Reşat Nuri Erol
10.06.2012
08:51
| Yiğit BULUT
Türk Subayına ‘ekonomik bir analiz’!
Yazıya başlamadan ve özellikle “ekonomik analizi” detaylandırmadan bir noktanın altını çizmek istiyorum; Türk Subayı Türk milletinin “özü, nüvesi” kendisidir ve bu gerçeğin gereği olarak geçmişten bugüne şu sorunun cevabını her zaman aramak zorundadır; 1875’ten bugüne kadar neye-nasıl hangi amaçlarla alet edildik?
Sevgili dostlar, aşağıdaki ekonomik gerçekleri bazı yazılarım içinde yazmama hatta aynı cümleleri kullanmama rağmen bu sayfada birkez daha STAR Gazetesi çatısının etkisinden yararlanarak kaleme almak ve bilinmesi gerekenleri bir daha duyurmayı denemek, kaçamayacağımız bazı gerçeklerin altını çizmek istiyorum... Amacım “ben biliyorum, doğrusu budur” demek değil tam tersi Türk Subaylarına “bir de buradan bakın” demeyi denemek...
Peki 1875’ten bugüne “her kalkışında” Türk Subayı neye alet edildi ve Silahlı Kuvvetlerimiz tezgahlanan sahneye tahrikler ile nasıl dahil ederek, hangi oyunlar nasıl oynandı?
Ben anlatayım, sizler de lütfen tarafsız ve önyargısız sonuna kadar okuyun...
Ekim 1875: Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Osmanlı’nın kurtuluş yolunda en önemli adımı olan ‘faizde tenzilat’ kararını açıkladı. Yabancıların tuzağına düşmüş Osmanlı Devleti faiz borçlarının beş yıl süreyle ancak yarısını ödeyeceğini ve ödeyemediği kısım için yüzde 5 faizli tahviller vereceğini açıkladı. O yıl bütçe toplamı 25 milyon, iç ve dış faiz ödemesi 30 milyon liraydı...
Mart 1876: Osmanlı Devleti, borç ödemelerinin tamamını durdurduğunu açıkladı. “Ödemekle bitmeyen faiz-borç sarmalında” alınmış en doğru karardı... Yok edilme süreci Osmanlı sanayi yapısını tamamen çökerten 1838 Baltalimanı Anlaşması ile başlamıştı. 1838 yılında Reşid Paşa, ilk olarak Lord Stratford ve Avrupa’nın diğer devletleriyle serbest ticaret anlaşmasını imzalamış, Osmanlı, devletçi ekonomiyi rafa kaldırarak gümrük vergilerini İngiltere ile saptamayı kabul etmişti. Bu adım ile Osmanlı, ucuz mallar cenneti haline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum haline de gelmiş ve en verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçmişti. 1814 yılında bir sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Avrupa devletleri, Osmanlı’ya “Hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladı. Bu arada dünya “petrol servetlerinin” hazırlığını yapmış ve Osmanlı süratle borçlandırılırken, petrol yatakları yabancılar tarafından paylaşılmaya başlanmıştı...
Mayıs 1876: Borç ödememe kararı ilk sonuçlarını vermeye başladı. “Başkaldıran boyunduruk altındaki Osmanlı”ya ilk isyan kışkırtmalar sonucu Balkanlar’da başladı. Bulgarlar ve Sırplar isyan etti. Aynı günlerde İstanbul’da medrese öğrencileri ayaklandı ve borç ödememe kararını alan Sadrazam Nedim Paşa azledildi. Ayaklanma Harbiye öğrencileri arasında da yayıldı, Dolmabahçe Sarayı sarılarak Sultan Abdülaziz tahttan indirildi...
Sonuç: 1878-1881 Osmanlı Hazinesi Düyun-u Umumiye’ye teslim oldu...
1950-1970: Emperyal güçler Türk ekonomisini hatta Kore Savaşı-NATO üyeliği çizgisinde Türkiye’yi “esir etme” planını harekete geçirdi. 1960 öncesi Rusya kartı ile bu oyuna karşı “hamle yapan” siyasi otorite, Sadrazam Nedim Paşa’nın kaderinden kurtulamadı! “İrtica” diye ayağa fırladık, emperyal güçlerin “kucağına düştük”!
1978-1980: Türkiye’de halen de süren hâkim politikaların temeli, 1978’in Temmuz ayında, Dünya Bankası’nca hazırlanan raporla atıldı. Raporun imzalayıcıları Kemal Derviş ve Sherman Robinson idi. Hükümetler bu rapora uymayı kabullenmezken, 1980 darbesiyle uygulamaya konulan bu raporla, Türkiye’nin 1978’e kadar başarıyla süren kalkınmacı, bireysel ve küçük ölçekli sermaye birikimlerine dayalı yapısı, büyük ölçekli çokuluslu sermaye ilişkilerinin kontrolünde serbestleşmeyi savunan bir dinamiğe dönüştü. Ekonomide bu yanlış programın izlenmesiyle verilen yüksek faiz, sıcak para girişi gibi ödünler Türkiye’nin varlıklarının yurt dışına kaçmasına sebep oldu. 1977 yılında düşünülen kalkınma hamlesi böylece engellenmiş ve “Cumhuriyet ile yırtılan borç gömleği” yeniden Türkiye’ye giydirilmiş oldu...
1980-2007: 1980’de yok denecek kadar az olan borç stokumuz, her yıl bütçenin yüzde 40-50’sini vermemize rağmen 300 milyar doların üzerine çıktı. Türkiye, 70 milyonu ile çalışıp 3-5 bin gerçek-tüzel (iç-dış) kişiye gelirinin yüzde 50’sini aktarır hale geldi. 2001 yılında borsa ve kurdaki hareket sonrası, Türkiye IMF tarafından atanan “1978 raporu yazarına” teslim edildi ve dünya üzerinde görülmemiş bir dolar faizini tefecilere aktarmaya başlarken, IMF’ye en borçlu üç ülkeden biri oldu...
2007 sonrası: 2003-2005 arasında oynanan oyunlar, planlanan ama hayata geçmeyen darbeler ortaya döküldü ve ordumuzu kışkırtan iç-dış yerleşik odakların “siyasal-finansal dinamikleri” nasıl bu halk ve devlete karşı kullanmak istedikleri deşifre edildi...
Sonuç: Türk Ordusunun her ferdi yukarıdaki “detayları” çok dikkatli okusun ve şu soruya lütfen her saniye cevap arasın; 1875’ten bugüne nelere alet edildik, dışarıdakiler ve özellikle içimize yerleşmiş-yerleştirilmişler bizi ülkemize karşı nasıl kullandılar!
Son söz: Bu ordu bu halkın! Bunun gereğini özümsemeli, bu gerçeği içselleştirmeli ve içeriden-dışarıdan kurumsal imkanlarını kullanmak isteyenlere karşı dikkatli olmalı...
|
Reşat Nuri Erol
10.06.2012
09:31
| Hayrettin Karaman
hkaraman@yenisafak.com.tr 10 Haziran 2012 Pazar
Diyalog, işbirliği ve yanılgı
"Farklı inanç, düşünce, hayat tarzı, menfaat..." sahibi kimselerle aramıza duvar örerek aynı veya yakın coğrafyada yaşayamayız. Mutlaka bir şekilde ilişki, diyalog, alış-veriş, etkileme ve etkilenme olacaktır.
Tarikatler, cemaatler, meşru ve usulünce oluşmuş mezheplerde olduğu gibi farklılık, inancımıza göre caiz olan alanlarda ve şekillerde ise araya mesafe koymak da sözkonusu değildir. İlişki tam eşitlik içinde ve kardeşçe olacaktır.
Araya mesafe konması gereken farklı dinler, kültürler, ideolojiler, aidiyetler arasında, belli bir süre ve belli bir maksada yönelik yakınlaşmalar, anlaşmalar, diyaloglar, işbirlikleri... olabilir. Samimiyet ve şeffaflık içinde ortak bir iyiliği gerçekleştirme maksadına yönelik oldukça bu yakınlaşma ve işbirliklerinin zararı olmaz, hatta faydası olur ve bazen zaruri de olabilir. Ancak bu ilişki içinde -Müslümanlar için- kırmızı çizgilerin aşınmaması, Müslümanları farklı kılan özelliklerin ve temel değerlerin yıpranmaması, kozmopolitleşmemesi için azami dikkat gerekir. Yine bu tür ilişki içinde unutulmaması gereken bir husus da "ilişkinin süreli ve sınırlı" olduğudur. Yanılgı işte bu hususun unutulmasından, tarafların, değiştiğinin, aynılaştığının sanılmasından kaynaklanıyor.
Maksadımı içinde bulunduğumuz bir örnek ile anlatayaım:
Benzeri ilişki ve işbirliği daha önce de oldu, bundan sonra da olacaktır; Türkiye'de yaşayan, "insan hak ve özgürlüklerinden yana ve belli çevrelerin vesayetine karşı" olan bazı fertler ve gruplar, hepsine göre haksızlık (zulüm), kötülük, ahlak ve hukuk dışı olan bazı gruplaşma, tasarruf ve egemenliklere karşı âdeta bir sivil isyan başlattılar. AK Parti de bu isyanın siyasi/iktidar kanadını temsil etti. Herkes elinden geleni yaptı, sonunda Türkiye'nin tamamen normalleşmese de hayli mesafe alındığı apaçık ortada. Yolun sonuna doğru -sözünü ettiğim yanılgı yüzünden- diyalog ve işbirliği içinde olan gruplar arasında (daha açık olarak iktidarla bir kısım liberaller, islamcılarla yine bazı gruplar arasında), farklılığa tahammül ederek bir arada yaşama zarureti ile bağdaşmayan tartışmalar, itirazlar ve çekişmeler başgösterdi. Yanılgı, bazı islamcıların diğerlerini veya diğerlerinin islamcıları değişmiş sanmalarından kaynaklanıyor. Başta dediğim gibi karşılıklı etkilenmeler kaçınılmazdır, ama şuurlu ve yeterince bilgili bir Müslüman'ın -ki, bu Müslüman aynı zamanda ve bir manada islamcıdır- değişmesi demek, ya İslam imanından çıkması veya İslam'ın bazı emir ve yasaklarını bilerek çiğnemesi demektir. Müslüman/islamcıdan böyle bir değişmeyi beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Müslüman/islamcı, şartlar başka türlüsüne elvermediği sürece, kendisine göre meşru olmayan ve değiştirilmesi gereken düzenleme ve uygulamalara tahammül ederek, ama en azından kalbinden araya mesafe koyarak farklı olanlarla bir arada yaşar. Bu durum onun değiştiğini göstermez.
Bütün gruplar, kendilerine ait hak ve özgürlük alanlarını -yeterli bulmayarak- genişletmek için mücadele ederler. Siyasi partilere ve iktidarlara karşı da bu mücadelenin gerektirdiği şekilde tavır alırlar. Bu mücadele, meşhur benzetmeyi hatırlarsak "gemiye zarar vermeden" yürütüldüğü sürece mesele yoktur, tabiidir ve olacaktır.
Hak ve özgürlük peşinde koşarken edep, ahlak, hukuk, insaf, adalet sınırlarını çiğnememek gerekiyor; çiğneyen kaybeder.
|
Reşat Nuri Erol
10.06.2012
09:32
|
A. Turan Alkan
Başbakan'ı severim; Çamlıca'yı daha çok severim
Bugün, Çamlıca'ya cami konusuna değineceğiz.Okuyunca göreceksiniz ki, konu nâziktir; yanlış anlaşılmaya son derece müsait.
Kalp kırmadan, çam devirmeden, dal-budak kırmadan bana doğru gibi görünen şeyleri sizlerle paylaşmayı bakalım becerebilecek miyim?
*
Hâlen, dev anten direkleriyle görüntüsü kirletilmiş Çamlıca tepesi, İstanbul'un en mûtena, en tabii, en güzel ve yeşil tepelerinden biri (Yedi tepeden biri değil ama!). Allah için söyleyim, Çamlıca'ya câmi çok yakışır; daha doğrusu yakışırdı. Ecdâd lüzum görmemiş; çünkü Çamlıca dünün İstanbulu'nda şehrin dışı kabul edilen bir mevkii. Bir nevi yazlık mıntıkası, nüfusu mevsimlik ve yoğunluğu az. O yüzden hâcet görmemişler. Bir yere câmi yaparken cemaat talebini en evvel hesaba katmak lâzım.
Ecdâd, günümüzde çokça rastladığımız üzere, cemaatin talebini dikkate almadan şân olsun diye cami yaptırmamış; o türden görgüsüzlükler bizim kuşakların yüzünü kızartan türden hamlıklardır. Her boş ve müsait arsaya cami dikmekle dinimizin ekmel ve hak olduğunu, bu yolla İslâm'a hizmet ettiğimizi zannettik; biraz da geçmiş zamanlardan gelen ezikliklerimizi telâfiye çalıştık.
Acaba imanım mı eksik!
Bildiğim kadarıyla Çamlıca'ya cami fikri, Çamlıcalılar'dan değil Başbakan'dan geldi; eyvallah "Gemi yapılsın, istimi arkadan gelsin" fehvâsında 50 bin, yüz bin imza toplanır sonradan ama samimiyeti olmaz.
*
Velev ki karar verildi; cami inşaatının masraflarını kim karşılayacak? Görünüşe göre TOKİ'ye düşecek bu cereme. TOKİ bir devlet kuruluşu; niçin bir cami inşaatını finanse ettiriyoruz ki? Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii de zannederim bu şekilde finanse edildi.
Bu finansman usulünü doğru bulmuyorum. Kaldı ki Müslümanlar'ın bağış yapmaya en çok can attıkları sektör cami inşaatlarıdır (Hele çok şerefeli minare yaptırmak söz konusu ise!). Belki karma bir finansman modeli uygulanır, bilemem. Bildiğim şey cami fikrinin samimi bir talep ve ihtiyaca dayanması, cemaat tarafından tamamen sivil bir teşkilatlanma ile masrafının karşılanmasıdır. Kaldı ki, mabedlere kamu bütçelerinden zaten elektrik, su, temizlik gibi destekler veriliyor bildiğim kadarıyla.
Gündemin baş maddesi "Hasbî"lik olmalı cami meselesinde; siz bu işin bir yerinde hasbîlik görüyor musunuz?
Diyelim ki her renge boyandık da sıra fıstîkî yeşile geldi ve Çamlıca'ya müheykel bir cami yapılmasında herkes mutabık! Turpun büyüğü hâlâ heybede duruyor ama; Çamlıca'nın neresine, nasıl, hangi mimarlık kavrayışını aksettiren bir cami yapılacak? Asıl düşünülmesi ve Müslümanları ilgilendirmesi gereken problem budur ve biz bu noktada feci şekilde kötü örnekler sergiliyoruz (İtiraz etmeden önce lütfen Camigor.com adlı siteyi tıklayınız). Eğer konu hakkında biraz olsun ilgi, dikkat ve endişe sahibi olanlardan iseniz göreceksiniz ki eli ayağı düzgün cami inşa etmek konusunda biz Müslümanların durumu hiç de parlak değildir; hatta sistematik bir başarısızlık bile söz konusu denilebilir. Selâtin câmilerini birebir taklit etmekten tutunuz da, onlardan "esinlenerek" tasarlanmış örneklere, oradan "tamamen özgün ve modern!" arayış gayretlerine kadar yapılmış yüzlerce, binlerce örneğin durumu tek kelimeyle iç karartıcı. Mahalle arasında cemaatin iânesiyle inşa edilmiş küçük mescidlerden başlayarak Selâtin camiilerini taklid eden iri ve görkemli mâbedlere kadar ne yapsak tutturamıyoruz, olmuyor; bana göre bu, medenî başarısızlıktır resmen!
Oh be, bir rahatladım!
İşi erbabına bırakmalı düşüncesiyle mimara sipariş verince başka bir acayiplik çıkıyor ortaya; "mimar anlamaz, biz yapalım" dediğimizde başka bir gudûbet. Bir habere göre Başbakan, Kahraman Maraş'ta yeni inşa edilen Abdülhamid Han Camii'ni örnek göstererek "Böyle bir şey olsun işte" demiş. Maraşlılar kızacak ama söyleyeceğim; ben beğenmedim. "Çok büyük olsun çok cemaat alsın" diye cami o kadar büyük tutulmuş ki tabiata meydan okuyan, çevresindeki yapılaşmaları iriliği ile ezen bir bina şeklinde görülüyor. On bin kişi alabiliyor, 80 küsur metrelik minaresine asansörle çıkılıyormuş; görüyor ve anlıyorsunuz ki bu bir meydan okuma yapısıdır ve benzerlerinin çoğaltılması yerine bilakis azaltılması, insanî, tabiî ve İslâmi ölçeği zorladığı için özendirilmemesi gereken bir örnektir. Bu büyük kütlenin Çamlıca tepesine oturtulduğunu düşünüyorum da...
Birileri için huşû ile seyredilecek bir manzara teşkil edebilir; ben sadece ürperirim. Azeri şairi Mirza Elekber Sâbir'in "Kaç bu Müslümanlardan, sığın bu Müslümanlara" mısrâındaki sığınılacak Müslümanlar'ın nereye kaybolduklarını düşünmeye başlarım.
Olacak iş değil, sakın ha!
*
İşin bir de siluet boyutu var; ona henüz değinmedik. Biliyorsunuz Sarayburnu'ndaki meşhur tarihi silueti Zeytinburnu cihetlerinden bozan ve çizen gökdelenin yükselmesine herkes teorik planda karşı çıktı ama bina fiilen meşrûiyetini ilan etti. Sahibine hayırlı olsun.
Acaba, "Sarayburnu ve Suriçi'nde bozduğumuz siluetin mazeretini Çamlıca'ya bir selâtin camii kondurarak telafi edebilir miyiz?" düşüncesi mi didiklenmektedir diye meraklanmadan edemiyorum.
Her yüksek yere bir cami kondurmak gerekmiyor; bazı şeylerin dağınık ve tabii hali daha güzeldir. Cami inşaatlarının, ahaliye güzel ve şirin görünme merakıyla devlet büyüklerince teşvik edilmesinden rahatsızlık duyuyorum nedense. Acaba imanım mı eksik diye havfleniyorum bazen. Sahi, elâlemin bayılıp kendinden geçtiği güzel projelere karşı çıkıyorum sanki?
Evet, Ataşehir'deki Mimar Sinan Camii'ni de beğenmiyorum; yeri elverişsiz, mimarlığı birebir taklit, çevresiyle uyumsuz, semt sakinlerinin desteğinden mahrum (üstelik sert eleştiriler de alıyormuş) ve her haliyle "desinler, görsünler" maksadına hizmet için TOKİ'ye finanse ettirilmiş bir yapı. Kimse kusura bakmasın, beğenmedim; böyle zorlama projeleri sevmiyorum; dibinde hüsnüniyet, hasbîlik göremiyorum.
*
Toparlayalım. Başbakan'ı severim lakin Çamlıca'yı daha çok severim.
Hayır Çamlıca'da arsam, yatırımım, akrabam esteğim-kösteğim yoktur. Köprüden geçerken seyrederim sadece. Oraya vaktiyle hangi akıllının anten kalabalığı bulaştırdığını düşünür ta'nederim. Çamlıca'ya yapılacak en büyük kamu hayırı, antenleri söktürüp gözden nihan etmektir. Yerine ise hiçbir şey yapılmamalıdır. Cami bile. Çamlıca öyle güzel çünkü. Onun siluetinin tabii güzelliği kendine yetişir, ayrıca İslâmi makyaj filan da gerekmez.
İs-te-mi-yo-ruuum!
Oh be; bir rahatladım, bir rahatladım.
|
Süleyman Karagülle
10.06.2012
20:59
| Mahir Kayna'ın röportajını ilmi makalelerde okuyabilirsiniz. |
Reşat Nuri Erol
12.06.2012
04:36
| Hüseyin Hatemi
hhatemi@yenisafak.com.tr 12 Haziran 2012 Salı
Ahlâk'ın kaynağı
Son günlerdeki tartışmalar gösterdi ki; Ahlâk'ı birçoğumuz 'kendin pişir, kendin ye!' konusu olabilecek bir nesne zannediyoruz. 'Tanrıtanımazlık'dan ancak böyle bir ahlâk anlayışı doğar. Bîçare Sartre'ın'Tanrıtanımaz Varoluşçuluk' kurgusunda olduğu gibi. Bu gibi kurgular beyt-ul-ankebut (örümcek ağı) gibidir. (Ankebut suresi)
Tanrıtanımaz ahlâkçılar, kendileri pişirip kendileri yerken, kendilerine özgürlük tanırlar. Ancak, başkaları da aynı mutlak özgürlükten yararlanıp kendilerine zarar, vermemesi için, 'güçlü' karşısında, Allah'ın koyduğu değişmez ve evrensel ahlâk ilkesine sığınırlar: Lâ zarar......, neminem laedere ilkesi!
Ferdi alanda kendilerini güçlü görenler, mensup oldukları kurt sürüsüne güvenerek, 'kuzu' konumunda olanlar karşısında bu temel ahlâk ilkesini de elbette reddederler: 'Güçlü'nün güçsüzü yok etmesi; Ahlâk'ın temel kanunudur. Böylece güçsüzler, zayıflar tasfiye edilir ve hayatta kalmasını bilenler, 'üstün insan' neslinin doğması için yol açarlar!
Kaba güce dayanan ahlâk; ahlâk değil, ahlâkın reddiyesidir. Bu görüşü tutarlı biçimde ileri sürenler, Sartre'dan daha bîçaredirler. Ancak; insan yaradılışının özünde ilâhi sevgi eğilimi de olduğu için, bu duygularını köreltmemiş olanlar, merhum İkbal'in deyimiyle, 'kalbi mü'min, kafası kâfir' olma çelişkisine de düşerler. Nietzsche'nin ölümüne sebep olan hazin ve asîl müdahaleyi, aşırı yüklü beygirin kamçılanmasına nasıl müdahale ettiğini Azîzan bilirler.
Hüküm Allah'ındır. Nietzsche –ümid ederim ki- delilik ma'zeretiyle sorumluluktan kurtulur.
Evrensel ahlâk ilkelerini kim koymuştur? Tabiat Kanunlarını koyan kim ise, ahlâk normlarını koyan da o'dur. Birisi çıkıp da -Ben yerçekimi Kanunu'nu ilga ettim, percereden atlayıp havada raks edin arkadaşlar! derse ve hemen pencereden atlayan biri çıkarsa o da deli olduğunu göstermiş olur. Evrensel ahlâk ilkelerini ilga ettiğini ilân eden kimselere uyan maalesef çoktur. Çünkü bu atlayış derhal yaptırımla sonuçlanmayabilir, önce paraşütle, âheste âheste 'berzah âlemi'ne intikal edilir, 'Din Günü'ndeki hesaptan sonra da Uluslararası Cehennem Hastahanesi'nin gönderdiği cankurtaranlara (ambülans) binilir.
Allah'ın (Rabbi'nin) kelimesi (sözü) doğruluk (sadık) ve adl ile tamamlandı ve onun kelimelerini değiştirici yoktur. (En'am, 115)
Bazı kardeş ve bacılar daha bu noktada tökezlerler: -Bizim gibi Londra'da, Amerika'da ilâhiyat tahsil etmiş ulemâya, kum ulemâsı gibi tefsir yakışır mı? Biz deriz ki: Adalet, ahlâk gibi kavramlar, Rabbin bize sunduğu içi boş, süslü kutulardır. Yoğusa İslâm'da değişmez ahlâk ilkeleri yoktur. Nâs'ın isti'mali bir huccettir ki onunla amel vâcip olur!
Bazıları bir adım daha atar ve tökezlerler: –Ne münasebet! Elbette Allah neyin günah (haram) olduğunu bize bildirmiştir, ne var ki günah işleme özgürlüğünü de tanımıştır.
Fesübhanallah! Bacı bu ne sözdür? Cana kıymak günah değil midir? Şu halde günah işleme özgürlüğüne saygı göstererek cana kıymayı, başkasına tecavüzü, hırsızlığı cezalandırmayacak mıyız?
Ahlâk ilkeleri ikiye ayrılır: Yaptırımlı olanlar; Hukuk ve Ahlâk'ın ortak ilkeleri demek olan Tabii (İlâhi-Fıtrî) Hukuk ilkeleridir ve 'kimseye zarar vermeme', dolayısıyla 'cana kıymama' ilkesi de bu cümledendir.
Bir de yaptırımsız olan 'ahlâki vazifeler' vardır ki ancak bunlar için 'bu bir rıza lokmasıdır....' diyebiliriz. Bunların karşılığı, mükafat olarak ilahi sevgide ilerlemedir.
Mü'minlerin; temel ahlâk ilkelerini ateistlerden öğrenmiş olması da muazzam bir hüsnü kuruntudur. Bahçe biziz, gül bizdedir. Ahlâk ilkelerini bağışlayan da Vedûd, Rahman, Rahîm olan Rabbimizdir.
Ancak, biz de bundan sonraki adımda tökezlemeyelim! Bu noktada tökezlememek münâfıklar için muhâldir. Onlar kasden tökezlerler. Bir de gafiller tökezlerler ve çifte ölçütlülük batağına saplanırlar. Münâfıklar çifte ölçütlülüğü bilerek seçerler. Namus (töre) cinayetlerini savunan, 'Nataşa' adını verdiği kadın ve kızları istismar eden, nüfuzu su-i isti'mal kapsamında, kendilerine emanet edilmiş kızlara tasallut ve tecavüz eden kimseler vardır ki ahlâksızlıklarının delilini ortadan kaldırabilmek için rahim tahliyesini de dokunulmaz kişi hürriyeti kapsamına almaya çalışırlar. Oysa, 'alâk' konumuna gelmiş olan embryo, insan adayıdır ve bundan sonra ancak ananın hayatı için ciddi bir tehlike varsa rahim tahliyesine başvurulabilir. Çocuk dünyaya getirmek istemeyenler embryo rahim duvarına tutunmadan önce derhal harekete geçebilirlerse geçsinler. Tutunduktan sonra onu oradan kopartıp çöpe atarlarsa, cahiliyye devrinde kızlarını öldüren kimselerin derekesine düşerler. Kürtaj; doğum kontrolü yöntemi değil, ancak zaruret halinde anayı kurtarmak için başvurulabilecek bir yoldur.
Kendilerine emanet (yöneticilik) görevi tevdi edilenler de kendileri ahlaklı davranmakla yetinip yine çifte ölçüt kullanarak ahlâksızlara kamu görevi verirlerse, ahlâk savunuculukları inandırıcı olmaz.
Ne var ki bu tutumları doğruyu, hakkı söyledikleri noktada haksız oldukları sonucuna da vardırmaz.
Sadece Hakk'ı savunanlar ve davranışlarında da tutarlı olanlar,
Hazret-i Emir'in yolunu izleyenlerdir.
Ali gibi er gerek işbu sırra eresi!
|
Reşat Nuri Erol
12.06.2012
16:26
| Nurettin Veren ve cemaat
ERGÜN DİLER 12 Haziran 2012, Salı
Cemaatin ya da hizmetin temelleri KESTANE Pazarı'nda atıldı. İzmirli olduğum için iyi bilirim. Şehrin en iyi fırınları ve manavları oradaydı. Rahmetli babamla gider, sık sık alışveriş yapardık.
Filenin ipleri elimi keserdi ama yine de inadımdan babamdan yardım istemezdim. Ancak kimsenin oturmadığı yıkılmaya yüz tutmuş CİNLİ Köşkü'n önünden geçerken işler değişirdi.
Korkumdan babamın ceketinin altına girer TEHLİKE geçinceye kadar başımı çıkarmazdım. Köşkün CİNLİ olup olmadığını da bilmezdim üstelik.
İşte o dönemde İzmir'e tayini çıkan Fethullah Gülen kısa zamanda kendini sevdirmisti. İsmi yayılmaya başlamıştı. Özellikle okuyamayan çocuklar için gösterdiği fedakarlık dilden dile dolaşıyordu. Henüz 16 yaşında olan Nurettin Veren de bir cuma namazı Hocaefendi'nin yanına gelmiş ve etkilenmişti. Zaman zaman babasından izinsiz geldiği ve saatlerce kaldığı oluyordu. Ama şanslıydı!
Hocaefendi'nin etrafında oluşan çekirdek kadroda yer alacaktı. Ataktı, inatçıydı ve en önemlisi stratejik akıla sahipti. Geleceği düşünerek hareket ediyordu.
Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi, İlhan İşbilen, Ali Candan, Halil İbrahim Uçar, Mehmet Kadan, Kemalettin Özdemir, İsa Saraç, Necdet Başaran ve Zafer Ayvaz gibi isimlerle yola çıkmıştı.
Cemaat büyüdükçe etkisini artırdı.
Hocaefendi'nin sağ kolu gibi oldu. Geleceğe dair planlar yapıyor bunları da en ince ayrıntısına kadar grupla paylaşıyordu. Okullaşma sürecini bütün olumsuz ısrarlara rağmen başlattı. Gerekli izinleri aldı.
Dönüşümün startını verdi. Özal'la başlayan olumlu rüzgarı iyi kullanıp, cemaati Kestane Pazarı'nın dışına çıkardı.
Her oluşumda olduğu gibi DEVLETLE bu kadar sağlıklı ilişki kurması, şimşekleri üzerine çekmesine neden oldu. Hareketin temelinde olan isimler, "Neden sen hep öndesin?", "Devletle nasıl bu kadar rahat iş tutuyorsun?" diye tepkilerini açıkça gösterdiler...
Akıllıydı.
Yumuşadı. Diğer arkadaşlarını da önemli görüşmelere götürmeye başladı. Hiçbir işi tek başına yapmıyordu artık. Çok özel ilişkileri vardı ama yine de dikkat çekmemek için özel çaba harcıyordu. İşlerin tıkandığı noktada uzatılan gizli bir eli tutup her şeyi yoluna koyuyordu. Ve kimse bu gücün ne olduğunu çözemiyordu. O ilerledikçe peşinden gelen KUŞKU gölgesi her geçen gün büyüyordu. Buna rağmen İşbilen ile birlikte Hocaefendi'nin en yakınında olmayı başarıyordu.
İçerideki çekişmelerle geçen yıllar hizmeti 28 Şubat dalgasına kadar getirmişti.
Devletin çirkin yüzü ortaya çıkmış cemaat de ne yapacağını şaşırmıştı.
Bu korkuyu çok iyi okuyan VEREN, bazı istihbaratçılarla olan ilişkisini Hocaefendi'yi PANİĞE sürüklemek için kullandı. Korku dağları yarattı...
Ticari bir takside İlhan İşbilen'i de yanına alarak Hocaefendi'yi 56 gün dolaştırdı. Veren'e göre asker peşlerindeydi. Görüldükleri yerde alınacaklardı. Tek şansları İstanbul'un en ücra köşelerine gidip ortadan kaybolmaktı...
Taksi yolu olmayan semtlerde dolaşırken Veren, aldığı istihbaratları abartarak aktarıyordu. Nabzı o tutuyordu. Hem Hocaefendi'nin korkusunu artırıyor hem de temel kadrodaki arkadaşlarla ilişkiyi koparıyordu.
Böylece 28 Şubat'ın arkasındaki gücün Asya Finans'taki paralara el koyması için zemin hazırlıyordu. "1" no'lu hesap Gülen'indi.. O ikna olursa gerisi çorap söküğü gibi gelirdi.
Bunun için Amerika seyahati düzenlendi. Hocaefendi kaçarak canını kurtaracak PARALAR da cebe indirilecekti...
Ama Hocaefendi akıllı davrandı.
ABD'ye gitmeyi kabul etti. Ancak Asya Finans'ta imza yetkisi olanları da beraberinde götürdü.
Bu noktadan sonra Veren'in bilerek ya da bilmeyerek içinde olduğu oyun bozuldu. 21 bankanın içi boşaltılırken milletin parası millette kaldı. Bundan sonra ipler koptu.
Veren dışlandı. Araya adam koyup barışmak istedi. Aradaki buzları eritmek için çok uğraştı.
Kalkıp ABD'ye gitti.
Ama olmadı. Hizmet artık ona güvenmiyordu. 16 yaşında girdiği camia kendisini istemiyordu. Nurettin Veren kalıbı SOSYOLOJİK terminolojide yerini alıyordu...
Veren, 28 Şubat'ta sızan kasetlerin kendisinin organize etmediğini bir türlü ispat edemiyordu. Bağlantılarını ortaya koyamıyordu. Temel atılırken başlayan şüphe, yıllar sonra acı bir finalle bitiyordu.
Barışı sağlayamayan Veren de kitaplarla, söyleşilerle cemaatin üzerine geliyordu. Bire bin katarak anlatıyordu. Zarar vermek için elinden geleni ardına koymuyordu...
Sonuç alamayınca İşçi Partisi'nin saflarında kendisine yer buluyordu.
Tıpkı 1948'de kontrgerilla eğitimi için ABD'ye giden 16 subaydan biri olan Suphi Karaman gibi...
Yani Türkeş'in silah arkadaşı Karaman'ı anlamak ne kadar zorsa, Veren'i de anlamak o kadar zordu...
Çünkü Veren de Kestane Pazarı'na geldiğinde gencecik bir delikanlı iken, komünizmle mücadele için can atıyordu!
Ama hayat onu da savurmuştu!
Ya da önündeki perdenin inmesini sağlamıştı.
7 Şubat MİT-POLiS krizine de böyle bakmak gerekir. Cemaat denilen gönüllü bir oluşum sonuçta.
Temiz kağıdı isteyen yok!
* Acaba Nurettin Veren örneğinde olduğu gibi cemaate sızıp CIA ile iş tutan birileri olabilir mi?
* Bunları kontrol eden bir mekanizma var mı?
* Savcıları da yanıltan bir operasyon mı yapıldı?
* Bütün planı Yaşlı Kurt mu yaptı?
Kısıklı ile Altunizade'nin yakınlaşması için özeleştiri şart. Bir takım soruların cevabı verilmeden buzların erimesi kolay değil....
Yeni bir sayfa açılması için bence, Başbakan Erdoğan'dan adım atmasını beklemek hayal... Çünkü kendisine yapılan bir saldırı orta yerde duruyor...
Cemaatin akil adamları bir araya gelip Erdoğan'ın güvenini kazanmalı...
Nasıl milletvekilliği istenmeye gidildiyse yine o kapı çalınmalı...
Akıl bunu söylüyor...
Zaman kaybetmek herkese zarar verir. Ama en çok cemaate...
|
Reşat Nuri Erol
13.06.2012
07:07
| Yiğit Bulut
Türkiye Yeni Dünya’da Süper Güç olacak
Cümleyi tam olarak yazayım ve sorayım; Türkiye, Yeni Dünya Düzeni içinde yeni süper güçlerden biri olacak hatta en etkili ilk üç içinde yer alacak” dediğim zaman neden birileri, rahatsız oluyor hatta bana saldırıyorlar anlamış değilim...
En büyük saldırı da gazeteci “gibi” olanlardan geliyor, her zaman da böyle oldu! Tamam arkadaşlar rahat olun Türkiye hep böyle kalacak, küçük olacak ve sizler-patronlarınız-dışarıdaki efendileriniz bu “küçük ama SİZİN yapı” içinde istediğiniz gibi at oynatacaksınız! Hatta “Türkiye küçük ama bizim olsun” diyenlerin içine bir su daha serpeyim; bu topraklar temenni ettiğiniz gibi “sefil” olacak “kaos çıkacak” hatta 1960’tan, 1980’den, 2001’den daha kötü siyasi-ekonomik krizler, büyük devalüasyonlar, depremler olacak! Mutlu oldunuz mu! OLDUNUZ AMA BOŞUNA OLMAYIN!
Sevgili dostlar, Türkiye’de bugüne kadar perdelenen, hükümetleri düşürmeye kadar giden ve iç-dış dinamikler tarafından planlanıp-sahneye konan en büyük oyunun adı; “küçük ama bizim”! Sistem böyle kurulmuş ve 1946-2002 arasında bu oyunun gereği Türkiye darbeler-devalüasyonlar arasında sürüklenip gitmiş. Kim kazanmış? Kim olduğu çok açık; “büyümesin diye tempo tutanlar, engelleyenler gerekirse bu yolda kan dökülmesine bile göz yumanlar”!
Türkiye artık SİZİN değil KÜÇÜK asla değil ve bir daha olmayacak! Türkiye artık büyük, kendine güveni tam ve en önemlisi sizin “ortamı bozma-kontrol etme kapasiteniz” elinizden alınmış durumda!
Sonuç ve iddia: Türkiye, 2012-2023 arasında 1946-2002 yılındaki toplam büyümesinden daha fazla büyüyücek! Daha açık yazayım; Cumhuriyet tarihinde yaptığımızdan daha fazlasını 2023’e kadar geçecek 11 yılda yapacağız ve “prangalarından” kurtulan Türkiye 2023 yani Cumhuriyetimizin 100. yılına “Dünya Denkleminin ana bileşeni” olan YENİ BİR SÜPER GÜÇ olarak girecek! Bütün bunlar olurken YERLEŞİK DÜZEN yerle yeksan olacak ve “Türkiye asla olamaz” diyenlere tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alacaklar! Yaşasın Büyük, Güçlü, Emperyal, Cihanşumul Türkiye...
Bulgaristan’da et neden daha ucuz?
Sadece Bulgaristan değil sınırdan geçince neden et fiyatları düşer ve neden Türkiye gibi hayvancılık-tarım alanlarında dev olması gereken bir ülkede insanımız eti Avrupa’dan kat kat pahalı yer!
Sevgili dostlar, ben bu soruya uzun süredir cevap ararım ama bir türlü bulamam! Acaba tarım ve hayvancılık politikalarımız mı yanlış yoksa et üretimi birkaç ailenin eline geçti ve onlar mı fiyatı belirler hale geldi!
Ben sordum, sizler de düşünün kaldığımız yerden detayları ile devam edelim...
|
Reşat Nuri Erol
14.06.2012
03:54
| Mümtaz'er Türköne
AK Parti çözülüyor mu?
Her şey fani. İktidarlar da. Gelecekte bir gün AK Parti iktidarı da sona erecek. Peki, ne zaman? İşte bu soruyu sormaya başlarsanız, sonun başlangıcındayız demektir.
AK Parti saflarında bir dağınıklık görülüyor. Bu dağınıklığın sebebi rakipsizlik. Saflar, düşmanlara karşı sıkılaştırılır. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en güçlü ve rakipsiz iktidarı tarafından yönetiliyor. Gücün zaafı kendisidir. Siyasette güç temerküzü, gücün sahibine zarar veren bir yıpranma süreci başlatır.
Her şey akışta, hiçbir şey duruşta değil. Bir tek faktör siyasetin bütün dengelerini alt-üst edebilir. İstikrarlı, güçlü ve güven veren bir iktidarın ellerinde iken Türkiye birden kaosa yuvarlanabilir. Mümkün mü? Demokratik siyasette hiçbir şeyin garantisi olmadığına göre pekâlâ mümkün. Peki nasıl? Bu soruya cevap bulabilmek için değişenlere bakalım.
AK Parti geniş bir iktidar bloku olarak yükseldi. Ezilenler, horlananlar, soyulanlar, zulme uğrayanlar AK Parti'nin siyasî elitlerinin peşine takılarak haklarını aradılar. Muhafazakâr seçkinler, üstlendikleri temsil görevini hakkıyla yerine getirdiler. Toplumsal adaleti tesis ettiler. Ülkeye düzen ve istikrar getirdiler. Özgürlükleri genişlettiler. İnsan haklarını güvenceye aldılar. Ekonomiyi iyi yönettiler, ülkeyi zenginleştirdiler.
Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi'nde öğretmenlerin Milli Eğitim Bakanı'nı protesto etmeleri, bu temsil misyonunun muhafazakâr kadrolar için bile sona erişinin işareti olarak görülmeli. Başbakan yargı için, "devlet içinde ayrı bir güç gibi hareket ediyorlar" diyor. Yargı devlet içinde ayrı bir güç değil mi?
Siyasetin temel kuralıdır: Kimse gücü paylaşmak istemez. Paylaşılmayan güç ise her zaman tehlikelidir. Siyaset bizim toplumumuzda kanlı bir oyun olarak süregeldi. Taht için mücadele edilen şehzadelerin Fatih'ten önce sadece gözlerinin dağlandığı anlatılır. Kör bir padişah olamayacağı için, şehzade oyun dışı kalır. Eski metinlerde bu göz dağlama işlemi "tutuldu ve gönül gözü açıldı" diye zarif bir üslupla anlatılır. Yani? Güç mücadelesi insanın gönül gözünü kapatır.
AK Parti kendisini bugünlere getiren en değerli varlığını, düşmanını kaybetti. Safların sıkı durmasına, sürekli tetikte bulunmaya artık gerek yok. Meclis'te üçüncü dönemini sürdürdüğü için siyasete ara verecek olan, zorlu işlerde pişmiş çok sayıda rical var. Önümüzde iki turlu bir cumhurbaşkanlığı seçimi duruyor. Siyasî sistem değişiyor. Yeni ittifaklara, bloklaşmalara gebe bir siyasî iklime giriyoruz. AK Parti gücünü yönetici elitlerine borçlu. AK Parti'nin gerçekten yetenekli ve kariyerleri etkileyici elitleri var. Güçlü elitler, hiçbir zaman tek bir güce boyun eğmez.
AK Parti'yi iktidarda tutan temel dinamik rakipsizliği. Rakipsizlik ve güç temerküzü, bir siyasî partiyi bir arada tutan sıkı bağların gevşemesini getirir. Muhafazakâr elitler toplumun ezici çoğunluğunu temsil yeteneğine sahip. Ama toplumun ezici çoğunluğu muhafazakâr elitlerin dünyası içinde yaşamıyor. Temsil görevi düzen, istikrar ve zenginleşme umudu ile sınırlanıyor.
250. madde tartışması bu güç temerküzünün yol açacağı dağılmayı göstermek için çok önemli bir vesile. Yargının özel yetkiler kullanarak peşine düşeceği suçlar kalmadı mı? AK Parti Meclis grubunun ezici çoğunluğu bu soruya "hayır var" cevabını verecektir. AK Parti'den neden farklı sesler çıkıyor?
AK Parti güçlü bir terkip. Bu terkip şimdi cüzlerine ayrılıyor mu? AK Parti çözülüyor mu? Özel yetkili mahkemelerle ilgili tartışmalar bu sorunun cevabını ararken sağlam bir fikir verecek. AK Parti grubunun, yargı paketi görüşülürken verilecek bir değişiklik önergesine sorgusuz sualsiz "evet" demesini bekliyor musunuz?
m.turkone@zaman.com.tr
http://twitter.com/Mumtazer
14 Haziran 2012, Perşembe
|
Reşat Nuri Erol
14.06.2012
11:01
| Emin Pazarcı
Cemaatin zor günleri!
Takvimler 12 Mart'ı gösteriyordu. 15 gün sonra 27 Mart'ta Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapılacak, iç ve dış "tehditler" görüşülecekti. İç tehditlerin başında "irtica" yer alıyordu. MGK, dini akımları masaya yatıracaktı.
Gülen Cemaati de bu akımların arasındaydı.
Ortalık, kelimenin tam anlamı ile toz-dumandı!
1998 yılında bu şartlar altında ve o sıkıntılı günlerde Fethullah Gülen'i ziyaret ettik. İstanbul Bağlarbaşı'ndaki sohbete Mehmet Ali Ilıcak, Nazlı Ilıcak, Can Aksın, Metin Yılmaz, Cenk Koray, İzzet Sedes, Ahmet Tezcan, Rıza Zelyut, Bülent Aydın, Coşkun Çokyiğit ve Berna Erten gibi isimler katılmıştı.
Cemaate yönelik öylesine baskılar ve yönlendirmeler vardı ki... Hocaefendi, kendisini ispat çabasındaydı:
-Bugüne kadar endişe edilecek bir insan olmadım. Bundan sonra da olmam. Zaten bu ülkenin Cumhurbaşkanı (Demirel) ve Sosyal Demokrat Başbakan Yardımcısı (Ecevit) endişeye mahal olmadığını söylüyorlar.
O günlerde Fethullah Gülen ve cemaati yoğun tehdit altındaydı. Gülen de bu yüzden sık sık benzer sözleri tekrarlıyordu:
-Dinim ve namusum adına söz veriyorum. Huzursuzluk yaratmak istemiyorum. Gerekirse bu ülkeden çeker giderim. Ömrümün geri kalanını bir mağarada geçirebilirim. Kimsenin şüphesi olmasın.
Gülen, bir mağaraya girmedi, ama dediği gibi de yaptı. Baskıların yoğunlaşması üzerine, "huzursuzluk çıkarmamak" için Türkiye'yi terk etti.
* * *
Hocaefendi, o günlerde "komploculardan" şikâyet ediyordu. Sürekli olarak eski Marksistleri suçluyordu:
-Atatürk, müsellem bir dahidir.
İnsanüstü bir zekâya sahiptir. Atatürk hakkında, Marksistlerin ağır iddiaları vardır. "Mustafa Suphi'yi, Karadeniz'de faşist Atatürk boğdurdu" diyen insanların bugün bizlere kurduğu komplolarla karşı karşıyayız. Marksist dayanakları yıkılan bu insanlar, acaba yok oluşun hıncını bize mi çıkarmak istiyorlar gibi bir düşüncem var.
Tam bu noktada, görüşmeden 25 yıl önce başından geçen bir olayı aktardı. Emniyet yetkililerinden "sizi camide vuracaklar" istihbaratı aldığını söyledi.
Bunun üzerine, kendisinin de arkadaşlarına bir uyarıda bulunduğunu anlattı:
-Eğer beni bir gün burada vururlarsa, "hocamızı vurdular" diye bu ülkede sakın kargaşaya sebebiyet vermeyin. "Allah rızası için öldü" diye götürüp gömersiniz bir yere.
Aksi halde hakkımı helal etmem, iki elim yakanızda kalır.
Görüşmede tabii ki cemaat okulları da gündeme geldi. Fethullah Gülen, o günlerde bu okulların devlete devrine bile sıcak bakıyordu:
-Eğer bazı endişeler varsa, bundan sonra tavsiyelerimi, teşviklerimi alacaklarsa, devlete devredilmeleri yönünde kullanırım.
Fakat kaliteyi koruyacaklar mı?
* * *
Aradan 14-15 yıl geçtikten sonra bunları niye mi yazdım?
1) O dönemdeki baskıları hatırlatmaya çalıştım.
2) Bugün gelinen noktanın değerinin daha iyi anlaşılmasını istedim.
Cemaat öylesine sıkıntılı günler yaşıyordu ki...
Gülen Hoca, "Bir mağarada hayatını geçirmeye razı olduğunu" bile söyleyebiliyordu!
Nereden nereye gelindi?
Bugün cemaat, geçmiş sıkıntıların hiç birini yaşamıyor. Üstelik, Türkiye içinde son derece de etkili.
Bunda tabii ki Hizmet Cemaati mensuplarının yaptığı çalışmaların büyük payı var.
Ancak, AK Parti İktidarı ve Başbakan Erdoğan olmasaydı, gelinen noktaya ulaşmak, öyle kolay olmayacaktı.
Önce bunun altı çizilmeli!
Sonra da bütün cemaat mensuplarının Fethullah Gülen'in şu sözlerini bir kenara yazması gerekli:
-Eğer beni öldürecek olurlarsa, sakın kavga etmeyin. Bu ülkede kavga olmamalı.
Ben kavgasız bir Türkiye istiyorum.
Söyledikleri son derece açık ve net. Ortada, öldürülmesi halinde bile katillerle kavga edilmesini istemeyen bir Fethullah Gülen gerçeği var.
Sanırım daha fazlasını yazmanın anlamı da yok.
Herkes, geçmişte yaşananlardan, Fethullah Gülen'in o günlerde ortaya koyduğu tavırdan ve bugün gelinen noktadan üzerine düşen payı çıkarmıştır diye düşünüyorum!
|
Reşat Nuri Erol
14.06.2012
12:11
| İşte Türkiye'nin en güçlü medya çetesi
Ertuğrul Özkök, Türkiye'nin en güçlü medya çetesi'nin hikayesini yazdı! İşte o çete...
GAZETECİLER.COM - 20 yıl boyunca Hürriyet'in genel yayın yönetmenliğini yapan Ertuğrul Özkök, köşesinde Abdullah Öcalan'ın asılmasına engel olan 'medya çetesi'nin hikayesini yazdı!
İşte o yazıdan çarpıcı bölümler:
"Tam tarihi ile veriyorum. 26 Kasım 1999. Türkiye'nin en güçlü medya çetesi, o gün harekete geçti. O gün çetenin bütün üyeleri, "bir numara"dan aldıkları emirle, Türk medyasının en etkili operasyonunu gerçekleştirdi.
OPERASYONUN KOD ADI: 'İSİK'Tİ
Operasyonun Kod adı "İSİK" idi ve şu kelimelerin baş harflerinden oluşuyordu: "İmralı sakinini ipten kurtarma operasyonu".
Bu medya çetesinin kimlerden oluştuğunu birazdan açıklayacağım. Ama önce çete hakkında biraz bilgi vereyim:
Yeni Çağ gazetesi yazarı Servet Avcı, geçen gün bir yazı yazıp, ilginç bir çetele çıkardı. Buna göre, 1999 yılında Yargıtay, Abdullah Öcalan'a verilen idam cezasını onaylayınca, koalisyonu oluşturan 3 partinin lideri toplanıp nihai kararı almadan kısa süre önce, medyada bir çete harekete geçip, onu ipten almak için bir kampanya başlatmış.
Yazara göre Öcalan'ın idamını bu çete önlemiş. Yazar, çete reisinin kim olduğu konusunda bilgi vermiyor. Bunu karine yoluyla çıkarabiliriz.
Övünmek gibi olacak ama çetenin başı olarak beni görüyor olmalı ki, listenin başına, yani "bir numara"ya adımı koymuş.
YENİ ÇAĞ YAZARININ CİDDİ CİDDİ YORUMU
Servet Avcı yan tarafta okuyacağınız bu listeyi çıkardıktan sonra şu yorumu yapıyor:
- "Bu değerlendirmeler, adı geçen gazete ve yazarların farklı tarihlerdeki yazılarından derlenmiş değildir...
- Hepsi, idamın onama kararının verildiği günü takip eden gün, yani 26 Kasım 1999'da yayımlanmıştır...
- Cumhuriyetçi, İslamcı, ulusalcı, solcu, liberal damgalı bir sürü 'âkil gazeteci' aynı amaç uğruna nasıl bir araya gelmişler ve üç liderin yapacağı o uğursuz toplantıdan önce nasıl bir kampanyayı harekete geçirmişler?
- Hepsi bu organizasyonu, 'ülkenin menfaati', 'demokratikleşme', 'akan kanın durması', 'barış ve huzurun korunması', 'çocuklarımızın geleceği', 'terörün bitirilmesi' ve 'Avrupa'yla ilişkilerin devamı' gibi masum gerekçelere oturtmuşlar...
- Adeta tek merkezden yönetiliyormuşçasına son derece başarılı bir kampanya yürütülmüştür...
İşte medyanın 'âkil adamları' kamuoyunu böyle oluşturmuşlardır..."
İTİRAF EDİYORUM ISLAK İMZA BENİM
Ben de şunları söylüyorum:
- İşin gırgırını bir tarafa bırakırsak, bu çetelenin çıkarılması çok iyi olmuştur.
- Evet bu gazeteciler o gün, birbirinden habersiz, aynı şeyi yazmışlardır. Temel mesajları şu olmuştur: "Sakın Öcalan'ı asmayın. Ülkeyi içinden çıkılamaz bir batağa sokarsınız."
- İyi ki bu yazıları yazmışlardır, iyi ki Türkiye o gün bu hatayı işlememiştir.
- Tahmin edersiniz ki, bu harika "çeteyi", Abdullah Öcalan'dan başka kimse bir araya getiremezdi.
- Bir de şuna dikkat: O gün bu riski alarak belki de Kürt meselesinin çözümüne en büyük katkıyı yapan bu insanların hiçbiri, Radikal gazetesinin çözüm için önerdiği "âkil adamlar" listesinde yer almamaktadır. (Oral Çalışlar hariç.) Demek ki, onların misyonu o gün sona ermiş!
EMİN, FEHMİ, SEDAT, ORAL BEN VE ÖMER AYNI ÇETEDE
Bakın Öcalan'ı ipten alan bu medya çetesi, o gün neler yazmış:
- ERTUĞRUL ÖZKÖK: "Öcalan'ın idamını isteyenler, darağacı üzerinden siyaset yapıyor. Onları ekarte edip, aklımızla, mantığımızla karar vermeliyiz. Bunun sonunda ülkemiz uzun yıllardan beri hak ettiği barışa kavuşur..."
- FEHMİ KORU: "İdam kararının infazı Türkiye'yi dış dünyadan kopartan, içe kapatan bir sonuç verecek, içeride de temel hak ve özgürlükler mücadelesini sakatlayacaktır. Bu tehlikeli bir gelişme..."
- ÖMER ÇELİK: "İdam kararının infaz edilmesi halinde Türkiye demokratik süreçten dışlanır. Öcalan'ın idamı, siyasetin işleme şansını da, Türkiye'nin demokratik kanallarla dünyaya katılma şansını da gömecektir..."
- TUFAN TÜRENÇ: "Bu idam Avrupa camiasından tecrit edilmemize neden olacaksa, bunun için çocuklarımızın geleceğini feda etmeye değer mi?"
- OKTAY EKŞİ: "İdam isteyenleri, '30-40 yıl öncesinin Afrikası'nda, eline bir beyaz derili insan düşmüş gibi tamtamlar çalarak sevinenlere benzetmiş, onlara şu aklı vermiş: Aynı Afrika'nın artık demokrasiyle yönetilmeyi deneyecek düzeye geldiğini görmeli ve kendinizi yamyamların düzeyinden kurtarmalısınız!.."
- ORHAN BİRGİT: Uygar ulusların en azılı caniler için bile artık idam cezası uygulamadığını müjdelemiş...
- ORAL ÇALIŞLAR: "15 yıllık büyük acıların ardından, Güneydoğu'da sular durulurken, halk rahatlamışken, ölüm uzaklaşırken, yeni çatışmaları kışkırtacak çatışmalardan uzak durmak gerekiyor."
- HİKMET ÇETİNKAYA: İnfazın Türkiye'nin yararına değil, zararına olacağını, Öcalan'ın asılmasının Türkiye'nin demokratikleşmesine darbe vuracağını öne sürmüş...
- ŞÜKRÜ ELEKDAĞ: "Türkiye'de barış ve huzurun yaşaması için Öcalan yaşamalı."
- DOĞAN HEPER: "İnfaz sadece intikam duygularını tatmin edecek, ancak genel ve sürekli çıkara hizmet etmeyecektir."
- GÜNERİ CIVAOĞLU: "Bu duyarlı konuda sağduyumuzu korumamız gerekir. İnsanlarımızın derin acılarını yüreğimizde hissetmeliyiz."
- TAHA AKYOL: "Türkiye'nin iç ahengi ve dış itibarı bunu gerektiriyor."
- HALUK ŞAHİN: "Duygulardan arınmak, toplumsal sağduyu, akıl ve sükûnet gerekir. Türkiye bu davayla bir yol ayrımına girdi: Avrupalı olmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Kovboy filmlerindeki gibi, ağaca ip fırlatıp Apo'yu sallandırmak doğru mudur? Sanmıyoruz."
- FATİH ALTAYLI: "Kalbim başka aklım başka şeyler söylüyor."
- SEDAT ERGİN: "Hükümet Öcalan konusundaki adımlarını atarken, Avrupa sistemi içinde kalıp kalmak istemediğine de karar vermek zorundadır!.."
- VE EMİN ÇÖLAŞAN: "İdamı bin kez hak etmiştir" dedikten sonra o da diğer 'âkil gazeteciler' gibi 'ama' ile devam ederek, "Ülkemizin çıkarları için idam edilmeyebilir"le cümleyi bitirmişti..
İTİRAF: Ben, Ertuğrul Özkök, yazıda belirtilen İSİK belgesinin altındaki ıslak imzanın tarafıma ait olduğunu kabul ve beyan ederim.
NOT: Bu yazıdaki bilgilerin hepsini Servet Avcı'nın Yeni Çağ gazetesindeki yazısından aldım. Sadece İSİK kod adını ben uydurdum.
|