*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 528. SEMİNER
19 Eylül 2009
USULDE YENİLİK
VE FATİHA SÛRESİ TEFSİRİ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِمِ(1) الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ(2) الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ(3) مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ(4) إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ(5) اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ(6) صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ(7)
“Adil Düzen”e açıkça veya kapalı, bilerek veya bilmeyerek karşı çıkanlar, bizim yorumlarımız karşısında tereddüt içindedirler.
Bizi Osmanlı Ehli Sünneti içine koyamıyorlar...
Bizi Meşrutiyet reformcuları içine de yerleştiremiyorlar...
Bu durumda biz size kendimizi tanıtmak istiyoruz.
- Allah kâinatı ve insanı yaratmıştır. İnsana kâinatı anlayacak beyni vermiştir. Yeryüzüne halife yapmış ve ona görevler vermiştir.
- İnsanın görevlerini yapabilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Bunu iki yoldan elde eder.
- Akıl yoluyla elde eder. Akıl yoluyla elde ettiği birikimi insanlık “müsbet ilim” adı altında nesilden nesile intikal ettirmiştir. Bugün biz bunları yani bu ilimleri Batı’dan öğreniyoruz.
- Nakil yoluyla elde eder. İnsanlık nakil yoluyla elde ettiği birikimleri peygamberler silsilesi ile nesilden nesile intikal ettirmiştir. Bunları da İslâmî ilimlerden öğreniyoruz.
- İçtihat, görevlerimizi tesbit etmek ve ona göre amel etmekten ibarettir. Bize göre akıl tek başına delil değildir, nakil de tek başına delil değildir. Nakli akılla anlamak gerekir. Yani Kur’an’ı müsbet ilmin verilerine göre anlamak gerekir. Hüküm=Akıl*Nakil
- Sosyal evrim vardır, kıyamete kadar var olacaktır. Sorunların çözümleri yaşanan çağa göre değişmektedir, çünkü değişen hayata göre sorunlar da değişmektedir. Usul değişmez, gelişir. Füru ise değişir, gelişmez.
3- Batı’nın müsbet ilimlerini kabul ederken;
a) Batı deneyleri hilesiz yapıyor. Dolayısıyla ihtilaf etmedikleri deneyleri aynen almamızda mahzur görmüyoruz.
b) Batı’nın yorumları ise taraflıdır ve hilelidir. Dolayısıyla onları yani yorumları matematiği de kullanarak biz yaparız. Batı’nın deney ve gözlemlerine evet; yorumları ise biz doğrudan yapmalıyız.
c) İnsan iki tür ilme sahiptir; zannî ilimler ve kat’î ilimler. Kat’î ilimlerle iman edilir. Zannî ilimlerle amel edilir. Kat’î ilimlere diğer insanlar davet edilir. Zannî ilimlerde ise araştırmaya devam edilir. Herkes kendi zannî ilmine göre amel etmekle mükelleftir.
d) Bir hükümde kat’ilik, o husustaki kat’ilik icma ile sabit olur. Bana göre âlim olan kimseler bir konuda ittifak etmişlerse o konuda benim için icma vardır. Ben icmaa göre amel ederim. İçtihadım icmaa aykırı olsa da bana göre icma varsa ben ona göre amel ederim. Etmekle yükümlüyüm. İcmaa aykırı içtihat olmaz.
4- a) Bize göre Kur’an Allah’ın sözleridir. Hükümleri yer ve zamana göre değişmez. İçinde her şeye ait hükümler vardır.
b) Kur’an’dan önce gelen kitaplar da Kur’an’ın bir uygulamasıdır. Yer ve zamana göre Kur’an yorumlansa Tevrat ortaya çıkar. Eski kitapların hükümleri kalkmamıştır. Ancak eski kitaplar o devrin ve o halkın hükümlerini çözmüştür. Bugünkü sorunların hepsini çözemez. Eski kitapların asılları yoktur, değişmiştir. Dolayısıyla kitaptan olmayan hususlar da kitaplar içinde yer almıştır. Eski kitapların dilleri bize kadar gelmemiştir. Eski kitapları anlamak için usulü fıkıh kitapları gelişmemiştir. Dolaysıyla o kitaplardan yararlanırız ama içindekiler bizi bağlamaz. O dinlere mensup olanlar müsbet ilim ve Kur’an’dan yararlanarak kitaplarını doğru anlamalı ve hurafelerden ayıklamalıdırlar.
c) Sünnet Kur’an’ın örnek uygulamasıdır. Sünnete dayanmadan Kur’an’ı anlamak mümkün değildir. Usulde Sünnet Kur’an’a eşit delildir. Sünnet eğer Kur’an’ı yorumluyorsa biz ona uymalı ve Kur’an’ı ona göre yorumlamalıyız. Ama Sünnet eğer bir uygulama ve o devrin örfü gereği yapılmışsa, o fürudur, bizi bağlamaz. Tuvalette kıbleye dönmeyin, garba veya şarka dönün diyor. Kıbleye dönmeme hususu bizi bağlar ama Irak’ta isek garba veya şarka dönemeyiz.
d) Biz Kur’an’ı, sünneti ve usulü fıkhı geçmişteki âlimlerden öğrendik. Onları atlayamayız. Onların Kur’an’ın yorumları ile olan icmalarını devre dışı bırakamayız. Onları okuyup öğrenmemiz gerekir. Ama bizi bağlayan bizim icmalarımızdır. Onların icma ettiklerine de bizim icmamız gerekir. Yaşayanların icmaı gerekir. Ben icmada çağdaşım olan âlimlerin Kur’an’ı anlamada ittifakları var mıdır yok mudur, onu ararım. Varsa icma munakıttır (icmaya varılmıştır) diyebiliriz.
Bu girişten sonra usulümüzü misallerle anlatmaya çalışalım.
USULDE YENİLİK
VE FATİHA SÛRESİ TEFSİRİ
[Bir Hatırlatma: Fatiha Sûresi’ni değişik vesilelerle birkaç defa tefsir ettik. Fatiha Kur’an’ın özü ve özetidir. Bu tefsirler bir araya getirilip “FATİHA SÛRESİ TEFSİRİ” şeklinde kitaplaştırılabilir. Yine Bakara, Âli İmrân, Nisâ, A’râf gibi büyük sûreler başta olmak üzere, bugüne kadar pek çok sûreyi tefsir ettik; kitaplaştırılabilir. Son olarak 15 haftalık seminerlerimiz boyunca Şûrâ Sûresi’ni tefsir ettik; bu çalışmamız da “ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ” olarak kitaplaştırılabilir. Gelecek haftadan itibaren yeni bir sûrenin tefsirine başlıyoruz, inşaallah… Allah’tan, Üstad ile Kur’an’ın tamamını tefsir etme gayreti ve ömrü bahşetmesini niyaz ediyorum… RNE]
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِمِ(1)
(BiSMi elLAHi ElRaXMANı elRaXIyMı)
“Rahman ve rahim Allah’ın ismi ile”
Her işe “Besmele” ile başlanmalıdır. Bunda icma vardır.
“Besmele”nin mânâsı nedir?
Kâinat bir fabrikadır. Biz de o fabrikada işçiyiz. Fabrikanın sahibi Allah’tır. Bir işe başlarken O’nun işçisi olarak iş yaptığımızı ilan ediyoruz demektir. Yahut, Allah’ım Senin adına iş yapıyorum demiş oluruz. Allah’ın yeryüzündeki halifesi aşirettir (ocak/apartman), kabiledir (bucak), şa’bdır (il/vilayet), kavmdır (ülke/devlet) ve beşeriyettir (insanlık). O halde bunun anlamı şudur ki; ben mensup olduğum topluluğun işçisi olarak iş yapıyorum, başkasının işçisi değilim.
“İsim” zikredildiğinde, Türkçede olduğu gibi O’nu temsilen O’nun halifesi olarak iş yapıyorum demektir. İnsan içtihat yaparken Allah’ın halifesi olarak iş yapar ve sonra da O’nun kulu olarak içtihadına göre iş yapar. Biz burada isim olarak O’nun tabiî ve doğa kanunlarını O’nun bize emrettiği şeriatı olarak yorumluyoruz. “Billahi” denmeyip de “Bismillahi” denmiş olmasını böyle anlıyoruz.
İşte bu bir usuldür ve usulde yeniliktir.
Bu usul, bu yeni usul nedir?
Kur’an’da hiçbir şey tesadüfen yerleştirilmiş değildir. Kur’an’ın hiçbir yerinde o anda öyle akla geldiği için söylenmiş bir cümle yoktur. O halde “Billahi” denmeyip “Bismillahi” denmiş olmasının bir hikmeti olmalıdır. Biz bu hikmeti böyle tesbit etmiş oluyoruz. Siz başka türlü tesbit edebilirsiniz. Sizin için o doğru olur. Benim veya bizim için de bu doğrudur.
“Allah” kâinatı var edenin kâinatı var ettikten sonraki adıdır. Allah’ın kâinattaki kanunlarını ifade eder. O’nun yeryüzündeki halifesi topluluktur. Topluluğu da ifade eder. O halde topluluğun kuralları içinde ve topluluk adına iş yapıyorum demektir. “Bismillah” ile aynı zamanda mensup olduğun toplulukla da sözleşme yapıyorsunuz. Usulde fukaha “Allah” kelimesinin topluluğu temsil ettiğinde ittifak etmişlerdir. Ama “Besmele”de bu mânâyı biz vermiş oluyoruz. Yani onların kuralını uyguluyoruz; değiştirmiyoruz, bozmuyoruz, sadece usulde yenilik getiriyoruz.
“El-Rahmân” ve “el-Rahîm” kelimeleri gelmektedir.
İkisi de “RXM” kökünden gelmedir. İkisi de sıfatı müşebbehedir.
“Rahmân” yalnız ismi fail olarak gelir; “Rahîm” hem ismi fail hem ismi mef’ul anlamalarına gelir. İkisi de marife olan “Allah”ın sıfatlarıdır. Farklı mânâda olduklarında ittifak vardır. Fark ihtilaflıdır.
İşte burada biz bu farkı belirliyoruz. Onlar için onların yorumu, bizim için bizim yorumumuz doğrudur. Siz de neyi kabul ederseniz, sizin için de o doğrudur.
İşte bu usuldür.
“Rahmet” kökü çocuğun büyüdüğü annenin döl yatağından yani “Rahim”den gelmektedir. Annenin çocuğuna duyduğu karşılıksız hislerdir. Allah kullarına bir annenin çocuğuna duyduğu merhamet hislerine benzer şekilde davranır. Bu açıklamayı biz yapmış oluyoruz. Bu açıklamamız eskilerin açıklamalarına aykırı değildir.
Allah kâinatı var etti ve onlara rahmet edip neye muhtaç iseler onu onlara verdi. Onların bu hususta bir emekleri veya katkıları yoktur. Bu Allah’ın “rahman” sıfatıdır.
Devlette rahman sıfatı, kişilerin hiç katkıları olmasa da devletin imkanlarından yararlanmadır. Çocukların hiçbir katkıları yoktur ama onların hukukunu da kanunlar korur. Onların yaşayıp büyümeleri için gerekli tedbirleri alır. Yol yapılırken geçenlerin katkıları yoktur ama yoldan yararlanmaktadırlar. İşte bunlar kamunun “rahman” sıfatıdır.
“Rahim” ise ismi fail de olabilir. Allah çalışmak isteyenlere iş verir. Çalışmalarının karşılığını daha fazla verir. Bu “rahim” sıfatıdır. Çalışanlara bu dünyada verir. Âhirette fazlasını verir. Allah kâinat fabrikasını kurmuştur. O fabrikada insanların her türlü ihtiyaçları üretilmektedir. Çalışsın çalışmasın herkes o fabrikanın ürünlerinden yararlanmaktadır. Bu “rahman” sıfatıdır. Çalışanlara ayrıca fazla olarak ücret verilmektedir. Bu da “rahim” sıfatı ile olmaktadır.
Fıkıhta da çalışanlara ayrıca ücret verilmektedir ki, bu da kamunun “rahim” sıfatı olmaktadır. Burada yine usulün bir kaidesini uyguluyoruz. Farklı ifadeler farklı hükümler taşır. O halde “rahman” ve “rahim” arasında fark olmalıdır. “Rahim” hem fail hem mef’ul olmaktadır. Bu kurallara göre mânâ verilmektedir. Kurallar benim/bizim değil, klasik fukahanın kurallarıdır. Ayrıca, “rahman” demek herkese “aş” demektir; “rahim” demek herkese “iş” demektir. Bu görevlerin kamuya ait olduğunu ortaya koyuyoruz.
Bakınız, usul eski ama hükümler yenidir. Herekse aş sorununu genel aidatsız sigorta ile çözüyoruz. Herkese iş meselesini de faizsiz çalışma kredileriyle çözüyoruz.
Görülüyor ki, çözümler yeni ama kurallar eski.
“Besmele”yi tercüme ederken “Yaşatan ve çalıştıran topluluğun adına bu işi yapıyorum” şeklinde mânâlandırıyoruz. Yani kişi mensup olduğu toplulukla sözleşme imzalıyor ve o sözleşmeye göre iş yapıyor.
Kooperatifte bunu şöyle ifade ettik: Limitler dahilinde olmak şartı ile ortaklardan biri diğerine bir şey verdiği zaman ortak kooperatife vermiş ve kooperatif de öbür ortağa vermiş olur. Yani ortak kooperatiften alacaklı olur, diğer ortak da kooperatife borçlu olur. Bunun yararı nedir? “Alan Ortak” bir başka ortağa vermişse borcundan kurtulur. “Veren Ortak” da başka ortaktan almışsa onun da alacağı kalmaz. Bu da topluluğu oluşturur, ekonomiyi oluşturur.
Biz anayasamızda (Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASAI), “çocuklar insanlığa borçlanır ve büyürler” dedik. Sonra kendi çocuklarını yetiştirerek geçmişten kalan borçlarını öderler. Demek ki bu hüküm “Besmele”den çıkıyor.
Usulde yenilik açıklamalarımıza devam edelim.
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ(2)
(eLHamDu LilLaHi RabBiLALMiYNa)
“Hamd âlemlerin rabbinindir.”
“Hamd” kelimesini tanımlarken İslâm gramercileri kelimenin çıkışına bakarlar. Biz de o usulü esas aldık. Âdem eşyayı arz etti, onların isimlerini gösterdi, sonra insanlar kelimelere yeni yeni mânâlar verdiler. Görünenleri de adlandırdılar.
“Hamd” aşiret reisinin çadırının kapısının adıdır. Diğerlerinin kapılarından ayrılsın diye görkemli ve şatafatlı yapılır. Hamd etmek demek, aşiret reisinin meziyetlerini saymak demektir. Şükretmekten farklıdır. Şükretmek amelidir ve birinin size yaptığı iyiliğe karşı yapılan iştir. Hamd ise size ve başkalarına yapılan iyiliklere karşı anlatılanlardır.
Buraya kadar olanlar klasik tefsirlerin anlattıklarıdır.
Usulde bir kural vardır. Masdar söylenir, sonuç kastedilir. Yemek yeme masdardır. Ama aynı zamanda yiyecek anlamındadır. “Hamd” kelimesi de hamd etme anlamında olduğu gibi, hamdın kendisi de kastedilmiş olabilir. Temlik bunu gerektirir. “Gelmek onundur” denmez, “gelen odur” denir. Bu kural da klasik dilcilerin kuralıdır.
Biz bu kuralı burada uyguluyor ve diyoruz ki; burada sözkonusu olan hamd fiili değil, hamdın kendisidir, yani görkemliktir. “Hamd” kelimesine bu mânâ verilice uygulamada birçok sorunlar çözülmüş olur. Zaten fıkıhçılar da böyle çözmüşler.
Bizim yaptığımız yenilik nedir?
Fıkıhçıların sünnete dayanarak çözdüklerini, biz gramere dayanarak Kur’an’la çözüyoruz. Böylece Kur’an’ın ilâhi söz olduğu ispatlanıyor, gramercilerin gramer kurallarını doğru koyduğu ispatlanıyor. Bizim grameri doğru anladığımız ispatlanıyor. Böylece fıkıhçıların çözemediği sorunları da çözme imkânını buluyoruz.
“Hamd”ı çok açık bir şekilde anlayabilmemiz için bir örnek verelim.
Dağ başında birisi ev yapsın. Bu evin yolu yoktur, bundan dolayı değeri 10 altındır. O kişi 90 altın harcar da yol yaparsa, o zaman o evin değeri 100 altındır. Şimdi biri gelip oraya bir ev daha yapsa, o evin değeri de 100 altındır. On kişi ev yapsa 1000 altındır; yani evleri ile beraber bin altındır. 100 altın ev bedeli, 100 altın da yol bedeli. Toplam maliyet 200 altındır; oysa değeri 1000 altındır. İşte bu 800 altın havadan gelmiştir. Bu 800 altın topluluğun getirisidir. Emeksiz getiridir. Her biri ayrı dağda bu işi yapsaydı bu getiri olmayacaktı. “Hamd” işte bu getiridir. Emeksiz getiridir. Batılılar buna “rant” diyorlar.
Görülüyor ki biz klasik yorumcuların kurallarını kullandık ama sonunda günümüz kavramlarına ulaştık.
“Allah” kelimesinin topluluğu ifade ettiğini de daha önce belirtmiştik. O halde bu emeksiz gelirin yani 800 altının kime ait olacağını çözmüş bulunuyoruz.
Kapitalistlere göre bu 800 altın ilk yapı yapana aittir, yani ilk sermayeye aittir.
Sosyalistlere göre bu devlete aittir. Devletin sahibi de hükümettir, hükümete aittir.
Kur’an’a göre Allah’a aittir. Allah da halktır, halka aittir; yani oradaki topluluğa aittir.
Halkın bundan nasıl yararlanacağı hususu başka âyetlerden tesbit edilecektir.
Biz âyetten şunu çıkarıyoruz: Topluluğun oluşmasından doğan emeksiz değer o topluluğundur. Kişilerin değil, başka topluluğun değil, o topluluğundur.
“Allah’a aittir” demekle yetinmeyip, “Âlemlerin Rabbi” sıfatı ile vasfedilmiştir. Burada bu sıfat takyidi sıfat değildir. Yani âlemlerin rabbi olmayan Allah yoktur. O halde sıfat tavsiftir. Yine klasik dilciler diyor ki, takyidi sıfat diğerlerinden ayırt etmek içindir. Tavsifi sıfat illetin hikmetini belirlemek içindir. Burada tavsifi sıfattır. Yani Allah âlemlerin rabbi olduğu için hamd ona aittir demektir.
“Rab” demek yetiştiren demektir. O halde biz bu 800 altın olarak artan değeri o topluluğun gelişmesi için kullanacağız. Sokakları yapacağız, asfaltlayacağız, kanalizasyonu ve diğer altyapıyı yapacağız. Araba alıp toplu taşıma için servise koyacağız, yol yapacağız. Bunlar topluluğun görevidir, rant da onun geliridir.
“Âlem” ilim kökündendir. Bilinen anlamındadır. Allah yaratıcıdır ve bilendir. Kâinat yaratılandır ve bilinendir. Âlemin çoğulu olarak insan topluluğunu anlatır.
Arapçada değişik çoğullar vardır. Kurallı erkek çoğul ayrı kişileri değil de topluluğu birden ifade eder. Kurallı dişi çoğul da ayrı ayrı eşyaları değil de eşyayı birden ifade eder. Kuralsız çoğullar ise ayrı kişilerin çokluğunu ifade ederler. Bu husus klasik dilciler tarafından bilinmektedir. Biz buna biraz daha açıklık getiriyoruz. “Âlim” dediğimiz zaman başkanları, sözleşmeleri, bütçeleri ve müeyyideleri olan âlimleri yani tüzel kişiliği olan âlimleri ifade eder. “Ulema” dediğimiz zaman sadece çok sayıdaki âlimi ifade eder.
Görüyorsunuz ki, biz gelişen dünyanın ulaştığı kavramları Kur’an’da tesbit ediyoruz. Eskilerin kurallarını bozmuyoruz. O kuralları çağımıza uyguluyoruz. Biraz daha özelleştirip somut hâle getiriyoruz.
“Harfi tarif” ahd için veya cins için gelmiş olur. Burada ahd için getirirsek belli toplulukları kastederiz. Yani ben “Hamd âlemlerin rabbinindir” derken benim aşiretimi, benim kabilemi, benim şa’bimi, benim kavmimi, benim yaşadığım çağın insanlığını kastetmiş olurum. Hamdın onlara ait olduğunu ifade ederim. Bir de istiğrak için gelmiş olur. O zaman bütün toplulukların rabbi anlamına gelir.
Klasik dilciler “el” harfinin müşterek olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. Biz doğru olan her iki mânânın ayrı ayrı verilebileceğini kabul ediyoruz. Klasik dilcilerden de aynısını kabul edenler vardır. Bu sebepledir ki biz yeryüzü insanlığındır diyoruz. Ondan sonra ülkelere, illere, bucaklara ve semtlere taksim ediyoruz. Bunların her biri “âlemîn”dir diyoruz. Baştaki harfi tarif de istiğrak için veya ahd içindir diyerek rantı bölüştürüyoruz.
Şöyle ki, bir yerde ev yapan kimse beşte birini topluluğa verir. Bu altyapı bedelidir. Bunun beşte birini site altyapısı ile site dışı alt yapısına, beşte birini bucağa, beşte birini ile, beşte birini ülkeye, beşte birini de insanlığa veriyoruz. Bu “el-âlemîn”in harfi tarifi ahd için anlamındadır. Gelirleri ise bucak diğer semtlere de, il diğer ilçelere de, ülke diğer illere de, insanlık diğer ülkelere de harcar. O zaman “el” harfi tarifine istiğrak mânâsını vermiş oluruz.
Görülüyor ki, biz klasik dilcilerin kurallarını kullanıyor, Fatiha’ya uyguluyor, böylece çağımızın sorunlarını çözüyoruz.
الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ(3)
(elRAXMAVNı elRAXIyMı)
“Rahman ve rahim olan.
“Rahman” ve “Rahim” yukarıda açıklanmıştır.
Çalıştıran ve yaşatan anlamında idi.
Burada bu sıfatlar tekerrür etti.
“Elhamdu lehu” denmemiş de, “Elhamdu lillahi”deki “Allah” tekrar edilmiştir. Çünkü “Besmele” sûreden değildir. Hanefiler sûreden saymazlar. Ama âyettir derler. Malikiler âyet bile saymazlar. Şafiiler sûreden sayarlar.
Fatiha Besmele’nin izahıdır. Bu tekrarlar da onu gösterir. Başta “ve” harfi konmadığına, “ve” kelimesi tekrar edildiğine göre “Besmele” sûre değildir. Ama âyettir. Burada bu sebeple tekrar edilmiştir.
Allah rahman ve rahimdir, diğer bütün sıfatlar ise bu sıfatların başka şekildeki görünüşüdür. O sebepledir ki aralarında Besmele yoktur. Sadece ayrı âyettir. Rahman ve rahim sıfatı rab sıfatının açıklamasıdır. Klasik dilciler de bu kaideyi belirtiyorlar. Biz sadece burada da uygulamış oluyoruz.
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ(4)
(MAvLiKi YAVMı eldDIyNı)
“Din yevminin mâliki olan.”
“Mâlik” kelimesi iş sahibi demektir. Bunun mâlik, melik ve melek şeklinde kıraatleridir. Üçü de mütevatirdir, Kur’an’dandır. Klasik müfessirlere göre inkâr eden, herhangi birini inkâr eden Kur’an’ı inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur.
Onların bu hükümlerine ben de katılıyorum. Yalnız ben kıraatler arasında uygulamada ve tercihte başka bir tercih sebebi yoksa standart sayılara uygunu uygularım. Nitekim kurralar da birer kıraati tercih etmişlerdir.
Kelimeleri ve harfleri tasnif ederken burada “A” (ا) harfini getirmezsek, yedi çift sistemi oluşmaz. Mesela ismi fail çifttir, malik (مَالِكِ) ve dallin (الضَّالِّينَ). O zaman dallin tek kalır. Na’budu, nastainu, ihdina, enamte; fiil dörttür. Eğer ism-i fâil değil de fiil olsaydı bu durumda fiil sayısı beş olurdu. Bu sebepledir ki ben de Asım’ın kıraatini tercih ediyorum. İşte bu tercih sistemi bana aittir. Bununla ben Ehli Sünnet yolunu terk etmiyor, onların tercih sünnetine ben de birisini ekliyorum. Bu Kur’an’ın icazını ortaya çıkaran bir tercihtir. Ama diğerlerini de inkâr etmiyorum.
“Din” “deyn”den gelen bir kelimedir. Türkçede kullandığımız mânâda değildir. Kur’an’da Türkçedeki dinin yani inancın karşılığı millettir, dindar karşılığı takvadır. Kur’an’daki din “düzen” demektir. Düzen borç ve alacaklarla kurulur. Yaklaşma anlamındadır, muhasebe günü anlamındadır.
Bu âyetteki gün Ahiret Günüdür. Bu hususta icma vardır. Biz de bu icmaya katılıyoruz.
Biz ayrıca şunu söylüyoruz. Kıyamet günü hesap gündür. O günden sonra yani hesap yapıldıktan sonra insanlar cennet veya cehenneme gideceklerdir. Muhasebe günü bu dünyanın devamıdır. Hüküm giydikten sonra cennet veya cehenneme gidilecektir. Muhasebe gününde dünyanın kanunları geçerli olacaktır. Dolayısıyla Allah orada nasıl muhakeme ediyorsa, biz de bu dünyada topluluk olarak ve O’nun halifesi olarak öyle yapmalıyız. Bugün devletlerin yıllık bütçeleri vardır. Gelir-giderler kaydedilir. Yıl sonunda hesaplaşır. Vergiler ödenir.
Buradaki marifeden, din yevmine kıyasla senenin bir muhasebe dönemi olmalıdır. Herkes muhasebesini o gün kapatmalıdır. Gerçi fıkıhta zekât için bu vardır. Ama zekâtı da hacca ve oruca kıyas ederek, Ramazan Bayramındaki varlığa göre hesaplanmalı, Kurban Bayramı’na kadar belli gelirler ertesi yıl harcanmalıdır diyorum. Bugün Müslümanlar zaten buna yakın uygulama yapıyorlar. Biz buradaki “yevmi’d-din” ifadesine dayanarak bu uygulamanın farziyetini söylüyoruz. “Âtû el-zekâte”de “zekât” müfreddir. O halde herkes istediği gün istediği ay veremez. Hangisi olduğunu kıyasla belirliyoruz.
İşte, bizim usulde getirdiğimiz yenilik budur: Kıyamette Allah’ın meleklere yaptırdıklarını biz bu dünyada görevlilere yaptırıyoruz. Başka delil yoksa kıyas yapıyoruz. Kıyasın alanını genişletiyoruz.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ(5)
(EiyYAvKa NaGBuDu Va EiyYAvKa NaSTaGIyNu)
“Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden istiane ederiz.”
Bizim klasik tefsirlerden farklı olarak burada ilave ettiğimiz usul şudur. Biz dediğimize göre bunu birlikte söylemeliyiz. Birlikte koro hâlinde söyleyemeyeceğimize göre; başkanımız söyleyecek, biz de sükut edip dinleyeceğiz. Biz söylemiş gibi oluruz. Bunu da başarabilmemiz için sıraya geçip sözcümüzün arkasında duracağız. Yani bu namazda söylenecektir, rekatta söylenecektir. Namazda Kur’an’dan başka ifadeler söylenmez.
O halde Fatiha Kur’an’dandır. Ama biz taahhüt ettiğimiz için de bizim sözlerimizdir. El bağlamak, kıbleye dönmek, saf olmak, imamın arkasında durmak Besmele’nin yerine geçtiği için bir daha Besmele’nin okunmasına gerek yoktur. Başka bir deyişle, herkes kendi Besmele’sini söyler. Bu Fatiha’nın Besmele’si değildir. Namaza giriş Besmele’sidir. Gizli söyler. İmam cemaat adına Fatiha ile Allah’a taahhütte bulunur.
Burada bizim yaptığımız, Hanefilerin içtihatlarına Kur’an’dan delil getirmiş olmamızdır. Fatiha’dan sonra Kur’an’dan âyet veya sûre okuduğumuzda Besmele okumayız. Çünkü namazda söylenenin zaten hepsi âyettir. Bize göre ettehiyatta da Kur’an’daki dualar okunmalıdır. İşte, usulümüze göre bu da yaptığımız yeni bir içtihattır.
Kur’an Besmele ile başlamaktadır. Besmele Şafiilerin dediği gibi Fatiha’dan ise bu sözler Allah’ın sözleridir. Dolayısıyla Fatiha’nın ikinci kısmı başlamadan önce bir “Kûlû/Söyleyiniz” mukadderdir. Mahzuftur. Söyleyiniz denmiş olur. Yok eğer Malikilerin dediği gibi ise o zaman sûrenin tamamı insan sözüdür. Sûrenin başında “Kûlû/Söyleyiniz” mukadderdir. Yani söyleyiniz denmiş olur. Hanefilere göre kabul edilirse, -ki ben de ona katılıyorum- Fatiha dua olarak okunduğu zaman Besmele’sizdir. İnsanın sözleridir. Kur’an’dan değildir. Ama Besmele ile okunduğu zaman ise Allah’ın sözüdür ve Kur’an’dan değildir. Daha doğrusu Büyük Kur’an’dan değildir.
Bu istidlâlimiz yenidir. Ama hüküm Hanefilerin fıkhıdır. Hanefilerin sünnete dayanarak veya istihsan ile vardıkları sonuçlara biz âyetlere ilave ettiğimiz usul kuralları ile varıyoruz. Böylece mezhepler arası tercihleri yapıyoruz. Yeni sorunları bu şekilde çözüyoruz.
Amel vardır. İbadet vardır. Bir kimse başka bir kimse için amel edebilir. Ama bir kimse başka bir kimseye ibadet edemez. Bunda klasik tefsirciler ittifak hâlindedirler. Bu âyetlerde “iyyake”nin başa alınması buna delâlet eder. Biz bu hususta yeni bir şey söylemiyoruz. Ama ibadet nedir, amelelik nedir? Bu hususta klasik tefsircilerde açıklık yoktur. Biz bunu netleştiriyoruz.
Amelelik, başkasının işini yapmak ve işin dışında onun gibi bir insan olmaktır. Abdlikte ise kişi tüm zamanını ona satar. Başka bir kimsenin işini yapmaz. İşte bu mânâdaki kölelik kaldırılmıştır. Başkası ile iş anlaşması yaparsın, emeğini satarsın, ama kendini satmazsın. Böyle olunca kimse kimsenin kölesi değildir. Satın alan sadece onun emeğine maliktir. Hattâ emeğine değil de elde ettiği mallara maliktir. Bu sebepledir ki Roma’daki kölelik İslâmiyet’te yoktur. Roma’da köleler eşya mesabesindedirler. İnsan değildirler. İslâmiyet’te ise köle insandır. Kişiliği tamdır. Kısasta eşitlik vardır. Sadece vatandaş olmadığı için mal üzerindeki tasarrufları kısıtlıdır.
İşte biz burada “Yalnız Sana ibadet ederiz” ifadesi ile bunu istidlâl ediyoruz. Sünnetle zaten bunları istidlâl etmişlerdir. Biz sadece Kur’an’dan teyidini ortaya koyuyoruz. Ama bundan sonra işçilik anlaşmasını haram kabul ediyoruz. İş anlaşmaları meşrudur. Ama işçilik anlaşmaları gayri meşrudur. İş olmadığı zaman da işverenin ücret ödemesini gayrimeşru saydığımız gibi, zarar eden işte çalışanın ücret almasını da faiz olarak görüyoruz. Ecirliği esirliğe kıyas ediyoruz. “İyyake na’budu ve iyyake nesteinu”dan ecirliğin gayrimeşru olduğunu çıkarmamız yenidir. Ama ecirliğin meşru olduğuna dair delil getirmek muarızlarımıza düşer.
Burada “na’budu ve nesteinu”nun cem/çoğul olmasından üretimin kollektif olacağı ortaya çıkar. Bölüşmenin de kurallarla olacağı anlaşılır. Çalışan kişidir. İstihkak eden de kişidir. Sorun ortaklık kurma ve sonunda ürünü bölmedir. Hepimiz çalışacağız ve emeklerimizi birleştireceğiz. Sonra ürünleri bölüşeceğiz. Burada “ve” harfi ile atfedilmiş olması ikisinin art arda gelmesindendir. Dün ürettiklerimizi bugün bölüştüreceğiz. Bugün bölüştürdüklerimizle yarın güç elde ederek yeniden çalışacağız. Yani biri önce diğeri sonra değil, peş peşedir. Dolayısıyla çalışamayanlar da istiane etme hakkına sahiptirler. Ya geçmişte çalışmışlardır, ya gelecekte çalışacaklardır. Bunu dilcilerin “ve (وَ) atıf harfi tertibi gerektirmez” kuralına dayanarak söylüyorum. Burada çıkan şudur. Çalışamayan da çalışmayan da istiane edebilir. Yani istiane ibadet karşılığı değildir. Rahman ve rahim sıfatları birlikte cereyan eder.
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ(6)
(iHDıNay elÖıRAQa eLMuSTaQIyMı)
“Bize mustakim sıratı hidayet et.”
Önce taahhütte bulunuyor. Sonra, bize mustakim sıratı hidayet et diyor. Burada mustakîm takyîddir. (Kayıt altına alandır demektir. Sırat kelimesini kayıt altına almıştır. Eğer bu gelmeseydi sırat kelimesi mutlak olacaktı.). Yani mustakim olmayan yollar vardır. Bizi mustakim olmayan yola koyma anlamındadır.
Arapçada yol anlamında şeriat vardır, sırat vardır, sebil vardır, tarik vardır.
Kur’an’da aynı anlama gelen iki kelime yoktur. Bu klasik dilcilerin kabul ettiği bir kuraldır. Biz Kur’an’da birbirine yakın mânâları olan kelimeleri karşılaştırarak tanıyoruz.
Şeriat kelimesi çok şeritli yol demektir.
Sırat ise tek şeritli yol demektir.
Bir de mustakîm sıfat olarak gelmiştir.
O halde buradaki sıratı mustakim ile şeriat kelimeleri arasında ilk bakışta uyumsuzluk vardır. Bir tarafta herkes için bir şir’a vardır deniyor. Burada tek sırat deniyor.
İki tutarsız ifadeyi telif etmek klasik tefsircilerin de usulüdür.
Biz burada mustakim sırat ile icmaı anlıyoruz. Yani, bizi icmanın yolundan ayırma şeklinde dua ediyoruz. Yani bizi tek yola koy diyoruz. Allah’tan icma yapmamızı dua ediyoruz. Klasik tefsircilerden farkımız, bu ifadeyi kimin söylediğidir. Yani buradaki “biz” kimlerdir?
Biz, buradaki “biz” kelimesini Fatiha’yı namazda beraber okuyanlar olarak düşünüyoruz. Mânâyı buna göre veriyoruz. İşte bu bizim usule ilave ettiğimiz kuraldır. O halde buradaki “biz” ya beş vakit namazı beraber kılan cemaat olarak anlıyoruz yahut Cuma namazlarını beraber kılan kabile cemaatini anlıyoruz. Bunun pratikteki uygulaması ise aşiret halkının ve kabile halkının icmaları sözkonusudur demektir. Böylece fıkıhçılar sadece tüm mü’minlerin icmasını aldıkları halde, biz Malik’in muhalefeti ile her aşiretin ve her kabilenin yerel icmalarının olacağını istidlâl ediyoruz. Mahalli icmalar sözleşme olarak geçerlidir. Bunda ittifak vardır. İcma olduğuna dair bir hüküm yoktur. Fark; icma ancak icma ile değişebilir, istişare ile değiştirilemez. Yani bize göre bir bucakta icma ile sabit olan hüküm içtihatları bağlar ve ancak icma ile değişebilir. Buna delil olarak “sırata’l-mustakim”i delil olarak gösteriyoruz.
İcmada hata olmayacağına dair Ehli Sünnetin icmaı vardır. Bize göre bunun delili bu âyettir. Doğru çizgi tekdir. O halde bir yerde de icma tektir.
“Bize göster” ifadesi ile de icmanın ittifakla sabit olacağını ifade eder. Hepimize göster demiş oluyoruz. “Bize bin lira ver” dersek, iki şey kastederiz; ya topluluğumuza bin lira ver demiş oluruz, ya da bin lirayı bize ver, biz aramızda bölüşelim demiş oluruz. Birincisi icmayı, ikincisi de içtihatları ifade eder. İçtihatlardan farklı olduğu, bununla beraber icmaya aykırı da olmayacağı ifade edilmiş olur. “Allimnâ” (عَلِّمْنَا) demeyip de “ihdinâ” (اهْدِنَا) demesiyle icma zannî delillere dayanabilir.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
(ÖıRAOa elLaÜIyNa EaNGaMTa GaLaYHiM)
“Kendilerine in’am ettiğin kimselerin sıratına.”
Sıratı icma ile sabit olan hükümler olarak anladık. Bu tektir. Bu parçalar arasında uyum vardır. İcmalarda hata olmaz demektir. Burada izafetle marifedir. Marife marife ile bedel oluyorsa, sıfat takyid değil vasıftır. Yani bize mustakim sıratı tarif etmektedir. Buradan da icmalarda devamlılık anlaşılır. Yani ataların icma ettiklerini ondan sonra gelenler değiştiremezler.
İcmanın dereceleri vardır.
- Tüm insanlığın tarih boyunca icma ettikleri vardır. Bu nesh olmaz ve değişmez. Çoğalır. Ehli Sünnetin icmaları bunlardandır.
- Çağımızda tüm insanların icmaları onların icması ile değişir.
- Kavmin icmaları kavim icmaları ile değişir.
- Şa’blerin yani illerin icmaları onların icmaları ile değişir.
- Kabilelerin yani bucakların icmaları bucak icmaları ile değişir.
- Ocak için de hüküm böyledir.
Bunlar bizim tercihimizdir.
Klasik tefsircilerin kimi hiç değişmez diyorlar, kimi değişir diyor. Biz mahalli icmaları kabul ettiğimiz için onların da değişebileceğini kabul ediyoruz. Bu, sözleşmelerin ittifakla değişebileceğidir. İsteyenin de sözleşmeyi kendi hesabına feshetmesi ve ayrılmasıdır.
Böylece biz bucakları içtihat ve icmanın merkezi kabul edince, yeni bir demokrasi sistemi ortaya koymuş oluyoruz. O da “hicret demokrasisi”dir. Yani “ekseriyet demokrasisi” yerine “hicret demokrasisi”ni koyuyoruz. Bu da ancak mahalli icmalarla mümkündür. “Ellezîne”deki “el”i “elâlemin”deki gibi istiğrak için ama toplulukların ayrı ayrı istiğrak için alırsak, her bucağın kendi sıratı mustakimi olur ve her bucak halkı ayrı ayrı in’am edilenlerden olur.
Bir site kurulduğu zaman onun ilk sözleşmesi ancak yeni katılanların da ittifakı ile değişir. Yoksa o sözleşme feshedilir. Tamamı ortadan kalkar, yenisi isteyenler tarafından oluşturulur. Buradaki cem sigası geçmiştir, icmalar gelecek nesli de bağlar anlamındadır.
Mademki her bin yıl ayrı uygarlıktır, her uygarlığın kendi icmaları olacaktır.
Bize göre biz şimdi yeni uygarlık kuruyoruz. Bugün icmalar yeniden oluşmaya başlayacak, III. bin yılın icmaları 300 senede oluşacaktır. Bin sene sonra bitecek, yeniden IV. bin yıl uygarlığı doğacaktır. Bizim icmalarımız onları bağlamayacaktır.
Bizden önce olanların icmaları kısmen bizi ve bizden sonrakileri bağlayacaktır. Çünkü böyle olmazsa Kur’an sadece bize gelmiş olur.
Kendilerine in’am edilen kimseler kimlerdir?
Topluluklar iki şekilde oluşur. Anlaşan insanlar bir araya gelirler, bir sözleşme yaparlar, kendilerine bir yer edinirler. Yöneticilerini seçerler ve sözleşmelerine göre yaşamaya başlarlar. Çıkan nizaları hakemler yoluyla çözerler. Bunlar İslâm topluluklarıdır. Yahut herhangi bir şekilde oluşan bir güç halkı zorla birleştirir. Birleştiren o güç kurallar koyar. Zorla halkı kendisine uydurur. Uymayanları silah zoru ile bertaraf eder.
İşte, kendi istekleri ile oluşmuş topluluklara “İslâm topluluğu” denir.
Medine’de kurulan devlet böyle bir devlettir. Bismark Almanya’yı böyle kurmuştur. Bugünkü Avrupa Birliği böyle doğmaktadır.
Dua edilen, işte böyle barış yoluyla topluluğun oluşturulmasıdır.
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ
(ĞaYRi elMaĞWUwBi GaLaYHiM)
“Ne kendilerine gadab edilenlerin yoluna.”
Zorla topluluk oluşturdunuz mu bu gazab edilenlerin yoludur. Onların koyduğu kanunlar gazab edilenlerin kanunudur. Mussolini, Hitler, Stalin, Mao böyle devletler kurmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti İslâm üzere kurulmuştur. Çünkü halk kuvva-yı milliye ile bu devleti kurmuştur. Sonraki inkılaplar magdubun aleyhim sistemi ile yapılmıştır. Şimdi yeniden İslâm düzenine geçilmektedir.
Klasik müfessirlere göre sıratı mustakim Kur’an yoludur. Biz de buna iştirak ediyoruz. Klasik müfessirlerden farkımız; bize göre sıratı mustakim Kur’an ve diğer bütün semavi kitapların bozulmamış sıratıdır. Hazreti Adem’den başlayıp kıyamete kadar uzanıp giden yoldur. Bu yol bin yılda bir yenilenir, ama yol aynı yoldur, icma yoludur. Yol değişmez ama üzerindeki kaplama değişir. Gelecekte insanlar mustakim sırata beşeri icmalarla varacaklardır.
“Magdubun aleyhim” kimlerdir? Alenen İslâmiyet’e karşı cephe almış laikçilerdir. Dinin dünya işlerine karışmayacağını söyleyenlerdir. Dinin kamu alanına giremeyeceğini söyleyenlerdir. Dindarlara zulmedenlerdir. Bunlar “magdubun aleyhim”dirler. Çünkü bunlar dinsizlik baskısını yapmaktadırlar. Lâikliği dinsizlik olarak anlıyorlar. İşte mü’minler bunların yoluna bizi koyma diyorlar.
Burada dikkat edeceğimiz husus, bizi kendilerini in’am ettiklerin ile beraber yap demiyor. Yahut magdubun aleyhimlerle yapma demiyor. Bizi mustakim sıratta olanların yoluna koy, magdub olanların yoluna koyma demiyor. Çünkü onlar inkıraz etmiş olabilir, biz onlarla beraber olmayabiliriz.
Bizim klasik müfessirlerden farkımız, bizim her farklı söyleyişe bir farklı mânâ aramamızdır. Klasik müfessirler de bunu yapmışlardır. Yalnız kural olarak değil de bazen uygun görürlerse yapmışlardır. Biz bunu tefsirin kuralı yapıyoruz. Bazen çözüm bulamıyoruz. O zaman da bu bize müteşabihtir diyoruz.
وَلَا الضَّالِّينَ(7)
(Va Lav elWAvlLIyNa)
“Ne de dalalette olanlarınkine değil.”
Mustakim sırata karşı iki yol konmuştur. Buradaki “La” zaiddir diyorlar, müfessirler. Bize göre bu lâ’nın (لاَ) mânâsı dalalette olanlarla magdubun aleyhimin farklı kimseler olmasıdır. “Ellezîne” tekrarlanmamış, böylece iki grup belirlenmiştir.
Klasik tefsircilerden farklı olarak biz şunu yapıyoruz.
- İsmi fail ve ismi mef’ul nekre ise hem fiil hem fail veya mef’ul nekredir diyoruz.
- İsmi fail veya mef’ul marife ise fail ve mef’ul marife, fiil nekredir demektir.
- “Mâ” ve “Men” ile sıla cümlesi yapılmışsa fiil marife, fail ve mef’ul nekredir diyoruz.
- Eğer cümle “ellezî” ile gelmişse, hem fail veya mef’ul marifedir, hem de fiil de marifedir.
Demek ki burada sıratı mustakime izafe edilirken hem in’am edilenler marifedir. Yani ne in’am ettiği bellidir. İcmaı in’am etmiştir. Kur’an üzerinde icmaları in’am etmiştir. Bunlara biz “Ehli Sünnet” diyoruz. Sahabeler Hazreti Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın ve Ali’nin hilafetinde fiilen ittifak etmişlerdir. O halde bunların hilafeti şer’an sabittir diyoruz. Şiiler ise bu icmaa katılmıyorlar. Biz bu sebeple onlara “Ehli Sünnet” demiyoruz.
Oysa magdubun aleyhlerde fail ve mef’ul bellidir ama fiil belli değildir. Çünkü onlarda icma yoktur. Birleştikleri bir şeyleri yoktur. Tek ittifak ettikleri şey İslâm düşmanlığıdır.
Yanlış çok olduğu için “ellezîne” ile gelmemiştir. Çünkü laiklik anlayışları da her gün değişir. Laikliği tarif edelim dediğimizde karşı çıkarlar. Çünkü onların sıratı belirsizdir. Zikzaklardan ve ileri geri gitmelerden oluşmaktadır.
Gerçi klasik müfessirler de bu dört söylenişin farklı olduğunu beyan etmişler ama farkları net olarak ortaya koyamamışlardır. Biz ise varsayımımızla ortaya koyduk. Hatalarımızı da siz düzelteceksiniz ama yolumuz doğrudur; mustakim sırattır.
Hâsılı, siz Kur’an’ı okurken nasıl okuyacaksınız?
- Önce Latin harflerine tekabül eden Arapça telaffuzları öğreneceksiniz. Bunu herhangi bir imamdan öğrenebilirsiniz.
- Kur’an Latin harfleri ile doğru yazılacaktır. Onu Arapça okumak için yardımcı yapacaksınız.
- Kur’an’ı Arap harfleri ile öğreneceksiniz. Bütününü öğrenmeniz gerekmez. Fatiha’dan başlar, kısa sûrelerden sûre sûre öğrenirsiniz.
- Sonra lugati öğreneceksiniz.
- Sarfı öğreneceksiniz.
- Sonra nahvi,
- Meaniyi,
- Sonra beyanı,
- Sonra bediiyatı,
- Sonra mantığı,
Böylece Kur’an ilimleri tamamlanmış olur.
Şimdi usul önemlidir.
Siz usul ilimlerini okuyacaksınız.
Ama asıl kendi usulünüzü belirleyeceksiniz.
- Kur’an’da kelimeler kullanılmış ama tarifleri/tanımları yapılmamıştır. Siz tanımlarını yapacaksınız. Bunu müsbet ilimlere dayanarak yapacaksınız. Kur’an’da deve geçiyorsa, devenin olduğunu biyolojiden öğreneceksiniz. Deveye akraba olan hayvanları öğreneceksiniz. Devenin alt sınıflarını öğreneceksiniz.
- Ondan sonra hayatta karşılaştığınız veya size sorulan sorulara cevaplar arayacaksınız. Mesela demokratik girişim nedir, Kur’an’daki yeri neresidir, hükümleri nelerdir, bu girişime karşı hangi gruplar vardır, Kur’an’da bunların hükümleri nelerdir?
- İşte bu aramada kullanılacağınız usul, ifadelerin tarzıdır. Yani yukarıda anlattığımız gibi niçin marife gelmiş, niçin nekre gelmiş, niçin mazi olmuş, niçin muzari olmuş, niçin “dâllîn” denmiş de “kafirîn” denmemiş. Bunlara cevap arayacak, böylece usulün kurallarını geliştireceksiniz.
- Sonunda içtihatlarınız bir sistem oluşturacaktır. Veya çelişkilerle dolacaktır. Sistem oluşturursa içtihat doğrudur demektir. Uyguladığınızda bir de başarı elde ettiniz mi sorununuz kalmaz.
Şimdi tekrar bize dönelim.
Biz kimiz?
Biz Osmanlıların anladığı Ehli Sünnetten değiliz. Onlar Ehli Sünnet değil, Ehli Sünnet mukallitleridir. Halbuki Ehli Sünnet taklidi reddeder.
Biz Vahhabi benzeri modernist de değiliz. Yani İslâmiyet’i Batı’ya uydurmağa çalışmıyoruz. Aksine, Batı’nın İslâmiyet’e aykırı taraflarını ortaya koyuyoruz. Tek evlilik, zina serbestliği, köleliğin olmaması, faiz gibi modalara şiddetle karşıyız.
Evet, paşa bile (Ahmet Cevdet Paşa) Mecelle’sinde faiz haramdır diyemiyor.
[Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, 1868-1878 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş ile 16 bölümden oluşur ve 1851 madde içerir.]
Biz Tabiînden sonra gelen müçtehitler gibi fıkhı yeniden tedvin etmeye çalışıyoruz. Usulde onlar rehberimizdir. Füruda ise biz bizim sorunlarımızı çözüyoruz. Deve yolculuğu ile değil, füze yolculuğu ile meşgulüz.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92