İslam davetinin inanç, değer ve ibadet özü sabit; araçları ise ihtiyaca göre değişkendir. Bunun için aynı kurum, fetih günlerinde karakol; davet günlerinde tebliğ merkezi, İslam’ın hep kısa sürede sağladığı maddi gelişim günlerinde dünyevileşmeyi engelleyici ve değişimi yönlendirici bir ilim ve zühd merkezi dönüşümünü geçirebiliyor.
Bugünün dünyasında İslam’a muhtaç ve henüz İslam’ın hiçbir zaman hâkim olmadığı bir saha var. Bir de İslam dünyasında İslam’a çok duyarsız, yer yer karşı, çoğu kendine ait okullarda yetişmiş, kendi gettolarında büyümüş, nüfusları milyonları bulan ve büyük şehirlerin “ayrıcalıklı semtlerinde” odaklanan bir kesim vardır. İslam daveti, onların kapısını bugüne kadar hiç çalmadı ama onlar ise her gün bulundukları zaviyelerden Müslümanları kışkırtacak söylemler geliştirdiler.
Müslümanlar, bugünün dünyasının mağdurları değiller. Zulüm gören kesimi olma konumunu kabullenip acı çekmeyi bir kültür hâline getirmek, acılar üzerinden İslam tebliği yaptığını düşünmek, İslam’ın özüne aykırıdır.
Müslümanlar, dünyanın bugün içinde bulunduğu durumdan bizzat sorumludurlar. Amerika’da sokakta yaşama durumunda bırakılan Siyahî’nin hâlinde bizim sorumluluğumuz vardır. Ona zulmeden beyaz görünümlü despotun insanlık dışı tutumunda da bizim sorumluluğumuz yok değildir. Müslümanlar, “imam ümmet” olarak her iki kesime de İslam’ın kurtarıcı sesini ulaştırmakla mükelleftirler. Bugünün iletişim dünyası, bu sorumluluğu kaçınılmaz bir zorunluluk hâline getiriyor.
Ve bu evrensel sorumluluk, İslam’ı modernizm karşısında bir psikoterapi gibi sunan çağrıların yetersizliğini de yeteri kadar ilan ediyor.
Bugünün dünyasında İslam’ın sosyal adaletini kapsamayan, zekât müessesini, sosyal dayanışmayı içermeyen, insan haklarını öne çıkarmayan hiçbir davet tam bir İslam daveti değildir.
Müslümanların bir kısmı kendilerine biçtikleri manevi danışman konumlarında vazifelerini elbette yapacaklar, bu minvalde İslam davetini yapacaklardır. Sorun onların varlığı değildir; sorun onların yanında İslam’ı bir bütün olarak anlatan davetçilerin nadirliğidir.
Eskiden beri İslam dünyasında iki ana kesim vardır: İslam dünyasının sorunları kronikleşmiş odakları üzerinden bitmeyen fitne ile uğraşanlar… Bir de bu fitneden kendilerini beri tutup İslam’ın sesini Kur’an ve Sünnet’in cevaz verdiği yollar üzerinden dünyaya duyuranlar… Birinci grup hep kınanmış, ikinci grup fatihler ve mürşidler olarak hep rahmetle anılmıştır.
Bu bağlamda kadim İslam dünyasında yaşayanların önünde hâlâ bu iki yol duruyor: Kronikleşmiş hasta bölgelerin taraflarının haklılığı veya haksızlığını konuşup tartışmak, onlar üzerinden Müslümanlık, muvahidlik ölçümleri yapmak… Ya da kendini çağın insanını İslam’la buluşturmaya adayan mücahidler, davetçiler olmak…
Ya kör fitne hikâyeleri içinde zamanı doldurup ölümünü beklemek… Ya da “Şüphesiz ölüleri mutlaka biz diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bir bir kaydetmişizdir.” (Yasin-i Şerif 12) yüce hakikatine kulak vermek… “Onlara, o karye halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, "Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz" dediler.” (Yasin-i Şerif 13-14) ayetlerinin ve devamının yol rehberliğinde insanlara hakkı götüren birer elçi olmak… İslam davetini yeniden ihya edip insanlığın yol göstericileri konumuna çıkmak…
Galip gelen elbette bu ikinci yol olacaktır…