Çin’in stratejisi
1230 Okunma, 5 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Mahir KAYNAK

25 Şubat 2012 Cumartesi

 

Çin’in izlediği politikaları belirlemek için önce şartları tespit etmek gerekir. Çin’in ucuz işçilik kaynağı olarak özellikle ABD’li müteşebbisler tarafından kullanılması şu sonuçları doğurdu. Çin ekonomisi, ucuz işçilik ve devletin sübvansiyonlarının desteği ile, dış ticaret fazlası veren bir numaralı ülke oldu. Ancak Çin ihracat gelirlerini ithalatı finanse etmek için kullanmadı ve malını alan ülkelerden alacaklı hale geldi. Yıllarca devam eden bu süreç, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeleri borç batağına sürükledi. Bu paraları küresel sermaye kontrol ediyordu ve büyük bir güce ulaştıkları için dünyada yeni bir düzenin kurucusu ve yöneticisi olmak istediler. Ancak yerli sermaye giderek onların kontrolüne gireceği endişesiyle küresel sermayeye savaş açtı. Şimdi bu büyük savaşın içerisindeyiz. Yani ne İran ne Suriye ne de ABD’nin yenildiği söylenen Irak ve Afganistan önemli sorundur. Zaten gösterilen doğru olsa büyük güç olmanın bir anlamı kalmaz ve manevi güç herkesi yenerdi.

 

- Tekel sermaye ucuz emek sebebiyle Çin’de yatırım yaptı. Çin doları stok etti. Dünya borçlandı. Tekel sermaye yerli sermayeyi ezdi. Yerli sermaye direniyor.

- Tekel sermaye siyasi gücünü kaybetti. Tekelini tam kuramdı. Şimdi Tekel sermaye ile insanlık ekonomik savaşı içindedir.

 

 

***

Şu anda ekonomik yapı yeniden düzenlenirken bu yapının üzerine siyasi dengeler oturtulacak. Bu konudaki öngörüm şöyle: ABD ve Rusya Çin’i ve Avrupa’yı kendilerine rakip olarak görüyor ve bunları kontrol etmek istiyor. Geçmişte esas belirleyici konumda olan askeri güçte hala onlar öndeler. Ancak ekonomik gücü de kontrol etmeleri gerekiyor. Çin ve Avrupa ise Afrika ve Ortadoğu’da etkin olmak istiyorlar. ABD ve Rusya bunu engelleyecek politikalar izliyorlar. Kuzey Afrika ve Arap bölgesindeki ayaklanmaların gerçek amacı budur ve dış dinamikler daha belirleyicidir.

 

- ABD v e Rusya askeri gücünü koruyor. Ekonomik  güç ise AB ve Çin’de. Çatışma burada.

- Sermaye Obama ile ABD’yi kaybetti. Putin ile de Rusya’yı kaybetti. AB de Alman ve Fransız hakim. Çin artık güçlendi. Ekonomik güç hala tekel sermayede. Dörtlü denge üzerinde denemeler yapmakta.

 

Çin büyük ölçüde alacaklıdır ve bunları ilişkileri geliştireceği ülkelere transfer etmek istemektedir. Mesela ABD’deki alacağını bize transfer edebilir. Bugünlerde Çin Başkan Yardımcısının seyahatleri ekonomik amaçlı gözükse de arka planda siyasi hesaplar vardır. Mesela İran’la iyi ilişkiler içindedir ve Türkiye’nin bu ülkeyle iyi ilişkiler içinde olmasını istemektedir. Böylece Ortadoğu’da etkili olacaktır ve Afrika’ya açılan kapıda dostları bulunacaktır. Ziyaret sadece ekonomik olsaydı çok daha önceleri yapılabilirdi. Şu sıralarda ülkemizin cari açığı sorun olmak üzeredir ve Çin bu konuya yardımcı olarak siyasi konumunu güçlendirmek istemektedir. Çin ile yakınlaşma bir seçenek olabilir. Ama bu durumda ABD ve Rusya ile karşı karşıya kalmayı göze almak gerekir. Rusya zannedildiği gibi Çin’e yakın değildir hatta en büyük tehlike olarak onu görmektedir. Aynı coğrafyada olan bu iki ülkeden Rusya’nın  nüfusu azdır ve kontrol ettiği alan hem geniş hem de zengin doğal kaynaklara sahiptir. Bu topraklar Çin’in rüyası olabilir.

 

- Çin siyasi sebeplerle Türkiye’yi ziyaret ediyor.  Rusya ile arası iyi değildir.

- Tekel sermaye dörtlü dengeyi kuruyor. Türkiye’yi denge olarak kullanılıyor. Çin sermayenin isteği ile Türkiye’yi güçlendiriyor.

 

ABD’nin en büyük rakibi Çin’dir. Afrika’yı ve Ortadoğu’yu kontrol ederse en büyük güç o olacaktır. Zaten bu konu çok tartışılmaktadır. Ancak bunu bir kader saymayan ABD gücünü korumak için tedbirler almaktadır.

 

- ABD’nin rakibi Çin’dir.

- ABD’yi kontrol edebilmek için Çin’i güçlendiriyor. İslam’la da Çin’i kontrol etmek istiyor. Dörtlü dengenin yanında İslam’ı da koyabilir

 

Türkiye bu büyük mücadelede kilit ülke konumundadır ve ülkemize yönelik operasyonlar yapılması normaldir ve bunları yaşamaktayız. Önümüzdeki dönemde siyasette büyük değişiklikler beklenmektedir. Bunları bu büyük mücadelenin bir parçası olarak görmek abartılı sayılamaz. Muhalefetin kişisel yıpratmayı ön plana çıkarması ve Erdoğan’ı hedef almasının sebebi açıklanmalıdır.

 

- Türkiye Bu mücadelenin merkezindedir.

 

Mahir KAYNAK

Rusya’nın seçimi

10 Mart 2012 Cumartesi

 

Uluslararası siyasete genellikle şöyle bakılır: Her ülke kendi çıkarları istikametinde politikalar izler ve bunların toplamı dünyadaki düzeni belirler. Çıkar ortaklığı ittifakı, karşıtlığı husumeti belirler. Buna göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında düzen şöyle kurulmuştur: ABD ve SSCB birbirine rakip hatta düşman olduğu için karşı karşıya gelmiş, Batı Avrupa ABD tarafını Doğu Avrupa ise SSCB’yi seçmişti. Bunlar neden birbirinin düşmanı oldular? Almanya’ya karşı birlikte savaşmışlardı. Üstelik SSCB, ABD karşısında çok zayıftı. ABD’nin nükleer silahı vardı ve SSCB bir savaşı göze alamazdı. Bu durumda Batı Avrupa kendini ABD olmadan da koruyabilirdi ve bir hamiye ihtiyacı olmazdı. Tesadüfler bu durumu anlamsız hale getirdi Rosenberg’ler nükleer silahların sırrını SSCB’ye verdiler ve böylece bir denge oluştu. Yani bir karı koca tarihin seyrini değiştirdi. Her zaman ABD ile SSCB arasında bir düşmanlık olmadığını ve bu kurgunun her ikisine de yaradığını ve Avrupa’nın yarısını birisi diğer yarısını ötekinin kontrol ettiğini düşündüm.

 

- ABD Rusya birbirinin hasmı değil dünyayı yönetmek için öyle görevlendirilen güçlerdir.

-Sermaye, Müslümanlık, Hıristiyanlık düşmanlığı arasında kurduğu tarihi dengeyi rejimler üzerinde kurdu. İki savaşı da o organize etti. Almanları o kullandı. Şimdi dörtlü veya beşli denge kurmaya çalışıyor.

 

Bu iki düşman SSCB’nin dağılma sürecine girip ekonomik sıkıntılar içine düştüğünde de yakınlaştılar. ABD’nin oradaki kıvılcımın üzerine benzin dökmesi gerekirken yangını söndüren itfaiyeci gibi davrandı. Hem ekonomik yardım yaptı hem de petrol fiyatlarını artırarak sürekli bir gelir sağladı. Günümüzdeki petrol fiyatları arz ve talep tarafından değil siyaset tarafından belirlenmektedir. Kazananlar Rusya ve çoğu ABD kontrolündeki Ortadoğu ülkeleri iken kaybedenler Avrupa ülkeleri ve Çin oldu. Her iki kanatta da istisnalar vardı ve yapılacak bir şey yoktu. İran kazanan taraftan, Türkiye de kaybeden taraflardan biri oldu.

 

-Sovyetler yıkılınca Rusya’yı desteklemek için petrol fiyatlarını artıran sermaye Çin’i ve Türkiye’yi zor durumda bıraktı.

- Gorbaçov onun planı dışında sosyalizm baskısını bıraktı. Onu gönderdi. Sonra destekledi.  Yeltsin Putin’i getirmekle ihanet etti. Şimdi dengeyi başka şekilde kuruyor.

 

Önümüzdeki dönemde İkinci Dünya Savaşı sonrasına benzer bir durumla karşılaşacağız. ABD ve Rusya hasım iki taraf olacak, diğer ülkeler onların etrafında toplanacaktır. Avrupa ekonomik kriz sonrası gücünü kaybedecek ve enerji ile doğal kaynaklarda Rusya ya da ABD’nin kontrolündeki bölgelere muhtaç olacaktır. Mesela Avrupa Rusya ile karşı karşıya gelirse arabaları yollarda kalacak herkes soğuktan titreyecektir. Çin ise enerji ve hammadde açısından muhtaç hale gelecek ve ihracat yapacak ülke bulamayacaktır.

 

- ABD ve Rusya dünyaya yeniden hakim olacaklar.

- Sermaye dünya dengesini çoklu sisteme oturtmaya çalışıyor. İkil denge işe yaramadı.

 

Bu yaklaşım ülkelerin bir kişiye değil bir politikaya oy verdiğini gösterir. Yani Ruslar Putin’in temsil ettiği politikayı seçmiştir. Üstelik bu politika bir kişinin değil bir gücün eseridir. SSCB’de komünist rejimden vazgeçildiği zaman yazdığım yazımın başlığı “İçe değil dışa dönük” idi ve bunu iktidardaki Komünist Partinin gerçekleştirdiğini yani intihar ettiğini söyledim. İlk sorum mevcut uluslararası denge yani terazinin bir kefesinde ABD’nin diğerinde SSCB’nin bulunduğu denge sona erdiğine göre bir başıboşluk mu olacak yoksa yeni bir denge mi kurulacak oldu. ABD’nin Rusya’yı ekonomik sıkıntıdan kurtarması, onun zaafını kullanmak yerine yeniden güçlenmesini sağlaması yeni bir uzlaşmanın olduğu kanaatini edinmeme neden oldu. Yeni modeli şöyle kurdum. ABD ve Rusya kendilerine rakip olacak iki gücü, yani Avrupa ve Çin’i etkisiz hale getirecek bunların hayati bir ihtiyacını yani enerjiyi kontrol edecekler ve yüksek petrol fiyatının yaratacağı sermayeyi kontrol edecekler. Bu tahterevallinin istinat noktası Türkiye olacak ve Çin ve Avrupa’nın enerji alanına sızmasını engelleyecek bir tampon bölge olacak. Rusya’daki seçimi bir kişi değil bu model kazandı.

 

- Sovyetlerde dengeyi yıktılar. Yeni dengenin kurulacağını Çin ve AB’nin muhtaç hale geleceğini yazdım. Tahteravallinin dayandığı yer Türkiye olacak dedim.

-  Yeni denge kurulunca Euro dolardan kıymetli para oldu. Dolar Çin’e hükmeder oldu.  Çıkmaz burada. Rusya’nın da ekonomisi gelişiyor.

 

Yorum:

Denge

Kâinatta kutuplaşma vardır. İnsanlık da tek topluluk haline gelince iki kutup olmuştur. İsrail oğulları bu dengeyi korumakla görevlidir. Bu görev Kuran’la Müminlere inananlara verilmiştir. Gönüllülere verilmiştir. Birinci Kuran uygarlığında İsrail oğullarının yerini o günkü Müslümanlar aldılar. Son beş yüz senedir İsrail oğulları yeniden direksiyonu ele aldılar. Hala onların elindedir.

Uygarlıklar, bin senelik ömre sahiptir.  Kutuplanmanın gereği batı kuvvet uygarlığını doğu hak uygarlığını göstermektedir. Batı uygarlığı beş yüz sene sonrasından doğu uygarlığını izlemektedir. Batı yüksek seviyede iken,  doğu yeniden oluşmaya başlayacaktır. Kuran’ın önerdiği düzen yani Adil Düzen bundan bin sene evvel uygulamaydı. Kuran düzeninin uygulanabilmesi için çağınızın ulaştığı ulaşım, haberleşme, elektrik gücü ve bilgisayara ihtiyaç vardır. Bu sebeple daha otuz sene geçmeden yeniden saltanat dönemi başlamıştır.

Bugün oluşanlar tamamen Adil Düzen’e hazırlıktır. Dünya kıtalara ayrılacaktır. Güney Amerika’da devreye girecek.  Afrika devreye girecektir. Hint girecek. Beşe üç eklesek sekiz eder. Biz Avustralya’yı ayrı kıta sayıyoruz. Yeni sekiz dokuz blok olacak. Bunlar barış içinde olacaklar. Hakem kararlarına uyacaklar. Bunların silahlı güçleri olmayacak. Silahlı güç devletlerin olacaktır. Devletlerarası gümrükler ve vizeler olmayacak. Barış içinde olacaklardır. Hakim kararlarına uymayanlar diğer devletler birleşip yıkacaklar ve yağmalayacaklar. Halklarını esir edecekler.  Hakem kararlarına uyan devletlere dokunulmayacak. Ama hakem kararlarına uymayan devletler yok edilecektir. Devletlere müdahale yok.

Sermayenin yaptığı plan sonunda Adil Düzen’in gelişmesine hazırlıktır.

 

 

 

 

 

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
11.03.2012
07:06

"ADİL DÜZEN"

ve

"DENGE"

veya

"DENGE"

ve

"ADİL DÜZEN"

*

farketmez...

yumurta-tavuk meselesi...

insanlık/beşeriyet/dünya "DENGE"ye yani "ADİL DÜZEN"e muhtaç...

"DENGE" oluşuncaya yani "ADİL DÜZEN" kuruluncaya kadar çalışmaya devam...

çalışmak bizden, başarı Allah'tan...

*

selam ve dua ile..

Reşat Nuri Erol
11.03.2012
07:27

Hz. Peygamber'in ikinci ashabı olmak, ikinci Kur'an nizamını/medeniyetini kurmakla mümkün...

Adil Düzen Çalışanları olarak bu yönde/yolda bu niyet ve gayretimiz var...

On yıl öncesinden beri bu düşüncedeyiz, defalarca yazdık...

Bu niyet ve gayretle 40 yıldır çalışıyoruz...

Allah niyetimize göre versin...

Amiiiiiiiiiin...

*

yukarıdaki satırları neden yazdım?

Hayrettin Karaman Hocanın yazısını okuyunca aklıma geldi...

sizi yazı ile baş başa bırakayım:

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr11 Mart 2012 Pazar

Marifet bu zeminde iyi Müslüman olmaktır Sevgili Peygamberimiz (s.a.) "Çoğunluğun yolumdan ayrıldığı bir zemin ve zamanda yolumdan ayrılmayana yüz şehid sevabı vardır" buyurmuşlar. "Yüz rakamının geçmediği rivayetler de var. Hz. Mevlana bu hadisi "Mecalis-i seb'a" isimli kitabında açıklıyor: "Bu hadiste abartı var, sahih olmayabilir" diyenler yanılıyorlar; çünkü İslam'ın hakim olduğu bir zeminde Müslüman olmak, ırmak içinde bir damla olarak denize doğru akmaktır, karışık ve ayartıcı bir zeminde (toplum içinde) Müslüman olmak, çölü aşarak denize kavuşmak isteyen bir damla olmaktır. Bu yolculuk ne kadar zor ise karşılığı da o kadar büyüktür." Bu zemini asr-ı saadete çevirmek mümkün müdür? İlk üç nesilden sonra gelenlerin "nesil olarak- öncekiler gibi olamayacağı bildirilmiştir. Şu halde örnek nesillerden sonra gelenler üç aşağı beş yukarı "zemin, muhit, eğitim çevresi" problemi yaşamışlardır. Ayartıcı, bozucu, yoldan çıkarıcı, saptırıcı amillere rağmen iyi Müslüman olmak mümkün müdür? Mümkün olmasaydı istenmez ve mükâfat vaat edilmezdi. Önce iyi Müslüman olmanın tedbirleri alınacak. Bu tedbirler çocuğun ana rahmine düşmesinden önce başlayacak ve işe yaradığı sürece devam edecektir. "Çocukları kendi hallerine bırakalım, biz onları kendi inanç ve hayat tarzımıza uygun olarak yetiştirmeyelim, yönlendirmeyelim" demek bize göre değildir. Tek hakikatin, hatta mutlak hakikatin söz konusu olmadığı, herkesin hakikatinin, değerinin ve ahlakının kendine göre doğru ve iyi olduğunun kabul edildiği sistemlerde böyle bir hürriyet ve eğitim anlayışı mantıklı ve tutarlı olabilir. Ama müslümana göre sahih din İslam'dır, sahih dindarlık Müslümanlıktır, hakikat vahyin bildirdiğidir, vahiy akla ve Müslüman aklı da vahye aykırı (ikisi arasında çelişki) olmaz... Şu halde düşüncede, hayat tarzında, ahlak anlayış ve uygulamasında... çoğulcu olan toplumlarda Müslümanlar, "kalabalıklar içinde yalnız gibi" olmanın yolunu arayıp bulacaklar. Etkileme bakımından kalabalık içinde, etkilenme bakımından yalnız (kendi çevresi içinde) olacaklar. Her şeye rağmen kamil Müslüman olmak hem kolay değildir hem de bu mesele, yalnızca bugünün meselesi değildir. Bütün zamanlarda insan ve cin şeytanları ve onlarla işbirliğine mail nefis vardır. Bu sebeple "ya hep ya hiç" peşine düşmek İslam'a göre doğru değildir. Mesela iman ve ebedi kurtuluş konusunda Peygamberimiz'in (s.a.) açıklamalarına baktığımızda şunu anlıyoruz: Bir yandan açık haram şöyle dursun şüphesinden bile uzak duracağız, öte yandan imanımızı koruduğumuz sürece zaman zaman nefsimize yenilerek günah işlersek ebedî kuruluştan ümidimiz kesmeyeceğiz. İman ve ona ek olarak amel kırıntıları bulunduğu sürece bunun da değerini bilmemiz gerekiyor. Sözün özü: Müslümanların eksiklerini abartarak onları imansızlarla bir tutan, amel kusuru olunca imanın değerini yok sayan sözler din yönünden doğru olmadığı gibi hikmete de uygun değildir.

Reşat Nuri Erol
11.03.2012
07:44

Hamdullah Öztürk Erbakan Hoca Erdoğan gibi olsaydı

28 Şubat bin yıl sürmedi ama o isim altında cereyan eden mücadelenin kıyamete kadar devam edeceğinde şüphe yok. İsim değişir, kılık değişir, kişiler değişir ve tabii olarak zaman da geçer. Mücadelenin özü, değişen isim ve unvanlar altında kendisini koruyarak ilerler. Bugün "28 Şubat bitti" diyenlere sormak lazım: Sana göre 28 Şubat ne idi ki? Bediüzzaman Hazretleri'nin altını kalınca çizdiği bir hakikati hatırlatarak dahasına da dikkatleri çekelim. "Bir kâfirin bütün sıfatları kâfir olmadığı gibi bir Müslüman'ın da bütün sıfatları İslami olmayabilir." Dolayısıyla bir Müslüman, İslami olmayan sıfatlarından birinin galebe çaldığı anlarda hiç beklenmeyecek şeyler yapabilir. Kâfir denilen insanlar, inanç açısından bu şekilde tanımlansalar da vasıfları açısından İslam'a uygun birçok sıfata sahip olabilirler. O sıfatların tezahür ettiği yerlerde küfründen beklenmeyecek tavırları, duruşları sergileyebilirler. Meselenin her iki tarafına dair yüzlerce örnek verilebilir. İşin özü, bir kötü vasfından dolayı insanları yerlere batırmak ne kadar yanlışsa, bir iyi vasfından dolayı semalara çıkarmanın da o kadar yanlış olduğudur. Bu ikaza dikkat etmek gerekir. Erbakan Hoca, 28 Şubat postmodern darbesinin iktidar olarak birinci muhatabıydı. Böyle bir muhalefetle karşılaşacağını, devr-i iktidarının çok da kolay geçmeyeceğini biliyordu. O yüzden ilk icraatlarından biri, maaş artırımı yoluyla askerlere jest yapmak olmuştu. Muhtemelen ve kızının verdiği röportajda da olduğu gibi, askerlerin "Milli Görüş'ü tanıdığı takdirde karşı olmayacaklarına inanıyordu". Ama öyle olmadı. Çiller gibi Türkiye'nin modern yüzünü temsil eden ilk kadın başbakan bile, koalisyon vasıtasıyla Milli Görüş'ü iktidara taşıma "hatasından" dolayı, hışımları üzerine çekmekten kurtulamamıştı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi, Erbakan Hoca'nın da kendisine göre bir mücadele tarzı vardı. Rahmetlinin tarzında birinci öğe zannediyorum kendisine olan fevkalade özgüveniydi. Onun 'Bir şeyleri bilmek için ya da doğru karar verebilmek için başkalarına ihtiyaç duyduğu olur muydu?' bilemiyorum. Bildiğim 28 Şubat gibi herkesi ilgilendiren bir meselede kimsenin sesini duymadığıydı? İşte Erdoğan'ın hocasından farkı burada ortaya çıkıyor. 28 Şubat tecrübesi ona mücadelenin münferit olamayacağını göstermişti. Erbakan Hoca ilk elden hâkim güçlere karşı seçmeni ya da maruf haliyle sokağı kullanmayı deneyip, halkı Sultanahmet Meydanı'na toplamıştı. Tayyip Bey'de ise birçok kritik zaman yaşandığı halde sıra asla sokağa gelmedi. Meseleyi sokağa indirince provokasyonların önünü almak o kadar kolay değildi. Seçmene sahip olmakla sokağa sahip olmak farklı şeylerdi çünkü. Nitekim Sultanahmet Meydanı'ndaki karşı duruş, bu farkı iyice fark ettirdi. Erbakan Hoca, bağıra bağıra gelen 28 Şubat'ı tek başına karşılamak yerine, memleketin akl-ı selimini temsil edenlerle bir araya gelmeyi deneseydi nasıl olurdu? Erbakan Hoca'nın Erdoğan'dan farklı bir tarafı da buydu. Fikirlere ve temayüllere ehemmiyet vermek yerine konutta yemek vermeyi tercih ediyordu. Oysa 28 Şubat'ın paşaları arasında bile uygulamayı doğru bulmayanlar vardı. Hatta yapılan şeyin yanlışlığı, postmodern darbenin şahinlerinin bile yüreğinde titremeler meydana getirdiği için arka planda mazeret teşkil edecek açıklamalar getiriyorlardı. Yani ki, Erbakan-Çiller koalisyonu 28 Şubatçılar karşısında güçsüz değildi. Ama iktidardan anladıkları şey, sahip oldukları gücü değerlendirmekten alıkoyuyordu. AK Parti devrinin başlangıcında Erdoğan'ın milletvekili bile olamadığını hatırlar, süreci ince ince analiz edersek, bugünkü hükümetin iktidara geldiğinde Refah-Yol'dan daha güçlü olduğunu söyleyemeyiz. Onlar memleketin akl-ı selimini teşkil eden çizgiyi takip ettikleri için her kurumdan ve her kesimden destek gördüler. Erbakan Hoca da Erdoğan gibi olsaydı aynı desteği fazlasıyla arkasında bulabilirdi. Ama olmadı. O bir ustaydı ve her şeyi yapabileceğine inanıyordu. İnandığını yaptı. Sonucunu da hep birlikte yaşadık. h.ozturk@zaman.com.tr 11 Mart 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
11.03.2012
08:13

Mahir Kaynak'ın bugünkü (pazar) yazısından kısa bir bölüm dikkatlerinize sunulur:

"Önümüzdeki dönemde ülkemizde çok büyük politik değişmeler olacağı bilinmektedir. Başbakan 3 defa üst üste seçildikten sonra Meclise giremeyecektir. Aynı durumda olan birçok milletvekili de seçimlere katılamayacaktır. Yeni kadronun Başbakanın etkisi ile oluşmasını engellemek için onun sağlık durumu hakkında olumsuz şeyler söylenmiştir. Yani o artık söz sahibi değildir denmiş ama yeni gücün kim olacağı sonraya bırakılmıştır. Sadece Stratfor değil ülkeyi yönlendirmek isteyenlerin üzerinde çalıştıkları konu yeni başbakanın ve cumhurbaşkanının kim olacağıdır. Bu değerlendirmeler genelde kişiler üzerinde yapılır ve onun ideolojisi belirleyicidir..."

Reşat Nuri Erol
17.03.2012
09:10

yorumsuz...

***

Taha Kıvanç tkivanc@stargazete.com Erbakan Müzesi

ile

Erbakan Araştırma Merkezi’ne

ne dersiniz? 17 Mart 2012 Cumartesi Necmettin Erbakan’ı yüzyüze ilk tanıdığımda henüz politikaya atılmamıştı. TOBB Başkanı sıfatını taşıdığı 1960’lar sonlarında Anadolu’da ‘İslâm ve İlim’ başlıklı konferanslar veriyordu; o kapsamda geldiği İzmir’de görmüştüm kendisini... Konferans metnini kitapçık halinde yayınlama fikri üzerine kendisiyle görüşmem gerektiğinde İstanbul’un Fatih semtinde Akdeniz Caddesi üzerindeki apartman dairesine gitmiştim. Siyasi yasaklı günlerini de Ankara’nın Aşağı Ayrancı semtinde bulunan Gül Apartmanı’nın bir dairesinde geçiriyordu. Tanınmış bir profesör ve önemli bir partinin genel başkanı için mütevazı evlerdi ikisi de... Şimdilerde kopan ‘miras’ kavgasını, havada uçuşan rakamları işittikçe olan-biteni anlamakta zorlanıyorum. Büyük adamların değerini en az anlayanların ailelerinin fertleriyle o kişiye yakın duran kişiler olduğuna dair tespit geliyor aklıma. Çocukları ve bir kısım dava arkadaşları hatalı davranıyorlar. Bu ilk değil; Alparslan Türkeş’in arkasından da buna benzer bir olay yaşanmıştı. Paraya kıymet vermez bilinen bir liderdi Türkeş de; ancak vefatı sonrasında yurtiçi ve dışındaki banka hesapları çocukları arasında miras kavgası yaşatmıştı. Mahkemelik de oldular. Kopan gürültü, büyük ihtimalle, saygın kişilerin araya girmesiyle kısa sürede dindirildi. Mirası üzerine kopan gürültüyü daha baştan bilge kişiliğiyle dindirebilecek yakın dava arkadaşları var Erbakan Hoca’nın; ancak bir kısmı kendilerini çabucak taraf haline getirdi; araya girseler de sonuç almaları hayli zor. Alın teriyle kazanılmış gelirlerden mâdâ paralara hükmeden kişilerin mirasları her zaman sorun oluyor bizde. Adam güvenilir bir kişi olduğu için kendisine para teslim edilmiştir; ecel beklenmedik bir zamanda gelince onun üstünde gözükür başkalarına ait para... Ya da, bulunduğu konum gereği kendisine para emanet edilen kişi, emanet parayı sağlığında yerli yerine harcama fırsatı bulamaz... Böyle vakalar çok... Öyle bir durumda ne yapılmalı? Siyasi bir hareketin lideri güvenilir bir insandır ve ona bu kişiliği sebebiyle para emanet edilir. Doğru olan, emanet paralar ile kendi gelirlerinin hesaplarının ayrı tutulması, irtihal durumunda şahsi parasının mirasçıları arasında pay edilmesi, emanet paraların ise harcanması beklenen yerlere yönlendirilmesidir. Devlet geleneğimizde, hükmeden kişilerin şahsi servetleri (Hazine-i hassa) ile devletin kasası arasındaki gibi bir ayrım... “Devlet başkanının mirası olmaz” esası bu yüzden konmuştur; konumunu işgal etmeyi sürdürdüğü müddetçe elinin altındaki kaynakları serbestçe kullanır devlet başkanı, başka amaçlarla kendisine tahsis edilmiş kaynakları kullanmasına izin verilen lider, vefat ettiğinde, ailesi fertlerine miras bırakmaz... Vakıf oluşturma geleneği mirasını çocuklarına geçirememe ihtiyacından doğmuştur. Hoca’nın mirası medya için ağız sulandırıcı bir konu... Kariyerlerini ‘Erbakan-karşıtlığı’ üzerinden oluşturmuş insanlarla dolu medyamız. Erbakan’ın sürdürdüğü mütevazı hayat onlar için rahatsızlık kaynağıydı... Üzerinde kavga çıkacak, çocuklarını birbirine düşürecek çapta bir servet kokusu gözlerini açtı, kulaklarını dikleştirdi. Peşini bırakmayacaklardır. ‘Mercümek olayı’nın gündemi meşgul ettiği günlerde bir toplantı için gittiğim Köln’de, Milli Görüşçü samimi insanlarla birlikte olmuştum. Birine, “Eh, bundan böyle yemenden keserek Ankara’ya para göndermezsin” diye takıldığımda aldığım cevap hafızamda dünmüş gibi taze: “O benim hiç vazgeçmeyeceğim vecibem” demişti yıllarını gurbet elde geçirmiş adam... O olay pek sarsmadı, ama miras kavgası, davasında samimi pek çok kişinin moralini bozar. Galiba en ideal çözüm sırf bu amaçla oluşturulacak bir vakıftır; Necmettin Erbakan’ın nâmını ebediyete kadar sürdürmeyi sağlayacak bir vakıf... Oturduğu ve içinde vefat ettiği Ankara’daki evi ‘Erbakan Sosyal ve İslâmi Araştırmalar Merkezi’ haline getirilir, İstanbul’a geldiğinde kalsın diye alındığı anlaşılan yalı da ‘Erbakan Müzesi’ haline... Kavgaya gerek yok...





Sayı: 143 | Tarih: 11.03.2012
Ahmet Altan
Kötü şeyler, iyi şeyler
İskoç Duşu Sanki İyi Yöntem
2784 Okunma
Vahap Alma
Yusuf Kaplan
İslam'sız bir eğitim sistemi düşünülebilir mi?
Bu ülke "müslüman"bir ülke değildir!
1766 Okunma
11 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Takıldığım iki konu
İhanet ve cesaret
1472 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Erbakan tankların üzerine niye çıkmadı?
Teslimiyet
1330 Okunma
Tayibet Erzen
Mahir Kaynak
Çin’in stratejisi
Denge
1230 Okunma
5 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Şevket Eygi
İçimizdeki İbn Sebe'ler
Cemaatler, Tarikatlar Birleşmez
1220 Okunma
Emine Hocaoğlu
Hüseyin Gülerce
Yeni anayasanın cesur bir sahibi var...
Orta Oyunu
1172 Okunma
Zafer Kafkas


© 2024 - Akevler