Kim yönetiyor?
1235 Okunma, 4 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Mahir KAYNAK

Zorluğa hazırlanmak

 

27 Kasım 2011 Pazar

 

Önümüzdeki günlerin, bir dünya savaşı dahil, zorluklarla dolu olacağı genel kanı. Bu nedenle geleceğe yönelik tahminlerde bulunmak ve gereken tedbirleri almak zorundayız. 11 Eylül’den beri, önceden olacağını düşündüğüm, küresel sermaye ile ulus devletler arasındaki çatışmayı yaşıyoruz. Genel kanaat günümüzdeki gelişmelerin herhangi bir güç tarafından yönlendirilmediği, olayların doğal akışı içinde seyrettiği yönünde. Bu nedenle çatışan taraflardan söz etmek anlamsız ve herkes ansızın yağan bir yağmurun yarattığı sellerle karşılaşmış gibi ve bunun zararlarından kurtulmaya çalışıyorlar. Bu görüşe katılmıyorum ve şiddetli yağmur öncesindeki bulutlar gibi havanın kararmaya başladığını ve özellikle ABD’nin buna hazırlandığını düşünüyorum.

- Sermaye, devletle çatışması var. AB hazırlanıyor.

- Sermaye değişecek veya yenilecek, İnsanlık içinde ulus varlıklar güçlerini koruyacak.

 

ABD’nin stratejisini şöyle özetleyebiliriz: Hedef bütçe ve dış ticaret açığını kapatmak, biriken borçlardan herhangi bir ödeme yapmadan kurtulmak. Dış ticaret açığını kapatmak zor değil. Çünkü ABD’nin ihracatını aşan ithalatı lüks tüketim maddelerinden oluşuyor ve bundan vazgeçmek hayati öneme sahip değil, sadece marjinal refahın azalmasına yol açar. Bütçe açığını kapatmak için özellikle askeri harcamaları azaltmak ve dünya üzerindeki etkinliği ittifaklar yoluyla sağlamak politikasını izlemeyi düşünüyor. Bunun yanında harcamaları azaltacak tedbirler de alacak.

- ABD açıkları kapatmak için askerî gücünü ittifaklara çevirebilir.

- ABD’nin sorunu devlet politikasından değil faizli karşılıksız paranın iflasa gitmesinden kaynaklanıyor. Çaresi yeni para sistemidir.

 

Biriken borçlarını ödemeyecek, banka ve finans kurumlarının iflası ile borsadaki büyük düşüşler borçtan kurtulmasını sağlayacak. Bunun halk üzerindeki olumsuz etkilerini önlemek için krizden Wall Street’i sorumlu tutan gösteriler yapılıyor.

- ABD dış borçlarından doları batırarak kurtuluş sağlayabilir. Sorumlu tekel sermaye.

- Dolar, kendiliğinden batıyor. Sermaye yeni para peşinde.

 

Avrupa’nın ekonomik yapısı ABD’den farklı. Onun ithalatı hammadde ve enerjide yoğunlaşıyor ve bu nedenle bu ihtiyaçlarını borçlanarak karşılayanlar büyük sıkıntı çekecek. Ayrıca eskisi kadar çok ihracat da yapamayabilirler. Bu durum AB’nin oluşumunda izlenen politikanın yanlışlığını da ortaya koyuyor. Rakip ekonomilerin, yani aynı ekonomik yapıya sahip olanların bütünleşmesi büyümedir ancak eksikliğin giderilmesi için rakip değil tamamlayıcı ekonomilerin birleşmesi gerekir. Şu formülün uygun olacağını düşünüyordum. AB üç ülkenin temelini oluşturacağı bir birlik olmalıdır. Fransa askeri, Almanya ekonomik gücü temsil etmeli ve buna eklenen Türkiye ile enerji alanlarına ve İslam dünyasına yaklaşılmalıdır. Oysa AB politikacıları kendilerine hiçbir yarar sağlayamayacak aksine yük olacak Doğu Avrupa ülkeleriyle Yunanistan, Portekiz gibi sorun kaynaklarıyla bütünleşmeyi tercih ettiler. AB konusundaki bir tartışma programında “AB’de hiç stratejist yok mu? Hepsi izindeler mi” demiştim.

- AB’deki zorluk bütünleyici olmayan devletlerden oluşmasıdır. AB Fransa, Almanya ve Türkiye birliği olursa süper güç olur.

- AB tarih olmuş imparatorluk benzeri bir oluşuma özeniyor. AB Adil Düzen ile düzlüğe çıkar. Güçlü normal ulus devletler ve Avrupa topluluğu. Siyasi birlik değil.

 

Dünya yeniden kuruluyor ve bu bir dünya savaşının etkilerine yakın sonuçlar yaratacaktır. Ülkemiz enerji konusunda gerekli politik tedbirler aldıktan sonra ihracatındaki azalmayı kısmen yeni pazarlarla karşılasa bile talep daralmasıyla karşılaşabilir. Gıda ihtiyacını kendisinin karşılaması önemli bir avantajdır ama bu ürünlerin halka intikali için iş yaratmak gerekir. Bu konuya çözüm olarak inşaat ve bayındırlık hizmetlerin artırılmasını ve bunun başlangıçta Merkez Bankasının karşılıksız çıkaracağı parayla finanse edilmesini düşünüyorum. Paranın doğrudan tüketiciye verilmesiyle bir yatırım aracılığıyla üretime katkı yaparak halka intikali farklı sonuçlar yaratır ve bunun hiç enflasyona sebep olmadan yapılması mümkündür.

- Türkiye krizleri tüketiciye kredi verilerek yatırım aracılığı ile atlatabilir.

- Evet halka selem (sipariş) kredisi, artık emeğe taşınmazı borçlandırarak çalışanlara çalışma kredisi, Sanayiye mal kredisi, tüccara da kredileşme kredisi verilerek ekonomi düzlüğe çıkar.

 

 

 

Kim yönetiyor?

3 Aralık 2011 Cumartesi

 

Değerli arkadaşım Prof. Ergun Türkcan yazılarıma imza koyacağını söylüyor ama bazı noktalara da itiraz ediyor. Bu konunun tartışılması gerektiğini düşündüğüm için yazıyorum.

Ben dünyanın bazı akil adamlar tarafından yönetildiğini söylerken o gerçekte herkesin kendi çıkarları yönünde hareket ettiğini ve sonucun herhangi bir iradenin eseri olmadan bu davranışların bileşkesi olarak oluştuğunu söylüyor. Yani insanların bazı politikalar üretmesinin, olayları kendi istekleri doğrultusunda oluşturmak istemelerinin, sonucu; onların tayin ettikleri anlamına gelmeyeceğini söylüyor. Yani ben düzenlenen bir dünyadan söz ederken o kaotik bir ortamda yaşadığımızı düşünüyor. Durumu şuna benzetiyorum. Ortada kocaman bir küre var ve herkes kendi istediği istikamete gitmesi için onu itekliyor. Sonunda kürenin bazılarının ittiği yönde ilerlemesi sadece onların eseri değildir ve iten güçlerin bileşkesi onun yönünü belirler.

- İnsanlığın yönünü güçlerin bileşkesi belirler.

- Kuvvetler dengesinde diğer güçler dengede ise yönü yalnız küçük de olsa bir güç belirler.

 

Ayrıldığımız nokta benim bazı güçlerin çok etkili olduğunu hatta diğer güçlerin nasıl davranacaklarını da tayin ettiklerini düşünmemden kaynaklanıyor.

- Bazı güçlerin etkili olduğu husus ayrıldığımız noktadır.

- O güç her zaman vardır. Uygarlıklarla değişir. Önce dinlerden bir din, sonra siyasilerden bir siyasi güç, şimdi ABD’deki tekel sermaye hakim güçtür. Yeni güç ilim olacaktır.

 

Şu konular üzerinde fikir alışverişinde bulunuyoruz: Ülkelerin borçları üzerine rakamlar yazılmış kağıt parçalarıdır ve ödenmesi söz konusu değildir. Ancak bu rakamlar siyasete etki eder. Mesela Çin trilyonlarca dolar alacaklıdır ama bunun tahsili söz konusu değildir. Ancak bu alacaklar Çin’in bugünkü konumuna gelmesi için ödediği bedeldir ve bu bedel ulaştığı yere gelmek için ödenecek en küçük bedeldir. Onun gibi sefaletin temsilcisi olan bir ülke finansal oyunlarla dünyaya yön verecek bir konuma gelmiş, uzay teknolojisi dahil her türlü ileri teknolojiyi kullanabilir bir durumdadır. Hatta komünist olmasına rağmen kapitalizme esir olduğu da tartışmalıdır. O kapitalizmin bugünkü tartışmalı halinin yaratıcısıdır ve muhtemelen kapitalist düşünce eski konumunda olmayacak, sosyalizme yakınlaşacaktır.

- Çin’in doları vardır. Karşılıksız kağıttır. Şimdi işe yaramıyor. Çin onun sayesinde ekonomik ve askeri güç oldu. Hatta uygarlığa katkıda bulunabilir.

- AB, Eski Sovyetler, Çin, Hint, İslâm alemi, Afrika, Güney Amerika ve ABD artık varlıklarını hissettiriyorlar. Sermaye devre dışı olmaktadır. Karşılıklı para bu sorunu çözecektir.

 

İnsanlar yıllardır ses çıkarmadan yaşadıkları otoriter rejimlere başkaldırmış ve baharlar yaşanmasına neden olmuşlar deniyor. Yani halk kendi iradesiyle özgürlük ve demokrasi istemektedir. Bu istek dalga dalga yayılıyor ve bir bölgeyi kaplıyor. Ben bunun da halkın talebi olmadığını, siyasete yön veren güçlerin halkı yönlendirdiğini düşünüyorum. Şöyle bir benzetme yapıyorum: “Halk dağ gibidir ve onun sesi yoktur. Duyduğunuz sesler sizin sesinizin akisleridir.” Halka yön veren medya egemen ekonomik ve siyasi güç tarafından belirlenir. İşe yaramayan sesler yer bulamaz ama iyi sesler çok öne çıkar. Bu nedenle demokrasinin halkın düşünceleri değil tercihleri olduğunu düşünüyorum ve bunu yanlış bulmuyorum. Dünyadaki olaylar kolay anlaşılabilir değildir ve anlaşılması çok güçtür. Onun için yöneten güçler halka kendi tercihlerini kabul ettirmek için mükemmel bir sistem kurmuştur. Yani Arap Baharından halkın istekleri değil o güne kadar bölgeyi yöneten gücün yerini alan yeni gücün istekleri çıkacaktır.

- Halk dağ gibidir. Sesi yoktur, yankı verir. Baharlar dışarıdan yönetimleri değiştirme işaretleridir.

- Tekel sermaye ateist yapmak istediği halkları yapamayınca şimdi münafıklıkla yaklaşmaktadır.

 

Sorun şudur: Dünyaya hükmeden güç iyi şeyler mi yapacaktır? Onu bilemeyiz ve dünyanın geleceğini inanç ya da felsefeyle açıklayabiliriz. Ancak Soğuk Savaş döneminde dünyayı yöneten ABD ve SSCB şunu söyleyebilir: Dünyaya Avrupa egemenken yirmi beş yılda iki dünya savaşı yaşadınız. Biz sizi hayali bir düşmanlık senaryosuyla uyuttuk ama büyük bir savaş yaşamadınız ve refahınız arttı. Bu işi yeniden bize bırakın.

- Cihan savaşları istemiyorsak yönlendirme ABD ve SSCB ye bırakılabilir.

- Sermayenin iki çenesi artık sermeyenin çenesi olmaktan çıkıyor. Savaş onun için olmuyor.

 

 

 

Yorum:

 

Mahir beyin artık "Adil Düzen'e göre İnsanlık anayasası"nı okuması gerekmektedir. İnsanlık için siyasi çözüm ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak örgütlenmesi ve dayanışma ortaklıklarının güvencesinde hakemlerden oluşmuş yargının üstünlüğü siyasi dengeyi sağlar. İnsanlık bucakların kuracağı işletmeler kooperatiflerinin çıkaracağı buğday parası, illerin kuracağı hizmet kooperatiflerin demir parası, ülkelerde kurulacak çalışma kooperatiflerinin toprak parası ve insanlıkta kredileşme kooperatifinin kuracağı altın parası ile ekonomisini düzeltecektir.

İstanbul’da kuyumcular insanlık kredileşme kooperatifini kuruyor. Bu kooperatif Altın Bonosunu çıkarıyor. Kooperatif Altın Belgesini devlete kredi olarak veriyor. Devlet bu belgeleri dolar karşılığı satıyor. Elde ettiği dolarla dış borçlarını kapatıyor. Halk bu altın belgesi ile kuyumculara gidiyor ve altın alıyor. Biz altın belgesini daha ucuz sattığımız için halk bunu tercih ediyor.

Devlet Toprak parasını çıkarıyor. Komisyonculara kredi olarak veriyor. Komisyoncular imzalıyor, onunla komisyoncular taşınmazları alıp satıyorlar. Toprak parası altın parası ile değiştiriliyor. Arz ve talep kanunlarına göre kurlar ayarlanıyor. İller demir para çıkarıyor. İnşaat malzemesi alıp satan mağazalara veriyor. Mağazalar malları alıp satıyorlar.

Bucaklar buğday parasını çıkarıyor. Halka sipariş kredisini veriyor. Halk tüccarlara sipariş veriyor. Tüccarlar üreticiye sipariş veriyor. Böylece dış ticaret açığı da dengeleniyor. Nasıl mı? Biraz da bizim başka yazılarımızı okuyun.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
09.12.2011
09:46

Akyol ile Özkök arasındaki tartışmanın arka planı...

Emin Çölaşan Hürriyet’teki köşesinde Ecevit’in aylarca yıkanmadığını, çok pis koktuğunu ve aklının başında

olmadığını.... ADNAN BERK OKAN

Medyada kopartılan "Erdoğan'dan sonrası" fırtınası bana 2002 yılı Mayıs ayı ve daha öncesini hatırlattı… DYP’de yaşanan o “tatlı telâşı”… O günlerde de Tansu Çiller ve çok yakın birkaç çalışma arkadaşı kendilerini bir anda MHP’nin yerine hükümet ortağı olarak görmeye başladılar… Neden mi?.. Anlatayım… Özer Çiller’i kim ikna etmişse etmiş; halen tutuklu olarak Silivri Cezaevinde bulunan Sedat Peker’in, ANAP ve MHP’den çok sayıda milletvekilini ikna(!) ederek DYP’ye geçirebileceğini söylemişti… Bunun üzerine harekete geçen Özer Çiller, Sedat Peker’den bir randevu istemiş, randevu talebi de Caddebostan’da bir evde (Tansu hanımın danışmanlarından birinin evi) görüşülmek şartıyla kabul edilmişti… O görüşmede ANAP ve MHP’den toplam 20 milletvekilinin DYP’ye “transfer” olabilecekleri konusunda mutabakat sağlandı… Peki… ANAP ve MHP’den 20 milletvekili DYP’ye transfer olacak da ne olacaktı?.. Onu da anlatayım… Ama önce senaryoyu hatırlatayım…

Ecevit iş göremez hale gelinceeee…

Ecevit’in bizzat besleyip büyüttüğü bir “nankör kedi”; kendisine ihanet hazırlığı içindeydi… Başbakan olmak istiyordu ve dönemin büyük medya gücü de bunu destekliyordu… Ama nasıl?.. Nasılını da kendisine şöyle anlattılar…

Ak Parti parçalanır mı?..

“Erdoğan’dan sonra ne olacak?” tartışmasını kim başlattı?.. Bilmiyor musunuz?.. O zaman siz “siyasi” gazeteciliği hiç izlemiyorsunuz… İzleseydiniz, tartışmayı başlatanın “bir gazeteci/yazar” olduğunu da bilirdiniz… Hem de… Ak Parti Hükümeti’nin kurulduğu günden beri “en inançlı” savunucularından biri olduğunu… Ve… Doğan Gurubu’nda yazdığını… Ve… Son 20 yılın bütün siyasal iktidarlarına “destek” verip bütün başbakanlarla “dost” olduğunu… Evet efendim… “Erdoğan Sonrası Ak Parti ve Başbakanlık” tartışmasını Hürriyet Gazetesi yazarlarından Taha Akyol başlattı… Tabii ki bu arada birileri de boş durmadı… Bir kamuoyu araştırma şirketine “ısmarlanan” Erdoğan’ın genel başkan olmadığı bir durumda Ak Parti’nin başına ne tür büyük belâlar(!) geleceği soruşturuldu ve yayımlandı… Sonuç Ak Parti için felâketti… Eş zamanlı olarak (hem de fol ve yumurta ortalıkta görünmezken) Ak Parti meclis Gurubu ve Hükümeti ile Gülen Hareketi arasında “uzlaşmazlıklar” baş gösterdiği iddiaları aldı yürüdü… Bu konuda mahkeme tarafından doğruluğu tescillenmiş gibi “örnek kavgalar” bile aktarıldı kamuoyuna… Yani… Halkın seçmekten vazgeçemeyeceği bu büyük siyasi gücün sadece içten ve nifakla çökertilebileceğini görenlerin yazdıkları senaryo sahnelenmeye başlamıştı… Ak Parti’den kurtuluşun tek yolu vardı: Partiyi içeriden parçalamak…

Ecevit’e “iş göremez, başbakanlık sorumluluğu taşıyamaz” raporu alınacaktı?..

İyi ama raporu kim verecekti?.. Tabii ki Mehmet Haberal’ın hastanesindeki “kurul”… Haberal, Çiller’in çok yakın bir çalışma arkadaşı ve eski bakanının da kankası gibiydi (bugün de öyle) adeta… Yani… “İş göremez raporu” alınabilmesi zor değildi… Böylece Başbakan’ı istifa eden Hükümet de “düşük” sayılacağı için yerine yenisi kurulacaktı… Tansu Hanım da bu arada Ecevit’e “iş göremez raporu” alınacağına ikna edilmişti… Yani… Bütün mesele, DYP’nin ANAP’a karşı sayısal üstünlük kurmasındaydı… Dönemin Cumhurbaşkanı da hazırlıklıydı... Yeni hükümeti kurma görevini DSP Milletvekili Hüsamettin Özkan’a verecekti… Hem de bir zamanlar kendisini “nankör kedi” olarak suçladığı halde… Özkan yeni Hükümeti kurarken MHP’ye teklif bile götürmeyecek, yerine DYP monte edilecekti… Yeni 20 milletvekiliyle güçlendirilmiş DYP… Ve… Hükümet ortağı olmaktan başka hiçbir çaresi olmayan zayıflatılmış ANAP bir diğer hükümet ortağı olacaktı… Çiller ve eski bakanlarından birinin sevinçli telaşı işte bu yeni kurulacak hükümette yer alacak olmalarından kaynaklanıyordu… Çünkü… Ekonomi yönetimi tamamen Tansu Çiller’e bırakılacaktı… Yani… 12 Eylül 1980 ihtilâl döneminde uygulanan “Turgut Özal Modeli”… Yani... Tansu Hanım, “Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı” olacak; Kemal Derviş Amerika’ya postalanacaktı… Böylece… 5 Nisan 1994 günü açıkladığı ekonomi programı erken seçim yüzünden yarım kalan Tansu Çiller, Kemal Derviş’in orta vadede mutlak başarı sağlayacağı bilinen ekonomik kararlarının “uygulayıcısı” ve “başaranı” olacaktı… ANAP bu oyunu gördüğü halde hükümet dışında kalmamak için (çünkü kabul etmeseydi 28 Şubat sürecindeki DYP gibi eriyip gidecekti) kabul etmek zorunda kalmıştı… Hüsamettin Özkan ise, “ekonomiyi soğutmuş, enflasyonu ve faiz oranlarını düşürmüş bir Başbakan olarak” bütün solun doğal liderliği koltuğuna oturacaktı…

Çölaşan Ecevit için “kirli” dedi…

2002 yılında aynısı sahnelenen oyunda olduğu bugün gibi yine Hürriyet var oyunun başrollerinde… Ama… O günlerin kahraman(!) gazetecisi Emin Çölaşan’dı… Bugün ise Taha Akyol… Nasıl mı?.. Anlatayım… 2002 yılı Mayıs ayında Ecevit Haberal’ın yönetimindeki Başkent Hastanesi’ne yatırıldı… Başbakanımızın “çok hasta” olduğuna ilişkin haberler yayıldı Doğan Medya aracılığıyla… O kadar ki… Okurlarının “sıkı bir Ecevitçi” olarak bildikleri Emin Çölaşan Hürriyet’teki köşesinde Ecevit’in aylarca yıkanmadığını, çok pis koktuğunu ve aklının başında olmadığını anlattı köşesinde… Başta “Ecevitçi” okurları olmak üzere herkes çok şaşırdı… Yine aynı günlerde Çiller’in danışmanlarından biri partinin web sayfasında Haberal ile Çölaşan arasındaki dostluğa dikkat çekti… Ecevit’in hastaneye yatırılmasıyla Çölaşan’ın yazdıkları arasında bir ilgi kurarak soruyordu: 1.) Ecevit’e ‘Başbakanlık yapamaz” raporu mu verilecek?.. 2.) Başhekim Haberal’ın ABD’de CIA bursuyla okuduğu doğru mu? 3.) ABD’nin Ecevit’i istemeyişinin sebebi, Başbakan’ın Irak’a yapılacak müdahaleye sıcak bakmayışı ve TSK’nın bu konuda görevlendirilmeyeceği mi?.. Makale çok kısa bir süre sonra (gün içinde) siteden kaldırıldı… Aynı gün DSP milletvekillerinden biri, siteden kaldırılan analizi kopyalayıp Rahşan Hanım’a götürdü… Kısa bir süre sonra Rahşan Hanım işte o ünlü açıklamasını yaptı… Başbakan Ecevit hastaneden çıkarılıp evine götürüldü… Tedavisi özel doktorlar tarafından evinde yapıldı… Tabii ki… Oyun bozuldu… Bahçeli bu “ihanet” oyununu asla unutmadı ve ilk fırsatta da ülkeyi erken seçime götüren o açıklamasını yaptı…

Çiller – Doğan kavgası

Şimdiii… Yazımın başına döneyim… O günlerde bu olup bitenlerden “en haberdar iki kişi” Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök ve Milliyet Gazetesi “gizli başyazarı” Taha Akyol’du… Özkök, Özkan tarafında yer alır ve dizayna destek verirken; Akyol DYP ve ANAP’ı kontrolü altında tutuyordu… 28 Şubat sürecinde başlayan Çiller – Doğan kavgası da sonlandırılmıştı… Her zaman olduğu gibi “kişisel çıkarlar”, “kişisel onur”a galip gelmişti.. Diyeceksiniz ki: “Ecevit ve MHP neden dışlanmak istenilmişti?..” Buyurun o halde… ABD, Irak’a ikinci operasyonu yapmak için bahane arıyordu… Aslında bahane hazırdı ancak Türkiye’ye ihtiyaç vardı… Daha doğrusu TSK’ya… Başbakan Bülent Ecevit Irak Devlet Başkanı Saddam’ın bölgedeki en yakın dostuydu… ABD’nin Irak’a müdahale etmesine asla izin vermeyeceğini net bir dille açıklıyordu… Hatta… Ecevit, kendisini ikna etmek için geldiğini bildiği İsrail Başbakan’ı Sharon’ı aşağılıyor, kovmaktan beter ediyordu… MHP lideri Bahçeli de ABD’nin Irak’a yapacağı olası bir operasyona MHP Gurubu olarak asla izin vermeyeceklerini söylüyordu… Aynı süreçte DYP Genel başkanı Tansu Çiller ise şu açıklamayı yapıyordu: “Amerika’nın Irak’a askeri müdahale yapılacağı kesindir ve o süreçte ben Başbakan olmak istiyorum”… Bunun tercümesi şuydu: “Ey Amerika… Ecevit’i mecliste düşürmek kolay da değil, doğru da değil ama görev yapamayacağına dair bir rapor alınırsa sonrası kolay… Hükümeti ben kurarım. MHP’yi hükümetin dışında bırakırız. Biz yolumuza DYP – DSP – ANAP olarak devam ederiz. Ve Irak operasyonuna her türlü siyasi ve askeri desteği veririz”… Yaaa… İşte böyle… Bugünlerde “Erdoğan’ın hastalığı” ile ilgili merakları(!) ve Şike yasasının Cumhurbaşkanı ile Hükümet arasında “kavga” yarattığı/yaratacağı iddialarına 2002 yılı Mayıs ayında yaşadığımız siyasi senaryoları hatırlayarak irdeleyin… Yani… Benden söylemesi… Yani… Ertuğrul Özkök / Taha Akyol çekişmesi “kayıkçı kavgası” olabilir…

Reşat Nuri Erol
09.12.2011
09:51

AK Parti-Cemaat tartışmasına mütevazı bir katkı

Cenk Açık (gazeteciler.com

Medyada son günlerde ilginç bir tartışma yaşanıyor. AK Parti ile Gülen cemaatinin arasının giderek açıldığı ileri sürülüyor. Hatta bir kısım gazeteciler ‘genç subaylar rahatsız’ tadında 'Gülen cemaati rahatsız’ yazıları ile uyarıda bulunuyorlar. Bazı arkadaşlara bakılırsa cemaat yakında AK Parti’yi terk edecek. İlginç olansa, cemaatten kimsenin bu tür yazılara ses çıkarmaması. Bu ayrılığın yaklaştığını ileri süren arkadaşlara göre ‘çatlak’ şike yasasındaki düzeltmenin gündeme gelmesiyle daha da alevlendi. Anladığımız kadarı ile cemaat mensupları bu yasanın çıkarılmasından fena halde rahatsızlar. Bu konuda taviz vermeye yanaşmıyorlar. Üstelik hükümetle aralarının açıldığına dikkat çekilmesinden de rahatsız değiller. Bence şike yasası ile alakalı söylediklerinde haklılar. Çünkü o konuda ben de aynen onlar gibi düşünüyorum. Peki AK Parti ile cemaatin yolu ayrılır mı? Ya da gerçekten bu iki yapı arasında bir ittifak var mı? Bu soruların cevaplarına geçmeden önce, aklıma takılan başka bir soruya sizinle beraber cevap aramak niyetindeyim. Şike yasası konusunda AK Parti mafyaya büyük taviz veriyor. Futbolda kirliliğin önünü yeniden açıyor. Daha 6 ay önce hazırladığı yasayı değiştirmeye kalkarak büyük bir çelişkiye imza atıyor. Suçu değil, cezayı ortadan kaldırmaya çalışarak tuhaf bir duruma düşüyor. Hepsi doğru. Bu nedenle bence de AK Parti sert bir eleştiriyi hak ediyor. Peki cemaat şike meselesinde niçin bu kadar radikal? Niçin büyük bir hassasiyetle bu meselede görüş belirtmekten çekinmiyorlar? Nedir onları bu kadar motive eden asıl gerekçe? Siz de merak etmiyor musunuz? Adil, hakkı- hukuku gözeten bir yapıları var da o nedenle mi böyle bir tutum takınıyorlar? Bunu o kadar söyleyemeyiz, değil mi? En azından ben diyemem. Çünkü son yıllarda cemaatin yapıp ettiklerine bakınca, buna inanmakta güçlük çekiyorum. Mesela şike konusunda bu kadar duyarlılar da, Suriye meselesinde niçin suskunlar? Niçin hükümetle bu konuda bir ihtilafa düşmüyorlar? Veyahut uzun süren tutuklulukluklar konusunda niçin bu kadar rahatlar? Haksız yere içeride yatan insanların mağduriyetiyle alakalı cemaate yakın gazetelerde veyahut TV’lerde tek satır haber niçin göremiyoruz? Niçin dürüstlük, adalet, temizlik özlemi bu konularda devreye girmiyor? Haksız mıyım? Eğer adil, dürüst, pislikten arındırılmış bir Türkiye refleksiyle şike yasasındaki düzeltmeye karşı çıkıyorlarsa, bu meseleler karşısındaki suskunluklarına ne diyeceğiz? Peki nedir asıl gerekçe? Ben çok merak ediyorum. Ya siz? Öyle ki bazen bu yasanın değiştirilmesine karşı aldığım sert tutumdan şüphe eder hale geliyorum. Acaba, diyorum, bilmediğimiz bir şeyler mi dönüyor… Neyse, gelelim asıl konuya. Yani son dönemde herkesin birbirine sorduğu sorulara. AK Parti ile cemaatin arası açılır mı? Cemaat bir gün AK Parti iktidarını desteklemekten vazgeçer mi? Bence, evet. Hem arası açılır, hem de cemaat AK Parti’yi zamanı geldiğinde terk eder. Peki o zaman ne zaman? Böyle bir ayrılığın olması için, yani cemaatin AK Parti’ye verdiği desteği çekmesi için, dünya sisteminin patronlarının AK Parti’ye verdikleri desteği çekmeleri gerek. Bu olmadığı sürece, cemaat AK Parti ile arasını belirgin bir şekilde açmaz. Açamaz. Çünkü dünya sistemiyle ters düşecek bir tutum alamaz. Bunu nereden mi biliyoruz? 28 Şubat döneminde Fethullah Gülen hocanın Erbakan hakkında yaptığı konuşmayı hatırlıyor musunuz? Erbakan’a son darbeyi indiren o konuşmayı? 28 Şubat’ın arkasında kimlerin olduğunu artık tartışmayacağız, çünkü hepimiz biliyoruz. Dünya sistemi Erbakan’ı tasfiyeye karar verdiğinde, ne tür bir kampanya başlattığı artık herkes tarafından biliniyor. O dönemin kahramanlarının bile sonrada kabul ve itiraf ettikleri bir gerçek bu. İşte tam da o dönemde Erbakan’a son darbeyi kim indirmişti biliyor musunuz? Elbette Gülen cemaati. Bakın o dönemde bir TV programında Fethullah hoca hangi argümanlarla Erbakan’ı eleştiriyordu: ‘Laiklik tehlikede diyenler tamamen haksız değil’, ‘Demirel haklı, Erbakan hatalı’ ‘Ordu sivillerden daha demokrat, Erbakan bu işi beceremedi, yüzüne gözüne bulaştırdı, görevi bırakmalı.’ 'MGK’nın yaptığı istişaredir, istişare de sevaptır, MGK doğru olanı yapmıştır.’ ‘Bazı kesimlerin imam hatiplerden endişe duyması normaldir, çünkü artık imam hatipler ihtiyaçtan fazladır.’ Fethullah Gülen o dönemde bunları söyleyerek Erbakan’ın köşeye sıkıştırılmasına ‘mütevazı’ bir katkı sunmuştu. Peki Fethullah hoca niçin bu kadar sert eleştiriler getirdi Erbakan hocaya? Çünkü o dönemde ABD, Batı ve yerel Ergenekon Türkiye’de ‘dindar’ bir hükümet istemiyordu. Mavi Marmara meselesinde Fethullah hocanın ‘İsrail ile uzlaşmamaları otoriteye başkaldırıdır’ diyerek otorite olarak gördüğü dünya sistemiyle ters düşmenin yanlışlığına dikkat çektiğini biliyoruz. Bu konuda da hükümet ile ters düşmekten hiç çekinilmemişti. Bu dönemde de benzer bir durum olacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Bu nedenle AK Parti ile cemaat ile arasındaki ittifak bir işaret fişeği gelene kadar birbirlerine küçük çaplı el ense çekmelerle devam edecektir. Kafama takılan bir diğer soru ise 28 Şubat sürecinin soruşturmaya tabi tutulmasıyla alakalı. Malum, medyada son dönemde yapılan tartışmalardan biri de 28 Şubat döneminin soruşturulması. Yeni dönemin ‘ucuz kahramanları’ 28 Şubat’ın da mahkemeye taşınmasını istiyorlar. Anlayacağınız büyük bir cesaret (!) şöleni izliyoruz. Peki sürece bu kadar açıkça destek veren, 'refleksleri anladığını söyleyip 28 Şubat’ı yapanların tereddütlerinde haklı olduklarını’ söyleyen Fethullah hocayı da soruşturmaya dahil edecekler mi? Yok canım daha neler

Reşat Nuri Erol
09.12.2011
11:56

Başbakan kanser mi?

Nereden çıkıyor bu laflar?

Başbakan’ın durumu kötü mü, iyi mi?.. Kanser gibi kötü bir hastalık mı geçiriyor, bir ameliyatla geçip gidecek basit bir rahatsızlık mı?..

Nekahat süresi uzadıkça bu konuda spekülasyonlar da artıyor… CNN Türk sabah yayınında Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir’i izleyince bu yazıyı yazmaya karar verdim… Metehan Demir kaynağını bilmemekle beraber Başbakanın sağlık durumu ile ilgili kesif bir spekülasyon bulutunun dolaştığını söyleyerek, “Başbakanın yakın çevresinde olmadığı için haberi olmayabilir ama böyle bir yaygın kanaat var”… Metehan Demir’i dinleyince bilgisayarın başına oturdum… Çünkü;.. Siyasi uzak ve yakın tarihimizin doktorları eliyle hayatları sona ermiş pek çok lider barındırıyor… Fatih Sultan Mehmet’in doktoru tarafından zehirlendiği hep söyleniyor… Yakın zamanda Özal ile ilgili yaşanan spekülasyonlar ortada… Bülent Ecevit’in siyasi hayattan Mehmet Haberal’ın hastanesinden alınacak raporla el çektirileceği operasyonu artık sağır sultanın bile malumu… Örnekleri çoğaltmak mümkün… Başbakan Tayyip Erdoğan kendisini sevmeyen ve iktidardan gitmesini bekleyen çevreler açısından tam bir ümitsiz vaka, çünkü üç kez üstü üste seçilmenin yanı sıra oyunu artırarak demokrasi tarihini yeniden yazacak kadar güçlü bir lider… Kendi çekilene ya da doğal sebeplerle siyasi hayattan çıkana kadar şu anki manzarada durumun pek değişeceği görünmüyor… Eh, o kesimler için hiç ümit verici bir gelişme değil elbette… İşte Başbakanın geçirdiği ameliyat pek çok kesimde bir ümit pırıltısı üretmedi değil… Hatta, medyada hemen Tayyip Erdoğan sonrası senaryolar bile yazılmaya başlandı… Sağlık sorunu ile uğraşan bir insan daha ortadayken bu senaryoların yazılmasındaki edepsizlik Tayyip Erdoğan karşıtlarındaki kurtulma iştahının da bir göstergesi… Metehan Demir de, “Başbakanın yakın çevresi olmayan bir yerlerdeki kanaatten” bahsediyordu… Hadi o “kanaat” diyor, ben bunu “temenni” olarak tercüme edeyim… Peki o kanaat sahipleri bu bilgilere nasıl sahip oluyorlar?.. Metehan Demir’in anlatımıyla, “Orada hastabakıcı tanıdığım var bana mesaj attı ya da hastanede tanıdığım var, ondan öğrendim” gibi açıklamalar yapıldığını aktardı… Yani, spekülasyonun kaynağı hastane ve hastane çalışanları… Oysa, Başbakanın ameliyatına giren doktorlarından başka kimse bu kadar kesin konuşamaz… Başbakanın etrafı bilgi sızacak kadar zaaf içinde demektir ki bu kabul edilemez… Peki doktorlardan kaynaklı bir spekülasyon olabilir mi?.. İşte bu yazının tarihe not düşmek üzere yazılmasına sebep olan da bu doktorlardan birisi, Prof. Dr. Dursun Buğra… Baktığım tüm haberlerde “dışarıdan güvenilir doktorlar getirildi” ibaresi özellikle yer alıyor ki beni daha da endişelendiren bu… Özellikle böyle yazdırıldığı o kadar net ki!.. Şimdi size Prof. Buğra ile ilgili bildiklerimi yazacağım… Kafadan söyleyeyim, Prof. Dr. Dursun Buğra bir mason… Hem de öyle böyle değil, iyi bir mason… İkincisi Amerikan Hastanesi’nde çok uzun yıllar çalıştı, -ki Koç grubuna aittir malumunuz- oradan devam edemedi… Daha doğrusu ameliyat sonrası hastalarıyla ilgilenmediği için… Prof. Dr. Dursun Buğra hastaları tarafından pek çok davaya muhatap olmuş birisi… Şimdi size bir örnek alıntı yapmak istiyorum… Can Aksın medyanın gayet yakından tanıdığı duayen bir ekonomi gazetecisiydi… Prof. Dr. Dursun Buğra ile tanışınca hayatı alt üst oldu, eşini kaybetti, işini ve çevresini terk etti… Dr. Buğra’nın Başbakan’ı ameliyat ettiğini öğrenince www.haberhakki.com sitesinde şu satırları yazdı: “HABERHAKKİ.COM (ÖZEL) Duayen ekonomi gazetecisi Can Aksın başından geçen olayı ve sitemini şöyle duyurdu: “Şimdi haberlerde izledim Başbakan Erdoğan’ın kalın barsak ameliyatını Prof. Dr. Dursun Buğra yapmış. Kendisi daha önce benim eşimin de kalın barsak ameliyatını yapmıştı . Bana bu konuda Türkiye’deki en iyi cerrah dediler. Maalesef, ilk yaptığı ameliyat kötü geçti, ikinci ve üçüncüyü yaptı, sonra da maalesef… Maalesef eşimi 3 yıl 4 ay önce kaybettim. Hayatım ve ailem dağıldı. Keşke Başbakan ameliyat olmadan önce bana sorsaydı.. Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a Prof. Dr. Dursun Buğra’ya rağmen acil şifalar diliyorum.” Can Aksın’ın 42 yıllık hayat arkadaşı Sesin Aksın, 2008 Temmuz’unda vefat etmişti.. Yılların gazetecisi Can Aksın, eşi vefat ettikten sonra gazeteciliğe ve yazarlığa veda ederek yerleştiği Ayvalık’ta yaşıyor.” http://www.haberhakki.com/genel/gazeteciden-erdogani-ameliyat-eden-doktora-sitem.html Ve daha bomba bir haber size… “Güvenilir” bulunarak dışarılardan getirtilen Prof. Dr. Dursun Buğra dün, evet dün (8 Aralık 2011) ameliyat ettiği bir hastasının açtığı ve tam yedi yıldır süren bir davadan dolayı Adli Tıp Genel Kurulu’nda yargılandı… Şimdi bu bilgileri alın, üstüne “Başbakanın yakın çevresinin dışında kalan çevrelerin ürettiği spekülasyon” bilgisini ekleyin, yanına da bu Adli Tıp davasını ve Masonluğu katın… Başbakan ile ilgili bilgilerin spekülasyon olarak Prof. Dr. Dursun Buğra’nın ait olduğu çevreler tarafından çıkarılma ihtimali de kesinlikle ciddiye alın… Hatta bu bilgilerin spekülasyon olmaması ihtimalini de… Ve aklınıza siyasi tarihimize savaş meydanlarında değil hasta yataklarında doktorlarına yenilmiş devlet adamlarımızı getirin… Endişeliyim, endişeli… Siyah TÜRK / ROTAHABER

Reşat Nuri Erol
10.12.2011
07:09

Taha Kıvanç

tkivanc@stargazete.com

Ne tartışıyoruz değil, kim tartıştırıyor...

10 Aralık 2011 Cumartesi Ne kadar çaba gösterirsem göstereyim güncel tartışmaların dışında kalamıyorum. ‘Tartışma-sever’ bir tabiatım var. Dahası, tartışmaların bir çoğu ya doğrudan beni ilgilendiriyor, ya da bilgi alanıma giriyor. Direniyorum, direniyorum, yine de en fazla birkaç gün tartışmalardan uzak kalabiliyorum. Son tartışma konusu Tayyip Erdoğan’dan sonra Ak Parti’nin geleceği... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çankaya’daki süresinin yedi yıl olduğuna ve 2014 ağustosunda dolacağına artık kesin gözüyle bakılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın halkın oyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkacağından pek az kişi kuşku duyuyor... Tartışma bundan sonrasıyla ilgili: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa yerini kim alacak? Yazarın biri ‘dost meclisinde konuşulanlar’ iddiasıyla bir tezi köşesine taşıyınca başladı tartışma: Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkınca başbakanlık makamına geçici olarak Bülent Arınç gelecekmiş; Abdullah Gül’ün ilk yapılacak genel seçimde Meclis’e yeniden dönmesine kadar... Abdullah Gül böylece ‘Erdoğan-sonrası’ dönemin başbakanı oluyor... Bence mahzuru yok. Ak Parti’nin ilk başbakanıydı Abdullah Gül, yerini hiç gocunmadan siyasi yasağını kaldırttığı Tayyip Erdoğan’a terk edebilmişti; Cumhurbaşkanlığı makamı sonrasında günlük siyasetin içine dönmeye gönlünü yatırabilirse, yeniden başbakan olmasına Ak Parti çevrelerinden herhalde hiç kimse itiraz etmez. Uluslararası bazı kurumların Gül’ü yakın izlemede tuttuğunu ve Çankaya’daki süresinin ne zaman dolacağını merak ettiğinden haberdarım. 2014’te başkanlığı boşalacak bir-iki önemli kurum var, kendisine öyle bir tercih seçeneği herhalde sunulacaktır. Ülkeye günlük siyasete dönerek mi, yoksa farklı bir kulvarda mı hizmeti tercih eder? Bilemiyorum. YouTube’tan yöneltilen bu yoldaki niyetini öğrenme amaçlı soruya NTV’de, “Ben hizmet adamıyım, dikkatimi üstlendiğim görevi en iyi şekilde yapmaya yoğunlaştırdığım için ileriye dönük planlar yapmam” anlamına gelen bir cevap verdiğini hatırlıyorum. Hem 2014’e kadar daha çok zaman var, hem de ameliyatından sonra sağlığındaki tek pürüzü de gidermiş Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını başbakanlığa tercih edeceğine dair en ufak bir emare yok. Ak Parti’yi kurarken benimsedikleri “Üç dönemden fazla milletvekilliği yok” kuralı onun için kaldırılabilir pekâlâ... Bu yazımla benim de bir biçimde bulaştığım tartışmada ilgimi çeken yön başka: Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘şike’ konusunda Ak Parti ve Başbakan Erdoğan’dan farklı düşünüyor görüntüsü “Saflarda çatlama var” biçiminde yorumlara yol açtı. Orada kalsa yine iyi, çatlağın Gül-Erdoğan arasında değil Cemaat-Ak Parti arasında olduğunu söyleyen bile çıktı. Çok ilginç... Olağanüstü ilginç... Şimdi size şaşıracağınız bir şey söyleyeceğim: Cemaat ile Ak Parti arasında bir ‘çatlak’ olduğuna inanmıyorum; ancak bazı iç ve dış çevrelerin böyle bir çatlak oluşturmaya ve hatta işi etrafı kırıp dökerek Ak Parti’ye rakip bir oluşum çıkarmaya kadar vardırma niyetinde olduklarına inanıyorum... On yıl doldu çünkü; tek başına bir partinin on yıldan fazla iktidarda kalmasına müsaade edilmeyen bir ülke burası... Ak Parti iktidarda on yılını doldurdu. Geçmişte olsaydı daha etkin bir müdahale yoluyla iktidara veda ettirme arayışları başlardı; şimdilerde ellerinde tek bir araç kaldı: Partiyi ortasından karpuz gibi çatlatmak ve bölünmüşlüğün sandığa da yansımasını sağlamak... Geçmişte başka partilerde gerçekleştirilmiş benzer operasyonlar başarılı olmuştu. Ak Parti/Cemaat ile liberallerin arasını açmak... Açılan araya sevinmek... ‘Erdoğan-sonrası dönem’in tartışılmasını şimdiden başlatmak... Eş zamanlı olarak ‘şike’ konusu üzerinden yürütülen tartışmaları Cemaat-Parti çatışması olarak sunmak... Lâfı uzatmadan söyleyeyim: Geçmişten hareketle, bütün bu gelişmelerde Cemaat’in veya Ak Parti’nin esas unsurlarının değil, partiye ve Cemaat’e yamanmış birilerinin ‘parmağını’ arıyorum... Kendi ‘zuhurları’ peşinde birilerinin... Parmak izlerine rastlarsam sizlerle de paylaşırım...





Sayı: 129 | Tarih: 4.12.2011
Ruhat Mengi
AKP ve CHP kavgayı bıraksın, füze kalkanını konuş
Bu Ne Çıldırtan Denge?
1261 Okunma
4 Yorum
Vahap Alma
Mahir Kaynak
Kim yönetiyor?
Adil Düzene göre İnsanlık anayasası
1235 Okunma
4 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Şevket Eygi
Her varlık kusursuz yaratılmıştır
Engelli Olanlar Unutulmamalı
1160 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ahmet Hakan
Omurgasızlığa övgü
Herkes kendine Müslüman
1110 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Hoca’nın en büyük hayalini talebesi gerçekleştire
Kim'leri bırakıp Ne'yi arayalım
1030 Okunma
1 Yorum
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Aleviler, Ak Partiye mi Oy Versin?
Çözümsüz Yazılar
948 Okunma
Zafer Kafkas
Zülfü Livaneli
Tayyip Bey'le aynı ameliyatı geçirdik
Damdan düşen başbakan
938 Okunma
Ali Bülent Dilek


© 2024 - Akevler