kadar açılamazdı. Erbakan da aynısını yaptı. İktidarda olamadığı zaman adil düzen çalışmalarını yaparken haftanın iki günün bizimle geçirirken 73 de ve 90 larda ıktıdar olunca yüzünü göremedik. Çünkü kardeşlikten öte ilişkilere biz ortak olmadık. Ama onların böyle ilişkilere girmesini biz tasvip ettik. Bu düzende başka türlü bir şey yapılamazdı. Biz ne yaptık? Biz onların kardeşlikten öte ilişkilerden zaman kazanarak adil düzen çalışmalarına devam ettik. Şidi adil düzen külliyatı oluştu. Uygulama imkanları hazırlandı. Alevlerin İstanbul'daki yeni çıkışı başlatmak üzereyiz. Ekrem Şama Erbakan'a değil Allaha giden yola artık katılsın. Onların yaptıkları onlara aittir, bizim yapacaklarımız bize aittir. 1) Camilide ahşap ev imalathanesini kuruyoruz. Orda dinleme evleri üretip turizm merkezi haline gelecek. Adil düzene göre çalışacak. 2) İstanbul'da mala Mal market projemiz var. Adil düzene göre çalışacağız. İşsizlik bitecek. 3) Yüz dairelik semt binaları projemiz var. Lojmanlı işyerleridir. Böylece III. Bin yıl uygarlığının hücrelerini üretilmiş olacak. 4) Bin dairelik adil düzen siteler oluşturulacaktır.

Reşat Nuri Erol
15.08.2012
03:39

Salih Tuna stuna@yenisafak.com.tr

15 Ağustos 2012 Çarşamba

İslamcılara 'Müslümanlık' nasip eyle Allah'ım Durun, bu nasıl başlık diyerek hemencecik dellenmeyin; devamı var, lakin başlığa sığmaz diye dercetmedim. Aha da devamı: 'Müslümanlara da İslamcılık nasip eyle Allah'ım.' Yani... 'İslamcılara Müslümanlık, Müslümanlara da İslamcılık nasip eyle..' Olmadı mı? Prof. İsmail Kara, her Müslüman 'bittabi ve bizzarure' İslamcı olmak zorunda değil deyince oluyor ama! Gerçi muhterem hocamız lafının devamında 'İslamcılık elbette Müslümanlık dairesinin içindedir ama tersi doğru değil' diyor. Buna göre mezkur duanın başlığa çektiğimiz kısmı doğru değil ama devamı doğru. Gelgelelim... Bir başkası da İslamcılığı zulme karşı hak hukuk mücadelesi şeklinde genelleştirerek, 'Her İslamcı Müslüman olmak zorunda değildir ama her Müslüman İslamcı olmak zorundadır' diyebilir. Doğrusunu isterseniz başlıkta yer alan 'Müslümanlık' ifadesi aksiyolojik bir vurgulama içindi; maksadım dindarlıktı. Gel gör ki, Dücane Cündioğlu biraderimiz de 'her İslamcı dindar her dindar da İslamcı olmak zorunda değildir' demişti, yanlış aklımda kalmadıysa. Lafın düzünü söyleyecek olursak, İslamcılık en genel anlamda 'tavır' almaktır. Dolayısıyla... Abdülkâdir Geylânî'den Hazreti Pîr Mevlana'ya, Yunus Emre'den Niyâzî-i Mısrî'ye Bediüzzaman Said-i Nursi'den Seyyid Kutub'a, Şeyh Galip'ten Sezai Karakoç'a kadar herkes İslamcıdır. İslamcılık, evet, tavır koymaktır; 'Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker' yani iyiliği emretmek ve kötülükten men etmektir. Küfür ve zülüm tebarüz ettiği her yerde evvela 'la' demek gerekir. Kalpte riyâ,haset, kibir, ucup varsa orda başlar 'la', orda başlar direniş, mücahade. Müstekbire karşı mücadele vermek gerektiğinde de, 'ben kalp hasatlıklarıyla meşgulüm bu işlerle uğraşamam' demek olmaz. Mesela... Yunus'umuz haksız yere yurtlarından sürülen mazlumlara bigane kalmaz. 'Seyru Süluk peşindeyim, Taptuk'un kapısında odun taşıyorum, seninle uğraşamam' demez mazluma. Zulme karşı, 'Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!' diyen Mehmet Akif'ten farklı olmaz Yunus Emre'nin tavrı. İslamcılık bir din sahibi olduğunun, yani Müslüman olduğunun farkına varmaktır. İslamcılık modern bir telakki de değildir. Hamza Türkmen kardeşimiz bundan birkaç yıl önce 'İslamcılık kavramı bazılarının iddia ettiği gibi nevzuhur modern bir tanımlama değil' demişti, 'İlk dönemlerden beri kullanılan ve açılım sağlayan bir ifadedir. Kelamcı Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin 930'da telif ettiği 'Makalatu'l-İslamiyyin ve İhtilafu'l-Musallin' kitabında da bu kavram 'İslamiyyin' olarak kullanılmıştır..' Ali Bulaç üstadımız da geçen gün kaleme aldığı makalesinde 'Eş'ari'nin kullandığı ikinci terim olan 'İslamiyyun'un bugünkü Arapçada tam karşılığı 'İslamcılar'dır' diyor. Ali abinin başlattığı 'İslamcılık' tartışması bayağı verimli oldu. Tartışmaya, çorbada benim de tuzum olsun misali, 'Dışarıda yapamadı yakalandı' (04 Ağustos 2012, Yeni Şafak) başlıklı naçizane yazımla katkı sunmaya çalıştım. Bugünkü yazı yolculuğumuza madem duayla başladık yine duayla bitirelim; Ali Şeriati'nin duasıyla: 'Ey Kadir olan Allah'ım / Alimlerimize, mes'uliyet / Halkımıza, ilim / Dindarlarımıza, din / Müminlerimize, aydınlık / Aydınlarımıza, iman /Kadınlarımıza, bilinç / Erkeklerimize, şeref /Yaşlılarımıza, bilgi / Gençlerimize, asalet / Öğretmenlerimize, inanç / Öğrencilerimize, inanç / Uyuyanlarımıza, uyanıklık /Uyanıklarımıza, irade / Muhafazakarlarımıza, hareket /Suskunlarımıza, feryat / Yazarlarımıza, güvenirlilik / Sanatçılarımıza, dert / Şairlerimize, şuur /Araştırmacılarımıza, hedef / Tebliğlerimize, gerçek / Kıskançlarımıza, şifa /Bencillerimize, insaf / Sevenlerimize, edeb / Mezheplerimize, vahdet / Halkımıza, kendini bilme / Tüm milletimize, samimiyet, himmet, özveri, kurtuluşa yaraşırlık ve izzet bağışla...'

Reşat Nuri Erol
16.08.2012
07:47

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

16 Ağustos 2012 Perşembe

İsme değil maksada bakalım

"Kendi halinde "müslümanca" yaşamaya çalışan, İslam'ı kendi aile hayatında bile yaşatmayı dert edinmeyen müslümanlara "islamcı" demiyorum. İslam'ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam'ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dâva edinen, bu dert ve dâva uğrunda maddi ve manevi fedâkârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum." demiştim. Maksat bir, ifade farklı başka tarifler de var. Bazı yazar dostlar "islamcı kelimesine takılıyor, bunun olumsuz tedâîleri konusunda uyarıda bulunuyor, "müslümanları islamcı olan ve olmayan" şeklinde ayırmanın sakıncasını hatırlatıyor, "müslüman" kelimesinin yeterli olduğunu, "islamcıların tarif ve hedeflerinin müslüman tarif ve hedeflerinden farklı olmadığını" söylüyorlar. Eğer tarihe ait şartlar (İslam ümmeti/toplumu içinde batıcılık, türkçülük, kavmiyetçilik gibi ideolojilerin ortaya çıkması) sebebiyle islamcılık diye bir dava ve terim kültür dünyamıza girmemiş olsaydı mesele yoktu, dostların dedikleri gibi "müslümanlık, müslüman olmak" bizi ve davamızı ifade için yeterli olacaktı. Ama olan oldu, ismen veya dinen müslüman olan bazı şahıslar ve guruplar "İslam'a aykırı olmadığı kanaatiyle veya aykırı olduğunu bile bile" mesela batıcılık, türkçülük gibi davaların peşine düştüler. Bunları ifade ederken "mesela türkçü, kavmiyet davası güden müslümanların" karşısına "müslüman"ı koyarsanız "onları müslümanlık dışına atmış olursunuz. Ama "müslüman için gerekli ve sahih gördüğünüz bir davadan başka bir davanın peşine düşen müslümanları diğerlerinden ayırmak için "müslüman türkçü", kavimciliği reddeden ve kimliğimizin belirleyici unsurunun İslam olduğunu savunan müslümanlara da "islamcı müslüman" derseniz tarafları İslam dışına atmamış olursunuz. Değerli yazarımız Hilal Kaplan'ın şu ifadesinin altına her müslüman imzasını koymalıdır: "İslâmcılık, muhafazakârlık, dindarlık, vb. yeni mefhumlar üretmek ve tüketmek yerine, Müslüman kavramının azametini Müslümanlara anlatmanın, neden sosyolojik bir kategorinin ötesine işaret ettiğini göstermenin, bizlere emanet edilmiş bu kıymetli ismin arkasında barındırdığı ontoloji, epistemoloji ve aksiyolojiyi idrak edip tavzih etmenin gerekli olduğu kanaatindeyim". Ancak tarihi bir gerçek olarak İslamcılık vardır, onu değerlendirmek bir zarurettir. Ayrıca bugün de müslüman olduğu halde Kaplan'ın tavsif ettiği çerçevede müslüman olmayanlar –belki mevcudun çoğu olarak- vardır. Bize emanet edilmiş olan kâmil müslümanlığı tavzih ve takip eden müslümanlara "islamcı", edemeyenlere ise "islamcı olmayan müslüman", "eksikli müslüman" veya fıkıh ve kelam ıstlahlarına göre "fasık ve sapkın" müslüman demenin, dostların uyardığı sakıncaları davet edeceği kanaatinde değilim. Aksine müslümanların "kamil islam aynasına" bakarak kendilerine çekidüzen vermelerine davet işlevini görebileceğini düşünüyorum. Yeter ki, herkes kendi İslam'ını mutlaklaştırıp diğerlerini dışlamasın; tevazu ve şefkat içinde ictihadını sunsun!

Reşat Nuri Erol
16.08.2012
08:09

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

Ali Bulaç Karşıtlık

Eş'ari'nin "Makalat"ta, Gazali'nin "Makasıd"da yapmaya çalıştığı şey, İslam inancına yönelen saldırılara karşı akideyi savunmaktır. Her ikisi ve onları takip edenler bir yandan dış dünyadan -Hind, İran, Babil, Mısır, Yunan- gelen felsefi ve teolojik etkilere karşı koyarlarken, diğer yandan ya bu İslam dışı inanç ve fikirleri İslami form altında savunanlara karşı Kur'an ve Sünnet'in çizdiği genel dairenin içine sokmaya veya din ve mezhep kisvesine bürünüp İslam şeriatını ve Müslümanların birliğini bozmaya kalkışanlara karşı koymaya çalışıyorlardı. İmam Eş'ari'nin, eleştirdiği fırka ve gruplara "İslamiyyun (İslamcılar)" demesi manidardır. İslamcıların görüşlerine, savundukları tezlere-söylemlere -her birini kendi içinde tasvire, objektif anlatıma ve tanıtıma tabi tutarak- "makalat" adını vermiştir. Onu takip eden Gazali de, aynı usulü kullanıp eleştirdiği Yunan metafiziği etkisindeki zatları "felasife (filozoflar)" isimlendirip gayesinin "felsefe"nin kendisi olmadığını ihsas etmiştir ki, onun da kitabına seçtiği isim "Makasidu' felasife"dir. Kısaca Eş'ari'nin "makalat"ı ile Gazali'nin "makasıd"ı aynı muhteva ve kavramsal çerçeveye sahiptirler. Eş'ari ve Gazali, Müslümanların askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak hakim oldukları bir dönemde bu önemli gayreti gösteriyorlardı. Biz ise son 300 yıldır sürekli yeniliyoruz. Şu var ki, bizim yenilgimiz askeridir; fikri-entelektüel veya kelami-felsefi değildir. Eğer bazı İslamcılar da Batıcılar -liberaller, solcular ve milliyetçiler gibi- fikri olarak yenilgi psikolojisi içine girmişlerse, bu onların diğerleri gibi İbn Haldun'un dediği "mağluplar galibi taklid eder" hastalığına yakalanmışlar demektir. Bu baptaki Müslüman fikir adamları, bilginler ve kanaat önderleri kendi dinlerinin özüne, köklerine ve zengin tarihi miraslarına dönebilirlerse, kısa zamanda şifa bulabilirler, ama eğer İslamiyet'i -kendi zihin dünyalarında-, liberalizme, sosyalizme, milliyetçiliğe, feminizme açık hale getirirlerse bunun çaresi yoktur. Bu da bize, İslamcılara haksızca yöneltilen "tepkisellik" eleştirisinin tashihe muhtaç olduğunu göstermektedir. Müslümanlar tabii ki askeri, politik ve ekonomik sömürgeciliğe, işgallere karşı tepki gösterecekler, cihad edip daru'l-İslam'ı müdafaa edeceklerdir; ama bu onların fikren yenildikleri, meydan okumalarını "Batı'ya tepkisellik" üzerinden kurguladıkları anlamına gelmez. Batı, nasıl kendini oryantalizm yaparak "Doğu karşıtlığı" üzerinden tanımladığından kendine zarar veriyorsa, Müslümanlar da oksidentalizm yapmak suretiyle kendilerini "Batı karşıtlığı" üzerinden tanımladıklarında kendilerine zarar vereceklerdir. Mümtaz'er Türköne, bize "kendinizi karşıtında tanımladığınız Batı değişti", derken iki hata yapıyor: 1) "Batı Batı'dır", değişmedi. Batı ya "Aydınlanma'nın karanlığı"ndan çıkıp sahih vahyin nuru içine girer ve tarihsel-felsefi mirasını yeni bir kritiğe tabi tutar ya da yıkıcı, nihilist, sömürgeci ve çatışmacı tutumunda devam eder. Batı değişseydi, en hafifinden İslam topraklarını işgal edip Müslümanlara bunca acıyı yaşatmazdı. Batı, sadece askeri olarak saldırıp kaynakları yağmalamakla yetinmiyor; bizden dinimizi "özel alana hapsetmemizi, marjinalleştirmemizi ve izafileştirmemizi" istiyor. Böyle bir dinden geriye zulme, haksızlıklara, sömürüye itiraz etmeyen, küresel hegemonyaya uyum gösteren şeriatsız -cihadsız soyut bir inanç kalır ancak. 2) İslamcıları soyut "Batı-karşıtlığı"yla suçlamanın arka plandaki psikolojik zemini milliyetçiliği, liberalizmi ve solu-sosyalizmi evrensel doğrular, tezler katına çıkarma ihtiyacından neş'et eder. Tabii ki bilgi, bilimsel çalışmalar, beşeri tecrübe ve bunlar arasındaki interaktif ilişkilerde, her şey mutlak ak ve kara değildir, arada gri alanlar söz konusudur. Ama temelde belirleyen konumundaki akideler arasında gri alanlara karşı çok dikkatli olmak gerekir: İlk insandan son insana kadar tevhid-şirk, iman-küfür, hak-batıl, adalet-zulüm, güzellik-çirkinlik, ahlak-tereddi arasında karşıtlık ve çatışma ortadan kalkmayacaktır. Haramların kanıksandığı, günahın estetize edildiği, münkerlerin özgürlükler adı altında yüceltildiği bir dünyaya itiraz etmiyorsanız, akideniz buharlaşır. Böyle zamanlarda harama karşı helali, münkere karşı ma'rufu, günaha karşı ahlakı yüksek sesle, dışlayarak, teberri ederek narkoz yemiş zihinlere hatırlatmak (zikr) gerekir. a.bulac@zaman.com.tr 16 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
16.08.2012
08:17

Etyen Mahçupyan İslamcılık seküler eşikte

Kemalist ideolojinin rejim algısının dışına çıkamayan Cumhuriyet, yıllar içinde itiraz etmeyen ama yabancılaşan bir toplumsal muhalefet üretti. Bu koalisyonun en önemli parçası olan dindarlar da Demokrat Parti ve Özal dönemi dışında, kendisine ait hissetmediği bir iktidar anlayışıyla bir arada yaşamak durumunda kaldı. Dolayısıyla bugün gelinen nokta, dindarların devletle somut ilişkisi açısından ilk kez radikal bir dönüşümü ifade ediyor. Daha önceki nefes alma dönemlerinde devletin kendisi değişmeden arka planda durmaktayken, AKP yönetimi altındaki Türkiye'de, devlet giderek yakınlaştı. Bu durum ilk kez Müslüman toplum içerisinde siyasi bir çoğulculuğun da işaretlerini veriyor. Çünkü geçmişte devletin aynılaştırdığı bu kesim içindeki görüş farklılıklarının siyasi işlevi neredeyse yokken, şimdi en azından hükümete yakınlık veya uzaklık nedeniyle farklı konumlar oluşmuş durumda. Böylece nihayet İslami kesim içinden de AKP iktidarına eleştirel yaklaşan sesler duyuyoruz. Bu hayırlı bir gelişme... Yeter ki söz konusu eleştiriler evrensel referanslar açısından AKP'yi aşsın. Ne var ki İslami duyarlılıkla hareket eden birçok kişinin referans sistemi henüz bu çapta değil. İnsanlığın birikimi açısından İslamiyet'in birçok doğru yoldan biri olduğunu sanki kavramakta zorlanıyor ve evrenselliği ancak İslamiyet'in içine yedirerek anlayabiliyorlar. Bu alanda en verimli tartışmalardan biri laiklik üzerine... Mesele laikliğin evrensel yönü ile tarihsel yönünün birbirinden ayrımlaştırılabilmesi ve yaşamış olduğumuz laiklik deneyiminin olası laikliklerden sadece biri olduğunun kavranabilmesi. Tayyip Erdoğan'ın bu gerçeği içselleştirdiğini ortaya koyan çıkışlardan biri Mısır ve Tunus gezilerinde yaşanmıştı. Erdoğan laikliğin demokrasi ile bir arada olabileceğini, aynı zamanda İslamiyet'in de demokrasiyle çelişmediğini söyleyerek İslamiyet'in laiklikle ilgili bir sorunu olamayacağını söylemiş oldu. Her ne kadar Müslümanların birey olarak 'laik' bir alternatif kimliğe geçmeleri söz konusu olmasa da, Müslümanların yönettiği bir devletin laik olması gerekmekteydi, çünkü hem toplumda İslam dışında inançlar, hem de İslamiyet içi ayrışmalar olabilirdi. Toplumun yarın neye nasıl inanacağını bilemeyeceğimize göre, onlara bugünden tekil bir din yorumu layık görmek demokrasiye aykırıydı ve laiklik de bu çoğulculuğu mümkün kılan devlet özelliğiydi... Erdoğan'ın yıllar öncesi görüşlerini bilenler bu değerlendirmeyi hayretle karşıladı. Oysa Başbakan, ülkedeki birçok Müslüman'la birlikte belirli bir kritik idrak sınırını aşmıştı: Kavramlar ve sistemler tarihsel olarak ortaya çıkarlar ve içinde yaşanılan kültür ve zihniyetin damgasını taşırlar. Yani farklı bir zihniyetin içinde şekillendiklerinde tamamen farklı nitelikler arz edebilirler. Dolayısıyla laikliğin de demokrat olanı ve olmayanı var... Türkiye'de ise otoriter bir laiklik mevcuttu ve dindar toplum haklı olarak buna tepki duydu. Ancak acaba asıl sorumlu hangisiydi? Laikliğin kendisi mi, yoksa otoriter zihniyet mi? Erdoğan asıl meselenin zihniyet olduğunu, demokrat bir çerçeve içinde laikliğin özgürleştirici bir unsur olabileceğini ve bu sayede İslami kesimin de dindarlıklarını daha özgüvenle yaşayabileceklerini ifade etmiş oluyor. Eğer AKP'ye yönelik yapıcı ve toplumda karşılığı olan bir muhalefet olacaksa, en azından eleştirenlerin Erdoğan'ı aşması gerekmez mi? Böyle bakıldığında örneğin Ali Bulaç'ın bazı yorumları epeyce hayal kırıcı oldu. Bulaç, 17 Eylül'deki yazısında Erdoğan'ın Ortadoğu'ya 'Türk laikliğini' önerdiğini yazdı. Oysa Erdoğan'ın bahsettiğinin 'Türk laikliği' olmadığı son derece açıktı. Yoksa Bulaç başka türlü bir laikliğin olasılığından pek hoşlanmamış mıydı? Laikliğin tek tipe indirgenmesi ve Kemalizm'le bütünleştirilmesinin başka bir açıklaması zor. Eğer Bulaç'ın niçin bir indirgeme peşinde olduğunu merak ediyorsak, 19 Eylül'deki yazısına bakmakta yarar var. Orada laik devletin işlevi şöyle betimlenmiş: "Bu, helal-haramın karışmadığı adaletsizliğe, derin eşitsizliğe dayalı iktisadi piyasayı, tüketim kültürüyle çıldırtılmış hedonist ve erotik bir toplumu, nihilizme giden sosyal düzeni... yönetebilir anlamına gelir." Diğer bir deyişle laiklik aslında bir devlet niteliği veya tutumu değil, doğrudan yozlaşmış bir toplumun kendisi. İslami bir yaşam biçimini ve onu sağlayacak düzeni savunmak her isteyenin hakkı. Bu amaçla mukayeseler de yapabilir, İslami olmayan toplumların yozlaşmalarını laiklik anlayışlarında da arayabilirsiniz. Ama buradan ilkesel değil, ancak tarihsel bir analiz çıkar... Aksi halde yaptığınız entelektüel manipülasyon gibi algılanabilir. Çünkü Batı yozlaşmış sayılsa ve bu yozlaşmanın nedenleri arasında laiklik anlayışı zikredilebilse bile, söz konusu olan laikliğin belirli bir zihniyet altında tekil bir uygulamasıdır. Eğer durum böyle algılanmayacaksa, karşı taraftan bakıldığında da Bulaç'ın dindarlığını Vahhabi inancından veya Taliban yorumunda ayrımlaştırmak caiz olmazdı. e.mahcupyan@zaman.com.tr 16 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
16.08.2012
08:26

EMRE AKÖZ

Hatırlar mısınız?

Eskiden faiz haramdı

İslam'a Göre Cinsel Hayat başlıklı kitabıyla, bir zamanlar hem muhafazakâr, hem de laikçi çevrelerde fırtınalar estiren Ali Rıza Demircan... "Faizli kredi kullanmak kesinlikle haramdır. Ama hayati bir ihtiyaç olmadıkça faizsiz borçlanmak da yasaktır. Borç insanları dindarlıktan uzaklaştırır, yalana sevk eder" demiş. Demircan Hocanın bu sözleri bana tatlı bir nostalji gibi geldi. Ne günlerdi onlar! 1980 darbesi siyaseti cendereye sokunca, değişik fikirler tomurcuklanmıştı: Feminizm, çevrecilik (Yeşiller), dil ve kültür analizleri (Yapısalcılık, vb.) gibi... En çok öne çıkansa İslami kesimin söylemiydi. Mesela sol kesimden gençler, özellikle faiz üzerinden kapitalizme karşı ciddi eleştiriler getiren ve dayanışmayı öneren İslamcılara ilgi gösteriyordu. Kapitalizmin dindar dostları Sonra ne mi oldu? İslamcı söylemlerle belediye seçimlerini kazananlar, birçok hizmeti outsource ettiler, yani dış kaynağı devreye soktular, duruma göre fasona yöneldiler, işi taşerona verdiler. İyi de yaptılar! Geçen yıl askerin şimşeklerini üzerine çekerek hapse düşmüş muhafazakâr siyasetçilerden, Kayseri'nin eski Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile sohbet ederken, ekmek işini nasıl fırınlara verdiğini anlatmıştı. "Ekmeği belediye bünyesinde yaptırsaydım, fırıncılar bana düşman kesilirdi. Halbuki işi bütün fırınlara yaydım. Denetlemekle yetindim. Böylece herkes kazandı" demişti. İslamcıların yaptığı, aslında belediyeleri kapitalist sisteme adapte etmekti. Halka hizmeti serbest piyasaya uygun hale getirdiler. Yoksullara hizmet götürerek de ezilenlerin gazını aldılar. Kredi almadan gökdelen dikmek? Kasım 2002 seçimlerinden AK Parti zaferle çıkınca misyon daha da büyüdü: Bu kez beldenin değil ülkenin serbest piyasaya ve küreselleşmeye uyumu söz konusu oldu. Bir zamanların keskin İslamcıları önce belediyelerde, sonra bakanlıklarda görev aldılar. Sakalları kestiler, kravat taktılar, pahalı arabalara biner oldular. Bütün bu olaylar, "Faiz haramdır" söyleminin bir yana bırakılmasına yol açtı. Son on yıldır bu lafı duyan var mı? Sağda solda birileri mırın kırın etse de, kimse, özellikle de sermayeyi büyüten muhafazakâr işadamları bu tür lafları duymak istemiyor. Sermaye İslamcılığı yedi bitirdi İşin sırrı burada: Sermayeyi büyütmek... Piyasa genişlediğinde girişimler de büyüyor... Gökdelenler inşa etmek, devasa fabrikalar, limanlar, köprüler, barajlar yapmak kolay mı? İşin hacmi öylesine büyüyor ki öz kaynaklar ya da arkadaşlardan alınan borç filan yetmiyor... Mecburen bankalardan uygun şartlarda kredi (faizle para) almak gerekiyor. Babadan kalma tarlayı satıp dört katlı bir apartmana başlarsın ama aynı sermaye, site yapmaya yetmez. Bu açıdan bakıldığında... Demircan Hocanın faiz yorumuyla birlikte... 2012'de ortaya atılmış "İslamcılık bitti mi" sorusunun da çağın gerisinde kaldığı rahatça görülüyor. Not: "Biz faizin haram olduğunu söylerken, piyasa şartlarına uygun banka faizini değil, fahiş tefeci faizini kastetmiştik" diye mesaj göndererek, ne kendinizi kandırın, ne de beni...

Reşat Nuri Erol
18.08.2012
04:02

"İSLÂMCILIK"

MESELESİ DEĞERLENDİRİLMEYE VE TARTIŞILMAYA DEVAM EDİYOR...

Ali Bulaç İsimlendirme Kendini "Müslüman" sayan herkes Müslüman'dır. Esas olan beyandır. Efendimiz (sas), Medine'de bildiği halde münafıkları deşifre edip İslam dairesinin dışına çıkarmadı, çünkü "Müslüman" olduklarını söylüyorlardı. Ama Kur'an "İlahi hükümlere tam teslimiyet" içinde olmayanlara "İslam olduk deyin, iman ettik demeyin, çünkü iman henüz kalbinize girmedi." (49/Hucurat, 14) buyurur ki, bizce İslamcılık "hükümlere tam teslimiyet ve İslam'la beraber iman ve ihsan"ın bir arada bulunmadıkça mümkün olmaz. "Ben İslamcı değilim" diyene yakından bakmalı, hangi saiklerle kendini bu isimlendirmeden uzak tutuyor. Eş'ari, bugün neredeyse küfür ve sapkın (heretik) kabul edilen nice fırka, mezhep ve inanç grubunu, "Müslüman olduklarını iddia etmeleri" hasebiyle "İslamiyyun (İslamcı)" kabul etmiştir, Gazali de öyle. 19. ve 20. yüzyıl boyunca uğradıkları ağır yenilgiler, süren işgaller, sömürü, ötekileştirilip küresel olarak şeytanlaştırılmaları vb. sebeplerle Müslümanların Batı'ya kızgın oldukları doğrudur; Batı'nın fikir ve kültür kaynaklarından beslendikleri oranda ikinci nesil İslamcılarda da bir ölçüde hoşgörüsüzlüğe, tekfircilik ve dışlama rastlanması da doğrudur. Ama bu şifa bulması kolay bir hastalıktır. Tedavisi Kur'an'a ve Sünnet'e dönüş ile Eş'ari ve Gazali gibi tarihsel büyük şahsiyetlerin usulünü takip etmekten geçer. Kur'an bize iki ana parametre verir: 1) "Hidayet Allah'tandır; insanların çoğu iman etmeyecek, akletmeyecek ve şükretmeyecek; şu halde siz sadece hatırlatın, tebliğinizi yapın; insanların çoğu hidayette değildir diye kendinizi hırpalamayın." 2) "Fikri, itikadi, politik ve sosyal alanlarda her ne konuda ihtilafa düşmüş de anlaşamıyorsanız, bunun hükmünü (en doğru ve nihai kararı) Allah ahirette verecektir. Siz güzel sözle, öğütle ve hikmetle tebliğe, güzellikte yarışa devam edin." Bu uyarılar, İslamcıları totalitarizmden ve "baskıyla hidayet"ten uzak tutar. Bu açıdan, birilerinin kendini "İslamcı" isimlendirmesi diğerlerini rahatsız etmemeli; eline siyah fırça alıp İslamcıların yüzüne sürmemeli (Bkz. Uğur Kömeçoğlu'nun asabi yazısı, 17 Ağustos, Zaman); çifte standarda da sevk etmemeli. Mesela "cı-cu" türü ekler dolayısıyla "İslam/cı" isimlendirmesine karşı çıkan biri kendine "Nurcu, milliyetçi, sağcı" denildiğinde aynı tepkiyi göstermiyorsa bu zatın kendini iç tutarlılık açısından gözden geçirmesi gerekir. Ben tanımımı 21 Temmuz tarihli yazımda yapmıştım. Hayrettin Karaman Hoca da şöyle der: "Her Müslüman aynı zamanda 'İslam davasının da mensubu olarak' İslamcıdır. 'İslamcı plan, program, yöntem ve davranış', amaçtan sapmaksızın içinde bulunulan şartlara göre farklılık gösterebilir, ama farklı İslamcı gruplar kardeştirler, ictihad farkları kardeşliğe zarar vermez, vermemelidir." (Yeni Şafak, 12 Haziran 2012). "Kendi halinde 'Müslümanca' yaşamaya çalışan, İslam'ı kendi aile hayatında bile yaşatmayı dert edinmeyen Müslümanlara 'İslamcı' demiyorum. İslam'ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam'ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dâva edinen, bu dert ve dâva uğrunda maddî ve manevî fedâkârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum." (Yeni Şafak, 16 Temmuz 2012.) Kendi tanımımdan üç gaye çıkarıyorum: a) Dünyanın Kur'an ve Sünnet perspektifinden okunması; b) Bireysel, ailevi, toplumsal, bölgesel ve küresel ölçeklerde Müslüman'ca bir hayatın mümkün hale getirilmesi. Siyaset bunun yegane değil, ama etkili enstrümanlarından biridir; c) İslam Birliği'nin kurulması (İttihad-ı anasır-ı İslam). Bu üçüne hangi inanmış Müslüman karşı çıkabilir ki? Yöntemini bir kenara bırakacak olursak Said Nursi hazretleri "İslam âleminin üç hastalığı var: Cehalet, yoksulluk ve tefrika" derken bu ideallerden bağımsız mıydı? Ya da "Şeriat'in bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira Şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir." (Tarihçe-i Hayat, İstanbul-1998, s. 53) derken İslamcılardan farklı bir şey mi söylüyordu? Türköne'nin diğer dinler için "Hıristiyancılık, Yahudicilik nerede?" sorusuna gelince. Yahudi partilerin ezici çoğunluğu Tevrat ve Talmud'u esas alır. Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Demokrat partiler de programlarının girişinde şu ibareyi yazarlar: "Hıristiyan değerlerine göre siyaset yapmak ve ülkeyi yönetmek üzere..." NOT: Okurlarımızın Ramazan Bayramı'nı kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim. a.bulac@zaman.com.tr 18 Ağustos 2012, Cumartesi

Reşat Nuri Erol
18.08.2012
04:09

Hüseyin Hatemi hhatemi@yenisafak.com.tr

18 Ağustos 2012 Cumartesi

İslâmcılık nedir?

Herşeyden önce terim tereddüt uyandırıyor. Merhum Süleyman Nazif'in nüktesini hatırlamamak mümkün değil: Sütçü'nün kendisi süt olamaz! Ancak, Türkçe'de -ci eki- ni her zaman "satıcı" için kullanmıyoruz. Şu halde "İslamcı"yı da "İslam'ı dünya ve dünya hayatı ötesi için de benimsemiş mü'min" olarak, bu anlamda kullanıyorsak eyvallah! Ne var ki Kur'an-i Kerim'in uyarısını da unutmamalıyız: "Mü'min" olduğunu söyleyen herkes "mü'min" değildir. Bunlar, "İman ettik!" değil,"İslam'a geldik, müslim olduk!" demelidirler. Devlet'in, yöneticilerin kamu görevlilerinin de "İslam'a geldik " diyen,"müslim " olduğunu söyleyen hiç kimsenin "kalbini yarıp bakmaya" kalkışma yetkisi yoktur. "Müslim olduk" demeleri için insanları zorlama yetkisi de Devlet görevlilerinde yoktur. "Lâ ikrâhe fid-dîn". Buna karşılık hiçbir ferdde de –ister müslim olduğunu söylesin, ister başka bir sıfatla kendini nitelesin- başkasına zarar verme yetkisi yoktur. Devlet buna karışır! İslam düzeni, Hukuk Devleti düzeni demektir. Enkizisyon mahkemesi kurmaz, kimsenin kalbini yarmaya kalkışmaz, düşünce ve inanç hürriyetini tanır, ne var ki "İslâm'da zarar ve mukabele biz-zarar (bizzat ihkaak-ı hakk, Hukuk'a uygun olmayan şiddete başvurma halleri, öcalma, töre cinayeti, kan davası, insan onuruna aykırı cezalandırmalar, başkasının canına, beden bütünlüğüne, ırzına, malına tecavüz halleri) yoktur. "Mü'min" değil, sadece "müslim" olanların İslâm'ı "kuşa benzetmeye" asla hakları yoktur. Ne var ki benzetmeye kalkışmışlardır. Çünkü "inanç açıklama hürriyetleri" vardır. Bir de cehaletten değil, kasden kuşa benzeticiler vardır ki bunlar zahirde halkın "bilgin" veya "şeyh" zannettiği münafıklardır. Bir toplumda "iman" şiddeti, ilahi sevgi şiddeti yerine "zulüm" şiddeti ile baskı ve cehlin zulmeti yaygın ise, "nasılsanız, öyle yönetilirsiniz" (Resûl-i Ekrem s.a) hikmeti tecelli eder. Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat/ Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde. (Ziya Paşa Merhum) Geçenlerde "İblis'in çakma Ahlâk Öğretisi" başlığı altında, Ye'cûc taifesinin Me'cûc kıldığı "neoconlar"ın, Amerikan toplumuna ârız olan "akıl tutulması" dolayısıyla dünyanın başına ne büyük bir musibet getireceğini, getirebileceğini açıklamaya çalıştım. "İslamcı cephe"den tek bir ses gelmedi. Çünkü bu "islamcılar"a göre "iyi müslüman, zulmün bizim günahlarımız dolayısıyla Allah'ın bize musallat ettiği bir zalimin eliyle verilen cezamız olduğunu bilir". Ul-ül-emr'in, gücü eline hangi yoldan geçirdiğine bakılamaz. Mühür kimdeyse Süleyman o'dur. Şu halde Mavi Marmara seferi dahi hatadır ve günahdır! Daha sonra bizim Me'cûc taifesinin tehlikesine dikkat çekmeye çalıştım, kıyamet koptu: –Kan denizinde şi'ilik propagandası mı yapıyorsunuz? vs. vs. Bunlar mücahitlerdir, derhal tövbe istiğfar et! Zalim şi'i veya alevi ise itaat edilmez, âdil olsa dahi zalim hükmündedir! Fetva böyle ! Birinci Dünya Savaşı'nda Cihad fetvasını kim vermişti? Perdeleri birer birer kaldırırsak ardından çıkacak çapanoğlu, yine bugünkü çapanoğludur. Ancak, her çağda zahirdeki aracılar değişir. –Kim bu Çapanoğlu? –Yağma yok! Sen de biliyorsun da "domuzuna" soruyorsun! Bilenler bilmeyenlere öğretsinler! Söylesem, bildiğin halde yine bilmezlikten gelecek ve beni komplo teorisi üretmekle itham edip çapanoğlu tetikçilerine hedef gösterecek değil misin? Ey gerçek Azizan, "İslamcılık" ancak iki çok değerli emanetin kadrini bilmekle olur. Bu iki çok değerli emanetin kadrini bilebilmek için de –haydi Çapanoğlu'nun değil de ilk perdedarının adını verelim– İnsanın boynunda da "neocon" güruhuna biy'at zinciri olmamak gerekir. Zincirliysek eğer, "hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! " na'rasıyla tepinmemizin ne yararı olur? İlk Kerbelâ şehidinin adının "Hürr" olmasında bir anlam yok mudur? Merhum İkbal, "zi s'imây-î ke/ sudem ber der-i gayr / Sücûd-i Bûzer ô Selmân neyâyed" demişti, dinleyen oldu mu? (elin yabanının kapısına sürdüğüm yüz, Ebuzer ve Selmân'ın secdesini başaramaz.) "Kan denizinin ortasında" ne yapmamı istersiniz ey dağları yırtan ve enginlere sığamayıp taşan ufuk efendileri? "-Bana da bir kova-kürek verin de ben de sizinle birlikte aynı denizin kıyısındaki kanlı kumsalda oynayayım" desem, verecek misiniz? Yoksa, şimdiden söylediğiniz gibi "sen Kum'a git!" mi diyeceksiniz? İstanbul'un tapusu ne zaman sizin oldu? Ben burada Hazret-i Ebu Eyyûb Hâlid İbn Zeyd-ul-Ensâri'nin verdiği "oturma müsaadesi"yle oturuyorum, anlaşıldı mı? Hem de doğduğumdan beri! Ey gerçek Azizan, bu tozda dumanda Evrensel Hukuk'un temel ve değişmez ilkeleri okunamıyor. Bu hengâmede benim iyi bir Anayasa ümîdim kalmadı. "Nasıl isek öyle yönetiliriz". Ancak, "Allah'ın rahmetinden de sadece iman etmeyenler üm'idi keserler!" Selam! Bayramımızı inşaallah Rabbimiz mübarek kılar!

Reşat Nuri Erol
18.08.2012
04:23

Kürşat Bumin kbumin@yenisafak.com.tr

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Aslı Çakır ve Gamze Bulut: Sekülerleşme habercileri

Önce sadece yazının başlığında adı geçenleri değil, Londra Olimpiyatları'nda madalya alan ve finale katılmaya hak kazanan bütün sporcuları sizin gibi ben de kutluyorum. Aslı Çakır ve Gamze Bulut'un isimlerini başlığa çıkardım, çünkü -Akif Emre'nin olimpiyatlar üzerine yayınladığı yazıda ("Olimpiyat rekorlarının ekopolitiği")- sözünü ettiği "elit sporlar" içinde yer alan ve yine yazarımızın belirttiği gibi ancak spora güçlü yatırım yapan ülkelerin başarılı olduğu atletizm dalında büyük başarı göstermelerinin yanı sıra televizyon ekranında da en çok onları izleyebildik. Bu iki değerli atletimiz özellikle final koşuları sonrasında kendileriyle yapılan röportajlar ve Başbakan'ın kutlama mesajına karşılık yaptığı konuşmalarda ülkelerinin hangi "sosyal çevresi"nden geldiklerine dair epeyce ipucu veriyorlardı. Madalyalarını "millete armağan" etmelerinin yanı sıra başarılarının arkasında ramazan ayında kendileriyle birlikte olduklarını düşündükleri insanların dualarının etkili olduğunu da vurguluyorlardı. Gerçekten de Süreyya Yüksel'den başlayarak Türkiyeli rekortmen atlet kadınlar –şaşırtıcı biçimde- ülkenin dar gelirli, "taşralı", dini temelde manevi değerlere sahip çevresinden çıkıyor. Çakır ve Bulut için "sekülerleşmenin habercileri" dememin nedeni de bu zaten. Her ne hikmet ise çoktan "sekülerleşmiş" çevrelerden bu alanda bir kıpırtı bile görmüyoruz... Oysa belli bir dereceye gelebilmek için bayağı ekonomik kaynak gerektiren bu "elit spor" dalında da önce onların yer alması gerekmez miydi? Mütevazi çevrelerin çocukları olan, "milletine bağlı", dini duyguları kuvvetli, içlerinden bazılarının muhafazakar belediyelerce desteklendiği bu genç koşucuların koşular için gerekli olan –hareketleri hiçbir şekilde kısıtlamaması gereken- mayolar içinde ülkelerine madalya taşımalarının asla küçümsenmemesi gereken önemli bir sürecin –hızlı bir sekülerleşme- habercisi olduklarını söylemek yanlış mı olur? Bu satırları internette karşıma çıkan bir haberin kışkırtmasıyla yazıyorum. Önümdeki haber, son derece "dinine bağlı" bir yayın politikası güttüğünü iddia eden ama aynı zamanda da aklını önüne geleni gambazlamaya takmış olan bir gazetenin internet sitesinden aktarılıyordu. Söz konusu internet sitesi önce söz konusu atletlerin "ülkemizin gururu" olduklarını tekrarlıyordu. Ancak bu gururlanma faslının hemen altına yerleştirilen görüntülerin ise "mozaiklendiği"ni görüyorduk! Haberi aktaran işin bu faslını da şöyle aktarmış: "Gazetenin internet sitesi yarışma sonrasında birbirine sarılan Alptekin ve Bulut'un açıkta kalan kol ve omuzlarını mozaikledi." Durumun nasıl sıkıntılı olduğunu anlıyorsunuz muhakkak. Atletler "ülkemizin gururu" olacak ama aynı zamanda da "mozaiklenecekler"! Komik bir ruh hali aynı zamanda; "mozaikçi" internet sitesinin çalışanı da Aslı Çakır ve Gamze Bulut'un sitenin gönlünden geçen "mayolar" ile "ülkemizin gururu" olamayacaklarının bilincinde ya da farkındadır herhalde! Görüyorsunuz nasıl –gerçekten- sıkıntılı bir durum.... Allah bilir "mozaikçi" sitenin editörleri "ülkemizin gururu" olarak niteledikleri final koşusunu televizyon ekranında izlemekten de imtina etmişlerdir. Böyle olması gerekiyor; eğer "tutarlı olmak" gibi bir kaygıları var ise tabii... "Sekülerleşme" konusuna dönecek olursak. Türkiye'nin bugün bugüne kadar öne çıkmayan-çıkamayan bir çevreden Aslı Çakır ve Gamze Bulut gibi gençleri bulup-keşfedip onlara kendilerini geliştirebilmeleri için gerekli koşulları cömertçe sunmaya başlaması tabii ki övülmeye değer bir "spor politikası"dır. Özellikle da kadınlara yönelik olarak. 2020 Olimpiyatlarını Türkiye'ye taşıma gayreti zaten böyle bir özel gayreti gerektirmektedir. Yani sadece "ev sahipliği" ile yetinmeyen bir anlayış. Bu süreç geliştikçe "mozaikçiler"in de giderek kendilerine sınırlı alanları çerçevesinde meşguliyet bulacakları da mukadderdir. Bu süreci "muhafazakar-milliyetçi" bir hükümetin başlatması –hızlandırması değil- ise özellikle önemlidir. Demek ki, Türkiye'nin bundan sonraki tarihinde hem 100 metre engelli ya da 1400 metre koşan kadın atletlerin desteklenip alkışlandığı bir anlayış, hem de görüntüleri mozaikleştirmese de koşucu mayolarını kızlarına uygun bulmadığı için bu kendilerini bu türden spor aktivitelerine yakın hissetmeyen bir anlayış beraberce yol alacaktır. İşte size olimpiyat ya da benzerlerinden hareketle çizilmiş sekülerleşme yolunda bir Türkiye tablosu... Bu tablonun son dönemin hararetli tartışma konusu "İslamcılık" ile uyuşmadığı muhakkak. Dolayısıyla bu tartışmaların önde gelen kalemi olan Ali Bulaç arkadaşımızın köşesinde kaleme aldığı şu İslamcılık tanımının söz konusu sürece gönül vermediği açık "İslamcılık, İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle 'yeni' bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam'ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam'a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır." Görüyorsunuz, bu tanım içinde "yeni bir insan, yeni bir toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvuru"na kadar her şey mevcut... Çok zor ve daha da önemlisi haddinden fazla problemli bu tanımın içinde "olimpiyatlar"a ve Aslı Çakır-Gamze Bulut'a yer olmasa gerek! Yanılmadığımı sanıyorum, en azından bana öyle geliyor...





Sayı: 165 | Tarih: 12.08.2012
Mahir Kaynak
Yeni Değil
III.BİN YIL
2089 Okunma
30 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
İlk İslami bestseller roman ‘Huzur Sokağı’
Zenginliğin mümin olmaya etkisi
1225 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
PKK'nın tuzağına düşmemeliyiz...
Kabak tadında yazılar, en az mideye zarar verir!
1159 Okunma
Tayibet Erzen
Yusuf Kaplan
İslamcılık:Nominalizm ile eklektisizm arasında
İslamcılık yeni mi başlıyor?
1144 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
İslamî Hareket Nasıl Dejenere Edildi?
Kuran'dan Uzaklaştıkça
1092 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler