Derin yapı
1568 Okunma, 6 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Mahir KAYNAK

 8/temmuz/20

 

Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde ekonomide şöyle bir sorun vardı: Bankalar kredileri mevcut olan büyük şirketlere veriyor, KOBİ’ler ve büyümeye çalışan firmalar kredi bulamıyordu. Bunu gören hükümet banka kurulmasının şartlarını kolaylaştırdı ve küçük sermayeli birçok banka kuruldu.

 

- Özal zamanında bankalar çoğaltıldı.

- Sonra batırıldı. Ak parti ödedi.

 

Şimdi farklı bir konuya geçiyorum. 1995 yılında Nabi Avcı Bey’le bir televizyon programında derin devleti tartıştık. Bu kavramın ilk defa orada konuşulduğunu sanıyorum ama farklı iddialarda bulunanlar da var. Orada her ülkede bir derin devlet olması ve bunun iktidarın rakibi değil danışmanı olması ve akil adamlar topluluğu olması gerektiğini söyledim. Örnek olarak SSCB’deki değişimi gösterdim ve içeride rejimin değişmesi için hiçbir hukuki ve hukuk dışı yola başvurulmadığını söyledim. Bu ideolojiyi kim niçin değiştirmişti sorusuna cevap bulunması gerekirdi. Ayrıca yıllardır birbirinin amansız düşmanı sayılan ABD ve SSCB’de yakınlık sezildi ve ABD hem mali yardım yapılmasına destek verdi hem de petrol  fiyatlarını sebepsiz olarak yükselterek, bir petrol ihracatçısı olan, Rusya’yı ekonomik çöküşten kurtardı. O dönemde yazdığım ve SSCB’deki değişimi konu alan bir yazımın başlığı “İçe Değil Dışa Dönük” idi. Yani bir ülkenin varlığı ideolojisinden önemliydi ve Rusya, bana göre, ABD’nin de desteğiyle büyük güç olmaya devam etti. Küresel sermayenin Rusya’yı kontrol etmek için yaptığı operasyonları da vardı ama bunları anlatmak uzun sürer.

 

- Sovyetlerde rejim niye değişti. ABD Rusya’yı neden destekledi.

- Sovyetleri, Erbakan’ın Ecevit ile başlaya İslam sol yaklaşması sonucu gerçekleşen İran İnkılabının etkisiyle Gorbaçov yıkmıştır.  ABD sermayenin alternatif oluşturma siyaseti gereği Rusya’yı destekliyor.

 

***

 

Şimdi başa dönelim ve küçük işletmeleri büyütmek için kurulan bu  küçük bankalara ne olduğunu sorgulayalım. 2001 krizinin bir operasyon olduğunu sürekli yazıyorum. Ama bu sürecin önemli sonuçlarından biri bu bankaların iflas etmesi ve borçlarının devlet tarafından ödenmesidir. Büyük bankalar sağlıkla yollarına devam ettiler ve Türkiye’deki ekonomik gücün sahipleri değişmedi.

 

-Küçük bankalar 2001 krizinde batırıldı. Büyük bankalara yol açıldı.

- Küçük Bankaları krizler değil planlı yolsuzluklar batırdı.

 

Bir ülkede devlet bir bütün olmalıdır. Yani iktidar, çeşitli ekonomik güçler, bürokrasi ve muhalefet ülke için önemli ve gerekli olan konularda birleşmelidir. Bir sorunun en doğru çözümü bir tanedir. Bütün bu güçler vücudun çeşitli organları gibi bir varlığı yaşatmalıdır: Yeni çözümler üretilebilir ve bunlar tartışılır. Ancak ortak bir çözüme varılamıyorsa o devleti idare eden güç yabancı olabilir ya da her zümre kendi menfaatini ülkenin selametinden önemli görebilir. O halde bir derin yapıya gerek vardır.

 

-Ülkenin partileri ve kurumları arasında birliğe ihtiyaç vardır. Yoksa ülke dağılır. Bunu derin güç sağlar.

- Türkiye’de bunu ordu sağlıyor. Bizce Başbakan, Genelkurmay başkanı ve devlet başkanı derin güç oluşturmalı. Bu birliği sağlama yetkisi onlara verilmelidir.

 

Bu dönemde ülkemizde önemli değişiklikler gözleniyor. Eskiden bir soyu hatırlatan kimlik bir simge olarak kalırken her kültürün önü açılıyor. Eskiden büyük düşman saydığımız ve kuruluşumuzu onu yenmeye bağladığımız Yunanistan’la iyi ilişkiler kuruluyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın Patrikhaneyi ziyareti hem din açısından hem de yıllardır süren düşmanlık propagandasını önemsememesi yönünden önemlidir.

 

- Yunanlar iyiler,  dinler arası diyalog iyidir.

-  Erbakan, Ecevit ile koalisyon yapınca tüm siyaset değişti. Sermayenin çatıştır yönet siyaseti artık tutmuyor.

 

Türkiye’nin en büyük sorunu muhalefetin görevini yanlış anlamasıdır. Onlar karşılaşılan sorunlara çözüm üretmek ve iktidarın hatalarını düzeltmek için uğraşacakları yerde iktidar ne yaparsa yapsın bunu etkileyici sözcüklerle karalamayla uğraşıyorlar. Bugün hem dünyada yeni bir yapı kuruluyor hem de ülkemiz bunun köşe taşlarından biri konumunda. Muhalefet bu yapıda önemli yer almamız için uğraşacak yerde iktidarın her yaptığının yanlış olduğunu söylemekle meşgul. Şüphesiz iktidarın her yaptığı doğru değildir ama onu yıpratmak yerine düzeltmeye bakmalı ve onlar iktidarı kaybederse daha etkin bir gücün geleceği intibaı yaratılmalı.

 

tim 12

Mahir KAYNAK

Hangisi doğru?

14 Temmuz 2012

Suriye’nin uçağımızı düşürmesi konusunda birçok senaryo yazıldı. Henüz Suriye kara sularında mı yoksa uluslararası kara sularında mı düşürüldüğü konusunda mutabakat yok. Ayrıca uçağın füzeyle mi, yoksa uçaksavar ateşiyle mi düşürüldüğü netlik kazanmadı.

Daha ilginç olanı pilotların akıbeti konusundaki düşünceler. Henüz şehitlerimizin cenazesine ulaşılmadığı zaman pilotlarımızın Suriye’de muhalifler tarafından korunduğu ve sağ olduklarına dair birçok şey söylendi. Şimdi bu tezi ortaya atanlara yanıldıklarını söylerseniz şu cevabı verebilirler: “Pilotlar sağdı.. Ama senaryo onların ölü bulunmalarını gerektiriyordu ve bu yapıldı” diyebilirlerdi.

 

-Uçak Suriye’de mi düştü. Uçak savarla mı vuruldu. Pilotlar nasıl öldüler veya ölmediler. Hepsi meçhul.

- Uçak sermayenim kara sularında düşürüldü. Uçak savarla düşürüldüklerini sanıyorlar. Ateş ettiler ama vurduklarını göremediler. Uçak ateşten sonra sermaye tarafından düşürüldü. Uçak çukura gömüldü. Sermaye uçağı istediği şekle soktu. Çünkü onlar buldu. Ben komplo senaryosu yazmıyorum. Olaylar senaryo.

 

Şu soruya cevap aramalıyız. Siyasi sonuçlar yaratan olaylar önceden bir senaryo yazılarak mı gerçekleşir ve önce siyasi hedefler belirlenir ve bunu makul gösterecek olaylar mı yapılır? Bunun en önemli örneği El-Kaide’nin ABD’deki ikiz kulelere yaptığı saldırı idi. Son derece karmaşık olan bu eylemi El- Kaide gerçekleştirebilir mi idi? Bu senaryoyu yalanlayan birçok düşünce ve delil ortaya atıldı ama bunlar kabul görmedi. Sonra bu örgüt ABD gibi dünyanın en büyük ülkesi tarafından bulunamadı ve ABD bunu bahane ederek Afganistan’ı işgal etti.

 

- İkiz Kuleleri kim yıktı. Örgüt bulunamadı. Afganistan işgal edildi.

-Kulelerin ömrü bitmişti. Sermaye Hıristiyan’a sattı. Sermaye kendisi yıktı. Kaddafi’yi bahane ederek tüm insanlığı Müslümanlara saldırtacaktı. Müslüman soy kırımını gerçekleştirip İsrail hâkimiyetini kucakladı. Başaramadı. Kuleleri belki de şimdi İstanbul’da dikecek. Sermaye ısıramayacağı eli daima öper.

 

Benzer bir olayı ülkemiz yaşadı. Kürtlerin büyük çoğunluğu Türkiye’ye bir alternatif düşünmediği halde otuz yılı aşkın bir süredir PKK ile uğraşıyoruz. Irak’ın işgali ülkeye demokrasi getirmek amacı güdüyordu, ayrıca diğer ülkeleri tehdit eden bazı silahlar yapıyordu. Demokrasiyi en iyi bilen ülkelerden biri olan ABD, Irak’taki siyasi yapılanmayı mezhep ve ırk farklıklarına göre oluşturdu. Oysa demokratik ülkelerde ideoloji, dış politika, ekonomik hedeflerin farklı oluşu siyasi partileri oluşturur. Amaç ülkenin bölünmesini sağlamaktı ama bu söylenemediği için kendi politikalarına uyan hedefler belirlendi.

 

***

 

- Kürtler ayrılmak istemiyor. Ama otuz yıldır PKK ile uğraşıyoruz. Irakta mezhep kavgaları körükleniyor. Hedef sömürmek.

- Karşılıksız parayı kullanarak satın aldığı kişilerle sermaye dünyayı tehdit ediyor. Arabanızın lastiği patlamış görmek istemiyorsanız benim dediğimi yaparsınız diyor. Dünyayı karşılıksız dolarla ve mafya gücü ile devletsiz yönetmek istiyor. Marks da devlet sonunda yok olacak dememiş miydi?

 

O zaman şu soruya da cevap aramak gerekir: Bugünkü ülkeler doğal olarak, yani siyasi farlılıklar nedeniyle mi oluştu? Ortadoğu haritasının oluşumunda hiçbir halkın katkısı yoktur. Zaten aynı olan halk siyasi yapılanmadan sonra farklılaşmış Suriyeli Ürdünlü, Iraklı halklar oluşmuştur. Bu haritayı o zamanın üzerinde güneş batmayan imparatorluğu olan İngiltere çizmişti. Şimdi bir güç bu harita günün şartlarına uygun değil yeniden çizilmelidir derse ne cevap vereceğiz?

 

- Devletlerin haritasını İngiltere çizdi.  Şimdikiler de biz çizeceğiz diyebilir.

- Devlet 30 milyon ile 100 milyon halk arasında kurulur. Toprak bitişikliği şarttır. Ortak dili olacaktır. Halkın tavan veya kerhen istediği devleti oluşturur.

 

Karşılaştığımız siyasi olaylar ya ülkeleri yeniden belirlemek ya da olduğu gibi muhafaza edip yönetimlerini yeniden inşa etmek amacı taşımaktadır. Burada en büyük yanılgı geçmişte değiştirilen yapıyı yeniden inşa etmeye çalışmaktır. Mesela bizi bununla itham ediyorlar ve Osmanlı’ya dönüş peşinde olduğumuzu söylüyorlar. Oysa önümüzde dünden daha büyük hedefler var ve bu sadece bizim iyiliğimiz için değil bölgedeki tüm halklar içindir. Bu dünyadaki dengeleri de olumlu etkileyecektir. Yapacağımız hata sadece sınırlarımızın içindeki halkı düşünmek ve bölgeye karşı sorumsuz davranmaktır. Yani biz Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve müttefiklerinin oluşturduğu yapının muhafızı mıyız yoksa bölgedeki tüm insanların refahı ve güvenliği için mi çalışacağız? Bizim inancımız ve kültürümüz bencilliği reddeder, etrafa iyilik dağıtmayı emreder. Böyle davranırsak biz de faydalanırız.

 

- Bugünkü siyaset ya sınırları değiştirme ya da yöneticileri değiştirme şeklindedir. Biz ikinci cihan savaşı sonrasının bekçiliğini mi yapacağız.

- Diğer devletlerin haritasını İngiltere çizdi. Ama Türkiye’nin haritasını çizmedi. Türk askerinin süngüsü çizdi. Biz Lozan’la varız. Sözleşmeye göre varız. Onlar uyduğu taktirde biz de sözleşmelere uyarız. Biz mağlup olarak değil galip olarak sözleşme yaptık ve uymak zorundayız. Kerhen yaptık diyemeyiz. Kanla çizilen sınır ancak kanla değişebilir. Biz değiştirmemek için kan akıtırız. İsteyen değiştirmek için akıtsın. Devletimiz savaşa girmedi ve Sevr’den bugünkü duruma geldik.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:

 

Devlet Sınırları

 

Devlet sınırlarını değiştirmek için bir sebebin olması gerekir. Sınırları İngiliz çizmişse bile çizmiş. Bir asırdır o sınırlar üzerinde nesiller doğdu, nesiller öldü. Sebep varsa değiştirelim yoksa sınırlar kalacaktır.

1-Otuz milyondan aşağı nüfusa sahip olanlar komşuları ile birleşip otuz milyona çıkmalıdırlar. Balkan devletleri birleşip bir başka devlet kurmalıdırlar. Kafkas devletleri birleşip bir Kafkas devleti kurmalıdırlar. Orta Asya devletleri birleşip bir Asya devletini kurmalıdırlar. Mısır ile kuzey Afrika devletleri birleşip bir arada devletleri kurmalıdırlar. Arap yarım adasındaki Araplar birleşip bir veya iki Arap devletini kurmalıdırlar.

 

2- Yüz milyondan daha büyük olan devletler bölünüp 50 milyon nüfuslu devletler oluşturmalıdırlar. Bunlar arasında birlik ve dostluk devam eder. Bu kritere göre Çin 15’e yakın devlete ayrılmalıdır. Hindistan de on beşe yakın devlete ayrılmalıdır. Rusya iki veya üç devlete bölünmelidir. ABD de federal devletlerini birleştirip otuz kırk milyonluk gerçek devletler oluşturmalıdır. ABD yine kalabilir. AB’deki küçük devletler birleştirilip  büyük devletler yapılmalıdır.

 

3- Dine, ırka, dile dayalı ayrı devlet kurmak isteyen halk otuz milyondan fazla oldukları takdirde onlara bir vatan verilir. Onun dışında il ve bucak bağımsızlıkları içinde kendi yönetimlerine sahip olmalıdırlar. Dış savunmada devlette askerlik yaparlar veya bedel öderler.

 

4-Yeni devlet kurmak veya topraklarını genişletmek amacıyla savaşmak meşru değildir. Başka sebeple meşrudur. Savaş sonunda galip gelen devlet mağlup olanların topraklarına sahip olur böylece sınır değişikliği gerçekleşir.

Sermaye halkları savaştırıp sonra masada oturup kendileri hudutları çizer. Bugünkü devletlerin hudutlarını İngiltere, değil sermaye çizdi. Bugün sözlerinde durmayan devletlerin sınırlarını kaldırmayı istemektedirler.

 

Ulus devletler var olacaktır. Hakem kararlarına uyan devletler Müslim, uymayanlar müşriktir. Savaş hakem kararlarına uymayan devletleri yıkıp, onları paylaşmak için vardır. Şimdilik sermayenin karşılıksız parası var. Dediğini yaptırma gücüne sahiptir. Sermayenin sömürü gücü, para karşılıklı hale getirildiği zaman sona erer. Faiz parası ile sömürmeye şimdilik devam edecektir.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
17.07.2012
08:53

İbrahim KAHVECİ Krizler çözülüyor-buhran derinleşiyor?

ikahveci@stargazete.com Bugün herkesin cevap aradığı soruyu sorarak başlayalım: Bozulmuş olan küresel ekonomik sistem hangi noktada? 2003 sonrası küresel ekonomilerin muhteşem yükselişi olarak tanımlanan bol paralı, bol kredili ve finansal zenginliğin had safhaya ulaştığı bir dönem yaşandı. O muhteşem yıllardan sonra krizin fitili ilk olarak2007 yılında 10 milyar dolarlık karşılıksız menkul taşıyan balon şirket Bear Stearns'ın batışı ile ateşlendi. Ardından 2008 yılında ABD'de mortgage krizi denilen ve genele yayılan bir kriz dalgası daha yaşandı. Sonra ekonomilerde umut ışığı görüldü; hatta bu ışığın güneşten geldiğini görüp çok sevinenler bile oldu. Genişleyici mali politikaların sonuç vermiş olduğu görülüp ekonomilere canlılık gelmişti. Sonra, 2010 yılında bu sefer Avrupa borç krizi derinleşmeye başladı. İzlanda ile başlayan Avrupa ülkelerine yönelik finansal saldırılar İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya ile devam etti. Bu arada iki kriz dalgası arasında Afrika Baharı da yaşandı. Afrika'da bahar olarak tanımlanan sokak hareketleri, Avrupa ve Amerika'da sokak isyanları olarak isimlendirilip kendini gösterdi. Avrupa'da demokrasiler rafa kaldırılıp Yunanistan ve İtalya'da 2001 krizinde Türkiye'nin benzerini yaşadığı teknokrat hükümetleri işbaşına geldi. Sokak hareketleri de eskinin demokratik alışkanlığından uzaklaşarak bastırılmış oldu. Genişlemeden- Daralmaya Krizin ilk dalgasında genişleyici mali politikalar izleyen büyük küresel ekonomiler, ikinci kriz dalgasında bu sefer kemer sıkıcı politikalara yöneldiler. Ama ne genişleyici mali politikalar kalıcı çözüm olabildi, ne de kemer sıkan daraltıcı mali politikalar çözüm olacağa benziyor. O zaman ne yapılacak? Dünya nereye gidecek? Not: Türkiye, 2009 yılında ekonomi kabinesindeki değişiklik sonrası açıkladığı kemer sıkma politikaları ile krizin ikinci dalgasına hazırlıklı girmiş; ardından 2010 ve 2011 yıllarında en hızlı büyüyen ülkelerden olmuştur. Fakat yine bu kemer sıkma politikalarının enerji fiyatları başta olmak üzere, maliyet artırıcı yanları sanayi üretimini de olumsuz etkilemiştir. Para Çözüm Olacak mı? Küresel kriz dalgasının ilk ayağı 2008 yılında derinleşirken, ağırlıklı olarak ABD parasal genişlemeye başvurmuştur. Ardından Japonya, Çin ve Avrupa'da genişleyici para politikalarını açıkladı. İkinci kriz dalgası bu sefer Avrupa üzerinde etkili olurken birinci kriz dalgasında olduğu gibi yine genişleyici para politikaları uygulandı. Bu sefer piyasaların istediği parayı en fazla Avrupa vermek zorunda kaldı. Fakat burada bir tezat durumu da belirtelim: Birinci kriz dalgasında genişleyici mali politikalar izlenirken de, ikinci kriz dalgasında da daraltıcı mali politikalar izlenirken de ekonomiye ortak müdahale noktası piyasaya para verilmiş olmasıdır. Her iki kriz dalgasında da çözüm parada aranmıştır. 29 Buhranı da Önce Derinleşmişti Her iki kriz dalgasında çözümü para ile bulmaya çalışan küresel gelişmiş ülkeler acaba yanılıyor mu? İnsanın buna hayır diyesi geliyor. Çünkü Birleşmiş Milletler "yüzyılın krizi" olarak tanımladığı bu ekonomik bozukluğa, IMF "29 buhranından sonraki en derin finansal şok" demektedir. Peki, bu kadar derin kriz olarak tanımlanmasına rağmen neden hala "buhran" kelimesi ısrarla kullanılmak istenmiyor? Soru ve sorunun cevabı aslında yapılan müdahalelerde de görülmektedir. Kesin olan bir durum var ki; G-20 başta olmak üzere dünya bir buhran ile yüzleşmek istemiyor. Hiçbir lider buhranın gerektirdiği yükümlülüğü üstlenmiyor. Buhrana yönelik çözümler de şu ana kadar maalesef gündeme pek taşınmıyor. Sanırım ülke kamuoylarına bu ekonomik bozukluk geçici bir kriz olarak lanse edilirse, şu ana kadar yapılan parasal müdahaleler daha kolay izah edilebilecek. Aksi halde ise durum gerçekten vahim... Kriz mi & Buhran mı? Bugün küresel ekonomik düzenin ne durumda olduğuna dair ciddi farklılıkları, kamuoylarına pek yansımayan derin tartışmalardan görebiliyoruz. Yaşanılan kriz sürecini basit şekilde açıklamak isteyenlerin ana argümanı kısaca şudur: 2003 yılında negatife kadar düşürülen faizler ile şişen kredi piyasası, 2005 sonrası yükselen faizler ile bir ödeme sorunu yumağına dönüşmüştür. Oysa küresel ekonomik sistemin sorunları çok daha derindedir: 1-Öncelikle 29 buhranı sonrası ABD Başkanı 1933 Franklin Roosevelt ile temeli atılan orta sınıf teorisi, gelir paylaşımı sistemi, yüksek zenginliği önleyici vergi politikaları 80 sonrası ortadan kalkmış ve gelir dağılımı bozukluğu hem kişisel hem de ülkesel bazda artmıştır. 2-Finansallaşma ile artan kredi piyasası, genişleyen ülke borçları (az gelişmiş ülkeler dahil) kaynakların reel sektörden finans sektörüne akmasına neden olmuş, aynı zamanda sermaye sömürüsü zirveye taşınmıştır. (Büyük bankalar, büyük yatırım fonları, büyük spekülatörler birer kaynak transfercisi haline gelmiştir.) Finansallaşmanın bir diğer biriken sorunu ise karşılıksız zenginliktir. Bugün küresel milli gelirlerin yaklaşık 4 katı civarında mali kesim büyüklüğü oluşmuştur. Kabaca bugün dünyada 50 triyon dolar kadar gerçekte olmayan-karşılığı olmayan sanal bir varlık hüküm sürmektedir. Not: Yeni derin devlet yapılanmasında bu ekonomik modelin katkısı çok önemlidir. Silah hegemonyasından-sermaye hegemonyasına geçiş. 3-Dünyanın demografik yapısı bozularak yaşlı ama zengin bir kesim karşısında fakir ve işsiz bir genç nesil oluşmuştur. 4-Büyüyen kamu bütçelerine karşı etkisizleşen bir devlet modeli oluşmuş, başlıca kamu hizmetlerinin etkinliği ve verimi düşmüş, artan büyük sermaye ve şirketler ise kişisel özgürlükleri dahi ihlal edebilmiştir. Not: Bugün Türkiye'de İDO örneği zirveye çıkmasına karşılık GSM şirketleri, bankalar, yayıncı kuruluş gibi sayısız şirket zulümlerinin yaşanması bir tesadüf değildir. Zalim Şirketler Küresel ekonomik modele basit bir örnek vermek istiyorum: Bir (ABİK) şirket düşünün ki finansal piyasalara açılarak sadece kar odaklı bir yapıya bürünüyor. Kar maksimizasyonu için çalışanlarına başta ücret olmak üzere özgürlüklerini dahi kısıtlayıcı baskılar uyguluyor. Aynı şirket yine finansal yapının kısa vadeli yüksek kâr isteği uğruna müşterilerine de her türlü hile ve tuzaklar kurabiliyor, haksız kazançlar elde ediyor. Örnek -ABİK- şirketimizin ne çalışanı memnundur, ne de müşterisi memnundur. O şirketin sadece karını hesaba katan az sayıdaki finansal tarafları memnun olmaktadır. Bir de primci üst yönetimi... 1980 sonrası başta İngiltere ve ABD'de uygulanan özelleştirmeye dayalı zayıf devlet-güçlü özel sektör modelinin vardığı zirve, yukarıda örnekle açıkladığımız bir vahşi yapıyı ortaya çıkarmıştır. Finansal Balonlar mı Patlıyor? Bugün küresel buhranın belki de ortalarında bir süreç yaşıyoruz. Medyatik olması sebebiyle başta Nouriel Roubini olmak üzere çok sayıda ekonomist buhranın derinleşeceğini belirtiyor. Not: Şahsi görüşüm ve korkum odur ki; daha krizin buhran olarak derinleşip sosyal patlamalar ve değişimler aşamasına gelmediğini, asıl tehlike ve olayların sonraki aşamalarda oluşma ihtimalinin artmakta olduğunu söyleyebilirim. ABD ekonomik yavaşlamaya girmiş, Avrupa durgunluk içerisindeyken; Çin ve Hindistan ise güçlü büyüme ivmelerini kaybederken başta Petrol olmak üzere varlık fiyatlarının çok yükseklerde seyretmesini nasıl izah edebiliriz? Bugün küresel ekonomik büyüklüğün 4 katına yaklaşan mali büyüklüğün temelini nasıl açıklayabiliriz? Tabii ki finansallaşma ile... Reel karşılığı olmayan finansal yapıların oluşturduğu balonlar ve bu balonların patlayışları artık insanlık adına bir büyük sorun olmaktadır. Özellikle 2008 sonrası ara ara yaşanan tarım fiyatlarına yönelik finansal akımların henüz büyük sorunlarını yaşamadık bile... Oysa açlıktan insanlar ölüyor, işsizlik beraberinde açlığı da getiriyor. Açlık sadece Afrika'da yaşanmıyor, Paris'in, Moskova'nın, New York'un arka sokaklarında da açlık var. Ve paraya açıkmış, yedikçe doymayan finansal piyasalar maalesef kriz dalgalarında hep para ile beslenen kesim olmuştur. Kriz dalgaları ile mücadele ediyoruz denilirken aslında; ücretler baskılanıyor, kamu hizmetleri küçültülüyor, varlık fiyatları şişiriliyor, alt gelir grubu vergileri artırılıyor, para muslukları açılıyor ve Finansçılar besleniyor. Oysa buhranın her kriz dalgasına para odaklı bakış ile getirilen çözümler, aslında uzun vadeli buhranın daha da şiddetlenmesi ve derin sorunların oluşturmasına yol açıyor. Fırtınada sel sularına bent çekerek hem yağışın hem de bentlerde biriken suların bir süre sonra birleşerek oluşacak büyük tufanını şimdiden düşünmemiz gerekiyor. Kriz dalgalarını çözdük diye sevinirken tufanda ölmeyelim.

Reşat Nuri Erol
17.07.2012
10:31

Osman Özsoy oozsoy@yenisafak.com.tr

17 Temmuz 2012 Salı

Erdoğan'ın farkı ve son hamleleri

AK Parti kurulduğu günden bu yana yapılan kamuoyu araştırmalarında bir nokta özellikle dikkat çekiyordu. AK Parti anketlerde yüzde 35, 40, 45, 50'lerde göründüğü zamanlarda bile, Başbakan Erdoğan'ın kişisel oyları yüzde 50-55'ler civarındaydı. Yani Başbakan Erdoğan'ı beğenip takdir etmesine rağmen, AK Parti'ye oy vermek istemeyen seçmen kesimleri vardı. AK Parti'nin 9-10 yıllık iktidarı döneminde bu fark büyük ölçüde kapandı. AK Parti'nin oyları ile Başbakan Erdoğan'ın kişisel karizmasının getirisi olan oylar yüzde 53-55'lerde kesişti. Bir başka tabirle bütünleşti ya da örtüştü. AK Parti Başbakan Erdoğan oldu, Başbakan Erdoğan AK Parti oldu. İki marka bütünleşti ve adeta tek marka haline dönüştü. Bir partinin oy oranı olarak nerelere kadar tırmanabileceğini gösteren en önemli faktörlerin başında "lideri" gelir. Liderler partilerin en önemli taşıyıcı unsurlarıdır. Liderin ekibi ikinci sırada gelir. CHP genel başkanı olduğu dönemde bir lider olarak Deniz Baykal'ın kişisel oyları CHP oylarının ancak yarısı kadardı. Buna karşılık AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan'ın kişisel oyları daima partisinin oylarından yüksek oldu. Başbakan Erdoğan seçim yarışına Baykal'ın 4 kat, CHP'nin 2 kat önünde giriyordu. CHP açısından makasın daralması imkansız gibiydi. Kemal Kılıçdaroğlu CHP'ye genel başkan olduğu günlerde oluşturulan medya rüzgarının etkisi ile bir ara CHP oylarını yüzde 35'le kadar tırmandırmışsa da, zamanla Kılıçdaroğlu'nun partisine olan oy getirisi CHP oylarının da gerisine düştü. Bu durum Kılıçdaroğlu faktörünün şu saatten sonra CHP'ye artı bir katkısının olmayacağının da bir kanıtı durumunda. Bugün Ankara'da başlayacak olan CHP'nin 34. Olağan Kurultayı'nın bu tabloyu değiştirmesi beklenmiyor. MHP lideri Devlet Bahçeli ise bir lider faktörü olarak partisine katkısından öte, MHP'nin kemikleşmiş oyları üzerinde siyasi sörf yaparak genel başkanlığını sürdürüyor. Dikkat edilirse, 12 Haziran seçimlerinden sonra AK Parti oylarının yüzde 50 bandına oturduğu görülüyor. Bu bandı yüzde 55'lerin üzerine çıkaramaması Başbakan Erdoğan'ın sınırlarını zorladığına işaret ederken, yüzde 50'nin altına gerilememesi de, muhalefetin alternatif oluşturmada yetersiz kaldığını gösteriyor. AK Parti'nin sandıkta aldığı oy ile bir lider olarak Başbakan Erdoğan'ın şahsi getirisi olan oylar arasındaki makasın kapanmış olması, Başbakan Erdoğan'ı zorunlu olarak yeni hamleler yapmaya itiyor. Şu saatten sonra yüzlerce çılgın proje açıklansa da, gökyüzündeki yıldızlardan altın şamdanlar yapılıp TOKİ konutlarına asılsa da, amansız dertlerden mustarip hastalara Lokman Hekim anlayışı ile maksimum sağlık hizmetleri sunulsa da, kaldırım taşları külçe altından döşense de, AK Parti'nin maksimum oy çıtasının yüzde 55'ler civarında olabileceğini gösteriyor. Dikkatinizi çekerim, demokrasilerde bu çapta bir oy oranı inanılmaz bir başarıya karşılık gelir. AK Parti bunu başarmıştır. Fakat şu an iç siyaset dış siyasetle de bağlantılı yeni bir aşamaya evrilmiş durumdadır. AK Parti açısından siyasi alan genişleme sürecini tamamlamış, kendi içinde derinleşme evresine ihtiyaç duymaya başlamıştır. Kanımca Başbakan Erdoğan bu tabloyu görmekte ve kendisi açısından sağlıklı bir okuma da yapmaktadır. Başbakan Erdoğan bir dönem çıkardığını iddia ettiği gömleğini yeniden giymek üzere hamle yapmıştır. Yeni dönemde AK Parti'nin lokomotif kadroları ve partinin yüzü olarak oluşturulacak desen büyük ölçüde eski refah geleneğinden gelen isimlerle dokunacaktır. Başbakan Erdoğan siyaseten dış sempati oluşturma evresini tamamlamış, sadakat üzerine siyaset yapan yeni bir yol haritası ile kendi siyasi kariyerini sürdürme aşamasına evrilmiştir. AK Parti'nin şu saatten sonra gelecek yeni oylara değil, partiyi terk etmeyecek oylara ihtiyacı vardır. Numan Kurtulmuş'un şahsında HAS Parti'ye yapılan daveti de, merkez sağda isim ve itibar yapmış bazı isimlere iletilebilecek yeni davetleri de bu bağlamda görüyorum. Başbakan Erdoğan siyasi satrancın genel siyaset ortamında değil, AK Parti'nin yüzde 50'lik oy havuzu içinde kendi kontrolünde oynanmasını arzu etmekte, siyasi kulvarın önemli oyuncularını iç transfer anlayışı ile partisine yöneltmeye çalışmaktadır. Bu tablonun Başbakan Erdoğan'a sağlayacağı kazanım da, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçiminde arkasında kendisine destekçi blok bir yapı oluşmasını sağlamaktır. Başbakan Erdoğan da biliyor ki, cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda seçilemezse, muhalefetin ortalama Türkiye değerlerini temsil eden ortak bir adayla seçime girmesi durumunda, Erdoğan'a sempati duyan seçmenler dışında tüm seçmen kesimlerinin kendi karşısında blok oluşturması ihtimalidir. Bu durum çok da uzak bir seçenek de değildir. Başbakan Erdoğan siyasi hayatında oy getirisi olarak büyük ölçüde zirveyi gördü. Şimdi tüm hesap, bunun nasıl korunacağı üzerinde odaklanmış durumdadır. Mevcut siyasi hamlelerin zihnimizde yaptığı çağrışım ve bize görünen tablo budur.

Reşat Nuri Erol
18.07.2012
07:29

Abdullah Muradoğlu amuratoglu@yahoo.com

18 Temmuz 2012 Çarşamba AK Parti ve Numan Kurtulmuş Hep şöyle cümleler kuruluyordu.. "AK Parti'nin varlığı Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsıyla kaimdir." "Erdoğan cumhurbaşkanı seçildiğinde yahut bir başka sebeple AK Parti liderliğinden ayrıldığı zaman bu parti biter." Herkes kendince bir ömür biçiyordu AK Parti'ye... Kimi "Özal"dan sonra ANAP'ın bittiğini örnek gösteriyordu. Kimisi "Demirel"in Köşk'e çıkmasından sonra DYP'nin dikiş tutturamadığından dem vuruyordu. Hakikaten ANAP da, DYP de siyasi mevta olmuştur. Her iki partinin ömrünü tamamlaması, ne Özal'ın ne de Demirel'in yokluğuyla ilgili, tek başına. Her iki parti takip ettikleri politikalar nedeniyle temsil ettikleri kitlelerden koptukları için bitti. Oysa 1960'lardan beri siyaset sahnesinde yer alan MHP, Alparslan Türkeş'in vefatından sonra dağılmadı, aksine önceki dönemlere kıyasla çok iyi yerlere de geldi. Bir ara ikinci parti konumuna gelerek iktidara ortak bile oldu. CHP Türkiye'nin en eski partisi ise, AK Parti de "Yeni Türkiye"nin en genç partisi. Temsil ettiği siyasi çizgi nedeniyle bütün partilerden çok daha kolayca geleceğe taşınacak bir parti. AK Parti'yi nev-zuhur bir parti gibi görenler fena halde yanılıyor. *** Recep Tayyip Erdoğan ile aynı siyasi gelenekten gelen Numan Kurtulmuş'un AK Parti'ye katılacak olması beni hiç şaşırtmadı. Kurtulmuş, Başbakan Erdoğan'ın "Türkiye'yi 2023'te taşıma ideali"nde önemli bir köşe taşı. Yaşı, birikimi ve kişiliğiyle AK Parti'yi Erdoğan'dan sonra geleceğe taşıma kapasitesi olan bir siyaset adamı Numan Bey. Toplumda köklü karşılığı olan siyasi çizgilerin uzun dönemler varlığını sürdürmesi gayet tabiidir. İngilte'de "Muhafazakar Parti"nin kökü 1800'lerin ilk yarısına, "İşçi Partisi"nin ise geçen yüzyılın başlarına kadar gidiyor. Almanya'da "Sosyal-Demokrat Parti"nin tarihi 19. yüzyılın son yarısına uzanıyor. Şimdi iktidarda olan Angela Merkel'in partisi "Hıristiyan Demokrat Birliği" ise 1949'da kuruldu ve ilk yirmi yıl boyunca iktidarda kaldı. Amerika'da da durum çok farklı değil, "Cumhuriyetçiler" de, "Demokratlar" da köklü partiler. Bizde "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" kapatılmasaydı belki de CHP gibi hala varlığını sürdürüyor olurdu. Bunun yerine demokrasi tarihimizi "partiler mezarlığı"na çevirdiler. *** AK Parti, siyasi mevta olan partiler gibi davranmadığı sürece daha çook uzun dönemler geçirir. İngiliz "Muhafazakar" ve "İşçi" partileri gibi temel niteliklerini kaybetmeksizin değişime ve yeniliğe açık olduğu sürece AK Parti de merkez partisi niteliğini sürdürür. "Muhafazakar Parti" de," İşçi Partisi" de değişerek, yenilenerek bugünlere kadar geldi. AK Parti asrın idrakine ve milletin ihtiyaçlarına cevap verdiği sürece kıymetini devam ettirir. Eğer AK Parti tabanı teveccüh gösterir de, Erdoğan sonrasında Numan Bey kaptanlığı devralırsa bu gemi yoluna devam eder. Numan Bey'e yapılan teklif, AK Parti'nin geleceğe taşınması yönünde seçmenlerine bir güvence vermiştir. Bu transferin en anlamlı ve en önemli mesajı budur. Daha sonrasını konuşmak için ise vakit henüz çok erken.

Reşat Nuri Erol
19.07.2012
06:45

Ali Bulaç İslamcılığın seyri 1850'li yıllarda tarih sahnesine çıkan İslamcılık üçüncü neslin tecrübesiyle yürüyüşüne devam ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor. Modern İslamcılık'ta Osmanlı-Türkiye, Mısır, İran ve Hind yarımkıtası havzaları belirleyici konumda rol oynamışlardır. En derin etkiyi Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşu yapmış; bu Mısır, Türkiye ve İran İslamcılarının politik tasavvur ve projelerini dönüştüren "ilk modern olay"dır. Ancak politik tasavvurda meydana getirdiği köklü değişimin ötesinde Pakistan'ın ulusal politik bir coğrafya (ulusal varlık-aygıt) olarak şekillenmesi Hind yarımkıtası İslamcılığını diğer havza İslamcılığından bir ölçüde koparmaya sebep olmuştur. Zaman içinde "azınlık" konuma düşmeleri dolayısıyla Hind Müslümanları kendi içlerine çekilip bir tür bağımsız veya özerk politik iddialarından vazgeçmek durumunda kalırken, Pakistan bütün İslam hareketleri derinden etkileyen kurucu ideolojisi yüzünden asla altından kalkması mümkün olmayan sorunlar girdabına girmiş, derin bir kaosun içine sürüklenmiştir. Halen Pakistan'da kurucu ideolojisi İslam olan ulus devlet formu, can yakıcı sorunlarla çaresiz ve umutsuz olarak boğuşmaya devam etmektedir. Bunun kritiğini ayrıca yapmak gerekir. Bizim şimdilik üzerinde durmamız gereken Türkiye, Mısır ve İran tecrübesi ile bunca zaman yaşananlardan sonra geldiğimiz nokta ve bundan sonrası ise gelecek kestirimi olmalıdır. İran İslamcılığı, "mezhep ve ulusal çıkar" handikabıyla karşı karşıya bulunuyor; gelecekte İslam devrimini, devrimin ilham kaynağı ve referans çerçevesini oluşturan İslamcılık, bu iki negatif faktörle daha çok yüzleşecek, gerilim yaşayacak gibi görünüyor. Türkiye İslamcılığı entelektüel hayatiyetini ve iddiasını kaybetmemekle beraber aktif politik formu "muhafazakârlık"a dönüşüyor, "liberal felsefe ve dini hayatın bireyselleştirilmesi, cinsiyetçiliğe prim vermesi dolayısıyla kendi içinde sekülerleşme ve Protestanlaşma" eğilimi içine giriyor. Müslüman Kardeşler'in seçimleri kazanması Mısır'ı yeniden tarih sahnesine çıkartıyor. Mısır'da İhvan'ın üzerine oturacağı eksen, bütün Arap âlemini ve İslam dünyasını ciddi manada etkileyecek, dönüştürecektir. Zira hemen hemen her Arap ülkesinde ve Müslüman bölgede İhvan'ın uzantısı partiler, aktif akımlar ve hareketler var. Bu açıdan eğer İslam, modern dünyada ontolojik, epistemolojik ve ahlaki çerçevede sosyo-politik referans olma iddiasını devam ettirme başarısını gösterebilirse, yeni bir bölgesel entegrasyonun birleştirici gücü ve ilham kaynağı da olacaktır. Ama İran Şiiliğe, Mısır Sünniliğe ve Türkiye Laik muhafazakârlığa evrilirse; İran, Türkiye ve Mısır ekseninde şekillenecek olan ulusal politikalar ve ulusal çıkar hesapları bölgeyi yeni bir çatışma sürecine sokacaktır. Üçüncü nesil İslamcılar pek de erken bir zamanda üç gerilim alanı içinde ciddi bir sınavla karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar: 1) Hiç kuşkusuz küresel hegemonik güçler ve onların açık ya da örtülü desteğine sahip politik-askeri rejimlere karşı mücadele verip lojistik destek arayışına çıkarken, söz konusu desteğin onları düşman oldukları rejimleri devirdikten sonra hangi sosyo-kültürel ve politik-askeri angajmanlara sokacağı konusu. Suriye örneği bunun en somut ve can yakıcı örneği olmaya aday görünmektedir. Suriye'de ister Esed'i destekleyen İran'ın bölgesel ve küresel olarak Rusya ve Çin'le birlikte hareket etmesinin kendisine getireceği maliyet ile muhaliflerin karşıt konumda küresel ve bölgesel ABD, İngiltere, S. Arabistan, Katar ve Türkiye angajmanlarının onlara getireceği maliyet. 2) İslamcılar içeride ittifak arayışına çıkarken liberal, sol ve kısmen milliyetçi aydın ve güçlerle kurdukları politik ittifakın onların paradigmalarını, akaidlerini, toplum ve siyaset tasavvurlarını hangi yönde ve hangi derinlikte dönüştürdüğü konusu. Türkiye bu tecrübenin en somut -ve yer yer en trajik- örneğidir. Mısır'ı da bu sorun beklemektedir. 3) Ve elbette Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri hangi politik ve toplum tasavvuruna göre belirleyecekleri konusu.

Reşat Nuri Erol
19.07.2012
06:46

İbrahim Öztürk Herkes seyrediyor! Son yazılarımda 'kaderini kaderim' bellediğim hükümetin ve Başbakan'ın bir nevi savruluşunu yazıyorum. Bunları, sevdiğim bir insana 'eve dön çağrısı' olarak okumalısınız. Sahi, ben yazmayacağım da kim yazacak? Desteğimi de reyimi de vermişim. Başbakanın etrafında artık âlimler ve akil adamlar topluluğu kalmış değil. Belli ki, çevresinde 'tek adam çıkarma' konusunda maharetli olan bizim insanımız tarafından âlim, akil adam ve siyasetçi gibi bütün meziyetleri kendisinde topladığına inandırılmış. Başbakan siyaseti, kendi geçmişinden de tanıdığımız bir çizgiye kayıyor. Susun, itaat edin ve görün bakın neler olacak! Oysa Başbakan eskiden iyi istişare yapardı. Liyakatli adamları kritik yerlere getirirdi. Şimdi bütün bunları terk etmiş durumda. Tek kıstas sadakat olmuş. Liyakatsiz ve adaletsiz sadakat öldürür, rezil ve zelil eder! Yazılarıma gelen övgüler dışındaki diğer tepkiler şunlar: Üniversiteden ve gazeteden atılmaktan korkmuyor musunuz? Ahmet Taşgetiren ve Mehmet Altan'ı örnek veriyorlar. Bu bile hükümetin nasıl bir imajı olduğunu ortaya koymaya yeten, ürkütücü bir durum. Üçüncü bir tepki, 'Camia ile parti küsünce sen de mi saldırıya geçtin?' Ben camianın sözcüsü değilim, sadece kendi adıma yazıyorum. Öte yandan bu suçlama, son dönemlerin en ahlaksız sansürü! Demek gözlerimizin önünde bir sürü yanlış yapılırken, omuz verdiğimiz kadrolara 'yapmayın, etmeyin' demeyelim. Böylece 'dost' kalmış olacağız, öyle mi? Yanlışta ittifak olmaz. Olursa hepimiz helak oluruz. Bu noktada, yanlışlar karşısında dilsiz şeytan kesilenlerin ahlaksızlığına dikkatinizi çekerim. Çünkü onlar düşerken ilk tekmeyi vuracaklardır. Ben, testi kırılmasın diye yazıyorum! Dördüncüsü, o zaman neden geçmişte destekledin? Çünkü, geçmişte iyi şeyler yapıyorlardı. Yine iyi icraatlarına destek vereceğim. Bugünkü konumuz ise hükümetin 'vahşi özelleştirmeleri.' Son örnek de bu yaz halkımızı canından bezdiren İDO zulmü. Hükümeti defalarca uyardık. TÜPRAŞ örneğinde olduğu gibi, 'kamu tekellerini özel tekel yapmayın' diye. Halka arz edin, sermaye tabana yayılsın, milli tasarruflarımız artsın, cari açık da azalsın. El parasıyla kalkınma oyunu oynamayalım. Yapmadılar. Koç Grubu dışarıdan borçlandı ve bu devasa tekele sahip oldu. Galiba benim dediğim gibi yapınca kimsenin cebine rant girmiyor. İkinci önerim de şu: Hiç olmazsa yekpare (blok halinde) değil, parçalara bölün, rekabet piyasasını oluşturarak satın. Bunu da duyan olmadı. Nihayet üçüncü ve en kötüsüne geçiyorum: İlla da 'özel tekel' oluşturacaksanız o zaman şartını-şurtunu koyun da milletimizi inletmeyin, dedik. Bunu da yapmıyorlar. Satıyorlar, mevtayı gassalin önüne atmış gibi halkımızı sermayeye terk ediyorlar. İDO yılda 100 milyonu aşan yolcu, 8 milyona yakın da araç taşıyor. 400 milyona yakın cirosu var. Yaz sıcağında şu Körfez geçişi için bir araba ve içindeki yolculardan tam 1.200 TL'yi aşan para aldılar. Normali zaten 300 TL'nin altına düşmüyor. Aynı bileti kaç kişiye sattılar. Aylardır basından düşmeyen bu zulmü ne Ulaştırma ve Denizcilik Bakanlığı, ne Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) ne de Rekabet Kurumu (RK) görüyor. Evet, acı gerçek şudur ki, artık işini liyakatle yapan devlet kurumu kalmadı. Bu bizatihi Başbakan'ın 'devlet yönetme' tercihinden kaynaklanıyor. RK ve ÖİB, Başbakan fark edip de 'şu işle ilgilenin ve şu sonuç çıksın' diye talimat vermez ise ya seyrediyor ya geç tepki veriyor ya da küçük işlerle oyalanıyorlar. RK, İDO'ya dönük iddiaları değerlendirme lütfunda bulunmuş. İnceleme ve soruşturma için daha çok beklersiniz demek bu. Bakın, zulmü durdurmuş filan değiller. 'Bakacağız, ama görecek miyiz belli değil. En iyisi sen devam et, kazancının zekâtını ceza olarak ödersin' demeye getiriyorlar. Sözün bittiği yerden bir örnek daha vereyim. Yalova Topçular'da Eskihisar için feribot bekliyorum. Önlerdeyim. Birisi geldi, yan şeritten öne geçti. Şikâyete gittim. 'O, 20 TL fazla verdi, öne geçme hakkı satın aldı' dediler. Yok daha neler! Demek ki, akşama kadar bu 20 TL'yi verenler devam etse, ben ilk gelmiş olmama rağmen orada kalacağım. Ankara'da kurtlar sofrasının başına saflığı kaybolmuş, cehaleti ve açgözlülüğü baki kalan tipleri koydular. İşte bu yeni bir modeldir: Muhafazakar soslu yeni bir Frenkeştayn geliyor!

Reşat Nuri Erol
19.07.2012
06:48

Fehmi KORU

Hesap hatası da, kimin hesap hatası?

fkoru@stargazete.com

Bu işte bir hesap hatası olduğu kesin de kimin hesap hatası olduğundan emin değilim. Başbakan Tayyip Erdoğan’a atfediliyor hesap hatası, ama galiba onun hesabı hatalı yaptığını iddia edenler hata ediyorlar... Son zamanlarda bazı isimleri partisinin saflarına katmak için özel çaba gösteriyor Tayyip Erdoğan; Numan Kurtulmuş ve Has Parti’nin katılımında son aşamaya gelindi. DP’nin eski genel başkanı ile Saadet Partisi’nin Ak Parti saflarına katılmasının da sırada olduğu söyleniyor. Çamlıca’ya dev cami projesiyle başlayıp bir festivalde birayı yasaklamaya kadar varan bir dizi muhafazakâr girişim söz konusu. Kürtaj konusunda ve Alevilik ile ilgili olarak Diyanet’in öne sürülmesini de bunlara ekliyorlar. ‘Kürt sorunu’ndaçözüm arayışlarından vazgeçmese de, bazı yetkili ağızlara sirayet eden farklı yaklaşımlar dikkatlerden kaçmıyor. Bir bakanın tavrına karşı parti içinden ve yakınından yükselen eleştirileri göğüslemenin bazen MHP liderine düştüğü de oluyor. Yargı reformundan uzun yıllardır cezaevinde yatan bazı MHP’liler de yararlandırıldı. Gelişmelere bakıp bu tablodan “Ak Parti, kurucu kadronun değişim öncesi bağlı olduğu ideolojik kampa dönüyor; yanına milliyetçi unsurları da çekmeye çalışarak” sonucunu çıkaranlar çoğalmaya başladı. Olabilir, böyle bir sonuç da çıkarılabilir. Ancak, gelişmeleri Başbakan Erdoğan’ın -mümkünse ‘başkanlık sistemi’ni getirerek- cumhurbaşkanlığına çıkma hesabına bağlıyorlar ki, burada ciddi bir pürüz var. ‘Hesap hatası’ dediğim de bu pürüz zaten... İki yıl sonra bugünlerde yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde söz sahibi artık halk olacak. Halkın yarıdan fazlasının oyunu alabilen aday cumhurbaşkanı seçilecek. Partilerin Meclis’teki sandalye sayısı, kulis çalışmaları, perde gerisi zorlamalar ortadan kalkıyor, onların yerini halkın sempatisini kazanacağı düşünülen adaylar alıyor. Eğer partiler iki yıl sonraki seçimle ilgili bir hesap yapıyorlarsa, hesaplarını ‘kim halkın en az yarısını etrafında toplayabilir?’ sorusunun cevabı üzerine oturtmak zorundalar. ‘Kürt sorunu’ konusunda güvenlikçi söylem ve eylemlere geri dönmüş, özgürlükleri önemsemeyen, demokrasiye pamuk ipliğiyle bağlı, sadece milliyetçi-muhafazakâr tabana hitap eden bir adayı halkın önüne sunduğunuzda, iktidarınızda önemli hizmetler yapmış da bulunsanız, adayınız Tayyip Erdoğan adını taşıyor da olsa, halkı afallatırsınız. Nedeni gayet basit: Yapılan değerler araştırmalarında, halkımızın büyük çoğunluğu, bazı temel ilkeler etrafında birleşmiş görünüyor: Din ve vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade özgürlüğü, demokrasi, Cumhuriyet, dindarlık ve lâiklik toparlayıcı ilkeler... Halledilmesi gereken sıkıntıların ilk sırasına da, ekonomik talepler bir kenara bırakılırsa, ‘Kürt sorunu’nu koyuyor halkımız ve sorunun mutlaka çözülmesini istiyor. Türkiye’nin gerçek tablosu budur ve siyasetçiler yol haritalarını bu tablodan çıkarmak zorundalar. ‘Tayyip Erdoğan’ın hesabı’ diye ortaya atılan değerlendirme bu yüzden yanlış. Tayyip Erdoğan gibi siyaseti dokularına sindirmiş birinin böylesine bir yanlış hesap yapması beklenemez. Hiç değilse ben bekleyemem. Söyleyeceğim şu: Cumhurbaşkanı seçimine henüz iki yıl var; esas hesap hatasını şimdiden o güne dair tespitlerde bulunanlar yapıyor...





Sayı: 161 | Tarih: 15.07.2012
Mahir Kaynak
Derin yapı
Devlet Sınırları
1568 Okunma
6 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Numan Kurtulmuş olayı
Profesyonel siyaset
1227 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
İslam Devletleri Niçin Battı?
Kuran'dan içtihat yapılmadığı için
1189 Okunma
Emine Hocaoğlu
Yusuf Kaplan
Emanet bize İstanbul,Efendimiz'in emaneti
Zulm ile abad olanın ahiri berbad olur
1170 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Barlas
Numan Kurtulmuş "evet" deseydi çok iyi olurdu...
Marka Tutkunluğu
1131 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler