A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى(1) الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى(2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى(3) وَالَّذِي أَخْرَجَ الْمَرْعَى(4) فَجَعَلَهُ غُثَاءً أَحْوَى(5) سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6) إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7) وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8)
فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتْ الذِّكْرَى(9) سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشَى(10) وَيَتَجَنَّبُهَا الْأَشْقَى(11) الَّذِي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرَى(12) ثُمَّ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13)
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى(14) وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى(15) بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا(16) وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى(17) إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى(18) صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى(19)
9- Anlat. Anlatma yarar getirir. 10- Çekinen anlar. 11- Kaçak ondan uzaklaşır. 12- O büyük ateşe yaslanacaktır. 13- Sonra orada ne ölür ne de dirilir.
9- Tezkir et. Zikra menfaat verir. 10- Haşyet eden tezekkür eder. 11- Eşka olan tecennuüb eder. 12- O kübra nâra sıly edecektir. 13- Sonra orada ne mevt eder ne de hay eder.
فذَكِّرْ “Anlat.”
Sana yüsrayı müyesser edeceğiz. Yüsranın ne olduğunu öğreneceksin. Yani Adil Düzeni öğreteceğiz. Asrımızın sorunlarını çözmeyi bileceksiniz.
Nedir onlar?
Bütün peygamberlerin getirdikleri şeylerdir.
- Allah’a şirk koşmayacaksın. Yani devletle halkın arasına bürokratları koymayacaksın. Herkes kendi seçtiği temsilcisi ile kamu ile ilişkisini kuracak, bağımsız hakemlerden oluşan yargıya hesap verecektir.
- Zina etmeyeceksin, aile müessesesini yaşatacaksın. Sosyal güvenlik sorununu aile içinde çözeceksin.
- Faiz almayacaksın. Faiz vermeyeceksin. Herkesin faizsiz çalışma kredisi alma hakkı vardır. Ekonomik dengeyi sermaye vergisi ve faizsiz kredi ile sağlayacaksın.
- Öldürmeyeceksin. Terörü önleyeceksin. Bu da ancak yerinden yönetim, iç güvenliği yerel yönetimlere bağlama ve kısas müessesesi ile olmaktadır.
- Hırsızlık etmeyeceksin. Herkesin malı, canı, ırzı ve işi korunacak. Hırsızın kolunu keseceksin ki bir daha hırsızlık yapamasın. Fuhuş yapan erkeği hadım yapacaksın ki bir daha zina yapmasın.
- Yalandan şahitlik yapmayacak, adil yargılama sistemini kuracaksın.
- Askerliği yapacak, ülkeni müdafaadan kaçmayacaksın.
- Annene, babana, hastalara, düşkünlere bakacaksın.
- Yetkililerin kararlarına itaat edeceksin, mağdur isen hakemlere gideceksin.
- Yeryüzü bütün insanlığındır, gümrükler ve vizeler kalkacak.
İşte “Adil Düzen” bunlardır. Sana bunları öğreteceğiz ve yakında uygulatacağız. Kur’an apartmanları oluşacak. Günde beş defa bir araya gelerek namaz kılınacak, Kur’an mânâsıyla okunacak, Adil Düzen öğrenilecek. Adil Düzen belediyesi kurulacak. Herkese iş, aş, eş ve saadet sağlanacak. Yüsra sana müyesser olacak...
İşte ondan sonra görevin sadece anlatmadır.
Tesbih et.
Beş vakit namazı birlikte kılmaya başla.
Kur’an’ı manâsıyla okumaya başla.
Biz sana Adil Düzeni, öğreteceğiz.
Aynı zamanda o düzene kendi ocak ve bucağında, aşiret ve kabilede kavuşacaksın.
Ondan sonra görevin dünyaya anlatmak, tebliğ yapmak olacaktır.
Bizim neslimiz bunu yaptı, Adil Düzeni oluşturdu ve o günkü şartlar içinde uygulayabildiğini uyguladı. Millî Görüş de bunu bütün dünyaya anlattı. Şimdi sizlere düşen onun içini doldurmadır. Bizim yapamadıklarımızı yapmadır. Kur’an aşiretini ve kabilesini kurmadır. Ondan sonra da dünyaya tebliğdir. Her nesil kendisine düşeni yapmalıdır.
“Tezkir et” demek anlat demektir. “Zeker” çelik demektir. “Ünsa” ise yumuşak demirdir. Unutulanın hatırlanmasıdır. Adil Düzen yeni şeyler anlatmaz, insanın aklının ermediği şeylerden bahsetmez. Herkesin anlayabileceği ve aslında bildiği ama unuttuğu veya unutmak istediği şeyleri hatırlatır. Kısacası yeni bir şey değildir, insanların yaratılmasından beri herkesin bildiği bir şeydir. Zinanın yasak olmadığı uygarlık Batı uygarlığıdır. Onlar da son zamanlarda bu utanmazlığa girdiler. Tüm insanlık her zaman zina yasağını uygulamıştır. Hırsızlığın suç olmadığı ülke yoktur. Yakalanmaması hâlinde hırsızı kahramanlaştıran yerler olmuştur. Ama yakalandığı taktirde ceza verilmiştir.
Biz insanlara yeni şeyler anlatmayacağız, bildikleri şeyleri hatırlatacağız. Kendileri ile ilmî usullerle her zaman tartışmaya hazırız. Öldüreni öldürmemek hangi kuralla izah edilebilir? Anlatsınlar ve bizi ikna etsinler, derhal onlara uymaya hazırız.
Onlar tekel sermayenin dünyayı fesada vermek için ortaya koyduğu kurallara uyuyorlar. Para karşılığı insanlığı uçuruma götürüyorlar. Bildikleri şeyleri onlara tezkir et.
Emir müfret verilmiştir.
Tek başına olsan da bu işleri yapacaksın.
Sen başlayacaksın, zamanla sana cemaat olanlar olacaktır.
إِنْ نَفَعَتْ “Menfaati olacaktır.”
Buradaki “İn” şart “in”i değildir. “İnne”nin harfidir. Fiilden önce gelince tahfif edilir. Bunun böyle olduğunun delili, bundan sonra eşka tecennüb eder denmiş olmasıdır. Demek ki onlara da tezkir ulaşacaktır, demek ki onlara da tezkir gerekir. Oysa şartın “in”i olarak alırsak onlara tezkir etmememiz gerekir.
Gerçekten tezkirin yararı olacaktır. Biz öğreneceğiz, yapacağız ve anlatacağız. Sonunda onun yararı olacaktır. İnsanların bir kısmı inanacak ve bize katılacak, bir kısmı inkâr edecek ve karşı tarafta olacaktır.
“Nef’” zararın karşılığıdır. İnsanların ihtiyaçlarını gideren şeylere nef’ denmektedir. Menfaatin bedenî veya mâlî olması gerekmez. Şefaatin menfaat vermeyeceğinden bahsedilmektedir. Yararı yoktur demektir, etkisi yoktur demektir. Zikranın ise yararı vardır, etkisi vardır demek olmaktadır.
Türklerde bir atasözü vardır; “Kötü komşu mal sahibi yapar.” Buradan anlaşılıyor ki bazen zarar vermek yararı ortaya çıkarır, şer hayır olur. Bazen de hayır şer olur.
Bizim başkalarına anlatmamızın kime ne gibi yararları vardır?
- Önce anlatırken kendimiz öğreniriz, anlatabilmek için iyi kavrarız. En iyi anlatma şekli göstermedir. O halde uygulayarak anlatırız. Bizim çıkarımıza iş yapmış oluruz. Anlatmazsak, biz biliyoruz zannederiz ama bilmemiş oluruz. Biz uygulamazsak onu anlatamayız. İtirazla karşılaştığımız ve uygulamadığımız için bilmeyiz. Nitekim Adil Düzeni anlatan siyasi parti sonradan kendisini savunamamış, Adil Düzeni terk etmiş, bunun için de Anayasa Mahkemesi’nin olmayan kararları bahane edilmiştir.
- Anlatmanın ikinci yararı birbirimize anlatma ve anlama olacaktır. Siz genel tebliği yaptığınız zaman aynı zamanda birbirinize anlatmış olursunuz. Böylece zamanla ortak görüşler ve anlayışlar ortaya çıkar. Eğer siz bildiklerinizi anlatmazsanız birbirinize de anlatmamış olursunuz, böylece sizde fikir çatışmaları doğar ve birbirinizden ayrılırsınız. Millî Görüş neden bölünmüştür? Demokrat Partililer neden bölünmüştür? Çünkü anlatmamışlardır. Aralarındaki küçük farklar onları ayırmıştır. Oysa yüzlerce ortak noktaları vardı. Eğer anlatsalardı ortak fikirlerle ayrı fikirler denkleşir, ekseriyet bağı ile bağlanmış olarak kalırlardı. Ama anlatmadıkları için anlaştıkları noktalar zamanla yok olmuştur. Sadece birbirinden ayrı birkaç nokta kalmış, o da insanları birbirlerinden ayırmıştır. Biz herkesin fikirlerine ve görüşlerine hep kulak verdik. Onun için hep onların yanında olduk. İyi yaptıklarını destekledik, yanlış yaptıklarını düzeltmeye çalıştık. Onlar ise uzak kaldılar. Sonra aralarında da paramparça oldular. Adil Düzen Çalışanları tebliği bıraktıkları için bugünkü durumdadırlar. Bizi zaten susturmaya çalışıyorlar. Kulaklarını tıkamış, duymamakta kurtuluş arıyorlar.
- Anlatmanın üçüncü bir yararı da halkın taraftar olarak kazanılmasıdır. Anlattığınız zaman yalnız sizin tarafınızda olanlar veya karşı tarafta olanlar dinlemezler. Bir de tarafsız halk vardır. Bunlar ne sizin ne de karşı tarafın mensubudurlar, ama sizi gözetlemektedirler. Siz anlattıkça halk maç seyreder gibi sizi seyretmeye başlar. Önce sadece eğlenmek için sizlere kulak verir. Ama zamanla iki tarafı dinleye dinleye kendisinde bir haklılık tarafı doğar ve o tarafa iltihak eder. Böylece taraftar kazanırsınız. Haklı iseniz sizin tarafı haklı görenler gittikçe çoğalır. Sonunda hakimiyet sizin elinize geçer. Meşrutiyet’ten beri İslâmiyet’e saldırılmaktadır. Zaman zaman yok olacak derecede geri çekilmek zorunda kalınmıştır. Ama İslâmiyet’i savunanlar ortadan kalkmadılar. Özellikle Nur Cemaati ile Süleyman Tunahan Cemaati en çetin şartlarda bile cihat etmiştir. Sonra ortaya çıkan Akevler, Millî Görüş, Fethullah Gülenciler ve İmam Hatipliler tezkire devam etmişlerdir. Bugünkü Anayasa ekseriyeti ile iktidar böyle elde edildi. Halk bu tezkirler sayesinde kendine göre adım adım Hak yoluna geldi. Kuvvayı milliye bu anlayışla oluştu. DP bu anlayışla oluştu. Millî Görüş bu anlayışla oluştu. Bugün AK Parti bu anlayışın sonunda yer aldı. Her görüş biraz daha güçlendi. Halk birden Adil Düzene gelemiyor ama yavaş yavaş yaklaşıyor. AK Parti’nin iktidarı, hattâ Demirel’in iktidarı Millî Görüşün etkisiyle olmuştur. F. Gülen gizlenerek yaşarken, Erbakan ortaya çıkınca makbul kişi oldu ve el üstünde dolaştırıldı. Bugün R. T. Erdoğan, Erbakan’dan kurtulmak isteyenler tarafından iktidar yapılmıştır. Tebliğ daima yararlı olmuştur.
- Tebliğin doğrudan muhataplara da yararı vardır. İçlerinden gerçeği görenler olur ve ayrılma durumuna girerler. Ayrılmasınlar diye kendilerini düzeltirler. Halk Partisi (CHP) bu sebeple tamamen inkârcı bir parti değildir. Hareket Partisi (MHP) de bundan dolayı şovenist parti değildir. “Adil Düzen”in yararı bundan elli sene sonra ortaya çıkacaktır. “Adil Düzen” tüm insanlığa hitap etmektedir. Kur’an’dan öğrenilen İlâhi düzen insanlığa anlatılmaktadır. “Adil Düzen”in başarıya ulaşması sayesinde tüm insanlık Kur’an’ın getirdiklerine inandırılacaktır. Önce lâik kesim kendi doktrinlerini değiştirip Kur’an’ın verilerine yaklaşacaklardır. Zamanla diğer büyük dinler de öyle yapacaklardır.
Burada bu vesileyle bir gerçeği ortaya koymak gerekir. Yeryüzünde beş büyük din vardır. Yahudilerin nüfusu azdır ama şeriatı olan din iki tanedir. Şeriat kitaplarının biri Tevrat, biri de Kur’an’dır. Diğer dinler de hak dinledir, ama onlar sadece dindir, insanın ahlâklı ve iyi insan olması ile meşgul olurlar. Sadece iki dinin şeriatı vardır, Tevrat ve Kur’an kitaplarına dayanan dinler şeriata sahiptir. Yahudilerin tek rakibi Kur’an’dır. Bugün Hıristiyanlar Yahudi şeriatına tâbidirler ama bu şeriatı terk etmişlerdir, çünkü uygulanamıyor. Tevrat şeriatı çağımıza hitap etmiyor. Eski fıkıh da çağ dışıdır. Ama Kur’an ve Usulü Fıkıh eskimemiş, zamanla daha çok anlaşılır hâle gelmiştir.
Kur’an III. bin yıl uygarlığını kuracaktır. Tüm dinler Tevrat’ı bırakıp Kur’an şeriatını alacaklardır. Bu sebepledir ki bizim anlatmamız insanlığın yararına olacaktır. İnsanlık yararlanacaktır. İnsanlık doktrinlerini Adil Düzene göre düzenleyecek ve geliştireceklerdir. Dinler Adil Düzene göre kendi şeriatlarını ayarlayacaklardır. Doktrinler değişecek ve kuvvet bazından hak bazına geçeceklerdir. Gerçekler ise zaten hak bazında oldukları için onların değişmesi söz konusu olmayacak, onlar asıllarına döneceklerdir. Sonradan karışmış bâtıl anlayışlardan kurtulacak ve bizim tebliğimizle gelişeceklerdir. Bunlar bu söylediklerimizi yapmak zorunda kalacaklar. Çünkü yapmazlarsa cemaatlerini kaybederler.
Kur’an herkesi Kur’an dinine getirmeyecektir ama insanlığı değiştirecektir. Nitekim Avrupalıları ortaçağın karanlığından çıkarmış ama onlar yeni çağın bataklığına batmışlardır. Kur’an şimdi de onları o bataklıktan kurtaracaktır. Bu kurtuluş bizim tebliğimizle olacaktır.
الذِّكْرَى “Zikrâ menfaat verir.”
Şimdi önemli soruya gelmiş bulunuyoruz. “Zikrâ” burada marife gelmiştir. O halde belli olan şeyleri tezkir edeceğiz. Bunu nasıl sağlayacağız? Burada iki hususu ayırmamız gerekir. İslâm dininin mürşidi olmak başkadır, İslâm ilminin mübelliği olmak başkadır. Bu ayırımı iyice kavramamız için din ile ilmi tarif etmemiz ve karşılaştırmamız gerekir.
a) Din, insanlardaki hislerin sanat vasıtasıyla içtimaileşmiş şeklidir. Maşeri hislerdir. İmandır. Dinin kullandığı araç sevgidir, ihsandır. Görevi ihtiyaçların tesbit edilmesidir. Dinde tartışma olmaz. Müritler şeyhe uyarlar, onu hata etmez kabul ederler. Şeyhler de müritleri sever, onların hatalarını ve günahlarını görmezler. Cemaat mensupları birbirlerinin eksikliklerini değil, birbirlerinin iyiliklerini görürler. Akla değil, sanatla hislere hitap ederler. Onların işi iyi düzen kurma ve adaleti tesis etme değil, iyi insan yetiştirme ve ahlâklı insan yapmadır. Adaleti değil ihsanı tesis etmedir. Biri bir yanağınıza vursa, siz ikinci yanağınızı çevireceksiniz. Şeriatta ise size vurulursa aynıyla mukabele edecek ve siz de vuracaksınız.
b) İlim, insanlardaki fikirlerin lisan yoluyla içtimaileşmesidir. İlim ne yapılacak meselesiyle uğraşmaz. Onu din yapar. İlim yapılacakların nasıl yapılacağı ile uğraşır. Metodu sevgi değil araştırmadır. Adeta fikrî çatışmadır. Din, ekonomi ve siyaset halkın işi, kitlelerin işidir. İlim ise yalnız âlimlerin işidir. Âlimler birbirlerini ancak kendileri anlar. Halk onların ne dediklerini anlamaz, halk onların çevresinde toplanmaz.
Âlimler kenara itilmiş zavallılardır. Hayatlarında itilme dışında bir iltifata uğramazlar. Çünkü onlar yeni düzen getirirler, eskiyi yıkar ve yenisini ortaya koyarlar. Başlangıçta herkes onlara karşı çıkar. Onlar ise direnirler. Bazen bu direnişlerini hayatları ile öderler. Ama sonra onların dediklerini dindarlar benimser, siyasiler benimser, iş adamları benimser ve topluluğun önderleri olurlar.
Sokrat’ın zehirlenerek öldürüldüğünü düşünün. Sokrat öldürülmüş ama kurduğu ekol Eflatun’u ve Aristo’yu yetiştirmiştir. Aristo’nun talebesi İskender dünyayı fethetmiş ve bu sayede ‘Büyük İskender’ olmuş ama Aristo yine kenarda itilmiş bir zavallı olarak kalmıştır. Buna rağmen şimdi yazılan her ilmî kitapta onun adı zikredilir. Benzer şekilde Ebu Hanife döve döve öldürüldü, ama şimdi İslâm âlemindeki bir milyardan fazla insanın her gün ağzından düşürmediği kimsedir; benim de en çok takdir ettiğim muallimimdir.
İşte ilim adamı olmakla din adamı olmak çok farklıdır. Din adamı mevcut düzeni yaygınlaştırır, ilim adamı ise yeni düzen ortaya koyar. Uygarlıkların kuruluşlarında yeni düzene ihtiyaç vardır. “Adil Düzen, Adil Dünya Düzeni” işte budur.
İlim adamı oldukları halde kendilerini din adamı sananlar çıkmazdadırlar. Bir taraftan halkı memnun edecekler, diğer taraftan gerçekleri ortaya koyacaklar. Bu mümkün değildir. Bizim tarikatlarla diyanet teşkilatından uzak durmamızın sebebi işte budur. Biz diyanet teşkilatının, bilhassa okulların ilim tarafı olmalarını istemiştik. Onlar din tarafı olmayı yeğlediler. Dolayısıyla Kur’an’ı çağın idrakine söyletemediler.
Tezkir etmemiz için ne yapmalıyız?
Tezkir için fazla bir şey yapmamız gerekmiyor. Gerçek ilim adamları, dinleri ve doktrinleri ne olursa olsun birbirleri ile ilişki kurmalıdır. Birbirlerinin yazdıkları kitapları okumalı ve tartışmalıdır. Çatışmalıdır ama mutlaka çağdaşı olan ilim adamları ile temas kurmalıdır. Prof. Dr. Sabahattin Zaim’e; ‘Türkiye’de iyi din adamları var, iyi siyaset adamları var, iyi iş adamları var, ama Türkiye’de ilim adamı yok!’ dedim. Arkadaşı profesör ‘Sabahattin Bey hariç’ dedi. Ben ‘Hayır’ dedim; ‘Sabahattin Bey ilim adamı değildir. Ne yapıyor? 1000 sene evvelki içtihatları ile 100 sene evvelki ekonomileri öğretiyor. Tartışmıyor ve cihat yapmıyor!’ dedim. Sabahattin Bey söylediklerimden dolayı bana darılmadı, sevgisi azalmadı. Çünkü söylediğim doğru idi.
Siz Adil Düzen Çalışanları; III. Bin Yıl Uygarlığını Kur’an dini üzerinde değil, Kur’an ilmi üzerinde kuracaksınız. Dinler kendi cemaatleri ile baş başa olacaklar ama zikrâ bir olacak. Bütün dinlerin ortak kabulleri olan sorunları çözme bir gerçek olacak. İşte bunun için bu kelime marife yani “ez-Zikrâ” şeklinde gelmiştir. Açık ve net ifade ile zikrayı insanlığın ortak hafızası olarak görebiliriz. Kur’an o hafızayı uyandıracaktır. O uyandırma tezkirdir.
Bunların üzerinde biraz düşünürseniz nelerle görevli olduğumuzu, Adil Düzen Çalışanlarının neler yapması gerektiğini iyi anlarsınız.
Bu tefsir Adil Düzen tefsiridir.
Adil Düzen de Kur’an ilminin kendisidir.
Dünyayı aydınlatacaktır, Allah öyle vadediyor.
سَيَذَّكَّرُ “Yakında tezekkür edeceklerdir.”
Evet; Adil Düzen, Kur’an düzeni, Hak düzen, ilmî düzen yakında tezekkür edilecektir, anlaşılacaktır. Ebced hesabı ile bu kelime üzerinde duralım.
“Se” harfi 60 değerindedir. Düzen 1990’larda ortaya kondu. Demek ki 2050’lerde insanlık anlayacaktır. Yahut Akevler’in kuruluşundan itibaren yani 1967’den ele alınırsa, 2017’de insanlık tezekkür etmeye başlayacaktır.
“Adil Düzen”in yeryüzüne yayılıp benimsenmesi ise Miladi 2330 yıllarına rastlamaktadır. Kelimedeki harflerin değerlerini toplayalım:
(60+10+700+700+20+20+200=1710) 1710+622=2332 eder.
Bu da III. bin yılın üçte biridir. Adil Düzen o zaman kemale erecek, 400 veya 333 yıl kemalde kalacak, sonra gerileyecektir.
Anlayacaklardır. Tüm insanlık anlayacaktır.
Nitekim bugün de yeryüzündeki Batılı her devlet demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devleti olduğunu kabul ediyor, halklar zamanla ona doğru gidiyor. Ancak Batı bunların adlarını söylüyor ama kendisinden yani aslından uzaktadır.
- Batı ekseriyet demokrasisini benimsemiştir. Bu demokrasi değil, politikrasidir. Asıl demokrasi hicret demokrasisidir. İnsanlık ocak, bucak, il ve ülke şeklinde organize olacaktır. Halk istediği ocak ve bucakta oturacak, böylece istediği gibi yaşayacaktır. Kendisi kurabilirse kuracak, yoksa istediği bucağa katılacaktır. Kişi hicrette zarara sokulmayacak, çünkü kamu onun taşınmazlarını almak zorunda olacaktır.
- Batı dini dışlayan lâikliği benimsemiştir. Kamuya dini karıştırmamaktadır. Oysa bu mümkün değildir. Bunun yerine Adil Düzen dinlere müntesiplerine göre kamuda yer vermektedir. Dinler ne yapılacağını tesbit edecek, ilim nasıl yapılacağını tesbit edecek, ekonomi yani meslekî kuruluşlar kimlerin yapacaklarını tesbit edecek, siyasi kuruluşlar kimlerin olacağını belirleyeceklerdir.
- Batı faizli tekelci demokrasiyi benimsemiştir. Adil Düzen de zekâtlı ve kredileşmeli ekonomiyi benimsemiştir. Tekel önlenecektir.
- Batı aidatlı sigorta sistemini benimsemiştir. Adil Düzen ise işletmelerden ciro üzerinden sigorta payı alacak ve tüm halk aidatsız sigortadan yararlanacaktır. 25 Genel Hizmet bedava verilecektir.
İşte Adil Düzen yaygınlaştığı zaman bu sistem dünyaca kabul edilmiş olacaktır.
مَنْ يَخْشَى “Kim haşyet ederse o tezekkür edecektir.”
“Haşyet etmek” çekinmek demektir. Sevdiğin insanı kırmaktan haşyet edersin.
Korku, tehlikeye karşı duyulan endişedir. Haşyet ise saygıdan dolayı duyulan endişedir. Mü’minler Allah’tan haşyet ederler, zalimler ise havf ederler yani korkarlar.
Burada “Men” kelimesi getirilmiştir. “Men” umumilik içindir. Kim haşyet ederse deniyor. O halde haşyet edenin Müslüman olması, ehli kitap olması, kapitalist olması, sosyalist olması, Türk olması, Fransız olması bir şey ifade etmez. Kim olursa olsun haşyet etmesi yeterlidir. Hattâ burada Allah’tan haşyet etmesi de belirtilmemiş, haşyet etmesi yeterli görülmüştür. Yani insanlar vardır ki iyi insan olmak isterler; iyilikten hoşlanır, kötülükten kaçınmak isterler. Bu insanın bir dine mensup olması veya olmaması sebebiyle değil, kendi yaratılışı ve isteği üzerine böyle bir kişiliği vardır. Başka bir ifade ile vicdan sahibidir. Gerçeği gördüğü zaman artık Hakka karşı saygısızlık etmez, onun yanında yer alır.
İşte biz “Adil Düzen”i anlattığımız zaman insaflı insanlar çıkarlar ve “Adil Düzen”de gördükleri gerçekleri ortaya koyarlar. Bir gün gelir ve “yeter” derler.
Hayrettin Karaman kendi anlayışı içinde “Adil Düzen”i tarafsız bir şekilde eleştirmiş. Eleştirilerinde hatalar vardır ama kasıt yoktur, tarafgirlik yoktur. Kendi anlayışına göre onlar öyle olmalıdır. Bu sebeple saygı duyulur. Ama benimle şimdi görüşme tenezzülünde bulunmayan Azmi Ateş o zaman kendi istediği rapor çıkmayınca ‘aman bu dışarıya sızmasın’ diye karar aldırmıştır! Bu karar nereden gelmiştir? CIA’dan gelmiştir. Ona da tekel sermaye emretmiştir. Böylece Hayrettin Karaman, Ruşen Gezici ve Sabahattin Zaim de bu karara uymuşlardır. Bu da onların hatalı içtihatlarıdır, elbette mesul değildirler. Ama sonunda haşyet eden Hayrettin Karaman bu raporu yirmi sene sonra açıkladı. Kendisini tüm samimiyetimle tasvip ediyor, Allah’tan azim ecir ile ecirlendirmesini diliyorum.
İşte böyle Allah’tan haşyet eden insanlar vardır. Biz tezkir edince onlar dile gelecek, bizi eleştirecek, ama halk gerçekleri görecek ve bizi tutacak.
Sonra ne olacak?
Sonra Fetih Sûresi’nin haber verdikleri olacak, insanlar fevc fevc Allah’ın dinine/düzenine, yani “Adil Düzen”e gireceklerdir.
Allah’ın dinine girme, Kur’an cemaatine katılma anlamında değildir. Herkes kendi dininde/düzeninde kalacak, ama oraya “Adil Düzen”i yerleştirecektir. Yani biz insanların mutlaka İslâm dinine gelmelerini istemiyoruz. Tam tersine “Adil Düzen”i öğrenip kendi ülkelerinde ve kendi dinlerinde/düzenlerinde “Adil Düzen”i yerleştirmelerini istiyoruz. Bize katılmakla bizim cemaatimiz artar ama bunun insanlığa yararı çok çok az olur.
Bir Çinli komünist düşünelim. Bu kişi vicdanlı bir kişidir. Komünizmin nasıl sömürü aracı olarak kullanıldığını görmüş, çıkış arıyor ve biliyor ki kapitalizm ondan da beter. Kendisi ne yapıyor? Halkı sosyalist olduğu için sosyalizmi “Adil Düzen”e göre düzenliyor ve Çin komünistlerini “Adil Düzen”e çağırıyor. O düzen bizim “Adil Düzen” olmayabilir, ama o yine de Kur’an düzeni olur. Çünkü Kur’an orada başka türlü anlaşılacaktır.
‘Bu nasıl olacak?’ diyebilirsiniz.
İşte İslâmiyet’i anlamak bunu anlamaktır.
Allah haşyet eden kimseye, Kur’an kendi memleketinde nasıl anlaşılması gerekiyorsa ona öyle anlatacaktır. Onların içtihat ve icmaları kendi içtihat ve icmaları olacaktır. Bizimkine uymayacak ama Kur’an’a uymuş olacaktır. Çünkü Allah değişik zamanlarda ve değişik yerlerde insanlara ayrı ayrı hitap eder.
Kur’an bir ekrandır. Allah o ekranda oranın halkına uygun olan emirleri veren olarak ortaya çıkar, her yer için ayrı yayın yapar.
Bu konu insanlar tarafından henüz anlaşılmadığı için Kur’an’dan korkuyorlar. Bizim hürriyetimizi elimizden alacaktır sanıyorlar. Oysa Kur’an onlara önce hürriyetlerini sağlıyor. Sonra da isterseniz benim tavsiyelerimi dinleyin diyor.
O kısım din kısmıdır.
Diğer taraftan Kur’an’a inananlar da, Kur’an herkese aynı şekilde hitap eder zannediyor ve kendileri gibi anlamayanlara hatalı veya kâfir gözüyle bakıyorlar.
Din ve mezhepler ayrıdır, haşyet etmek ayrıdır.
وَيَتَجَنَّبُهَا “Ondan tecennüb eder.”
“Tezekkür” karşılığı “Tecennüb” kelimesi kullanılır, yan çizmek demektir. “Cenb” yandır, “Tecennüb” yan çizmek demektir.
Bu ne demektir?
Kendisine anlatıyorsun, ama bir kulaktan girer diğer kulaktan çıkar. Tezekkür etmez. Anlamak istemez. Tecennüb eder. Kur’an’ın insandan istediği kulak vermektir, öğrenmektir. Yalnız doğruları değil, yanlışları da öğrenmek gerekir. Yanlışla doğru bir kumaşın iki yüzü, birbirinden ayrılmaz iki yüzüdür. Ben bir şeyin yanlışını değil de sadece doğrusunu öğreneceğim diye bir şey olmaz.
Daha önce sizlere hayatı anlatmıştık. Hayat demek, taşları parçalamak, işe yarayanları almak ve ayıklamak demektir. Havadan da işe yarayanları almaktır. Sonra bunları birleştirip sentez etmek, sonra yine parçalamak ve toprağa iade etmek, daha doğrusu toprak yapmaktır.
Fikirler de böyle taş ve toprak gibidir. İnsan onlardan kendisine uygun olanları seçip ayırır ve kendisine gerekli olan cümleleri yapar. Şakiler ise tezekkür etmez, tecennüb eder.
Biz “Adil Düzen”i anlatıyoruz. Hiç kulak vermiyor, tecennüb ediyorlar.
Size bir şey anlatan varsa dinleyeceksiniz. Sonra onların içinden yarayanı alacaksınız.
Kur’an tüm insanlığa ve tarihe hitap eden bir kitaptır, Allah’ın sözleridir. Her yerde her zaman tazeliğini ve canlılığını korur. Sünnet onu açıklar. Fıkıh Usulü kitabın nasıl anlaşılması gerektiğini bize öğretir. Sünnete dayanır. Uygulanması ise değişik çağ ve topluluklarla ilgilidir.
Adil Düzen Çalışmaları, müsbet ilmin yardımıyla Kur’an’ın çağımızın sorunlarını çözme çalışmasıdır. Biz Akevler’de bunları ortaya koyarken, siyasilerden yalnız Erbakan bu çalışmalara sahip çıktı ve tüm dünyaya duyurdu. Büyük baskı yaparak Erbakan’ı da vazgeçirir gibi oldular. Ama ondan sonra Erbakan 2007’de yaptığı toplantıda tekrar “Adil Düzen”i dile getirdi ve dünyaya şunları söylemiş oldu.
- Millî Görüş Çalışmaları yapılacak ve enstitüleri kurulacaktır. Bu çalışmalarda insanlığın kurtuluş çözümleri aranacak, her millet kendisi arayacak.
- Adil Düzen Çalışmaları yapılacak ve insanlığa çalışmalar sunulacaktır. Millî Görüş partilerin çalışmasıdır. Oysa “Adil Düzen” insanlığı kurtaracak sistemdir.
Ne yazık ki Millî Görüş Çalışanları Erbakan’ın bu önerilerini değerlendirmediler. 2008’de Erbakan’sız geçen toplantı ise sönük geçmiştir.
Mekke’de Kur’an okunduğunda tüm Arabistan ilgileniyor ama tecennüb ediyordu. Şimdi de “Adil Düzen”i dünya dinliyor, sessiz sessiz kulak veriyor, ama tecennüb ediyor.
2008 yılı değişme yılıdır.
ABD’de bugünlerde başkanlık seçimi olmaktadır. Görüldüğü kadarıyla zenci bir Müslümanın çocuğu ABD başkanı oluyor. Bu olay büyük olaydır. Hıristiyanlarda ırkçılık sona eriyor, dincilik sona eriyor. Bu gelişme, Kur’an’ın haber verdiği Hıristiyanlarla Müslümanlar anlaşarak dünyaya galip gelmeleri demektir.
Peter Lemesurier’in “Nostradamus: Son Hesaplaşma” [Kitaptan notlar: Nostradamus, Büyük Piramit, İncil, St. Malachy, Edgar Cayce, Sir Arthur C. Clarke, Jeane Dixon ve Mario de Sabato'nun öngörülerini inceleyen Lemesurier, 150'ye yakın kehanetin gerçekleşeceği tarihleri açıklıyor - günümüzden 4500 yılına kadar! Doğu'dan gelen Müslüman orduların Avrupa'yı istilası, seller, depremler, savaşlarla dolu bir çağın sonunda istilacıların geri püskürtülmesi ve restorasyon dönemi. Sonra dünya dışı zeki yaratıklardan ilk işaretlerin alındığı, insanların geçmiş hatalarından ders alıp yeni bir evrensel bilince kavuştuğu uzun bir barış ve bolluk çağı! (Arka Kapak)] adlı eserinde Müslüman orduları Avrupa’yı istila ediyor. Sonra da Avrupa İslâm âlemini istila ediyor, yani geçmiş tarih tekrar ediyor.
Bu senaryo sömürü sermayesinin dinlerarası savaşı yürütme arzusudur.
Oysa biz Kur’an’a dayanarak diyoruz ki; III. Bin Yıl Uygarlığı dinler arası uzlaşma uygarlığı ve III. bin yılı olacaktır. Önce Hıristiyanlarla Müslümanlar anlaşacaktır.
Bunun alâmetleri nelerdir?
a) Akevler ekolünün benimsediği dinlerarası diyalogu Nur şakirtleri ve Millî Görüş benimsemiş bulunmaktadır. AK Parti bunu dünyaya kabul ettirmiştir.
b) Papalık İslâm âlemi ile dostluk içinde olma siyasetini takip etmiştir. Jean Paul II, papa olduğu dönemde, Müslümanların Kurban Bayramı’nı bir mesajla tebrik etmiştir. Sonra kendisine ‘Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne alalım mı?’ diye sorulmuş, o da “Türkler İbrahimî dindendirler, alalım” demiştir. Bugünkü Papa Benedict ise Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiştir.
c) Şimdi de Amerika halkı bir Müslümanın çocuğunu başkam seçmeye çalışıyor...
d) İnsanlık artık şunda birleşmiştir; İlâhi mesaja dayanmayan bir uygarlıkta saadet yoktur. Kur’an’ın bir barış dini olduğunu Rusya Başkanı Putin de beyan etmiş, İslâm Konferansı Örgütü’ne katılmak için başvurmuştur.
Evet, insanlar tezekkür edecek ve Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşerek ateist düzeni yıkacaklardır. Nostradamus’un çatışmacı önerilerine karşı Kur’an’ın barış mesajı galip gelecektir. Birinci Kur’an Uygarlığı halklar arası barışı sağladı, 1400 sene halklar arası düşmanlık kalktı. İkinci Kur’an Uygarlığı devletler arası barışı getirecektir. Müslümanlar ve Hıristiyanlar Kur’an sayesinde Budizm ve Brahmanizmi hak din olarak kabul edecekler ve onlarla barış içinde olacaklardır.
الْأَشْقَى “Eşka tecennüb eder.”
مَنْ يَخْشَى haşyet eden ve الْأَشْقَى eşka olan ile الْجَهْرَ cehr olanı مَا يَخْفَى ve hafy edeni karşılaştırmıştır. Birilerini isim, birilerini de ism-i mevsul ile kullanmıştır.
“Eşka”yı harfi tarifle getirmiş, belirli yapmıştır. Belirli kimselerden bahsetmektedir.
Tezekkür eden nasıl eşka olur?
Bununla şu ifade edilmiş olur. Yasaklar mı yazılacak, yoksa meşru olanlar mı yazılacak? Meşru olan sonsuzdur ve belirsizdir. Haşyet belirlidir, haşyet edenler belirsizdir. Kim olursa olsun denmiştir. El-Eşka”da şekavet belirsizdir, şakiler belirlidir.
Önemli bir hususu burada belirtmemiz gerekir. “Eşka” ve “Etka” kelimeleri Kur’an’da bu şekilde getirilmektedir. Kalıp olarak ismi tafdildir. En çok eşkıyalık yapan anlamına gelir, en çok ittika yapan anlamına gelir. Böyle düşündüğümüz zaman anlamsız hâle gelir. O zaman sadece iki kişiden bahsedilir Çünkü kelimeler müfrettir. O halde bu ne demektir?
Eğer zıt iki kelime marife olarak kullanılırsa, o zaman birbirinden büyük-küçük anlamına gelir. Asgar için bu ekber olandır. On dirhem var derseniz, o ikisinden küçük olan anlamına gelmiş olur.
Burada da insanların iki grupta olduğundan bahsedilmektedir. Kendilerine zikir ulaştığında ya kabul ederler, ya da reddederler. Kabul edenler haşyet edenlerdir. Etmeyenler de şaki olanlardır. El-Eşka ve El-Etka kelimeleri bunu ifade etmek için getirilir. Burada eşka zikredilmemişse de “Men Yahşâ”nın karşılığında kullanılmıştır. Yahşâdaki umumilik eşkayı da etkanın karşılığı getirilmiş manâsına döndürür. Bununla beraber eşkıyaların elebaşıları kastedilmiş olabilir. Haşyet etmeyen ama eşkıyaların elebaşılarından olmayanlar hakkında burada bir hüküm verilmemiş olur.
Burada tezekkür edenlerden bahsediyor ama onların karşılığından bahsedilmemekte, şaki olanlardan ise hiç bahsedilmemektedir. Sadece elebaşılardan bahsediyor.
Bu çok önemlidir. Şimdi AK Parti’nin eşkası yani başkanı “Adil Düzen”i kabul etse, tüm AK Partililer de kabul eder. O halde şimdi “eşka” kelimesiyle kastedilen onların başkanları demektir. Her topluluğun başı tezekkür etmekle yükümlüdür.
Acaba başkan neden tezekkür etmez?
Çünkü şekavet onun hedefidir.
Örnek verelim.
Biz diyoruz ki; İslâmiyet’te baraj yüzde 5’tir. Çünkü normal olarak 10 parti bulunur. En az 5 parti olmalıdır. En çok 20 parti olmalıdır, hattâ 19 olmalıdır. O halde baraj yüzde 5 olmalıdır. Yüzde 5 bir oyla da olsa geçmelidir.
Bunu anlattığımız zaman, iktidar partisinin başı bize lisanı hal ile der ki; ‘Neden elime geçen fırsatı başkaları ile paylaşmalıyım?’ Ona yapılan hatırlatmaları dinlemekten kaçınır, haksız olarak iktidarda kalmak ister. Onun için böyle yapar.
“Şekavet” nedir?
“Şakka” kopmak, parça olmak demektir.
“Şekavet” ise topluluktan kopmak, karşı çıkmak demektir. Söylenen sözü dinleyip anlamaktan kaçınmayı şekavet olarak zikretmektedir.
الَّذِي يَصْلَى “O pişecek kimsedir.”
Ateşte pişmek, olgunlaşmak anlamındadır. Bu dünyada imtihanı kazanamayan, sınıfta kalanlar, âhirette ateşte pişirilecek, yani eğitileceklerdir, olgunlaştırılacaklardır.
Allah insanları yaratmıştır. Onları yetiştirmek ve cennet ehli yapmak için dünyadan geçirmektedir. Allah burada insanları eğitmektedir. Cennete gidemeyenler cehennemde eğitilecekledir.
İnsan acıyı bedende duymaz, ruhta duyar. Acı tamamen insanın kendisini koruması için programlanmıştır. Bedende oluşan elektrikî sinyaller beyne ulaşmakta, oradan da insan ruhuna gitmektedir. Acı duyan veya zevk alan beden değil, ruhtur. Bugün bu çok iyi bilinmektedir. Ayağı kesilen kişi bazen parmağı varmış gibi acı duyar. Zaten beyne ulaşan sinyaller aynen bilgisayarda olduğu gibi elektrikî sinyallerdir. O halde cehennemdeki azabı çekmek için hiç de cehenneme gitmeye gerek yoktur. Beyine konan küçük programla insan dayanabildiği acıyı duyar.
النَّارَ الْكُبْرَى “Büyük ateş.”
“Kübra” ekberin müennesi. En büyük demektir.
“En büyük ateş” ne demektir? Ateşin büyüklüğü nasıl anlaşılacaktır?
En şiddetli ateş demek değil, en büyük ateş demektir. En büyük ateş demek, cehennem kadar büyük ateş yoktur demektir. Cehennem en büyük ateştir. Güneş de ateştir. Burada pişeceklerdir, olgunlaşacaklardır.
Genel olarak çağımızın Müslümanları ibadetlerde gösterdikleri, haramlarda gösterdikleri titizliği dünya hayatı için göstermiyorlar. Adil Düzeni kenara itip Avrupa sokaklarında medet umuyorlar. Kur’an’a dönenler başarıya ulaşacaklardır. Kur’an’a sırtını çevirenler nâr-ı kübraya gönderileceklerdir. Biz Adil Düzeni Kur’an’dan istihraç ettik, içtihat ettik. Elbette yanlışlarımız var. Eksiklik zaten mukadderdir.
Kur’an’da “nâr” kelimesi, bir de “nûr” kelimesi kullanılmaktadır.
“Güneşi ziya yaptık, ayı nûr yaptık” deniyor.
Nûr, katı cisimlerden yansıyan ışıktır. Güneş ışığı kara parçalarına çarparak nûr olur ve aydınlatır. Elektrik lambasının ışığına da Kur’an nûr diyor. Ama mişkat içinde olacaktır. Atmosfer içinde dağıldıktan sonra nûr olur. Doğrudan güneş ışığı değil, gözle görülen ve değişik istikametlerde dolaşan ışık cisim üzerine düştüğü zaman o cismi ışık veren hâle getirir. Ama şeklini, uzaklığını ve büyülüğünü de gösterir. Gözü rahatsız etmeyecek ve cismi gözde görüntüleyecek bir ışık. Tam yansıtınca aynayı görmeyiz. Cismin görülmesi için o cisimde kendisini gösteren özellikler olmalıdır. Bunlar şekil ve renk özelliğidir. Gözümüz şekli de rengi de algılayacak şekilde yaratılmıştır.
Nâr nedir?
Nâr ise yüksek sıcaklıktır. Toprak moleküllü bir oluşumdur. Elektron bağları vardır. Oysa ateşte sıcaklık çok yüksek olduğu için atomların etrafında elektronlar dolaşmaz. Elektronlar atomlar arası dağınıktır. Atomlar elektrik kuvvetleri ile değil de, çekirdek kuvvetleri ile birleşirler. Cehennem böyle oluşur. Cinler de bundan yaratılmışlardır. Biz güneşe gidemeyiz, güneşteki cinler bize gelebilirler.
Bu konuyu iyi anlayabilmemiz için resimle/şekille gösterelim. Yerde çekirdekler birbirinden uzaktır. Arada iki elektron dolanır, denge öyle sağlanır. Çekirdekler birbirlerini iterler. Elektronlar da bir birbirlerini iterler. Elektronlarla çekirdekler birbirlerini ittikleri için denge oluşur. Güneşte ise durum tersinedir. Çekirdekler birbirlerine çok yaklaşırlar ve birbirlerini iterler, buna karşılık elektronlar dışarıda hareket ederler. Çekirdekler uzakta iken birbirlerini ittikleri halde, çok yaklaşınca çekerler. Çünkü yarım tesir kuantumları ile çalışırlar. Güneşte de dağlar var, dereler var, canlılar var. Onların da salsalları yani kromozomları vardır. Onların kromozomları ile bizim kromozomlar arasında şu fark vardır. Kromozomlar sarmaldır. İçi boş sarmaldır. Mesaj DNAların merdiven boşluğunda yürüyerek mesaj alır. Oysa cin kromozomları merdiven boşluğu olmayan kromozomlardır. Mesaj DNA’ları merdivenin korkuluğundan haberler alır. Onun için Kur’an insan salsalı fahhar yani borazan gibi olarak tasvir ediyor. (Aşağıdaki şekle bakınız.)
ثُمَّ “Sonra”
Yani büyük cehennemde piştikten sonra, onun bir yerinde tahliye yeri vardır. Nasıl bugün nezarethane var, gözetim mahalli varsa, cehennemde de böyledir. Nitekim bugün de önce nezarethaneye alırlar. Sonra hakim tutuklama kararı verirse cezaevine gönderirler. Cehennemde de böyle bir durum vardır. Kuranda insanlar cehennemden çıkışta ilkin buraya alınırlar deniyor. Buradaki “sümme”nin manâsı budur.
لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13) “Orada ne ölür ne yaşarlar.”
İpek böceğini üretenler bilirler. İpek böcekleri önce kurttur, küçük solucanlar gibidir. Sonra koza içine girerler, uykuya yatarlar. Sonra yumurtadan çıkar gibi delerek çıkar ve kelebek olurlar.
İşte insanlar da cehennemden çıkarılmak için böyle bir yere alınırlar. Orada ne ölü ne de diri olurlar. Krizalit devresini geçirirler. Bu duruma rukud denmektedir. Sonra oradan çıkar, arafa veya cennete giderler. Yani çekirdek yapıdan elektronik yapıya geçerler.
Bu âyet gösteriyor ki cehennemden çıkış vardır. Bunu kelamcılar da kabul ediyorlar.
Bunlardan bahsederken, tezekkür etmeyen kimselerden tecennüb edenler olarak bahsetmiş oluyor.
A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 5