İç gelişmeler
1206 Okunma, 5 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 

Mahir KAYNAK

 

6 Mayıs 2012 Pazar

 

Türkiye dünyada yeni bir konuma gelirken buna karşı olan hem iç hem dış odaklar olması doğaldır. Ancak bunlar maksatlarını açıkça ifade etmek yerine bazı operasyonlarla hedefine varmak ister.

 

-Türkiye’ye karşı olanlar,  kapalı operasyonlarla hedefe varmak isterler.

-Türkiye’nin gelişmesini istemeyen içte kümse yoktur. Dışta da gelişmesini isteyen yoktur desek fazla yanlış olmaz.

 

Eskiden beri ideolojilerin bir amaç olmadığını, siyasi bir hedefe varmak için araç olarak kullanıldığını söylerim. Güç odakları amaçlarını bir ideoloji içine saklar ve sanki ideolojilerin ifade ettiği değer yargıları asıl hedefleri imiş gibi davranırlar. Mesela ABD karşıtlığı genellikle kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığı olarak ifade edilir ve hedef stratejik olmaktan çıkar bazı değerlerin savunulmasına dönüşür. Bu değerler işçilerin sömürülmesini engellemek, ülkelerin bağımsızlıklarına müdahaleyi engellemek olarak ifade edilir.

 

- Çatışmanın kaynağı ideolojik değildir. İdeoloji aracıdır.

-  Çatışma ve yarışma insanın fıtratında vardır ve yararlıdır. Çatışma yerine yarışma tercih edilmelidir.

 

***

Bir siyasi hareketin herhangi bir güce karşı olması doğaldır ve kiminle birlikte hareket edileceği açıkça söylenmeli diğerlerinin dışlanmasının sebepleri anlatılmalıdır. Bizde bu konular tartışılmaz. Türkiye’nin tek başına dünyaya karşı çıkacağını düşünenlerin yanında dış politikanın adalet, demokrasi ve halkların bağımsızlığı için biçimlendirildiğini de söyleyenler vardır.

 

-Tek başına dünyaya karşı çıkanlar var. Bağımsızlık ve adalet için çalışılması gerektiğini söyleyenler vardır.

- Devletin gayesi insanlık camiası içinde yerinden yönetime saygılı bir devlet olarak varlığını sürdürmek ve muasır medeniyetin fevkine çıkmaktır.

 

Dış politika değerler üzerine inşa edilemez. Önce dünyadaki dengenin nasıl kurulmasının doğru olacağı düşünülür sonra ülkenin buna uygun bir politika uygulamasına karar verilir ve gereği yapılır.

 

- Önce dünya dengesinin nasıl olacağı tespit edilir ondan sonra ülkenin durumu tespit edilir.

- Türkiye’nin dış siyaseti son derece açıktır. Emperyalist olmayan bağımsız, barışçı ve yansız bir Türkiye. Cumhuriyet bu siyaset üzerinde kuruldu. Buraya geldi. Bunu değiştirme, yeni devlet kurma olacaktır.

 

Biz dışarıya bakarak iyilerle kötüleri ayrıştırır ve iyi saydığımızın yanında yer alırız. Mesela yıllarca SSCB karşıtı olmamızın nedeni onun ilk fırsatta ülkemizi işgal edeceğini ve halkımızı esir alacağını düşünmemizdir. Ama Polonya tersini düşünüyordu ve bizim tavrımızın tam tersini yapıyordu. Oysa her iki ülkenin yeri büyük güçler tarafından belirlenmiş ve bulundukları yerin iyi ötekinin kötü olduğu söylenmişti. Komünist bir ülke için batılılar emperyalist ve sömürücü idi.

 

-Polonya’nın ve Türkiye’nin yerini büyük güçler belirlemiştir. Biz onun için Sovyetlere düşmanlık yapıyorduk.

-Büyük devletler değil, sömürü sermayesi belirlemiştir. O gün dünyaya hakimdi. Bize inandırıyordu. Türkiye’de başlayan sol-İslam ittifakı şimdi Putinlik maddesindedir. Artık Sovyet halkına, Rusya devletine düşman değiliz.

 

Günümüzde yerimiz değer yargılarına göre belirlenmeye çalışılıyor. Mesela Esad’a karşı olmamızın nedeni onun halkına yaptığı kötü muameledir. İran ile yakınlığı ve bu yakınlığın Çin’e sağlayacağı faydanın hiç etkisi yok mu? Batılı ülkelerin İran’a karşıtlığı rejiminden mi kaynaklanıyor?

 

-Suriye İran siyasetimizi biz mi düzenliyoruz?

- Biz düzenlesek AK Parti iktidar olamaz.

 

Son günlerde ülkemizde anti kapitalist bir dindar grubun oluştuğu söyleniyor. Bu grubun sadece neye karşı olduğunu biliyoruz ama iktisat politikalarını bilmiyoruz. Sadece emperyalistlerin ülkeyi sömürmesini ve iş adamlarının işçiyi sömürmesini engelleyeceklerini duyuyoruz.

 

-Antikapitalist dindar ortaya çıkmış, kimler meçhul.

- Dünyada hiçbir fikir kendiliğinden çıkmaz. Sermaye karar verir, basın üretir.

 

Oysa olaya şöyle bakmak daha doğru olur: Hangi ülkenin bizi sömürdüğünü düşünüyorlar? Bunun cevabı belli. Dünyada emperyalizmin simgesi ABD’dir öyleyse bu ülkeden uzak duracağız. İçeride hangi iş çevrelerinden şikayet edecekler. Dindar oldukları için yeni gelişen Anadolu sermayesine karşı çıkarlar mı?

 

-  ABD sermayesine mi dindar sermayeye mi?

- Tekel sermaye bununla ne yapmak istiyor. Hedefi nedir onu düşünmemiz gerek.

 

İdeolojinin bir kılıf olarak kullanıldığı ve dış politika ile iktidarı destekleyen iş çevrelerine karşı hareket oluşturulmak istendiği söylenebilir.

 

- Hedef Ak partiyi yıpratmak olabilir.

- Ak partiye direkt karşı çıkamayınca CHP ile Müslümanları birleştirip yıkmak için bir oyun olabilir.

 

CHP’de Kılıçdaroğlu’nun partinin ideolojisini yıkmak için bir buldozer olarak kullanıldığını ve yeni muhalefetin bu yıkıntı üzerine inşa edileceğini söylemiştim. Bu süreç başlamış görünüyor. Ancak partinin yeni biçimi, bugün olduğu gibi, söz düellosu üzerine kurulmayacaktır. Türkiye’nin dünya üzerindeki yeri, yeni ekonomik düzen, farklı kültürlere nasıl davranılacağı belirlenecektir. Bugüne kadar aydınların  partisi olarak bilinen bu parti bu sıfatı hak edip etmediğini de gösterecektir.

 

- CHP’yi de değiştirmekle uğraştırıyorlar. Baykalcılar’ı yıktılar Kılıçdaroğlu’na yenilik yaptıramadılar.

- Demek ki solcularla Müslümanları anlaştıracaklar, Halk partisini renksiz hale getirecekler, böylece Milli Görüş iktidarını yıkacaklar.  Böylece denge oluşturacaklar. Mahir Bey’in anlattıkları bunları gösteriyor. Olabilir.

 

 

Mahir KAYNAK

Boğucu dalgalar

12 Mayıs 2012 Cumartesi

 

Son günlerdeki gözaltılar ve tutuklamalar Başbakanımızı da tedirgin etmiş görünüyor. Adalet sürecinin böyle bir sonuç yaratmasının nedeni nedir?

 

- Davalar başbakanın da nefesini daraltmış.

- Türk milleti oyunları geç anlar ama tam anlar.

 

Bir olay hem siyaseti hem de adaleti ilgilendiriyorsa hangisi daha etkin olacaktır? İlk bakışta hiçbir şey adaletin yerine geçemez deriz ama çıkacak siyasi sonuçlar ülkemize zarar veriyorsa hangisini öne çıkaracağız?

 

-Siyaset mi, adalet mi?

- Devlet tehlikeye girinceye kadar adalet ama devlet yok olacaksa siyaset öne çıkar. Sıkı yönetim müessesesi budur. Her yerde vardır.

 

Son zamanlardaki yargılamalar, olayın demokratik düzene karşı eylem hazırlığında olanların yargılanması olduğu için kamuoyunda destek görüyor. Memnuniyetsizliğini ifade edenler darbeden yana olduklarını söylemiyor ancak birçok delilin düzmece olduğunu iddia ediyor. Bu durumda devletin görevi delillerin güvenilirliğini sağlamaktır. Bu yargıya müdahale değildir sadece adil bir yargılamayı gerçekleştirmektir.

 

- Darbecileri muhakeme halkı memnun ediyor.

- Çünkü sermaye hazretleri basına öyle söylüyor. Beni hiç memnun etmiyor.

 

***

Türkiye ciddi bir değişim süreci yaşamaktadır ve bunun dünya dengelerinde etkili olması söz konusudur. Bu durumda dünyadaki bütün güç odaklarının ülkemizde operasyonlar yapması beklenir. Şu anda en uygun olan düşünce demokrasiyi savunmak ve buna karşı olanları cezalandırmak ve etkisiz kılmaktır. Bunun yanlış bir yanı yoktur ama şöyle bir soru sorulmalı ve cevap aranmalıdır: Acaba demokrasi karşıtlarının tasfiyesi sürecince bazı çevreler kendi karşıtlarını hedefin içine koyup bundan çıkar sağlama peşinde midir? Bu durumda yargılamadan vazgeçilmez ve suç işlemiş olanlardan hesap sorulur. Ancak yargı demetine sonradan dahil edilenlerin aklanması gerekir.

 

- Yargılanmadan vazgeçilemez, sonradan dahil edilenler varsa aklanmalıdır.

- Yargılama asla hukuki değildir. Yargı hukuk düzeni içinde yapılır. Devlete karşı çıkanlar yargı yoluyla değil silah zoruyla bertaraf edilir. Cezalarını da bertaraf eden güç verir.  Asker ölümü göze alan kimsedir. Onu cezalarla korkutamazsınız. Yeneceğine karar vermeden hareket etmez. Yeneceğine karar verdi mi göz yaşına bakmaz. Asker ancak askeri yargı ile yargılanabilir. Emekli olması askerlikte yaptığı suçlar içinde değişmez.

 

Bu MİT’in görevidir. Adalet mekanizmasını kendi çıkarları için kullananlar deliller icat ederek adaleti yanıltıyorsa bunu engellemek MİT’in görevidir. Bu adalete müdahale değil gerçek adaletin sağlanması için yapılması gereken bir görevdir. Bu konuda bilirkişileri yeterli görmememin nedeni bu operasyonların tüm engelleri aşacak biçimde hazırlanmış olmasıdır. MİT olaya sadece deliller üzerinden bakmayacak müdahale eden güçlerin siyasi hesaplarını da ortaya çıkararak kimleri hedef alacaklarını kestirecektir.

 

- Olayları aydınlatmak MİT’in görevidir.

- MİT o zaman bir numaralı aktör durumunda idi. MİT orduya yardımcı olabilir. Bu davalar derhal durdurulmalıdır. Sivil mahkemelerin yetkisidir. Bu yetkiyi onlara verenler suçludur.  AK parti bu noktada suçludur. Sermaye buyurdu. Bunları yaptı. Şimdi işin içinden çıkılamıyor.

 

Son yargılamaların en büyük özelliği bütün delillerin ihbarlar sonucu elde edilmesidir. Oysa bu gibi olayların MİT ve Emniyet tarafından tespit edilip delillerin bunlar tarafından toplanması gerekirdi.

 

- Deliller ihbarlarla elde ediliyor.

- Muhbiri olmayan ihbarlar. Hukuken bu geçersizdir. Çünkü muhbir iftira ediyorsa sonra kendisi cezalandırılır. Bundan dolayıdır, sorumluluğu yüklenmeyen muhbirin ihbarı geçersizdir. Mİ’ in ihbarı da yeterli değildir.

 

MİT bugüne kadar olayları yukardan bakarak tespit eden değil sürecin bir parçası gibi davranmıştır. Yaşadığım bir olayı anlatacağım ama kendimle ilgili bir beklentim yoktur. Sadece geçmişte mevcut olan ve şimdi değişmiş olmasını umduğum bir yapının bu görevini ifa edemeyeceğini söylemek istiyorum.

 

- Kendimden bir olay anlatacağım, beklentim yok.

- Mahir Bey yüzde seksen iktidara doğru yol göstermektedir. Dinleyen var mı?

 

Ergenekon davasındaki delillerden birinde bir gazetecinin anıları anlatılıyor. Buna göre MİT Müsteşarı geçmişte teşkilatın izlediği ve mahkemeye verdiği bir kişiyi evinde yemeğe davet ediyor. Dostça geçen bu birliktelikte benden de söz ediliyor ve Müsteşar önemsiz bir kişi olduğumu söylüyor. Toplantıda Müsteşar yardımcısı da vardır o da misafire “İyi ki teşebbüsünüz engellendi. Yoksa kendi içinizde bölünecek ve çatışacaktınız” diyor. Yani darbenin engellenmesinden değil darbecilerin kendi aralarında çatışmasının engellenmesinden memnuniyet duyuyor.

 

- Mit Yöneticisi, " Darbe engellenmiş ve MİT’in çatlaması önlenmiş." diyor.

- İşte sizin görev verdiğiniz kurum bu. Kuran casusluğu yasaklamıştır. Çünkü kamu işleri gizlilikle yürütülemez. MİT ancak orduya haber getirebilir.

 

Artık ülkemizde güçlü ve akıllı bir istihbarat servisine ihtiyaç çok büyüktür. Önce bu servisin halk düşmanı olduğunu yayan düşünceyi değiştirmek gerekir.

- Açık istihbarat sistemi kurulmalıdır. Birisi aleyhinde kim olursa olsun bir ithamda bulundu mu o itham itham edilene ulaşmalı, cevabı da dosyaya konmalıdır. Hem itham eden, hem de itham edilen dosyalanmalıdır. Herkesin kendi dosyası yalnız kendine açık olmalıdır.

 

YORUM:    

 

Savunma

 

Sağlık iki şekilde korunur. Bataklıkları kurutursanız size sıtma bulaşmaz. Diğeri de siz sağlam vücuda sahip iseniz, aşı olmuşsanız mikroplar size zarar veremezler. Bir insan çevreyi zor değiştirir. Birlik olduğumuz taktirde çevreyi değiştirebiliriz. Ama kendi sağlığımızı kendimiz koruyabiliriz.

Bir devlet kendi varlığını koruması için önce kendi iç düzenini sağlamalı dışarıdan gelen mikropların etkisini bertaraf edebilmelidir. Biz bunu Adil Düzen’le sağlayacağız diyoruz. Adil Düzen’de demek istediğimizi siyasette tekrar hatırlatalım.

1- Devlet insanlık camiası içinde hakem kararlarına uymalıdır, devlet yerinden yönetime saygılı olmalı onların iç işlerine karışmamalıdır.

2- Devlet hakemlerden oluşan adil yargı sistemini getirmeli ve yargı üstünlüğünü gerçekleştirmelidir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecek ve başhakemi de hakemler seçecek onların kararlarına uyulmalıdır. Devlet hakemlerin kararlarını gerçekleştiren bir kurum olmalıdır.

3- Bugün artık kimse ürettiğini tüketmiyor. O halde herkese aş ve herkese iş temin edilmelidir. Bunun için faizsiz çalışma kredi müessesesi meydana getirilmelidir. Para üretime katılan emek karşılığı çıkarılmalıdır.

4- İnsanlara 25 genel hizmet verilmelidir. Ücretsiz olmalıdır. İşletmelerden alınan paylarla karşılanmalıdır. Herkes sigortalı olmalı ama aidatı ödemek durumunda olmalıdır.

Ülkemizi Adil Düzen’e kavuşturduğumuz zaman dış sorunlar da kendiliğinden çözülür.

 

Dıştan gelecek kötülükleri önlemek için:

1- Ülkenin bütçesine yük olmayan, kendi kendisini finanse eden güçlü savunma ordumuz olmalıdır. Bu ordu iç siyasete karışmamalıdır. Siyasiler de orduya karışmamalıdırlar.  Askerlik bedelli ve nöbetli olmalıdır. Askere nöbetliler gitmeli, savaşı onlar yapmalı. Ama ülkeyi de nöbetliler yönetmeli. Ordunun sermayesi bu emek olmalıdır. Askeri mıntıkalar ayrılmalı. Askerler de verilmeli. Ordu kendi gelirlerini kendisi temin etmelidir.

2- Hakemlik sistemini kabul eden ülkelerle stratejik işbirliği yapılarak biz kendimiz bir cephe oluşturmalıyız. Blok oluşturmalıyız. Sermayenin bloklaştırmasına katılmamalıyız.

3-  Hakemliği kabul eden ülkeler bir kredileşme kooperatifi kurmalı ve altın bonosunu çıkarmalı. Uluslararası para olmalıdır. Karşılığı altın olmalıdır. Altın kuyumcularda olmalıdır.

4-Siyasi güç sadece güvenle ilgilenmelidir. İlme, dine ve ekonomiye hakim olma durumundan çıkarılmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
15.05.2012
04:34

"Ülkemizi Adil Düzen’e kavuşturduğumuz zaman..."

Reşat Nuri Erol
17.05.2012
05:14

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

13 Mayıs 2012 Pazar

Müslüman Kardeşler 1928 yılı Mart ayında Hasen el-Benna tarafından kurulan el-İhvanu'l-muslimûn" cemaati bugün, aynı ismi taşıyan veya aynı ilke ve hedefleri benimsemiş olan oluşumlarla altı kıtada 72 devlete yayılmış en önemli "islamî muhalefet" gurubunu temsil etmektedir. Cemaatin hedefi, İslam'ı en kapsamlı bir şekilde anlayıp yorumlayarak yapılacak siyasi, ictimai ve iktisadi ıslahattır. Cemaat, Filistin'de ve Irak'ta Hamas, Lübnan'da Kuvvâtu'l-fecr gibi yabancı müdahale ve sömürgeciliğe karşı mücadele veren gurupları desteklemektedir. Cemaatin ıslahatta uyguladığı aşamalar şöyledir: Önce müslüman ferdi inşa etmek, sonra sırayla müslüman aile, müslüman topluluk (toplum), islamî hükumet, devlet ve bütün dünyaya İslam medeniyeti çerçevesinde öğreticilik. Cemaatin sloganı da şöyledir: Allah gayemiz, Resul önderimiz, Kur'an anayasamız, cihad yolumuz, Allah yolunda can vermek en yüce emelimiz! Kuruluşun, başkandan (el-murşidu'l-âmm) en uçtaki üyeye kadar bütün mensupların vazife ve yetkilerini açıklayan/düzenleyen bir nizamnamesi vardır. 1945 yılında kısmen değiştirilen bu nizamnameye göre kuruluşun başında, aynı zamanda merkez büronun ve danışma meclisinin de başkanı olan "genel rehber" diye çevirebileceğimiz "el-murşidu'l-âmm" vardır. Genel rehber danışma meclisi tarafından altı yıl için seçilir, en az onbeş yıl cemaate üye olması, kırk yaşını doldurmuş bulunması ve nitelikleri vazifesine uygun olması şarttır. Rehber seçildikten sonra bütün üyeler ona bey'at ederler (yeminli sadakat sözü verirler). 13 kişiden oluşan merkez büro yürütme gücünü, en az otuz üyeden oluşan danışma meclisi ise yasama gücünü temsil eder. Bunlara da öngörülen şartları taşıyan üyeler arasından belli müddetler için seçim yapılarak üye seçilir. Merkezin kararları başka ülkelerdeki İhvan mensuplarını ve kuruluşlarını da bağlamaktadır. İhvan cemaatinin giderleri, imkanı müsait olan üyelerin maaşlarından ve gelirlerinden yüzde üç ila yüzde yedisini kuruluşa bağışlamalarıyla karşılanmaktadır. İhvan'ın Batı ülkelerinde de faaliyetleri, mensupları ve Batılılarla diyalogları vardır. Cemaat, mensuplarını eğitmek için aile, aileler topluluğu, kırsal bölgede (tenha bir ormanlık vb. alanlarda) muayyen sayıda ailelerin toplanıp imkanların darlığında yaşama ve dayanışmayı öğrenme denemesi, daha büyük kamplarda bir süre yaşama, kurslar ve kongreler, konferanslar gibi araçları kullanmaktadırlar. Baştan beri hareket içinde kadınların da yer aldığını, onlar için özel okullar açıldığını biliyoruz. İhvan siyasi seçimlere girdiği yerlerde (Mısır, Ürdün, Filistin) listelerinde kadın adaylara yer vermiştir. Devlet başkanlığı hariç, başbakanlık dahil olmak üzere kadınların devlet hizmetinde görev alabileceklerini kabul etmektedirler. 1948 yılında Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak'tan gelen İhvan güçleri Filistin'i kurtarmak için İsrail'e karşı savaştılar ve bu savaşta Şeyh Savvaf, Mustafa Sibâî gibi meşhur liderler birliklere komuta ettiler. Savaştan döndükten sonra Mısır'da İhvan teşkilatı, devletin güvenliğine karşı tahrik ve hareket suçuyla kapatıldı, bunun üzerine İhvan'a mensup olduğu söylenen bir üniversite öğrencisi tarafından başbakan Nakrâşî'nin hayatına bir suikast ile son verildi. İhvan bu suikastı üstlenmediği gibi o zaman hayatta olan Hasen el-Bennâ "Bunu yapanlar İhvan da değildir, Müslüman da değildir" dedi. Buna rağmen kendisi de 12 Şubat 1949 günü devlet eliyle düzenlenen bir suikasta kurban gitti. İhvan cemaatinin kuruluşundan itibaren Mürşid (H. el-Bennâ) kuruluşun yalnızca bir dinî davet ve nasihat cemaati olmadığını, ıslah programlarını gerçekleştirmenin bir aracı olarak siyasete de gireceklerini ilan etmiş be bu karar bugüne kadar uygulanagelmiştir. Günümüze kadar aşağıda isimleri yazılı zevat İhvan'ın genel rehberleri olmuşlardır: 1.Hasenu'l-Bennâ (1928- 1949), 2. Hasen Hudaybî (1949-1973), Ömer et-Telemsani (1973-1986),4. Muhammed Hamid Ebu'n-nasr (1986-1996),5. Mustafa Meşhur (1996-2002),6. Memun Hudaybî (2002-2004),7. Muhammed Mehdî Akif (2004-2010), 8. Dr. Muhammed Bedî (2010-...). Cemaat içinde önemli görevler yapmış ve yapmakta olan ve dünyaca tanınan bazı şahıslar: Raşid Gannuşî: Tunuslu bir siyasetçi ve Müslüman düşünür, Tunus Nahda hareketinin lideri, İhvan Dünya Tanıtm Bürosun'nun üyesi. İbrahim Munîr: Mısırlı, Londra'da oturur, İhvan'ın Avrupa sözcüsü. Faysal Mevlevî: Lübnan İhvan'ı genel sekreteri, Avrupa Fetva Kurulu başkan vekili. Halid Meş'al: Suriye'de hareketin sorumlusu ve Hamas'ın siyasi büro başkanı. İsmail Heniyye: Hamas'ın liderlerinden, onuncu Filistin hükümetinin başbakanı,yasama meclisi üyesi. Abdulkadir Ûdeh: Önemli bir Anayasa hukukçusu ve hakim, Abdunnasır zamanında idam edildi. Seyyid Kutub: İslam düşünürü ve edebiyat tenkitçisi, ABD'de okudu, oradan döndükten sonra İhvan'a katıldı, birçok kitabı defalarca basılmış, çeşitli dillere çevrilmiş ve çok okunmuştur. O da Abdunnasır zamanında idam edildi. Mustafa es-Sibâ'î: Suriye İhvan cemaatinin kurucusu ve Suriye ile Lübnan'da ilk murakıb, Dimaşk Üniversitesi'nin dekanı, Nasır döneminde İhvan'ın icra kurulu başkanlığını yürüttü (merhum). Muhammed Mahmud Savvaf: İhvan'ın Irak şubesinin kurucusu ve ilk murakıbı, Rabıta'nın kurucu meclis üyesi (merhum). Saîd Havva: Suriye'de İhvan'ın genel murakıplığını yaptı, cemaatin önde gelen düşünürlerinden. Zeyneb Gazâlî: Mısırlı bir İslam davetçisi, Abdunnasır zamanında yedi yıl hapis cezası çekti ve işkence gördü. Muhammed Gazalî: Merhum Gazalî çağdaş İslam alimlerinin önde gelenlerinden olup kendine mahsus yöntemlerle günümüz meselelerine çözümler sunmuştur. Aynı zamanda başarılı bir İslam davetçisidir. Seyyid Sabık: Fıkhu's-sünne isimli fıkıh kitabı ile meşhur olmuş bir el-Ezher alimidir, kitabında ictihada dayalı tercih metodunu kullanmıştır. Ahmed Yâsîn: İslam Mukavemet Hareketi (Hamas)ın kurucusu ve intifadanın imamıdır; İsrail ordusu tarafından şehid edilmiştir. Yusuf Kardavi: Çağımızın değerli, meşhur ve müctehid bir ilim adamı ve İslam davetçisidir. Dünya İslam Alimleri Birliği'nin başkanıdır. Zağlûl en-Neccar: Dünyaca meşhur jeolog, ilmî i'caz tefsiri (bilimin daha sonra keşfettiği gerçekleri önceden haber veren ayetlerin yorumu) üzerinde ciddi çalışmaları ve eserleri var. 2007 yılında İhvan'ın yaptığı bir araştırmaya göre bütün dünyada İhvan üyelerinin sayısı yüz milyonu aşmaktadır. Mısır'da on milyon üye ve beş milyon da destekçi vardır. İhvan muhalifleri bu rakamları kabul etmiyor ve sayılarının daha az olduğunu iddia ediyorlar. Lübnan asıllı olup ABD'de yaşayan Ortadoğu uzmanı Prof. Fawaz Gerges'e göre şu anda mutedil müslümanları temsil eden İhvan (Müslüman Kadeşler), yalnızca Mısır'da değil, İslam dünyasının neresinde seçimlere girseler % 25-30 arasında oy alır. Sempozyuma katılan mensuplarına göre İhvan'ın Arap Baharı'nda önemli rolü vardır ve sonunda rüyaları gerçekleşecektir.

Reşat Nuri Erol
17.05.2012
05:15

İbrahim Öztürk ZAMAN gazetesi Boşa geçirecek vaktimiz yok! Yazılarıma iki hafta ara verdim. 'Tatil yapmak için' değil elbette! Bizler için adı 'tatil' olan 'boş zaman' diye bir şey olmamalı. Mevsim itibarıyla yurtiçi ve yurtdışı konferans trafiğim çok yoğunlaştı. Nitekim geçen hafta, yoğun bir şekilde Almanya'da teşkilatlanan TUSKON'a bağlı işadamı derneği Ruhr Bölgesi Business Platform'un konferansları için Düsseldorf hattında bulundum. Oradan Yeni Türk Ticaret Kanunu'na göre yapılanma gereğini anlatmak üzere Antalya'ya Zambak Yayınları'nın bayiler toplantısına katıldım. İkincisi, biriken ev ödevlerimi tamamlamak üzere 'ders çalışmak' için. Öyle bir değişim ve dönüşüm döneminden geçiyoruz ki, sürekli kendini geliştirmeyen bir profesör, beş senede lise seviyesine geriler. Çocuklarından bilgisayar öğrenenler az değildir! Her şey çok hızlı değişiyor, değişmeyen tek şey 'değişimin' kendisi. Bu yüzden kimse seyirci kalmamalı ve kaliteli tepki vermeli. Herkes çok iyi bir 'talebe' olmalı, 'ev ödevini' çok iyi çalışmalı. Ben öyle yapıyorum. Son dönemde hükümet ekonomiyle ilgili olarak tempoyu bir hayli artırdı. Temponun kalitesi ise çok tartışmalı. Teşvikler ve reformlar takvimi hızlandı. Yeni teşvik kanunu çıktı. Türk Ticaret Kanunu (TCK) baştan sona yenilendi. Bütün bunların anlaşılması ve insanımıza anlatılması gerekiyor. Bu yüzden ben de çalışıyorum. Anlayıp uyum sağlayanlar büyüyecek, anlamayıp seyredenler habire ceza yiyecek, piyasadan silinip gidecek. O kadar önemli. Sırf TCK 6.000 sayfa. Teknik ve zor metinler. Günlerdir oturmuş elimde kalem-kağıt uzmanları okuyup kavramaya çalışıyorum. Kendi adıma 'değişime' tepki veriyorum. Seyirci kalmıyorum. Biliyorum ki, yeni mevzuatları, teşvikleri, yasaları iyi takip edersem, iyi ürünlere döndürürsem, ben de bu işleri anlatan bir akademisyen olarak görevimi hakkıyla yapmış olurum. Bir de son olarak içinden geçtiğimiz konjonktüre değinmek isterim. Konjonktür hazretleri beni çok yıpratıyor. Bazı devranlar yazmak çok zor oluyor. Zira yazdıklarınızın on katını yutmak zorunda kalıyorsunuz. Türkiye'de 'yutmak, yutkunmak' zorunda kaldığınız çok ilginç bir devran var. Divan edebiyatımızın zirve ismi Fuzuli'yi bilirsiniz. Fuzuli benim için kainatın efendisi, Hz. Peygamber'imiz için yazdığı 'Su Kasidesi'yle müsemmadır (Kaside ve açıklamalı metin için bkz.http://www.antoloji.com/su-kasidesi-siiri/) Fuzuli bir de sanki içinden geçtiğimiz günleri tarif etmek için kaleme aldığı gazelde aşağıdaki mısraları tarihe not düşüyor: 'Dost bî-pervâ, felek bî-rahm ü devran bî-sükûn Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebûn' (Dostlar pervasız, felek merhametsiz, devran dağdağalı Derd çok, paylaşacak dost yok, düşman çok zorlu, talih kötü) 15 gündür düşünüyorum. Şöyle başımı kaldırıp ufka bakıyorum. Günlük koşuşturmanın ötesinde, geçen günleri harmanlıyor, elimi sıkıyorum, 'geriye ne kaldı?' diye soruyorum. Türkiye'de adeta 'ya devlet başa, ya kuzgun leşe' dedirtecek derecede 'yönetişim kalitesi' dibe vurmuş durumda. Türkiye AB üyelik gündemini bıraktı. Çok çok yanlış. Türkiye sivil anayasa önceliğini de sulandırıyor. Gün geçmiyor ki 'bu da nereden çıktı?' dedirtecek türden güven erozyonuna neden olan açıklamalar gelmesin. Mesela sonradan dil sürçmesi olarak açıklanan 'tek din' muhabbeti. Sonra 'bu dalgalar hepimizi boğar' diye Ergenekon sürecinde yargıya müdahale anlamında açıklamalar. Hem de ne zaman? Eski İçişleri Bakanı Meral Akşener'in ifadeye gideceği sırada arabasının kurşunlandığı bir ortamda. Sonra, kişiye özel cezalar vermeler, bir maçlık affetmeler, bırakın çözmeyi, seyretmeyi bile beceremeyip, haksız müdahalelerle olayı siyasileştirip sonra insanları 'kendi hesabını görmeye' mecbur bırakmalar... Görüyorsunuz, hiç tatil yapmış bir halim var mı?

Reşat Nuri Erol
17.05.2012
05:50

Ali Bulaç Kitlelerin narkozu Futbolun basit bir saha oyunundan ibaret olduğunu sanmak büyük safdillik. Haftanın yedi gününde ve günün her saatinde insanlar futbol konuşup duruyorlar. Kahvehanelerde, berberlerde, alışveriş merkezlerinde, ayaküstü sohbetlerde veya aile ziyaretlerinde belki de en çok konuşulan konulardan biri futbol maçları, maç sonuçları, maç sırasında futbolcuların pozisyonları, yaptıkları transferler, sporcuların magazin medyasına konu olan hayatları, aşkları vs.'dir. Bunun cami cemaatini de içine çekmiş olması önemlidir. 2007 yılında Mekke'de maç için tavafa gitmeyen, televizyonda maç seyrederken -üstelik ihramda iken- etmedik küfür bırakmayan onlarca hacı adayına rastladım. Olup biten yeşil sahada meşin topun futbolcuların ayağında dolaşması ve birilerinin rakip kalenin filelerine topu göndermesiyle başlayıp bitmiyor. Öyle olsaydı, insanların stresle geçen gündelik hayatlarının bitiminde zamanlarının küçük bir bölümünü -ki aslında zaman bize verilmiş bir emanettir ve her anının hesabını varlık aleminin sahibine vereceğiz- maç seyrederek geçirmelerini, bu sayede zihinlerini dinlendirmelerini bir şekilde "tolere etmek" mümkün olabilirdi. Ama mesele bu kadar basit değildir, mesele yorgun insanların zararsız olarak kendilerini dinlendirdikleri, bir parça heyecan duyup eğlendikleri bir konunun çok daha ötesindedir. Giderek bütün dünyada kitleleri içine, milyonlarca insanı sahalara veya ekran başına çeken bu spor dalının politik olduğu kadar, toplumsal, ruhsal ve aynı zamanda ekonomik boyutu var. Bir maç birden fazla kalemin üretimi, dağıtımı mübadelesi ve tüketimiyle yakından ilgilidir. Dile kolay, küresel çerçevede sektörler sıralamasında futbol 15. sıraya, Türkiye'de 6. sıraya oturmuş bulunuyor: "Bilet satışları, saha kenarları, sanalları, bantları ile reklamları, başarılı futbolcu seçimindeki SMS'leri, devre arası etkinlikleri ve daha pek çok ayrıntı çarkın büyüklüğünü belirliyor. Gördüklerimizin dışında spor endüstrisinden beslenen diğer yan alanlarla kişileri de hesaba katınca dünyadaki 15. büyük sektör ortaya çıkıyor. Bir başka anlatımla futbol, 'show business/eğlence işi'nin bir parçası... Maç izlemek sadece 22 oyuncunun top peşinde koşuşturmasının ötesinde bir anlama geliyor. Futbol, dünya toplamında yüzlerce milyar dolar değerinde bir endüstri. Taraftarların renk tutkusu takımlarının renklerinde formaya, şorta ya da bir atkıya dönüştüğünde sadece bu ürünleriyle bile tekstile de katkı sağlıyor. Futbol medyası, futbol yazarı ve çalışanlarını da işin içine katarsak insanların takımdaşlık duygusunu tamamlayan 90 dakikalık mücadelenin oluşturduğu toplam değeri görebiliriz. Görünen o ki, konu takımı olduğunda taraftar satın alma konusunda cömert oluyor. Sporcuların sahada rakip oyuncu daha dokunmadan yerde yuvarlanması, kızması, tartışması bile taraftarların dikkatini çekmek için düzenlenmiş senaryolar olarak gelişiyor." (Zaman, Günseli Özen Ocakoğlu, 16 Nisan 2007.) Futbolun ekonomiyle ilgili boyutu dudakları uçuklatacak gibi; ancak futbol salt ekonomik bir hadise de değildir, politik değeri ve kitleleri siyasi iktidarların çizdiği doğrultuda tutma, birikmiş şiddeti stadyumlarda ve tribünlerde boşaltma gibi yan faydaları da var. Fakat hepsinden daha önemlisi modern toplumun içinden geçmekte olduğu anlam kriziyle yakın ilgisi var. Krizin kendini açığa vurduğu yere narkoz verdiğinizde bir miktar acısı diner. Futbol çağımızın en etkili narkozu şeklinde ruhları çürütüyor. 2004'te GENAR'ın "Futbol ve şiddet" konulu araştırmasında şu bulgular elde edilmişti: Taraftarların yüzde 76,7'si tuttukları takımların şampiyon olması için "hiçbir şeylerini feda etmeyi düşünmedikleri"ni söylüyorlardı, ama yüzde 23,3'ü "çok şeyi feda etmeyi göze alabiliyorlar"dı. Mesela yüzde 5,2'si "parasını"; 2,8'i "bütün mal varlığını"; 2,5'i "canını"; 2,1'i "vaktini"; 1,2'si "eşini-sevgilisini"; 0,5'i "sevgisini"; 0,4'ü "her şeyini"; 0,3'ü "saçını-sakalını"; 0,2'si "cep telefonunu"; 0,2'si "işini"; 0,1'i "sigara alışkanlığını veya arkadaşını" feda edebileceğini söylüyordu. Ucu açık soruya "sol ayağını, ömründen 2 yılını veya arabasını" feda edebileceğini söyleyenler de var. Tehlike bu küçük dilimlerin giderek kitlesel eğilim haline gelmesidir.

Reşat Nuri Erol
18.05.2012
06:44

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

18 Mayıs 2012 Cuma İslamî görüş Baştan beri kabul edilip uygulanagelen anlama ve yorumlama usulüne göre âyetlere ve hadislere bakılır. Kaynağına aidiyeti (sübutu) ve anlamı (delaleti) kesin olanlar üzerinde yorum ictihadı yapılamaz; yalnızca yerini bulup uygulama ictihadı yapılabilir. Manası ihtimalli olan ayet ve hadisler ile hakkında vahye dayalı açıklama bulunmayan konularda anlama, kıyas vb. ictihadlar yapılır ve işte bu noktada farklı görüşlerden söz edilebilir. Usulüne uygun olarak ileri sürülmüş farklı görüşler taassup konusu olmamalıdır. Eskilerin dediği gibi "Benim görüşüm doğrudur, ama yanlış olma ihtimali de vardır; farklı görüş yanlıştır, ama doğru olma ihtimali de vardır" demek gerekir. Tanınmış ve saygın alim Abdulkerim Zeydân'ın, "Toprağı ve halkı ile bütünleşmiş bir müslüman devletini federasyonlara bölmenin caiz olmadığı" hakkındaki görüşünü ve delilini nakletmiştim. "Bu caiz olmadığına göre teşebbüs de –gerekirse ceza ile- önlenmelidir" diyordu. Bu onun görüşü, doğru da, yanlış da olabilir. Ben bu görüşe katılıp katılmadığımı söylemedim; yalnızca şunu söyledim: "Bizde bazı 'insan hak ve hürriyetleri' havarileri de 'federalizm dahil her şey konuşulabilir' gibi laflar ediyorlar da, o hikayeyi ve bu fetvayı bir katkı olur diye naklettim". "Bir katkı olur diye naklettim". Benim görüşümü de şimdi yazayım: Sayısız âyet ve hadis ümmetin birliğinin korunmasını emrediyor, bölünmeyi yasaklıyor. Bu talimatın ilk uygulaması olarak Hz. Ebu Bekir'in halife seçildiği toplantıdaki müzakere önemlidir. Ensar gurubundan Sa'd b. Ubâde "Bizden bir başkan, sizden de bir başkan olsun" demiştir. Hz. Ebu Bekir ve Ömer bunu derhal redderek "Hayır, iki başkan olmaz; bizden başkan, sizden yardımcı (vezir) olacak" dediler. Ümmetin bir parçası bütünden ayrılıp yarı/gevşek bağlı veya bağımsız bir devlet kurunca bölünme gerçekleşir; bölünme gerçekleşince menfaatler ve ihtiraslar çatışır, bölünme çatışmaya müncer olur... Tarih boyunca da böyle oldu. İşte bu sebeple "ümmet bir devlette birleşmiş iken" bunun bir şekilde bölünmesi caiz olmaz. Ama tarihi olaylar ve şartlar sonucu bölünme olmuş ise bu defa "tam bağımsızlıktan birleşmeye doğru giden yoldaki adımların tamamı meşru olur." Görüşüme ititraz edenlerden biri, Hucurat suresinin 13. yetine dayanarak "İslam'ın istediği, kavimlerin ve kabilelerin ayrı ayrı devletler kurmasıdır" demiş. Ayet mealine bakalım: "Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O'na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır". Bu âyet "değerli ve üstün" olmayı belli bir etnik guruba mensup olmaya bağlayanların, Arap, Türk, Kürt olmakla övünenlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için vahyedilmiştir. Değerli olmayı "dindarlık ve ahlaka" bağlamış, hangi ırktan, bölgeden, tabakadan olursa olsun "daha dindar ve daha güzel ahlak sahibi olan"ın diğerlerinden daha değerli olduğunu ortaya koymuştur. Bu âyetin, ümmeti bölerek ayrı devletler kurmakla uzaktan yakından alakası yoktur. Maksadımı doğru anlamak ve değerlendirmek isteyenler, son zamanlarda bu kouya dair yazdığım dört yazıyı birlikte okumalıdırlar.





Sayı: 152 | Tarih: 13.05.2012
Ahmet Hakan
‘Tek din’ mi?
Din kelimesi
1471 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ahmet Altan
Tek Din
Tek Düzen
1421 Okunma
1 Yorum
Vahap Alma
Ruşen Çakır
Devletin gösterdiği ve gördüğümüz Silivri
Suça Yatırım
1282 Okunma
Tayibet Erzen
Mehmet Şevket Eygi
Re'y ve Hevâ Bozuk Yolu
Kuran'ı Kim Yorumlamalı?
1236 Okunma
3 Yorum
Emine Hocaoğlu
Mahir Kaynak
İç gelişmeler
Savunma
1206 Okunma
5 Yorum
Süleyman Karagülle
Yusuf Kaplan
Psişe bozukluğu,yama/n/ma patolojisi ve "ümmileşm
Kur'an'la "ümmileşme"istasyonu
1197 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek


© 2024 - Akevler