486.SEMNER 22.11.2008
A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 1
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى(1)
الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى(2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى(3) وَالَّذِي أَخْرَجَ الْمَرْعَى(4) فَجَعَلَهُ غُثَاءً أَحْوَى(5) سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6) إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7) وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8) فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتْ الذِّكْرَى(9) سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشَى(10) وَيَتَجَنَّبُهَا الْأَشْقَى(11) الَّذِي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرَى(12) ثُمَّ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13) قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى(14) وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى(15) بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا(16) وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى(17) إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى(18) صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى(19)
Yüce Yetiştiricinin adını arındır.
A’lâ Rabbinin ismini tesbih et. اعلى رببنن اسمنى تسبيح ات
SabBiX iSMe RabBiKa eLEaGLAy سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى
سَبِّحْ (SabBiX) “Sebbih” kelimesi SBX kökünden gelmektedir. SBX, uçmak ve yüzmek anlamına gelmektedir. Uçma ile yüzme aynı doğa kanununa tâbidir. Merkezin çekme gücünü yenmek anlamına gelir. Bilkuvve (statik) gücü bilfiil (dinamik) güce karşılamaktır.
Allah kâinatı var etmiş, her şeyi eksiksiz ve dengeli yaratmıştır. Her varlığın kâinat düzeni içinde bir görevi vardır, onu eksiksiz yerine getirir. Allah kâinatı kendi ihtiyaçlarını gidermek için yaratmamıştır. Kendisi sameddir. Bir şeye ihtiyacı yoktur. Kâinatı yine kâinatta olanlar için yaratmıştır. Rahmandır, karşılıksız nimetler vermektedir. Rahimdir, çalışanlara da daha fazla karşılığını vermektedir.
Diğer varlıkların tamamı kendilerine verilen görevleri yaparlar, diğer varlıkların ihtiyaçlarını gidermeyi eksiksiz yaparlar.
İnsan ise kâinatın emanetini yüklenmiştir. En ekrem bir varlıktır. İnsanın görevleri çok daha büyük ve geniştir. Bunun dışında insan görevlerini yapma gibi imkan sahibidir. Görevlerini kendi isteğiyle yaparsa en yüksek varlık olur. Kendisine verilen görevleri yapmazsa en alçak bir varlık olur. Böylece insan diğer varlıklar arasında seçkin varlıktır. Seçkin olması cenneti kendi alın teriyle hak etmesidir. Yani Allah’ın rahman sıfatı ile verdiklerinin yanında rahim sıfatı ile de kendi değerini yükseltmesidir.
Yine insanın diğer canlılardan bir farkı daha vardır. Diğer canlılar eksiksiz görevlerini bilmektedirler. Mesela arılar petek ve bal yapmaktadır. Ama bugün insanlar öyle bir çalışmayı yapmamaktadırlar. Oysa Allah insanlara ne yapacaklarını emretmiş ve kendi içtihatları ile görevlerini yapmalarını istemiştir. Yani insan Allah’ın halifesidir. O’nun adına karar alır ve sonra kararları O’nun kulu olarak uygular. Diğer canlılar sadece uygular.
İnsan bu içtihadını iki kaynağa dayandırır.
Bunun biri nakli kaynaktır. Yani diğer insanların kendilerine söyledikleridir.
Diğeri de akli kaynaktır. O da kendi içtihadı ile ve müşahedeleri ile o kaynakları değerlendirmektir. Yani içtihat akli kaynakla nakli kaynağın çarpımıdır; toplamı değildir.
İçtihat = Akıl * Nakil (Yanlışı: İçtihat = Akıl + Nakil)
Akılcılar yalnız aklı esas alırlar, nakilciler yalnız nakli esas alırlar. Karmacılar akıl ile nakli toplarlar.
Ehli Sünnet ise akılla nakli çarparlar. Pratik sonucu şudur. Ehli Sünnete göre yalnız akılla bir yere varılamaz, yalnız nakille de bir yere varılamaz.
İşte burada “Rabbini tesbih et” dendiği zaman o vücubu ifade eder, naklidir. Ama bunu yorumlayıp uygulamak ise aklidir. Biz şimdi onu yapıyoruz. Aklın varsayım ve mantık kurallarını kullanarak naklen gelen bir emri yorumlayıp uyguluyoruz. Yorumlamazsak bir şey yapmamış oluruz. Sadece söyler geçeriz.
“Sebbih” kelimesi tesbih masdarından gelmiştir. Tef’il babıdır. Tef’il bâbı ortadaki harfin ikileştirilmesi ile elde edilir. Burada “B” harfi iki kat olmuştur. Bu bâb iki anlam taşır. Müteaddi fiilin teskir için kullanılır. “Nasara” yardım etti demektir. “Nassara” çokça yardım etti demektir. Lazım fiili bazen yalnız müteaddi yapar, “zehhebe” denildiğinde götürdü, yeniledi veya altınla kapladı anlamına gelir. Bazen de teksir için gelir. “Kerreme” bu manâda gelebilir. Bazen da hem tadiye hem de teksir için gelir.
“Sebeha” burada yüzmek veya uçmak demektir. “Sebbeha” ise yüzdürmek, uçurmak demektir. “Esbeha”dan farkı çokça yüzdürmektir.
Allah’ı tesbih etmek demek, Allah’ın insana yüklediği görevleri yapmak ve eksik bırakmamak demektir. Çünkü insan iradesini kötüye kullanıp o işi yapmadığı takdirde diğer varlıklara nimetini eksik bırakmış olmaktadır. Yani insanı kendi iradesiyle baş başa bıraktı derken, diğer varlıkları veya insanları eksiklik içinde bırakmış olmaktadır. Allah başka yolla onlara zulmetmeden nimetlerini tamamlayacaktır. Ama önce onu insanın yapmasını istemektedir.
Tef’il bâbından gelmekle de barındırmayı sürekli yapmasını emretmiş olmaktadır. Yani her zaman görevini eksiksiz yapmaya çalış. İçtihat etme ve içtihadınla amel etme emrini vermiş oluyor.
Burada muhatap kimdir?
Kur’an’daki “Ke/Sen” harfi gelince dört manâ taşır.
- Her insana, bütün okuyuculara hitap eder. Kur’an, Allah kelamı olsun olmasın tebliğ anlamında tüm insanlara hitap eder. Bunu önce ikrar etmelerini ister, yani “sübhanellah” demelerini ister. Önce ağzınla “Allah sübhandır” de, “Allah eksik ve yanlış iş yapmaz de” der.
- İkinci olarak Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmış kimselere hitap eder. Siz de sübhanellah deyin. Peki ne zaman diyeceğiz, biz mü’minler hangi zamanlarda sübhanellah diyeceğiz? Genel kural şudur. Eğer Kur’an’da bir emir vakitlendirilmeden verilmiş ve ibadetlerden yani eğitimden ise her namazda yapmamız gerekir. “Secde et” dendiği zaman, namazda secde et demek olur. Eğer namazda ne zaman yapmamız gerektiği söz konusu ise her rekatta tesbih etmiş olur. Kıyamda kıraat vardır. Kadede salat yani dua vardır. Rüku ve sücud boştur. O halde her rekatta tesbih etmemiz gerekir. İşte bu emri biz her namazda yerine getiriyoruz. Rükuda başka âyete dayanarak “sübhane rabbiye’l-azim” diyoruz. Secdede “sübhane rabbiye’l-a’lâ” diyoruz. Demek ki sünnet ve icma ile sabit olan bir hüküm âyette de emredilmiştir. Bize âyetlerde “Rabbini hamd ile tesbih et” dediğinde, “sübhane rabbiye’l-azim ve leke’l-hamd” diyoruz. Secdede “sübhane rabbiye’l-a’lâ ve leke’l-hamd” diyoruz. “Ve”yi koymayabiliriz. Tesbih vacibedir veya sünnettir. Bize göre emredilmiş olduğu için farzdır. Ama rükün değildir. Yani tesbih etmeden namaz kılınsa geçerli olur ama eksik kalır. Namaz sahihtir.
- Üçüncü olarak resul veya nebi makamında olanlara hitap eder. İmamlara ve mürşitlere hitap eder, yani başkanlara hitap eder. “Kul li’l-mü’minîne” dendiği zaman, burada emredilen resulün veya nebinin halifesi olan başkanlara hitap etmiş olur. Allah insanlığı kendisine halife yapmış, meclisleri yani icmayı kendisinin halifesi kılmıştır. Allah peygamberleri göndermiş, insanlığı birleştirmiş. Peygamberin halifeleri olarak...
اسْمَ (iSMe) “İsm” kelimesi “SMV” kökündendir. “Sema” hayvanın sırt tarafıdır.
Hayvanları ayırmak için kabilenin damgasını vururlar, o da “smv”dir. “İsm” bir varlığın damgasıdır, yani onu işaret eden kelimedir. Onun cismini gösterdiği gibi onun varlığını, işini, sıfatlarını da gösterir. “Allah’ı tesbih edin” dense, kendisinin zatını tesbih etmiş oluruz. “Allah’ın ismini tesbih edin” dendiğinde, Allah’ın işlerini tesbih edin denmiş olur. Yani O’nun koyduğu düzeni tesbih edin, onda bir eksiklik olmasın denmiş oluyor. Burada emredilen ismini söylemek yani namazda, rekat ve secdelerde sübhanellah deyin manâsına geldiği gibi, hayatta da O’nun düzenini tesbih edin yani size yüklemiş olduğu görevleri yapın anlamına gelir.
Nebi ve resullerin halifelerini göndermiş, bunlar da başkanlardır.
- Kur’an’ın Cebrail tarafından kendisine indirildiği Hazreti Muhammed aleyhisselâm kastedilir. Hazreti Musa’yı anlattığı gibi onu da bir üsve/örnek olarak bize anlatır.
Bu dört manâyı verirken, birinci derecede mü’minlere hitap eder kabul ederiz. Sonra başkana hitap eder kabul ederiz. “Ey nâs” demişse ve “haliseten leke” gibi bir kayıt varsa, diğerlerine manâ veririz. Biz burada emri mü’minlere verilmiş kabul ediyoruz. Her namazda tesbih edecekler, rükuda ve secdede üçer defa “sübhanellah” diyecekler. Namazları cemaatle kıldıran imama da sen böyle kıldır emri verilmiş olmaktadır.
Bir namazı kıldıktan sonra görevi yerine getirmek amacı ile işe koyulursun. Görevi yerine getirdikten sonra namaz vakti gelirsin, Rabbinin huzuruna çıkarsın, tekmil verirsin. Senin verdiğin görevi yerine getirdim, tesbih ettim. Bundan sonra yeniden görevimi yerine getirdim diyorsun. Yapamadıklarından dolayı da istiğfar ediyorsun.
“Sebbih bi hamdi Rabbike” dendiği halde, burada doğrudan mef’ulün bih getirilmiştir. Hamd ile tesbih etmekte, hamdi istiane ederek yani hamd ederek Rabbi tesbih et anlamı vardır. Orada hamdi araç yap ve öyle tesbih et denmiş olur. Hamd de Rabbin verdiği nimetlerdir, O’nun nimetlerinin sağladığı imkânlardır, güçtür. Yani O’nun verdiği güçle tesbih et denmiş olur. Burada ise tesbih edilendir. Allah’ın zatı değil, O’nun esması olan kâinatın oluşumunu tesbihtir. Doğrudan zatının tesbihine gerek yoktur. Zaten imkânsızdır. Zatı her türlü noksanlıktan münezzehtir. Yarattıklarında eksik ve kusurlu bıraktıkları olmaktadır; bunu da insanlar yapsın da yapma şerefine ersinler diye.
Tesbih kelimesini harfi cerlerle birlikte düşünebilir, değişik manâlar verebilirsiniz.
Sebbeha ismellahi mine’l-ilmi: Allah’ı ilimden başlayarak tesbih etti.
Sebbeha ismellahi il’l-ameli: Allah’ı amele kadar tesbih etti, sonuna kadar götürdü.
Sebbeha ellaha bi hamdihi: Allah’ı O’nun hamdi ile tesbih etti.
Sebbeha ellaha li ta’zimihi: Allah’ı O’nu tazim etmek için tesbih etti.
Sebbeha ellaha ani’l-zulmi: Allah’ı zulümden tesbih etti.
Sebbeha ellaha ala azametihi: Allah’ı azameti üzerine tesbih etti.
Sebbeha ellaha fi salatihi: Namazında Allah’ı tesbih etti.
Kur’an’da bunların hepsi yoktur. Ancak kıyas yoluyla hepsini manâlandırabilir, ona göre hükümler çıkarabiliriz. Mesela, namazda tesbih varsa oruçta da olması gerekir diyebilir, yemekten sonra hamd ile tesbih edebiliriz.
Şu sorulara cevap vermek tefsir etmek demektir.
“SBH” kelimesinin kök manâsı nedir?
“Tesbih” kelimesinin lugat manâsı nedir?
“Tesbih” kelimesinin Kur’an ıstılahında manâsı nedir?
Burada hitap eden Allah’tır, muhatap kimdir?
Kavli tesbihi nasıl, nerede, kaç defa yapacağız?
Fiili tesbihi nasıl yapacağız?
Bunları cevaplandırmak bu emrin tefsiridir.
رَبِّكَ (RabBiKa) “Rabbinin ismiyle.”
“Rabbin” iki “b” ile getirilmekte ise de, kökü “RBV”dir. Rabve, tümsek demektir. Çölde tümsek var, bitkiler vardır. Onlar zamanla büyürler. “Rab” terbiye eden manâsında sıfatı müşebbehedir. Hizmet edip büyüten demektir. Biz yetiştiren olarak tercüme ediyoruz.
Bir ağacı dikersiniz. Yavaş yavaş büyür. Meyve vermeye başlar. Zamanla meyvesini artırır. Sonra yaşlanarak ölür. Buna “rabvet” denir. Allah’ın sıfatıdır.
Allah isteseydi kâinatı böyle bugün olduğu gibi var ederdi. Ama Allah kâinatı önce bir ışık olarak var etti. Sonra sıvı oldu. Belli mesafelerle uzaklaştıktan sonra gaz oldu, duman oldu. Sonra yıldızlar ortaya çıktı. Gezegenler çevrelerinde dönmeye başladılar. Sonra yeryüzü canlılar yaşayacak şekle sokuldu. Daha sonra canlıları yarattı. Daha sonra kara canlılarını yarattı. Canlılar evrimleşti, omurgalı ve memeli safhalarını geçirdi. Sonunda insan var oldu. İnsan da toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerini geçirdi; şimdi sanayi döneminde. Görülüyor ki Allah kâinatı tedrici olarak var etmiştir. Semavât ve arzın Rabbidir, eğiticisidir, evrimcisidir.
İnsan da beden içinde önce bir hücre olarak ortaya çıkar. Sonra bölünür, hareketli hareketsiz hücreleri oluşturacak hücreler olurlar. Hareketli hücreler üreme ve hareket hücrelerine ayrılır. Üreme hücresi cinsel hücrelere ve hormon hücrelerine ayrılır. Diğer taraftan hareketsiz hücreler iç ve dış hücrelere, dış hücreler sinir ve deri hücrelerine, iç hücreler de kan ve iskelet hücrelerine ayrılır. Sonra insan cenin olur. Doğar. Konuşmaya başlar. Yedi yaşına, on yaşına gelir. Akıllı varlık olur. Yaşlanır ve ölür. İşte bu insanın rabvetidir. İnsan kırk yaşında yaratılabilirdi. Allah tedrici yaratmayı takdir etmiştir.
Allah yalnız Rab değildir, aynı zamanda hâliktır.
Allah kâinatı adım adım geliştirirken, baştan madde parçacıkları var etti. Bunlara bazı özellikleri verdi ki bu özellikler kıyamete kadar değişmeyecektir. Kâinat özellikleri içinde o kanunların içinde gelişerek olgunlaştı. Örnek olarak ışık hızı değişmemiştir. Atomun yapısı değişmemiştir. Hattâ bunların sayısı artmış değil, azalmış değil. İşte o özellikler içinde kâinat terbiye edilmiştir. Bu özelliklere “hilkat” diyoruz. Allah bunları halk etmiştir. Dolayısıyla Allah hem rab hem de hâliktır.
Bir buğday tarlasına iyi bakarsan, on kilo ürün alacağına yüz kilo alabilirsin, ama hiçbir zaman arpadan buğday elde edemezsin. O halde canlılar bir taraftan rabvet içinde yetişmekte ise de, diğer taraftan değişmez doğal kanunlara tâbidir. Allah onları öyle yaratmıştır ki onu değiştirmek mümkün değildir. Bunları nesilden nesile intikal ettiren Kur’an’ın “hame” dediği varlığın adı Batı dilinde “gen”dir. Genleri Allah hâlik olarak var etti. O genler vasıtasıyla canlılar rabvet içindedirler.
İnsan bugün telefonu icat etmiştir. Uçakla veya füze ile uçabilmektedir. Bilgisayarla yazmaktadır. Ama bütün bunları değişmez doğal kanunlar içinde yapar, zerre kadar değişiklik yapamaz. İnsan ancak doğal kanunlardan yararlanarak, sosyal kanunlardan yararlanarak işler yapar, bunları değiştiremez.
Marks’ın yaptığı hata, doğa kanunlarını bilmediği için sistemi ütopiktir. İnsandaki aile müessesesi, mülkiyet müessesesi, devlet müessesesi, milliyet müessesesi fıtridir. Bunlar icat değildir, oluşlar değildir. O zaman gen kavramı bilinmiyordu. Lamark’ın canlılardaki intibakı doğal zannediliyordu. Oysa böyle bir kanun yoktur. Sadece genler böyle yapıyordu. Yani Marks da sosyal ve doğa kanunlarını kabul ediyordu. Bilgi eksikliği vardı. Çoklu döllenmenin yasaklığı tüm doğada vardı. Aile müessesesini tanımamız gerekir.
الْأَعْلَى (eLEaGLAy) “A’lâ Rabbinin ismini tesbih et.”
Allah insanı ve kâinatı yaratmış, insana kâinatı anlayacak bir beyin vermiştir. İnsan kâinatı zaman ve mekân içinde kavramaktadır, zaman ve mekân dışı bir düşünmeye sahip değildir. Allah ise zaman ve mekân dışındadır, dolayısıyla Allah’ı kavramak onun için mümkün değildir. İnsan Allah’ı dünyadaki varlıklara benzeterek kavramaya çalışır, ama bilir ki Allah düşündüğü gibi değildir. Allah’ın zâtı bilinmez, dolayısıyla Allah’ın zâtını düşünmeyiz. Ama Allah’ın bize hitabı vardır, bize davranışı vardır, yani bu kâinatta Allah’ın tezahürü vardır. O zaman adeta biz O’nu bir insan gibi düşünürüz. Allah insanı muhatap almıştır. İnsanın O’nun muhatabı olabilmesi için O’nun insanlara insan gibi görünmesi gerekir. İşte burada Allah’ın sıfatları ortaya çıkar.
Allah’ın sıfatları kedisinden ayrı mıdır, gayrı mıdır diye mezhepler arası tartışma vardır. Mu’tezile ayrıdır diyor. Batıniye aynıdır diyor. Vahdeti vücuda giderler. Kâinat da O’nun sıfatıdır ve aynıdır deniyor. Ehli Sünnet ise ne aynıdır, ne gayrıdır diyor.
Biz bu mezhebi kabul ediyor ama bir açıklama getiriyoruz. Allah’ın sıfatları zâtında aynıdır. Yani sıfatları ayrı zâtı ayrı değildir. Zâtında vahdeti vücut vardır. Ama bizdeki görünüşü sıfatları ayrıdır. Yani biz Allah’ı zâtı ile değil, sıfatları ile biliriz, sıfatlarını görürüz. Biz onu bizim gibi düşünebiliriz. İşte Kur’an bu sebeple Allah’ın sıfatlarını saymaktadır; görür işitir, büyüktür yücedir gibi vasıfları ile saymaktadır. Kebir demek, mekânda büyük demektir. Allah mekândan münezzehtir. Ama mekânda büyüktür deniyor. Ekber, en büyük demektir. Azim diyor; güçte, şiddette, dayanıklılıkta büyüktür demektir, değerde büyüktür demektir. A’lâ, en yüksektir demektir.
Aşiret kabile içindedir. Kabile azimdir. Kabile şa’b içindedir, şa’b azimdir. Böylece iç içe oldukları için azim denmektedir İsmi tafdil birbirinden ayrı olan şeyler için getirilir. Allah azimdir, çünkü her şeyi kuşatmıştır.
Hukuk düzeninde ocakta imam, bucakta da imam vardır. Onun dışında ast ve üst yoktur. Kimse üste uymak zorunda değildir. Herkes Allah’a karşı yani hakemlere karşı sorumludur. Askeri düzende böyle değildir. Ast ve üst bağlantısı vardır. Bunlar ilmî ehliyete dayanır. Mü’min olmak yani asker olmak şartı ile ümmî erdir. sâil erbaştır, âmil çavuştur, ehli zikr subaydır (yüzbaşıya kadar), fakih üst subaydır, rasih generaldir. Böylece üst-ast rütbesi vardır. Fıkıhta imam seçilirken; a) İlmî mertebe, b) yaş, c) kıdem yani önce başlama, d) güçlü olma esaslarına göre tercih yapılır. Askerlikte de böyle rütbeler söz konusudur. Kıdem, yaş, ondan sonra tavzif yani tevcih edilen görevde yetkili kılmadır.
Üst asta rütbe tevcih edemez. Kıdem veya yaş üzerinde etki yapamaz. Ama bir görev verildiğinde biri onların üzerinde görevli yapabilir. Resul (Hz. Muhammed) son günlerinde bir birlik kurmuş ve Suriye’ye sefer etmelerini emretmişti. Askerler henüz Medine’den ayrılmadan önce Resul vefat etmişti. Hazreti Ebubekir onun yerine seçildi. Hazreti Ebubekir Hazreti Zeyd’e gitti ve Hazreti Ömer ile Hazreti Osman’ın kendisine gerektiğini beyan ederek onlara izin vermesini istedi. İşte bu ast ve üst ilişkilerini çok açık şekilde anlatan olaydır. Bir defa Hazreti Ömer ve Hazreti Osman bir azatlının emrine veriliyordu. Sonra ast azledilmedikçe tamamen serbest olduğu ve ondan izin almadan oradan bir kimseyi bile almanın mümkün olmadığını ifade eder. Bu yerinden yönetimin örneğidir.
Bugün tüm atamalar ve alınmalar sormadan merkezden yapılmaktadır.
Şimdi bu sıralamada baş komutan kimdir?
Birinci derecede baş komutan başkandır. Aşirette, kabilede, şa’bde, kavimde ve nâsta başkan en üst rütbeye ulaşmış görünmektedir.
Burada a’lânın, en üst seviyede olanın Rab olduğu ifade edilmektedir.
“Senin en yüce Rabbini tesbih et” diyor.
Burada ast üst ilişkide en üstüne itaat esastır. Yani bölük komutanı tabur komutanına karşı çıkarsa, tabur komutanına itaat edecektir. Bu bize teşkilatlanmayı da öğretmektedir. Kişiler önce kavmini seçerler, kavmin başkanına itaat ederler. Sonra kendi bölgelerinden olmayan emiri kendilerine komutan seçerler. Orduya katıldığında o ordunun tümenlerinden birini seçerler. Tümene katıldıktan sonra o tümenin alaylarından birini seçerler. Alaya katıldıktan sonra o alayın bölüklerinden birini seçerler. Bölüğe katıldıktan sonra o bölüğün mangalarından birisini seçerler. Böylece üstlerini kendileri belirlemiş olurlar.
Bunu nerden biliyoruz?
“RaBBiKe”deki “Ke”den biliyoruz. “Senin Rabbini tesbih et” demek, senin seçtiğin komutanın emrini yerine getir demektir.
“A’lâ” kelimesiyle de üstün üstü üste tercih edilir. Yani eğer erbaş çavuşa karşı çıkarsa, çavuşu dinleyeceksin. Çavuş bölük komutanına karşı çıkarsa yüzbaşıyı dinleyeceksin. Yüzbaşı albaya karşı çıkarsa albayı dinleyeceksin. Albay tümgenerale karşı çıkarsa tümgenerali dinleyeceksin. Tümgeneral orgenerale karşı çıkarsa orgenerali dinleyeceksin. Orgeneral devlet başkanına karşı çıkarsa devlet başkanını dinleyeceksin. Devlet başkanı meclise karşı çıkarsa meclisi dinleyeceksin.
En yüksek terbiye edeni tesbih et demek, onun dediğini yap demektir.
Şimdi “tesbih” kelimesinin manâsını yeniden ele alabiliriz.
“Tesbih etmek” demek, kamu görevini ifa etmek demektir.
Kamu görevleri nelerdir, şimdi onları yeniden ele alalım.
- Kamu görevinin başında iç ve dış güvenliği sağlamak gelir. Yani saldırılara karşı kişileri ve toplulukları korumadır. Kişi bunda görev alarak Rabbini tesbih etmiş olur.
- Hakemler yoluyla haklıyı-haksızı ayırarak herkese hakkını teslim etmek. Hukuki güvenliğini sağlamak.
- Ülkeyi mamur hâle getirerek insanların birbirlerine ulaşmalarını sağlamak, ülkeyi yaşanacak hâle getirmek.
- Sosyal güvenliği tesis ederek herkesin çalışmasa da yaşamasını sağlamak.
İşte bu dört işi yapmak kamu görevidir. Mü’minlere emredilen işte bunları yapmaktır. Kamu güvenliğini sağlayacak, sosyal güvenliği sağlayacak, adaleti tesis edecek ve ülkeyi imar edecek. Kişi bunları yaparken hiyerarşik sistem içinde yapar.
Ocağında ocak başkanının emrinde ocak meclisi kararlarıyla, bucakta bucak başkanının emrinde bucak kararıyla, illerde il başkanının emrinde il kararlarıyla, ülkede ülke başkanının emrinde ülke kararları ile ve insanlık karları ile yapar. Askerlikte ise manga, bölük, alay, tümen, ordu komutanları aracılığı ile devlet başkanının emrinde ülke meclisinin kararları ile yapar. Kur’an’da senin Rabbin deniyor. Bunu başka âyette Allah’ın herkesin ayrı ayrı Rabbi olduğu, onlara doğrudan hitap ettiği, nasıl anne her çocuğun ayrı ayrı annesi ise ve her birine ayrı ayrı muamele ediyorsa, Allah da her insanın ayrı ayrı Rabbidir, herkese doğrudan farklı muamele etmektedir demektir.
Burada Rabbe başka bir mânâ veriyoruz, o da şudur: Toplulukta herkes kendinin üstünü seçecek ve kendi seçtiği üst yoluyla en yüce olan Rabbe ulaşacaktır. A’lâ Rab da onun Rabbidir, bizzat kendisinin Rabbidir. Herkes topluluğun doğrudan ferdi olacaktır, aracılarla topluluğa bağlanmayacaktır. Aracılar olacaktır ama aracıları kendisi seçecektir. Çünkü o Rabbine yani topluluğa doğrudan bağlıdır.
- Kişi ergin hâle geldikten sonra ocağını yani aşiretini kendisi seçer. İsterse her an ocağını değiştirebilir. Hattâ otuz nüfusu bulursa arsa ister veya boş bina ister ve orada kendi aşiretini kendisi kurar. Hicret ederken maddi zarara sokulmaz.
- Kişi ergin hâlle geldiğinde her zaman bucağını değiştirebilir. İstediği bucağa katılır. İstediği bucakta yerleşir. Hattâ yeni bucak bile kurabilir. Maddi zarara sokulmaz.
- Kişi ilini değiştirebilir.
- Kişi ülkesini değiştirebilir.
- Kişi uzlete çekilip insanlıkla ilişkisini kesebilir. Ona karışmayız.
- Kişi ilmî dayanışmasını seçer,
- Kişi dinî dayanışmasını seçer,
- Kişi meslekî dayanışmasını seçer,
- Kişi siyasî dayanışmasını seçer,
- Kişi genel hizmet sorumlusunu seçer.
- Kişi evrak kayıt hizmetlisini,
- Zimmet kayıt hizmetlisini,
- Envanter kayıt hizmetlisini,
- Demirbaş kayıt hizmetlisini seçer.
- Kişi basın hizmetlisini,
- Yayın hizmetlisini,
- Ulaşım hizmetlisini,
- Haberleşme hizmetlisini seçer.
- Kişi planlayıcısını,
- Bakımcısını,
- Doktorunu,
- Güvenlikçiyi seçer.
- Kişi ilmî danışmanını,
- Dinî danışmanını,
- Meslekî danışmanını,
- Siyasî danışmanını seçer.
- Kişi takipçisini,
- Araştırmacısını,
- Ambarcısını,
- Veznesini seçer.
- Kişi noterini,
- Kontrolörünü,
- Soruşturmacısını,
- Hakemini seçer.
Görülüyor ki kişi toplulukta kendisine 32 kadar kişiyi seçerek Rabbine yani topluluğa onlarla bağlanmakta, onları her zaman değiştirebilmektedir. İşte bunları kendisi seçtiği için Rabbine doğrudan bağlanmış olmaktadır.
Şimdi, bazı kardeşlerimiz İslâmiyet’te demokrasinin, lâikliğin, liberalliğin ve sosyalliğin olmadığını söylemektedirler. Batı bunları nasıl anlıyor?
- Batı demokrasiyi ekseriyet kararlarına uyma şeklinde anlamaktadır. Kararlar alınırken ekseriyetin oyu uyulması gereken bir hüküm olmaktadır. Ekseriyet dediğinizde yüzde elli bir şeklinde anlamayınız. Yüz kişi isek, on parti olsak, belki on beşte bir oya sahip parti bizi idare edecektir. Böyle bir demokrasi İslâmiyet’te asla yoktur. Kur’an açıkça böyle demokrasiye karşıdır.
- Batı lâikliği dini yönetimden dışlama şeklinde anlamaktadır. Din serbesttir, din yönetime karışmaz. Yani insanlığı inanmış kişiler değil, yine dinsiz, ipsiz, sapsız, ahlâksız kişiler idare edecek; yani ya kâfirler idare edecek, ya da dinini imanını gizleyen münafıklar idare edecek. Kur’an küfre de nifaka da şiddetle karşıdır. Böyle bir lâiklik, lâiklik değil anti demokratikliktir ve zulümdür. Kur’an böyle bir lâikliğe şiddetle karşıdır.
- Batı liberalliği tekel sermayenin oluşmasında ve tekelliğinin korunmasında görür. Faiz ve gelir vergisi sistemi ile tekelleri ortaya çıkararak ülkenin onlar tarafından yönetilmesini önerir. Liberalliği sektör tekeline kadar götürür. Hattâ son zamanlarda banka tekeli oluşmuştur. Banka beş on kimseye kredi verir, onları kendi denetiminde yarıştırır. İstediğinin kredisini keser ve iflas ettirir, istediğine kredi vererek müflisin malların aldırarak zengin eder. Yani tekellerini kendisi oluşturur ve o tekelleri de banka tekeline alır. Sadece ekonomideki tekelle yetinmez; ilmi, dini ve siyaseti de kendi tekeline almak istemektedir. Böylece insanlığı tek devlete götürme çabasındadır. Kur’an tekele şiddetle karşıdır. Allah insanı iradeli varlık olarak yaratmıştır. Onun iradesini yok etme insanı sorumsuz hâle getirmedir. Bu uygulama kâinatın yaratılmasının hikmetine aykırıdır. Çünkü insan bu dünyaya imtihan olunsun yani kendi sorunlarına kendisi cevap versin diye yaratılmıştır. Demek ki tekeli önlenmemiş liberalizme İslâmiyet şiddetle karşıdır.
- Batı sosyalliği aidat alarak onların zor durumunda yardımlarına gelen bir kurum olarak anlamaktadır. Kamu alanlarından da para ile yararlandırmaktadır. Böylece sadece çalışanlara veya çalışabilenlere ve onların bakmakla mükellef oldukları kimselere yaşama hakkı tanımakta, çalışmayanları ve çalışamayanları açlığa ve ölüme mahkum etmektedir. İyi ki dinler vardır da onların sadakaları ile fakirleri kollamakta, bu sayede insanlıkta kitleler hâlinde ölümler olmamaktadır. Batı, Deniz Feneri davası ile bu hayrı da yok etme canavarlığını göstermektedir. Böyle bir sosyalliğe de İslâmiyet şiddetle karşıdır.
Hâsılı, İslâmiyet Batı’nın anladığı, tarif ettiği ve yaşayıp uyguladığı demokrasiye, lâikliğe, liberalliğe ve sosyalliğe şiddetle karşıdır. Onlara karşı savaş açmıştır.
Biz ise demokrasiyi, lâikliği, liberalliği ve sosyalliği farklı anlıyoruz. Kur’an’a göre tanımlıyoruz. Bizim anlayışımıza göre:
- Demokrasi demek şeriat/hukuk/adalet demektir, yani herkesin kendi kendisini yönetmesidir. Kelime anlamı budur. Yani insanlar kendi içtihat ve icmaları ile hareket edeceklerdir. Bir insan diğer insana hükmetmeyecek. Zarara uğrayanlar hakemlere giderler, kendi seçtikleri hakemlere giderler ve zararlarını tazmin ederler. Fail muhtardır. Yani demokrasi demek hukuk düzeni demektir. Mevzuatı, içtihatları, sözleşmeleri ortak vekil kararları ve hakem kararları oluşturur. Bunların hepsi demokrasidir. Yani halkın kendi kendisini yönetmesidir.
- İslâmiyet dinleri dışlamaz, bütün dinlere serbestlik tanır; zorlama yapmaz, bütün dinler kamu haklarından eşit olarak yararlandırır. Ne yapılacağına dinler karar verir, tezkiyeyi dinler yapar. Ayrıca din ne yapılacağına, ilim nasıl yapılacağına, ekonomi kimin yapacağına ve siyaset hasılanın kimlere ait olacağına karar verir. Lâiklik bu anlamda kuvvetler ayrılığıdır.
- İslâmiyet’te liberallik tekelden korunmuş serbestliktir. Fiyatlara ve ücretlere devlet karışmaz, kamu karışmaz. Kamu Kur’an’da belirtilmiş nisbette vergisini alır ve kamu görevlerini yapar. Hakemler karşısında halk ile görevliler eşittir. Herkes faizsiz kredi alma hakkına sahiptir. Böylece sermaye sömürüsü ortadan kalkar. Sermaye sadece rizikoyu karşılayan bir sigortadır, çalışanları sömürme aracı değildir.
- İslâmiyet’te sosyallik ise çalışsın çalışmasın herkesin yaşama hakkının olmasıdır. Çünkü yeryüzü bütün insanlar için yaratılmıştır, herkesin orada kira payı vardır. Kur’an bunu açıkça ifade etmiştir.
İşte, biz Batı’daki demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik kavramlarının manâlarını Kur’an’a göre böyle yapıyoruz ve İslâmiyet’te bu tür demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik vardır diyoruz. Hayrettin Karaman’ın dediği gibi; biz Kur’an’ı modaya uydurmuyoruz, günün bâtıl anlayışlarını Kur’an’la tashih ediyoruz.
Kur’an ehli tarihte hep böyle yapmıştır. Ehli Sünnet ve’l-Cemaat demek, insanlıktaki olayları Kur’an’la çözerler demektir. Kur’an’ı olaylara uydurmazlar, olayların sorunlarını Kur’an’la çözerler. Nitekim biz de bunu yapıyoruz. Bu anlamda Kur’an’da demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik vardır. Çünkü Kur’an’da olmayan bir şey yoktur, her şeyin Kur’an’a göre hükmü vardır.
Şimdi yukarıda anlattıklarımıza muhalefet edecek bir mü’min olacağını sanmıyorum. Yani Hayrettin Karaman da, Abdurrahman Ünsal da, Ankara’daki Ali Erişen ve arkadaşları grubu da, ESAM’cılar da elbette benim anladığım gibi anlıyorlar. Yani Batı anlamında bir lâiklik İslâmiyet’te yoktur, ama İslâmiyet’te dinde zorlama yoktur.
Ben ne yapıyorum?
Demokrasiyi, lâikliği, liberalliği ve sosyalliği Kur’an’a göre anlıyorum. Bunlar Kur’an’da vardır ve Kur’an’ın müesseseleridir diyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti kanunları ile uzlaşıyorum. Adil Düzen Çalışanları böyle yapıyor.
Bazı kardeşlerimiz ne yapıyor?
Lâikliği Batı anlamında anlıyor, karşı çıkıyor ve partilerini kapattırıyorlar. Eskiden hapse de giriyorlardı. Kur’an bize çatışmayı mı, uzlaşmayı mı emretmektedir. Kur’an, onların diliyle Kur’an’ı tebliğ et demiyor mu? Arapça öğret demiyor ki. O halde ben Kur’an’ın onların kendi dillerindeki kelimeler hakkındaki hükümlerini anlatıyorum. Gerçekten bazı kardeşlerimin bu husustaki direnmelerini anlayamıyorum.
Bir sorun ortaya çıkıyor.
Acaba Türkiye Cumhuriyeti mevzuatındaki lâiklik İslâm lâikliği midir, yoksa Batı’nın anladığı lâiklik midir? Hakeza demokrasi, liberallik ve sosyallik nasıldır?
Türkiye’deki lâiklik İslâm’ın lâiklik anlayışına çok yakındır.
Anayasamız lâikliği 2’nci maddede güvenceye almış ve değişmez madde olarak tedvin etmiştir. Ancak 2’nci maddede lâikliği tanımlamamış, onun tanımlanmasını anayasanın diğer maddelerine bırakmıştır. Anayasanın 24’üncü maddesinde lâikliği tanımlamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da ayrıca müessese olarak düzenlemiştir. Yani anayasa asla dini dışlamamıştır. Devlet ile din işleri ayrıdır gibi bir saçmalık anayasada yoktur. Yahut dünya ile din işleri ayrıdır gibi bir delilik anayasamızda ve kanunlarımızda yoktur.
Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.
Kimse,: burada “kimse” denmiştir, kişi ve kuruluşlar denmemiştir. O halde hiçbir kuruluş lâikliğe aykırıdır diye kapatılamaz. Kuruluşlar kurallara tâbidir. Kurallar 14’üncü maddeye aykırı olmamak üzere dinî de olabilir. Nitekim Diyanet İşleri Teşkilatı vardır, camiler vardır. Batı’da dinî partiler de vardır. Ancak kişi suçlanabilir. Anayasanın başka maddesi ile siyasi partilerin lâikliğe aykırı amaç güdemeyeceği belirtilmiştir. Ama lâikliğin tanımında siyasi partilerin dinî kurallarla yönetilemeyeceği hükme bağlanmıştır. O halde kurum pekala dinî olabilir.
Devletin: “Devletin” diyor, “kamunun” demiyor. Devlet dendiğinde; Türkiye Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakan, hükümet, yüksek mahkemeler, YÖK gibi merkezi faaliyetler, millî hakimiyeti kullanan müesseselerdir. Valilik ve kaymakamlık da devlete kıyasen ifade edilir. Ama il özel idareleri, belediyeler, hizmetle ilgili genel müdürlükler, hattâ mahkemeler devlet değil kamudur. O halde bunlarda lâikliğe aykırılık iddia edilip baskı yapılamaz. Hele sivil kuruluşlar ve özel girişimler tamamen serbesttirler. Okullar da bu kapsama girmez. Dini okullar açılabilir. Çünkü kamunun demiyor.
Sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini: Burada “temel düzen” diyor, sadece “düzen” demiyor. O halde devlet halkla olan ilişkilerde dine dayanmaz ama kendi iç yapısını pekala dine dayandırabilir. Mesela Cuma gününü tatil edebilir. Nitekim dini bayramlar tatildir. Mesaiyi iftara göre ayarlayabilir. Dini kıyafetin giyilmesini zorunlu yapabilir. Mesela başörtüsü birliği bozuyorsa pekala herkesin kamu alanlarında başını örtmesini isteyebilir. Çünkü burada temel düzen bozulmuyor.
Kısmen de olsa: Temel düzenini kısmen de olsa demiştir. Yani temel düzenini kısmen de olsa değiştiremez. Bunun anlamı, mecliste veya başkanlıkta veya ordu komuta kademesinde de olsa demektir.
Din kurallarına dayandırma: Bu din böyle istiyor, o halde böyle yapmalıyız denemez. Bir şey sırf dini kural olduğu için dayatılamaz. İşin gereği budur, ben böyle istiyorum diyebilir. Bunlar karara bağlanır ve ona uyulur. Dini kural olduğu için değil, sosyal kural olduğu için, mevzuat olduğu için uyulur. Ben başımı inancımdan dolayı örttüm diyen suç işlemişse kurtulmaz, sen bunu dini inancından dolayı işledin diye de suçlanmaz. Çünkü burada yasak olan dini kuralın mevzuat hâline getirilmesi ve insanlara dayatılmasıdır. Dini zorlamadır. Bu da İslâmiyet’in ana kuralıdır.
Siyasi veya kişisel: Sosyal çıkar sağlayabilirsin. Sadece siyasi partiler ve kişiler yasaklanmıştır. Diğer şirketler, vakıflar veya dernekler yasaklanmamıştır.
Çıkar veya nüfuz: Çıkar veya nüfuz yasaklığı oluşturur. Ama bir kimse inancı dolayısıyla, yahut ülke çıkarı veya topluluk çıkarı amacıyla pekala dini propaganda yapabilir.
Din duygularını: Yasak olan dini duygulardır, dini düşünceler yasak değildir. Çok evlilik İslâmiyet’te vardır. ‘Bunu kabul etmeyen kâfirdir’ derseniz yasakların içine girmiş olursunuz. Ama İslâmiyet çok evliliği getirmiştir. Bu şu sebeplerden dolayıdır deyip mantıkla, ilimle savunursanız, bu yanlış da olsa yasağın kapsamına girmez.
Dince kutsal sayılan şeyleri: İslâm dininde Kur’an, mescitler, Kâbe ve ibadetler kutsal sayılmıştır. Geri kalan tüm fıkhi hükümlerde bir kutsiyet yoktur.
İstismar edemez ve kötüye kullanamaz: İstismar, yararlanmak demektir. Kötüye kullanmak, başkasına zarar vermek demektir. Yasak kapsamına girmesi için hem kişiye yarar sağlamalı, hem başkasına zarar vermelidir. Çünkü burada “veya” değil “ve” getirilmiştir. İkisinin beraber olması gerekir. ‘Partime oy verirseniz cennete gidersiniz’ demek yasak kapsamına girmez. ‘Başka partiye oy verirseniz cehenneme gidersiniz’ demek yasak kapsamına girer.
Görülüyor ki, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı lâikliği ne dinsizlik olarak anlamakta, ne de dini faaliyetleri yasaklamaktadır. Sadece lâikliği ortadan kaldıracak fiilleri yasaklamaktadır. Bu madde de anayasamızın değişmez maddelerindendir. Bütün vatandaşlar ve hakimler buna uymak zorundadır. Bu tanımı değiştirme işi de sadece ve sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin nitelikli çoğunluğu ile yapılacak yasa ile değişmektedir. Anayasa hakimleri bu maddeye aykırı yorum yaparak suç işlemektedirler. Anayasa Mahkemesi’ne anayasayı kural olarak yorumlaması yetkisini verenler de anayasal suç işlemektedirler. Çünkü onlar kendi inançları doğrultusunda anayasayı değiştirmektedirler. Malum olduğu üzere her inanç bir dindir.
Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.