Şerhu Mirkatu'l-Vusul(MOLLA HUSREV)
Süleyman Karagülle
1826 Okunma
EK:ASR SURESİ VE USUL

بــسم الله الرحمن الرحيم

و العصر

إنّ الإنسان لفي خسر

إلا الذين آمنوا و عملوا الصالحات و تواصوا بالحقّ و تواصوا بالصبر

“Asra yemin olsun.

İnsan hüsran içindedir.

Sadece iman eden, salih amel eden, hakkı tavsiyeleşen, sabrı tavsiyeleşen kimseler müstesnadır.” (Asr (103), 1-3)

Bu sure Kur’an’dan bir parçadır. Sureyi oluşturan harflerin ve kelimelerin nasıl bir sistemle dizildiklerine bakalım.

العصر الإنسان الحقّ الصبر الصالحات

آمنوا عملوا تواصوا تواصوا خسر

ب ب إنّ في إلا

و و و و ل

ال(takı) ل ذ (bu) ي ن (çoğul)

 

أ إ إ ع ع

ح ح خ ق ق

و و و و ف

و و و و و

ب ب ب م م

ل ل ل ل ل ل ل ل ل ل

 

ا ا ا ا ا

ي ي و آ

ن ن ن ن ن ن

ص ص ص ص ص ص

س س

ر ر ر

ت ت ت

 

a. Marife kelimeler: Dördü müfred biri ise çoğul olarak beşli grup teşkil eden beş tane harfi tarifli marife kelime vardır. Bunlar:

العصر الإنسان الحقّ الصبر الصالحات

b. Nekre kelimeler:. Nahivde fiiller nekre sayılmaktadır. Dördü fiil biri ise isim olarak beşli grup teşkil eden beş tane nekre kelime vardır. Bunlar:

آمنوا عملوا تواصوا تواصوا خسر

c. Edatlar: Dördü kelime üzerinde hareke bakımndan değişiklik yapması açısından bir grup oluşturuyor. Biri ise cümle üzerinde değişiklik yapanlardan olmak üzere beşli grup teşkil eden beş tane edat vardır.

ب ب إن في إلا

d. Harfler: Dördü kelime üzerinde bir etkileri olmayıp sadece bağlaç vazifesi görenlerdir. Biri ise kelime üzerinde etki eden yemin harfı olmak üzere beşli grup teşkil eden beş tane harf vardır.

و و و ل و

e. Bunların içerisinde farklı olarak dışarıda kalan bir kelime vardır. O da الذين kelimesidir. Bu, ya bir kelimedir veya ayrı ayrı kelimelerin birleşmesinden meydana gelmiştir, şöyle ki;

أل(Harfi tarif) ل ذ (bu) ى (çoğul) ن

الذينkelimesini bir tek kelime kabul ettiğimizde sure 21 kelimeden oluşmuş olur. Bu kelimeyi, yukarıda açıklandığı gibi ayrı ayrı kelimelerden oluşmuş kabul ettiğimizde de sure 25 kelimeden oluşmuş olur. Böylece kelimeler yatay olarak dördü farklı biri farklı şekilde beşli sistem oluştururlarken, dikey olarak da dördü farklı biride farklı olmak üzere beşli sistem oluşturmaktadır. Kelimeler böyle sıralandığı gibi harflerin de beşli sisteme göre sıralanması gerekir! Tedayun ayetinde üçlü sistem vardı. Burda beşli sistem vardır

a. ء hemze: إنّ , إلا ve آمنوا kelimelerin başlarında bulunan üç tane hemze vardır. Yine aynı mahrecden olan عصر ve عملوا kelimelerin başlangıçlarındaki iki tane ع harfleri ile üçü ayrı ikisi ayrı olmak üzere beşli grup oluşturmaktadırlar. إنسان kelimesinde bulunan hemze sayılmıyor. Çünkü kıraat harf olarak değil hareke olarak okunmaktadır. Zilzal suresinde aynı işlemi yaparken ألارض kelimesinin okunuşunun “el-erd” şeklinde değil de “elerd” olduğunu kıraat farklılıklarından biliyoruz. Aynı kaideyi burada da uyguluyoruz.

 

أ إ إ ع ع

b.ح harfiالصالحات ve الحقّ kelimelerinde birer tane olmak üzere iki tane ve خسر kelimesindekiخ ile üç tane olmaktadır. Boğazdan çıkanق harfi de iki tanedir. Böylece üçü aynı ikisi farklı olmak üzere beşli grup oluşturuyor.

ح ح خ ق ق

c. و harfi: Bu harf iki ayrı şekilde bulunmaktadır

c. a. Kelimenin dışında bağlaç olarak bulunanlar dört tanedir. Biri de aynı mahrecden لفي deki  ف harfidır. Bunlar da beş tane etmektedir.

و و و و ف

c. b. Kelimenin içinde olanlar da beş tanedir. İkişer tane iki tane bulunan تواصوا kelimelerindedir. Biri ise امنوا kelimesindedir. عملوا kelimesinde olan geçişte okunmadığından saymıyoruz.

و و و و و

d. ب harfi üç tanedir. İki tane harfi cer olanب dir. Diğeri de الصبر kelimesindedir. Aynı mahrecden iki tane امنوا ve عملوا da م harfi var. Bunlar da üçü aynı ikisi ayrı olmak üzere beş tane ediyor.

ب ب ب م م

e. ل harfi on tanedir. Bu da beşin iki katıdır.

 

Toplam olarak 13 tane 5 vardır. 13*5=65 eder. Beş tane elif var.onları çıkardığımızda 60 eder. Üç tane de harfi med var. Onları da çıkardığımız zaman 57 kalır. 3*19=57, hani 19 lu sistem den bahseden bir kitap vardı ya burda da onunla irtibat vardır.

Gerek harflerin sayısı ve gerek kelimelerin sayısı ile beşli sistem bu sureye hakim olmuştur. Böylece kendi kendine bu ifadelerin Kur’an olduğunu isbat etmiş oluyor. Bunun ihtimaliyat hesablarını yapmak isteyenler yapabilirler. Ayeti incelemeden evvel böyle bir araştırma yapmak hakikatın ortaya çıkması açıdan son derece önemlidir.

Buraya kadar sistemi inceledik. Bunun üzerinde araştırma yapmak isteyenler yapabilirler. Yalnız bunu değil istediğiniz sureyi alıp tedkik edebilirsiniz. Bu hususu bilmemizde büyük fayda vardır. Mesela, Kaptan Custo’nun müslüman olmasını sağlayan olay bunun yanında basit bir meseledir. Yer aletleri açısından basit diyoruz.

مرج البحرين يلتقيان بينهما برزخ لا يبغيان / İki denizi birbirlerine kavuşmak için salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmazlar.” (Rahman (55)19-20) ayeti bir ayet ise, bir mucize ise yukarıda anlattıklarımız bunun yanında bin misli bir mucizedir. Yani o ayetin o hakikatı ne kadar ifade ettiğini matematikle hesaplayamazsınız. Ama bu tamamen matematikle hesaplanabilir. Bu ihtimaliyat değildir. Burada ne kadar raslama ihtimalı var? Bunun kendi kendine olması ihtimalı ve imkanı olmadığını bir matematikçi size, müslüman olsun hristiyan olsun kim olursa olsun söyleyebilir.

 

Manasına geçelim.

و Va harfi: Bu harf şu fonksiyonlar için kullanılır. a) Durum bildirmek, b) Bağlamak, c) Toplama ve çoğul yapmak ve d) yemin için. Burda yemin için kullanılmıştır. Geçmişe ait yemin yapılacağı zaman cümlenin başında bu harf kullanılır. Gelecekle ilgili yemin yapılacaksaت harfi kullanılır. Yeminin manası teyid etmek ve şahit tutmaktır. ”واللهِ /vallahi bu böyledir” dediğimiz zaman Allah’ı şahit tutuyoruz. ”Allah nasıl hak ise, gerçekse bu söylediğimiz söz de öyle doğrudur” diyerek söylenecek söze başlarız. Allah’da yeminleri yaparken tabiattaki olaylara, vakialara veya varlıklara yemin eder. Niçin? “ والسماء ذات البروج /Burçlar sahibi semaya yemin olsun.” (Buruûc (85),1) buyuruyor. Bununla, semaya bakın ve tedkik edin. Bunun için astronomiyi araştırıp, orada ne alemlerin olduğunu görün ve o alemler nasıl hakikatsa o halde şimdi söyleyeceğim de o kadar haktır” demek istiyor. Mesela yeminden sonra  “إنّ عذاب ربك لواقع /Mutlaka Rabbının azabı vaki’ olacak” (Tûr (52),7) buyurmaktadır.

Yeminin و harfi ile yapılmış olması olayların geçmişte cereyan ettiğini, mevcut olan asra yemin ettiğini belirtiyor. Bunun hak olduğunu ifade etmiş oluyor. Hatta bunu da آمنوا /iman ettiler veعملوا /amel ettiler fiillerini geçmiş zaman kipinde kullanarak teyid ediyor.

العصر ASR: Bu kelime harfi tarifle marifedir. Arapçada harfi tarifin dört tane manası vardır. a) Belli bir asr kastedildiğini gösterir. Mesela,اليوم /gün denildiği zaman, içinde bulunduğumuz gün anlaşılır. b) İstiğrak için gelir. Bütün günler manası anlaşılır. Yani, ne kadar gün varsa demektir.العصر eLASR, burda ya bütün asırlar manasına yahut da şimdiki asır manasına gelebilir. İster bütün asırlar isterse şimdiki asır olarak düşünelim bizim şimdiki halimizi içine alır. Bazıları Hz. Peygamberin asrı olarak ifade ederler, olabilir. Ama, o zaman karinesiz tahsis olur ve zayif kalır. Her iki durumda çağımız anlaşılmakta olduğuna göre, Allah çağınıza bir bakın, kendi çağınızı tedkik edin, çağı anlayın diyor. Asra yemin etmekle çağımızın araştırılması emrini bize veriyor. Neticede, bizim bu, gördüğümüz şeyin, bugün yaşadığımız dünyanın fizikî, kimyevî, ictimaî, ahlakî vb. ne varsa, ne olaylar cereyan ediyorsa onları görüp müşahede etmemizi ve orada cereyan eden olayların nasıl bir sünnetullaha uygun olarak cereyan ettiğini görmemizi istiyor. Yanlız kendi asrımızı anladığımız zaman mana böyledir. Ama ondan sonra bütün çağlara da bir bakın. Sünnetullahın değişmediğini, her çağın, her asrın, her devrin aynı kanunlara tabi olduğunu görün. Sizin de aşağıda söyleyeceğimiz kanunlara tabi olduğunuzu bilin. Ona göre tedbir alın, demektedir.

Bu kelimeyi üzüm suyu manasında olan عصارة /usareden tanıyoruz. Üzümün sıkılmasıyla ortaya çıkan suya dendiği gibi pekmez yahut şarap yapılması esnasında üzüm koyup sıkma işlemine de denir. Sonra, bütün meyve sularına teşmil edilmiştir. Asr etmek demek sıkmak demektir. Kişiler normal olarak öğleye veya ikindiye kadar çalışıyorlar, üzümleri topluyorlar, paydostan sonra, Kur’an’da Mısır’dan bahseden ayette geçtiği gibi sıkma cendereleri vardır. Herkes üzümlerini oraya getiriyor ve sıkıyorlar. Akşamdan önce olan bu sıkma vakti, bizim ikindi dediğimiz vakte denk geldiği için arapçada ikindiye asr ismi verilmiştir. Asr yalnız ikindiye denmiyor. Mevsim içinde üzümün sıkıldığı zamana asr deniyor. Yani tarla hazırlanıyor, ekiliyor, yetişitiriliyor, biçiliyor, bağ bozumu zamanına asr deniliyor. Bunun dışında, normal olarak üzümlerin mevsimine de; senelerce kuraklıktan sonra yağmurlu seneler başlar ve bolluk olduğu zamana da asr deniliyor. Demek ki as, normal olarak hasadın alındığı, verimin bol olduğu devreye deniliyor. Sonra böyle, her devreyi kapatan mesafeye, yani on sene, yirmi sene…olan mesafelere de birer asr adı verilmektedir. Sonra insanın çağlarına da asr denmeye başlandı. İbn Haldun’un meşhur biyolojik teorisinden öğrenilmiş oluyor ki, insanların ömürleri gibi devletlerin de ömürleri vardır. Devletlerin ömürleri yüz senelik bin senelik bir çağa bağlı oluyor. Dolayısıyla çağ dediğimiz şeye asr dediğimiz gibi, her yüz seneye asr adını vermişlerdir. Sonra da bu yüzlük kelime yerine daha kolay olduğu için asır kullanılmaya başlanmıştır ve asır denilince sadece yüz yılı anlıyoruz. Aslında asır, yüz yıla değil de hasadın alındığı devrenin sonlarına ve onu içine alan tüm zamana deniliyor. Mesela, cuma denilince haftaya, 1978’in 8. cuması veya ramazan ayının 4. cuması denilince cuma günü değilde 4. haftası kast edildiği gibi asır da böyle kastedilmeye başlanmıştır.

Asra yemin etmesi, her çabalamanın “يوم الدين /hesap günü” gibi bir değerlendirme zamanı var. Herkes çalışır, en sonunda kâr ve zararın belli olduğu bir ana gelinir, işte o güne asır denilir. İşte kâr ve zararın karşılaştırıldığı güne bakın. Asır/sıkma zamanına, hasadın alınıp değerlendrileceği zamana bakın veyahut o sıkma fiili de olabilir. Yalnız burdaki asr kelimesi masdardır. Tabii haline dikkat edin, bakın deniyor.

إنّ İNNE: Tahkik harfidir. Eğer karşı taraftaki insan ne inkarcı ne de kabulcü değilse, söylediğiniz zaman normal olarak duyar, öğrenir ve onu reddetmeyecek veya kabul etmese bile karşı gelmeyecek bir durum varsa o zaman, cümlenin başına hiç bir harf koymayız. Eğer karşıdaki şahıs, muhatab inkar edecekse, onu başka türlü, yanlış biliyorsa da onun yanlışını düzeltmek için söyleniyorsa o zaman cümlenin başına bu edat getirilir. Allah'da burada bu edatı getiriyor. Çünkü, insanlar bunu başka türlü biliyorlar. Kâr ve zararın kendilerinden değil, çağın gelişinden, veyahut onlara başkalarının zarar vermesinde görüyorlar. Halbuki kâr ve zarar kendi nefislerinden, tabiatın kanunlarından doğuyor. Normal olanda budur. Onun için yeminle diyorki bundan sonra insanlar şundan zarar ve ziyan içindedirler ve bundan da o ziyandan kurtulmuşlardır. İnsanlar bu genel kaidenin aksine iddia da bulunuyorlar. Buna işaret etmek için انّ harfi getirilmiş oluyor. Yani düşünüyorsunuz ama o sizin düşündüğünüz gibi değildir, diyor. Burda insanların zannetiği şey, hüsranda olmadıkları veya hüsranda iseler bile o hüsranın nereden geldiğini hesap edemeyişleridir. Başka sebeplerden hüsranda olduklarını, zarar ettik ama messela, gübrelemedik, sulamadık zarar ettik demiyorlar da piyasa açılmadı, zaman kötü zamandır onun için zarar ettik diyorlar. Zararlarını başka sebeplere yüklüyorlar. Böyle değil de, kainatın nizamı ve sizin nizamınız aşağıda söyleyeceğimiz kanunlara tabidir. Bunu belirtmek ve sizin düşündüğünüz yanlıştır uyarısını yapmak için bu edat getirilmiştir.

الانسان İNSAN kelimesi getirilmiştir. İnsan ne demektir? انس /uns ve  وحش /vahş diye iki kelime vardır. Okun atıldığı yayın atıcıya taraf olan kısmına uns, karşı tarafa gelen kısmına da vahş denir. Yani, vahşi hayvana atılacak kısmına vahş, kendi tarafımıza olan kısma da uns denir. Bize yönelmiş, ehlileştirilmiş hayvana, kaçmayan, savaşmayan, firar etmeyene unsiyet etmiş, ehlileştirilmiş denir. Diğeri ise bizimle savaşan, yabancı, canavara da vahşi denir.

İnsan, birbirleriyle savaşan değilde, birbirleriyle barış içinde olan, birbirleriyle anlaşıp menfaatlenen topluluk manasında ve o topluluğu oluşturan tek tek varlık manasındadır. İnsan cins ismidir. Türkçede "Salih insandır" denir. Ama Arapçada böyle söylenmez. Çünkü cins isimdir. “İnsan adildir, çalışkandır” denir. İnsanın özelliklerini gösteren bir şeydir. Cins isimlerin çoğulu olmadığı için insan kelimesinin de çoğulu yoktur. Müfredi, tesniyesi, dişisi, erkeği de yoktur. O halde burda insan denilince bütün insanlık manası anlaşılmaktadır. Bir tek insan değil, tüm insanlık birden hüsr içindedir. Kelimedeki harfi tarif cins içindir. Bunu Türkçe'de anlatmak zor oluyor. Mesela, “daire yuvarlaktır” dediğimiz zaman burdaki “daire” bir cins ismidir. Daire dediğimiz varlık yuvarlaktır. Bu çoğaltılamaz. 3 + 4 = 7 eder dediğimiz zaman burdaki 3, 4, 7 birer cins ismidirler. 3 kalem dediğimiz zaman böyle değildir. Kalemin adedi/sayısı oluyor.

İnsan, burda cins isim ile isimlendirilmiş. Beşer, Adem oğlu veyahut başka bir şey denmemiş de İnsan denmiş. İnsanın yapısı, yaradılışı böyledir. Allah bu düzen içerisinde yaratmıştır. İnsan bunu bilir.

لفى LEFÎ: Burdaki lam harfi tekiddir. Eğer muhatab aksi düşüncededir, yanlış biliyor ama, “sen yanlış biliyorsun doğrusu budur” deniliyorsa o zaman yalnız إنّ/inne kullanılıyor bu lam kullanılmıyor. Yani, “إن الانسان فى خسر  /muhakkak insan hüsrdadır” deniliyor. Ama, karşı taraf birde inatkar ise, illa kendi fikrinde, kendi düşüncesinde ısrar ediyorsa, yanlış ve doğru olanında illa israr ediyorsa “ki böyledir diyorsa” o zaman bir harf daha getiriliyor. O da tekid ifade eden lam harfidir. Biri kendisi tembel olup olmadığını bilmiyor, iddia etmiyorsa “sen tembelsin” dendiğinde, bu, yalnız çalışkan olduğnu bildiği halde tembelliğini düzeltmek için söyleniyorsa, yanlış biliyorsun deniyorsa, ozaman başına İNNE getirilir. Eğer birde tembel olduğu halde tembel olmadığını mütemadiyen savunuyorsa o zaman LAM harfı ilave edilir. Demekki toplululk olarak insan ve tek tek insan bu düzene karşı bir görüşe, zıt bir düşünceye, yanlış bilgiye sahipler ve bu yanlış bilgilerinde de ısrar ediyorlar. Böyle söyleyip anlattığınız zaman da düzelecek halleri yoktur. Mutlak mücadele içindedirler. Devamlı kendilerini aksi, yanlış düşüncelerle yanlış fikirlerle savunuyorlar. Onun için lam harfini kullanmış oluyor.

Fî: Bu edat zarf için gelir. “Evin içerisinde” demek için kullanılır. "أنا في المدينة او في البيت" “Ben şehirdeyim veya evdeyim” dendiği zaman kullanılır. Eğer şehrin içinde malum bir yerde ise, bir yerde oturuyorsa, hareket serbestisi yoksa ozaman "أنا بالمدينة" diye ba harfi kullanılır. Bu harf kullanıldığı zaman bir yeri işgal etmiş, orada duruyor demektir. harfi kullanıldığı zaman zarftır, orda da orda da bulunabiliyor, serbesttir demektir. O memlekettte sadece geçici olarak bulunuluyorsa harfi kullanılıyor. Adam “ben İzmirdeyim” dediği zaman İzmirliyim manasında değil, “İzmirde şimdi bulunuyorum” demektir. Ama ba ile kullanıldığı zaman “ben izmirde oturuyorum” manasındadır. İzmirde bir evim var, yerim var, o yerde oturuyorum, orada ikamet ediyorum demektir. Şimdi, burda da harfı kullanılıyor. Hüsrün daha geniş bir manada, yani hüsr sadece surenin devamında söylenen sebeplerden gelmiş olan bir sonuç değil geniş bir hüsran sebepleri vardır. O hüsran sebepleri içinden biriside onların asrın icabı olarak, yanı sıkma mevsimi geldiği zaman bir iş yerinin, bir ticaretin, bir hasadın zarar etmesi tabiatı icabıdır. Yani, normal olarak ekin ekildiği zaman yeter derecede ona itina gösterilmezse o, zarar eder. Diyelim gübresi, suyu verilmezse, tohumu ilaçlanmazsa, gerekli muhafazası yapılmazsa sonunda alınmış olan hasıla zarar eder. Asr yani çağ hüsran içinde biter. Bu, tabiatındandır. Ama bütün bunlar yapıldığı halde yine de zarar olabilir. Yani, bütün bunları yapıldığı zaman yine zarar olmayacak diye bir şey söz konusu değildir. Yine de zarar olabilir. Ama neticede asrın tabiatı yani sıkmanın tabiatı sonunda zararlı çıkmaktır. Esas asır/sıkma zarardır. Yani normal belli ölçülerde, belli kaidelere uyulmamışsa, belli itina gösterilmemişse o zarar eder, zarar etmesi normaldır. Bir şeyin kâr etmesi ancak özel bir gayrete bağlıdır. Onun için harfı zarf olarak kullanılmıştır. Yanı netice hüsr içindedir. Hüsr yalnız buna münhasır değil. Asr ve hüsr mutlaka peşpeşe değil, insanlar hüsr içindedirler. Hüsr daha geniş bir manada, insan onun içinde daha dar bir yerde yer işgal ediyor.

خسر/HÜSR: Asıl manası döküntü demektir. Mesela, sofrada yemek yerken dökülen parçacıklar hüsrdür. Hasat yapılırken, hasat esnasında ele alınamayıp yere dökülenlere, zayi olan şeylere de hüsr denir. İş yerinde ticarette zarara hüsr denir. Eğer bir iş yapılmamışda sonunda bir zararla çıkılmışsa, sermaye de alınaamamışsa sermayeden dökülmüş oluyor. Kırpıntılar gitmiş olduğu için ona hüsr deniyor. Demekki hüsr “ribh/kazancın” ın karşılığıdır. Burdaki kullanılan manası budur. Ticaret etmiş, kâr etmişin yerine hüsran olmuştur, hasr haline gelmiş oluyor. Harab olmak manasında dahi bizde kullanılıyor. Bir satıcı eğer iflas etmiş mallarını yere sermiş de satıyorsa ona da hasir denir. Adam malını satamamış da ne pahasına olursa olsun satıyorsa o şekildeki satışa hasr denir. Demekki insan zarardadır. Asra bakın, hasılanın, neticenin alınacağı, meyvenin toplanıp da ambara konulacağı gün geliyor ki, yapmış olduğu masraflar, harcamış olduğu emeklerden daha az netice almış, hiç çalışmasaydı daha kârlı olacaktı. İşte bu, ana kaide olmuş oluyor. Onun için, kâr etmek için kendimizi aşağıdaki kaidelere göre birbirlerimizle kenetlememiz gerekiyor. Bu hüsran yanlız şahsımızla ayrı ayrı değil genel bir hüsrandır. Bütün insanlık böyle hüsrün içindedir. Gnel bir kaide bir şahıs zarar eder de öteki şahıs kâr eder. Bu, şahıs hüsranıdır. Halbuki bir toplulukta herkes zarar ediyorsa o zaman o, topluluğun hüsranıdır. İşte bütün insanlık zarardadır diyor. Birisinden kapıp ötekisi kazanmış görünse bile entegre edilip toplum olarak bakıldığı zaman herkes zarar içindedir. Kumar oynayan birisi gibi. İnsanlar kumar oynadıkları zaman kazanan da olabiliyor. Ama her ikisini birden değerlendirdiğimiz zaman kumarın bazı masrafları nedeniyle zarardadırlar. Bir masraflar var nerede oynuyorlarsa ona veriyorlar o zarardır. İkisinden çalıyor demektir. Birde parayı emeksiz kazanan kimse emeksiz kazandığı için onu kolay harcıyor, nasılsa havadan geldi diyor ve o parayı lüzümsüz yere veriyor. O zaman o ikisinin sermayesinde eksilmemeydana geliyor. İkinci gün oturdukları zaman ikisnin para toplamı azalmış oluyor. Eğer onu emekle kazanmış olsalardı onu kolay kolay sarfetmezlerdi. Onun için kumar oynamak genelde hüsrdür. Kazanan da hüsran içindedir, kaybedende hüsran içindedir. Çünkü arkadaşı kaybediyor. Sonunda kumar oynayanların paraları gittikçe azalıyor. O halde kumar oynayanlar ribh içinde olmazlar. Onun için kumar haramdır. Fonksiyon olarak faizde böyledir. Faize para verildiği zaman biri kazanıyor gibi görünüyorsa da memleket zarar ediyor. Seksenli yıllarda bankerlerin batmasını haber veren gazetenin biri, plajlardan resim yayınlamıştı. Meşhur banker Kastelli iflas edene kadar plajlar dopdolu. İflas etti diye ilan edildiğinde plajda kimse yok, bomboş. Gazete bunu karşılaştırmak için basmış. Bu nedir? Bedavadan kazanma olduğu için, adam orda bedavadan keyf çatıyor. Ama faiz bittimi fırrr diye kaçıyor. O bedavadan israf memleketin hüsranıdır. Neticede kumar da faizde aynı derecede memleketi toptan hüsr içinde bırakıyor. İşte normal olarak insanlar hüsran içindedirler diyor.

إلا İLLA/ancak edatını getirerek bu hüsrün içinde olmayanların olduğunu belrtmiş oluyor. Fakat, bu edatın bir önemi vardır. O da şudur. Bundan sonra gelenlerin iki hükmü vardır. Bu hükümleri çok iyi öğrenmemiz gerekir. Biri bundan sonra gelen cümleye kıyas yapılmaz. Bunu daha evvel fkıh usûlü derslerinde anlattık. Yani, iman etmiş, ameli salih işlemiş, hakkı ve sabrı tavsileşmiş olanlara kıyas yapılarak, bir başka kurtulmuş olanlar da vardır denemez. Bir tek kurtuluş yolu vardır demektir. O da ne imiş? İman edecek, ameli salih işleyecek, hakkı tavsiyeleşecek ve sabrı tavsiyeleşecek. Bir başka yol yok, bir başka çözüm yok. Mademki ameli salih yapanlar bunu yapıyor deyip, başka bir şeyi kıyaslamak yoktur. Bunu gösteren illa dır. Müstesnalarda illa ile ifade edilen cümleler kıyas kabul etmez. Bir ifade kıyas kabul etmeyecekse Kur’an’da böyle ifade ediliyor. Onun için burada illa ile ifade edilmiştir. İlla ile ifade edilmiş olmasının sebebi budur. Tek kurtuluş yolu vardır. O da budur, başka bir kurtuluş yolu yoktur demektir.

Sonra bir başka nokta da, mefhumi muhalefetle bunların mutlaka kurtulacakları da ifade edilmiş olmaz. Bu şarttır. Yani iman etmek, ameli salih işlemek, hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek şarttır. Bunu yapanlar mutlaka kurtulacaktır manasınada gelmez. Olurki başka arızalardan, başka illetlerden dolayı yinede hüsr içerisinde olabilir. İstisnadan sonra gelenler mutlaka aksi olmaz diye bir mana çıkmadığı gibi istisnadan sonra gelenlere mutlaka kıyas da yapılamaz. O halde bundan sonra gelmiş olan kimseler bu şekilde bir özellik taşımış olur. Bunlar bunu yapmak mecburiyetindeler. Bunu yaptıktan sonra da yine mutayakkız olacaklar. Başka yerden yine hüsran içine düşebilirler.

ألذين ELLEZÎ ismi mevsuldur. من MEN de ismi mevsuludur. Hatta sadece ال marifelik eki kendi başına ismi mevsuldur. الذين آمنوا  \  من آمنوا  \  ألمؤمنون şeklinde ifade olabilir. Bunların hepsi “yapan” manasında olup “iman eden” anlamındadır. Aralarındaki fark nedir? ألمؤمنون ifadesinde fail bellidir, fiil belli değildir. Yani fail marifedir, fiil nekredir. من آمنوا ifadesinde fail nekredir, fiil marifedir. الذين آمنوا ifadesinde ise hem fiil hem fail marifedir. Yani bilinen kimselerin bilinen yaptıkları demektir. Mesela, القاتل dendiği zaman kâtil belli ama hangi katlı yaptığı belli değil. من قتل dendiği zaman burdaki men nekredir, ama katîl olayı bellidir. Bildiğimiz bir katîl olayının bilinmeyen kâtılını kastediyoruz. Ama kimdir? Bilmediğimiz bir kâtıl. Ama, ألذى قتل dendiği zaman hem katîl olayını biliyoruz hemde onun kâtili kimse onu biliyoruz. Burada “ألذين آمنوا/iman edenler” demekle iman edenlerin ve yapılan imanın  belli olduğunu anlatmaktadır. Böylece gelişi güzel bir iman değil maruf olan bir iman ve maruf olan bir mümin olduğu anlaşılmaktadır. Yoksa, bir şeye inandı, puta inandı, falana inandı, filana inandı şeklindeki iman değildir. Belki inananları içn bunlarda imandır ama o, maruf olan iman değildir. Maruf olan iman da, falan inandı, filan inandı değil, yeryüzünde bilinen kimselerin, bir cemaatın imanıdır. Bilinen kimseler olunca,***** demekki tek bir zümre vardır ki onuda biliyoruz. Yalnız onlar kurtulmuşlardır. Başka zümre değil, bir tek ümmet felahta. Onlarda kimlerdir? اهدنا الصراط المستقيم صراط الذين انعمت عليهم de tavsif ettiği kendilerine in’am ettiği insanlardır. Burada çok önemli bir nokta belirlemiş oluyor. Bütün insanlık içerisinde hep bir arada iman edilecek, hep bir arada ameli salih işlenecek, hep bir arada hak tavsiyeleşecek, hep bir arada sabır tavsiyeleşilecek ve bütün insanlık içerisinde kurtulmuş olan zümre de bir tek ümmet olacak. İşte إنما المؤمنون إخوة ayetinin manasıda budur. Bütün müminler kardeş olacak ve tek bir zümre oluşturacaklar. O tek zümre necata ermiştir. Onun dışındaki zümreler artık hüsran içerisindedirler. Çöküş içindedirler. Buda yine bunun tatbıkatı çok büyük neticeler doğuruyor. Buda nedir? Hz. Peygamber “kimin boynunda biat yoksa cahiliyye devrinde ölmüş gibidir” buyuruyor. O halde iki müslüman bir araya geldiği zaman hemen biri diğerine biat edecek, hangisi imamete liyakat taşıyorsa ona biat edecek. Bir cemaat oluştuğu zaman imam meydana gelecek, o imamda başka bir imama yani imamlardan birisine biat edecektir. O imamlar da birisine biat edeceklerdir. Böylece en sonunda tek bir imam ortaya çıkacaktır. Bütün müslümanlar böyle bir araya gelmiş, insanlık da bir araya gelmiş ve müşterek bir cemaat oluşmuş hale gelecektir. Onun için burda الذين آمنوا ifadesiyle hem iman marife hemde insan marife olmuştur.

آمنوا kelimesi ise منى dedikleri ev manasındadır. Eskiden evler yuvarlak bir meydan etrafında yahut dağ yamaçlarında yapılırdı. Kapılarını iç tarafa açıyorlar, arka taraflar bir kale teşkil ediyor. Yani arka duvarlar kale oluyor. Öne açılan kapı ve pencerelerle birbirlerine bakarak birbirlerini korumuş oluyorlar. Bir tek giriş yeri vardır. Mahalleye o kapıdan girip çıkıyorlar. Akşamleyin o kapıyı kapatıyorlar ve dolayısıyla birbirlerini emniyete almış oluyorlar. İşte bu iç avluya mena denir. Ordaki duruma da eman denir. Oraya bir şeyi koymak emniyet etmektir ve böylece emanet demek güven alltına almak demektir. Oraya giren insan güven içine girmiş oluyor. Çünkü, eşyayı dışarıya koysanız, kendiniz dışarıda kalırsanız emniyette olmazsınız. İçeride emniyette olunur. Güven içinde olunur. آمنوا ise kendisini güvene alma demektir. Yani başıboş olarak güvensizlik içinde değilde birbirlerini emniyete alma yahutda Allah ile emniyete alma hepsi emana girer. Öyle evler oluşturacaklar ki o evlerde veya öyle anlaşmalar yapacaklar ki o anlaşmalar dışarıya karşı onları koruyacak ve birbirlerine karşı güven altına girmiş olacaklar. İman etmek bu demektir. İslâm demek de barış içinde olmak demektir. İman güven içinde olma demek, İslâmda barış içinde olma demektir. O halde demekki الذين آمنوا deyince tarif edilmiş bir şekilde, bilinen biçimde kendilerini güven altına almış olan,birbirleriyle kavga halinde bulunmayan, birbirleriyle çatışmayan, boğuşmayan aksine dayanışan ve bir.irleriyle güven altında olan kimseler demektir. Öyle oluyorki, biz, burda birisine bir şey olduğu zaman eğer biz onu korumazsak, yarın bizlere de yaparlar. Kore’ye saldırdıkları zaman biz de gidiyoruz. Niye? Yarın bize de saldırı olabilir. O halde genel bir dayanışma içinde olmazsa insan güven içinde olmaz. Bir zarar ziyan olduğu zaman birisinin elinden bir kaza çıktığı zaman hepsi onun işine koşuyorlar. Birisi burda bir şey ödeyemiyor, parasını ödeyememiş, hemen bizi tanıyan biri arıyor, bana diyorlar ki Akevler ödesin diyor. Demekki topluluğun mantığı adam nereye mensupsa onların sahip çıkmalarını istiyor. O adamı ya yanında bulundurmayacaksın yada yanında bulundurduğun zaman, kendisi ile beraber olduğun zaman onun işlemiş olduğu hatasını, suçunu sende karşılayacaksın. İşte cemaatta böyle yapmayanlar hüsran içindedirler. Diyelim ki ben bir hata işliyorum, taahhud etmişim ve onu ifa etmiyorum. Ya beni burdan kovacaksınız yada bunu bana yaptıracaksınız. Ama, bana nasıl yaptırma imkanı varsa, nevarsa onunla yaptıracaksınız. Her arkadaş için böyledir. İsmail bey taahhud etti ve taahhudunu yerine getirmiyorsa ya bizim cemaatten uzaklaşacak yada taahhudunu yerine getirecek. İşte hep bu kooperatifin içerisinde bilhassa bu arkadaşlara söylüyorum, diğer arkadaşlar burda yok. Bu arkadaşların bütün anlayışları bu olacak. Birbirimizi bekleyeceğiz. Herkesin yapabileceği işi taahhud etmesini, yapabileceği işi yüklenmesini iisteyeceğiz. Yapamadığı zaman bir defa iki defa yardım edeceğiz. Baktık ki olmadı ondan ilişkiyi keseceğiz. İşte böyle dayanışmayan, birbirleriyle güven içinde olmayan ki, başka ayetlerin tarifi ile Allah’ın emanına girmeyen, Allah’ın şeriatına göre birbirlerine yardım eetmeyen ve dayanışmayan kimseler hüsran içindedirler diyor.

İmanın belli olduğunu söyledik. Peki belli iman nedir? Hangi noktalarda bütün insanlar birleşebilirler? İşte bu da icma’ı belirliyor. İcma etiğimiz hususlar bizi birleştirecektir. Bir araya getirecektir. Hepimizin ittifakla kabul ettiğimiz bir şeyi sonradan ona uyacağız. Uymayan suçlanır. İctihadlarımıza da uyacağız. Herkesin ayrı ictihadı var. Herkesin kendi ictihadlarına uymasındaki ayrılık bizim birliğimizi bozmayacak. Ben diyorum ki Arif böyle böyle hareket ediyor. Ama o, kendi düşüncesindeki hareketidir. Ben yine kefilim diyorum. Yani benim kefaletim ondan kalkmıyor. Bana ne, sen yanlış ictihat yapıyorsun demiyorum. Sen senin ictihadınla hareket et, hevanla değil, senin arkandayım diyorum. O halde topluluk böylece kenetlenmiş oluyor. İcmalarda herkes beraber hareket ediyor. İctihadlarda da herkes kendine göre hareket ediyor. Ama hepsinde birden, bütün cemaat birbirinin kefili oluyor. Birbirlerinin akilesine birbirinin vekili durumunda bulunmaktadırlar. İşte bu velayet bereketi oluşturuyor ve hüsrandan topluluğu kurtarıyor.

Vav harfı ekleme harfıdır. Surenin başındaki vav nasıl yemin idiyse burdaki vav atiftır. Bu harfın özelliği, biri جاء احمد و محمد dese birisi geldi. İkisinin birden gelme şartı vardır. Birisi gelse olmaz. Mesela, “namaza kalkarken ellerinizi, yüzünüzü yıkayınız, başınızı meshediniz, ayaklarınız açıksa yıkayın giyinikse meshediniz” (Maide (4), 6) diye emir vardır ve vav harfı ile atfedilmiştir. Eğer, biz yıkanacakları yıkasakda başımızı meshetmeden bıraksak hiç birşey yapmamış oluruz. Yani abdest almamış oluruz. Demekki vav harfı ile birbirine bağlanmış olanların hepsinin ifa edilmesi şarttır. Böyle yapılırsa ancak yerine getirilmiş olur ve ancak onunla namaz kılabiliriz. Yalnız üç uzvu yıkamakla bırakırsak ve namaz kılsak namazı hıç kılmamış oluruz. Şart yerine getirilmiş olmaz. Vav harfi ile atfedilenin hükmü budur. Burdada onunla atf edildiğine göre, bu dört şey bir arada olmak şartıyla felah varıdr. Bunlardan bir tanesi, iki tanesi, üç tanesini yapıyoruz ama dördüncüsünü yapmıyorsak hiç yapmamış hükmüne girer. أو olsaydı bunlardan bir tanesini yapmakla kendimizi kurtarmış olurduk. Olmadığına göre mutlak surette dördünü yapmakla ancak kurtarmış oluyoruz ki bu, çok önemlidir. İşte إن ile ل harflerinin ifade ettği manayı pekiştiren anlam budur. İnsanlar zannediyorlar ki, biz yarısını yaptık mı tamamını yapmış oluruz. Münafıklar diyor. Bunlar ehveni şer diye kabul edilen ve yarım inananları falan, bir çokları yarım müslüman sayıyor. Ebu Hanife diyor ki, iman artmaz ve eksilmez. Böylece onlarda hiç bir şey olmadığını söylüyor. Kur’an’da diyorki “azabın en şiddetlisine çarptırılırlar” (Bakara (2), 85) . Yani münafıklar kafirlerden daha kötü yerdeler. Yani biraz inanmışlardır diye azabdan biraz hafifletilmeyecek, aksine onların azabları daha çok şiddetlendirilecektir ve cehennemin en aşağısında olacaklardır diyor. O halde şu dört işlemden bir tanesini yapıpda diğerlerini yapmayanlar netice itibarıyla hiç birini yapmamış oluyorlar. Hatta başladıkları, nezr ettikleri için sonunu getirmediklerinden dolayı sorumlu duruma düşüyorlar. Hiç tarlayı ekmezseniz zararınız o kadar az olur. Ama, tarlayı eker de bütün işlemleri tamamlamazsanız zararınız fazla olur. Çünkü, ektiğinizde masraflar artar, ama, hiç bir netice alamazsınız, alamadığınız içinde hüsranınınz büyük olmuş olur.

عملوا kelimesinin manasına gelince, bu, eskiden mağaraların önüne kapı takıyorlardı. Kapı takmak için de ağaçtan direk çakıyorlardı. Onun üzerine deriden yapmış oldukları perdeye geriyorlar ve kapıyı böylece örtüyorlardı. İşte bu mağaranın önüne dikilmiş olan kamıştan veya ağaçtan olan bu direğe عمد denilir. Sonraları beyler, ağalar ve efendiler bu amed yanında birer adam diktiler. Yani kapıcı, bunların görevleri, hiç bir işleri yok. O içeride bulunan bey, ağa, efendi ne istiyorsa söylediği zaman hizmetçi gibi o işi yapıyorlar. Bunların belli işleri yok, belli bir hareket edecek noktaları yok sadece ne emir verilirse onu yapıyorlar. Boş duruyor, hazır duruyor, yahut maaşını alıyor yahut yemeğini yiyor, besleniyor bir işi yok. Bunu, mim harfını ba ya çevirerek  عبد diye isimlendirdiler. İşçi olarak çalışan, belli yapılan işe, götürü verilen işlere de عمل dediler. Bunların hepsi amd kelimesinden türetilmiştir. Böylece amel kelimesi başkasına iş yapmak demektir. Yani, abd halinde değilde götürü olarak, normal olarak işi olmadığı zaman ondanherhangi bir ücret talep etmiyor ve orda durmuyor. Gidiyor başkasının tarlasında çalışıyor, başkasının işini yapıyor ve ücretini de ondan alıyor. Köle ile hür arasında ki bir durum oluyor. Buna amel adını vermiş oluyoruz. Öküzle tarlayı süreriz ama, her öküz tarlayı sürmez. Belli bir terbiyeden geçmesi gerekiyor. Ona türkçede ne deniyor? Evet. Bazı hayvanları alıyorlar bir sezon sürmeye alıştırıyorlar. Ondan sonra o, tarlayı sürer duruma gelmiş oluyor. Böyle öküze iş yapan, alışmış anlamında amil deniliyor. Şimdi burda amel kelimesi demek, amel edenler diye tarif etmiş oluyor. فعل kelimesi ile karşılaştırıldığında فعال keser, balta, kazma sapına denir. Yani kendi işine çalışmak için kullanacağı vasıtanın sapına denmektedir. فعل demek sapı kullandı manasında iş yaptı manasına gelir. Ama,  burdaki iş kendisine iş oluyor. Yani, kişi kendi işini yapıyor. Amelde ise başkasının işini yapıyor. Amel ile fiil arasında iş yapma bakımından bu farklar vardır. Bunun için Kur’an’da ”فعال لما يريد irade ettiğini fiil eder” (Buruc (85), 16) denilmiştir. Burda da فعلوا değilde عملوا gelmiş olması insanlar münferid olarak yaşayacakları şekilde yaratılmamışlar bilakıs toplu olarak yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Herkes ayrı ayrı amel edecek ayrı ayrı çalışacak ama kendisi için değil başkası için çalışacak ve ürettiği şey başkasına verecek, başkasının ürettiğini de kendisi alacak veya başkasına hizmet edecek ve böylece insanlık dediğimiz bir birlik oluşacaktır. Eğer herkes fiil etseydi kendi işini kendisi yapsaydı, o zaman cemaat değil ayrı ayrı insanlar olrdu. Fertler olurdu. Ama, insan kelimesi ile ellezine kelimesi gösteriyorki ameller münferid olarak yapılan ameller değil, iş bölümüne dayanarak ve herkesin başkası için yapmış olduğu işlerdir. Onun için amel kelimesini kullanmış oldu. إياك نعبد و إياك نستعين (Fatiha (1), 5) ayetinde de bu mana ifade edilmektedir. Yani insanlar birbirlerine yaptıkları zaman amel ediyorlarda bunu Allah’a yönelik olarak düşündüğümüz zaman ibadet oluyor. “Sadece sana ibadet ederiz” ifadesinin anlamı “sana amel ederiz” dir. Bunun karşılığında “sadece senden yardım dileriz” ifadesinin anlamı ise “senden ücret alırız” dır. İbadet etmemiz allah’a bağlanmış oluyor. Allah indinde yeryüzündeki halifesi. الذين آمنوا olan cemaat oluyor. Yani onlar ne yapmış oluyorlar? Herkes çalışaak, bir iş bölümü doğacak, doğmuş olduğu bu iş bölümüne göre herkes çalışacak ve ondan sonra ancak insanlık kurtulacak. İnsanlık felaha erecek, yoksa ben kendi ürettiğimi tüketeyim derseniz, kendi yaptığım kadar kendim yiyelim, içelim derseniz burda hüsrana uğrarsınız. Yeryüzünü Allah öyle yaratmış ki herkesi birbirine muhtaç etmiş. Burda olan bir şey amerikada yoktur. Amerikada olan bir şey Japonyada yoktur. Japonyada olan Suudi Arabistanda yoktur. Her yere ayrı bir imkanlar, özellikler, nimetler vermiş. İnsanları böylece birbirine bağlamış. Dolayısıyla her insanın kabiliyetini de ayrı ayrı yapmış ve böylece insanlık kendi kabiliyetlerine göre, kendi imkanlarına göre amel edecekler ve ondan sonra o ameller birleştiği zaman hüsrandan kurtulmuş olacaklardır. Amel ettiler ve iman ettiler hepsi fiili mazı ile kullanılmıştır. Geçmişti işlediler demektir. Asr’dan evvel işleyecekler. Yani amel ettiler, iman ettiler, hakkı ve sabrı tavsiyeleşmeler daha üretilirken yapılacak, yoksa sonunda hasat alınırken önce yapılması gereken amellerin orda yapılmasının hiç bir faydası yoktur. Üzümü getirmişsin orda çürümüş, kokmuş, bozulmuş ondan sonra sıkıyorsun. İstediğin kadar amel et, yardımlaş faydası yoktur. Daha baştan ekilirken, gübre verilirken, sulanırken, toplanırken dikkat edeceksin. Yoksa netice meydana geldikten sonra değil. Onun içindir ki geçmiş zaman kipini kullandı ve asrdan önce yapılmasının gereğini belirtti. Bunları yapmış olanlar kurtulur, asrdan sonra yapacaklar veya asrda yapmakta olanlar değil. Ondan sonra cemaatle getirmiş oluyor. Hep birlikte yapanlar kurtulur, yoksa birer birer, teker teker ben yapmışım, o yapmış, sen yapmışsın değil. Bir araya gelip beraber cemaatleşen, evvela küçük çapta cemaatleşen sonra diğer cematlerle irtibat kuran ve böylece bütün dünya üzerinde tek bir teşkilat oluşturmuş olanlar ancak hüsr içinde değildirler diyor.

صلح kelimesi ile صرح kelimesi arasında akrabalık vardır. Lam ve ra birbirlerine dönüşebilirler. Nitekim Kur’an’da “فانفلق فكان كل فرق كالطود العظيم infilak etti. Her parça büyük bir parça oldu” (Şu’ârâ (26), 63). Ayetinde geçen kelimede böyle bir dönüşüm vardır. Yani فلق kelimesi فرق kelimesine dönüşmüş veya tersi olmuştur ve yanyana kullandı. Böylece ayırarak ayrı manalarda olduğuna işaret ederek bildirdi. O halde bu surede geçen صلح kelimesi ile صرح kelimesi de birbirine akraba kelimelerdir. Yukarıda olduğu gibi ayrı manalarda ve ayrı anlayışlarda kullanılmıştır. Çünkü sulh kelimesinin etimolojisinde ilk çıkışı dolayısıyla nerden geldiğini bulamıyoruz. Ama, sarh kelimesini buluyoruz. Yontma taşlardan yahut da tğlalardan, belle kalıplar içerisinde yapılmış tuğlalardan oluşturulmuş binalara veya kulelere denir. Yani, kule ama, gelişi güzel değil, yontma taşlardan güzel bir şekilde oluşturulmuş kule veya binalara denir ki, Kur’an’da “فاوقد لي يا هامان على الطين فاجعل لي صرحا Benim için ateş yak Ey Haman! Çamur üzerine hemen bana bir kule yap.” (Kasas (28), 38) ve “يا هامان ابن لي صرحا Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap.” (Ğafir (40), 36) ayetlerinde olduğu gibi salıh veya sarıh demek aynı şeye alıyoruz. Birbirlerine uygun parçaların topluluğu manasındadır. Bugünkü bir makinenin birer salih topluluğudur. Her bir parçaya da salihat denilir. Salih monte edilmiş şekli oluyor. Saliha ise her bir parça oluyor. Salihat demek bütün parçalar topluluğu demektir. Arapçada üç çeşit çoğul vardır. Müzekker salim, müennes salim ve cemii mükesserdir. Salimler ler bir topluluğu ifade ederler. Çoğul ister müennes olsun ister müzekker olsun birliği ifade ederler. Müzekkerler insan topluluğunu ifade ederler. Müennesler ise eşya topluluğunu ifade ederler. Ama, bir birlik içinde olan eşya topluluğunu ifade ederler. Mükesser olan çoğullar ise mesela bu kelimenin kırık çoğulu olan,صوالح ın manası her biri ayrı ayrı, aralarında ilgi olmayan salihler olurdu. Ama, salihat deyince her biri salih ama toplu, bir araya geldikleri zaman da bir heyet oluşturuyorlar, bir birlik oluşturuyorlar. O halde burada salhları amel ederler demesiyle şunu söylüyor: her biri ayrı ayrı bir şeyler imal ediyor, her insan ayrı ayrı bir parça imal ediyor ama, herkesin ayrı ayrı imal ettiği parçalar gelişi güzel değil, standartlara göre imal edildiği için sonra bu parçalar bir araya getiriliyor ve makinaları oluşturuyorlar, makinalar bir araya geliyor yolları oluşturuyor, hareketleri oluşturuyor. Yani külli olarak bir düzen kurulmuş oluyor. Düzen olarak kurulması için fertlerin ayrı ayrı salihaları imal etmeleri ama, bu salihaları imal ederken başkaları ile ahenkli bir şekle göre imal etmeleri gerekir. Yoksa onların parçası olarak değilde kendi başına çok güzel bir şey imal edersiniz. Götürdüğünüz zaman oparça, diyelimki o civata uymuyorsa onun imalatında herhangi bir başarı yoktur. O halde salihatı amel ederler demek hep bütün insanlık bütün salihaları birlikte imal ederler  ve böylece organize olmuş, toplu olmuş bir mekanızma, bir hareket doğarsa ozaman zarar içinde olmazlar diyor. Zarar etmemenin şartı budur diyor. Yoksa herkes kendi başına kendi işimi atlatırım el neyaparsa yapsın der, onlarla ahenk haline gelmez, onlarla beraber birleşip de çalışmazlarsa, kendi işleri kadar başkasının işlerini de düşünmezlerse o zaman topluca hüsran içinde olurlar, topluca zarar içinde olurlar. İşte bizim arkadaşların burada yapacakları şey herkes işini yaparken, kendi işini düşündüğü gibi mutlaka o işin diğer topluluklarda da gelişmeyi kazanmaları yani başkalarını da kazandırmaları düşünmeleri gerekir. Başkalarında işine yaramasını düşünmeleri gerekiyor. Hep birden bunu yapalım diye bir mantığın içinde hareket edecekler. Kendilerinin ücretlerini alacaklar. Ama, yaptıkları iş kendilerine ait değil. Ameldir fiil değildir. O halde o işin başkasına yarayacağını düşünecekler. Öyle bir organizasyona ve sisteme girerlerse işte o zaman hüsr içerisinde ve zarar içinde olmazlar diyor. Harfı tarifle gelmiştir. Burdaki harfı tarif bir ahd ifade edebilir. Yani bütün tek üretim imkanı var. şu tebeşiri yaparken kullandığımız malzemeler bütün insanların ürettiklerin sonucudur. O halde yeryüzünde tek bir imalat vardır, çeşitli imalatlar yoktur. Bir tek üretim vardır. Üretim uygunsuz parçalar halinde herkes ben ayrı sen ayrı üretmiyoruzda topluca üretiiyoruz. Ama, her sbirimiz ayrı üretiyoruz. O üretilenleri öyle üretiyoruz ki sonundüa bir araya geldiği zaman bütün insanlığın bütün insanlığın ürettiği hasılat meydana geliyor. İşte öyle düşündüğümüz zaman çoğullardaki harfı tariflerin böylece hem istiğrak manasında olduğu gibi hemde ahd manası da vardır. İkisi de birleşirler istiğrak manasında alındığı zaman bütün salihaları amel ederlerdemektir. Ahd manasında alındığı zaman yeryüzünde bir tek saliha var, saliha tek tanedir yani tek makina vardır demektir. bütün diğerlerin hepsi o makinaların parçalarıdır. O makinaların her bir parçası oraya monte edilecek şekilde imaly ediliyorsa o zaman zarardan kurtulmuş olacağız yoksa zarar içinde olacağız.

Burda yine atif olarak vav harfı kullanıldı, bunu tekrar anlatmıyorum. Hükmü daha evvel söylendi.

تواصوا burda geldiği gibi bir sonraki kelimenin başına da geliyor. Tedayün ayetini tefsir ederken إملأ ile إملل kelimelerinin birbirlerine yakın manalarının olduğunu, ilki çuvalı ağzına kadar doldurmak, ikincisi ise ağzına kadar dolmuş olan bir çuvalı çuvaldızla dikmek, tepesini kapatma demek olduğunu belirtmiştik. Mana olarak her ikisi de birbirine yakın ve eşit anlam taşıyordu. Burdan ne çıkıyor? Ya harfı lam harfıne inkılab eder demektir. Türkçede de vardır. Bu, şöyle var, ya harfı dediğim harfı medden me de “geldirmektir” aslı budur. Ama, getirmek olmuş ve böyle kullanıyoruz. Ama anadoluda dikkat ederseniz getirmek demezler, geetirmek derler. Yani vurguyu g de yaparlar. Burda da lam harfı düşmüş onun yerine harfı med ortaya çıkmış. Bir çok yerlerde lam harfı düşer, yerine başka dillerde dahil, Türkçede dahil harfı med olarak intikal eder.

Vasiyyet وصل kelimesile aynı manada yani bitişmek demektir. o zaman تواصوا تواصلوا demektir. Vasiyyet demek vasl etmek, bitişmek demektir. وصى nın asıl manası orman demektir. ama sık orman demektir. İç içe girmiş birbirine kenetlenmiş orman demektir. Bu kenetlenmenin manası şudur: Eğer bir ağacı bir yerde dikerseniz, o ağacı gelen rüzgarlardan, fırtınalardan, çeşitli hastalıklardan korumak güçleşiyor. Bu nedenle kuruyor gidiyor. Ama, bir orman oldukları zaman rüzgar, fırtına, toz, mikrop gibi glenler hep dışardakilere geliyor, onlar onu tutmuş oluyor ve içerdekilere bir şey olmuyor, hayatiyetini sürdürüyorlar. Kış geliyor dışardakiler ölüyorlar, yağmurlar olduğu zaman baharın kenarda yenisi bitiyor. Dolayısıyla orman yok olmuyor. Yani ormanın yok olmaması için birbirlerine vasl olmuş ağaçlardan meydene gelmiş olması gerekir ki, böyle bir ormanın adına “vasy” denir. İşte bir kimsenin diğer bir kimse imle birleşmesine, bir çocuğu kendi başana bıraktığımızda harab olur. Ama, ona bir vasy tayın edilirse kendisini korumaya, o ormana sokmuş oluyoruz. O manada vasy tayın etme manasında olmuş oluyor. Burada tefa’ele babı kullanıldı. Arapçada فعل iş yaptı demektir. فاعل iki kişi birbirlerine iş yaptılar demektir. Dövdü dövüştü. Yalnız biri döverse dövdü olur. Karşılıklı birbirlerini döverlerse dövüştü olur. Ama bu babdan gelmesi ise çok kimselerin birbirleriyle dövüşmesine, kavga etmesine denir. Herkes birbirlerine giriyorsa ve ikiden fazla iseler bu babdan kullanılıyor. İki kişi iseler diğer babdan kullanılıyor. Bir tek kişi tarafından yapılıyorsa sülasi mücerredden kullanılıyor. Burada tefa’ul babı kullanılmış oluyor. Bu babın bu kelimeye kattığı mana ise birbirleriyle vasl olanlar, kaynaşanlar, birleşenler manasında oluyor. Tevasul ise birbirleriyle bitiştiler, birbirleriyle irtibat kurdular. Düşmanlarına, mikroplara, hastalıklara, hüsranlara, ziyana karşı kenetlenip birlikte durşanlar ancak hüsrandan kurtulur diyor. Yine geçmiş zaman kipini kullandı ve yukarıda anlatılanlar burdada geçerlidir. Böylece birbirleri ile birleşmeyi, dayanışmayı emretmiş oluyor. Bunu yapanlar kurtulmuş olur diyor. Ama ne ile birleşsinler? Ba harfı ismi alette yani, ضربت بيدى elimle vurdum veya قتلت بسيفى kılıcımla öldürdüm ifadelerinde olduğu gibi fiili ne ile, hangi aletle işlerseniz onların başına gelir. Burda da بالحق hak ile gelmiş.ve hak ile birbirleriyle kenetlenenler, hakkı kullanarak birbirleriyle kenetlenenler ancak kurtulabilirler diyor.

Hak nedir? Hukka hayvanlara verilen yemlerde, ölçülü vermek için her bir ölçü için bir kova bulunur. O kova yemle doldurulur ve develere verilir. İşte oyemin doldurulduğu şeye hukka denir. Zaten mürekkebin doldurulduğu şeye de hokka diyoruz. İşti bu kelime burdan gelmedir. Bu herkesin hakkını ölçer. Hakda o dolan her devenin payına denir. Hatta küçüklere yemi az veriyorlar. Süt vermeye başladığı zaman kovayı dolduruyorlar. O kovası doldurulan develere hıkke denir. Yani artık oluşmuş deve manasında demektir. Paylaşmada herkesin kendi payına düşenin belirlenmesi hakk oluyor. Şimdi hepimiz başkasına çalışıyoruz. Ama çalışmamıza karşılık hakkımızı alıyoruz ve buhakkımızı almak için de kenetleniyoruz.  Birbirimizle birleşiyoruz. Birbirimize vasl oluyoruz. O halde hakk ile birbirine vasl olmuş, birbirleriyle birleşmiş olan kimseler hüsrandan kurtulmuş olur diyor. Öyle bir düzen kuracağız ki herkes koymuş olduğumuz düzende çalışacak, kendisine değiltopluluğa çalışacak, ama topluluğa çalıştığ zaman herkeste sonunda hakkını alacak. Ama bir özelliği var, bu hakkı almakta tevasul ile olabilmesi için, yani aslında hakk tenazu’un kaynağıdır. Ben senden hakkımı istiyorum, sende benden hakkını almak istiyorsun. Karşımıza dikiliyoruz, birbirlerimizle çelişiyoruz. Hak tenazu’un kaynağı olması lazim gelirken, bize diyorki, tenazu’un kaynağı olmasın bilakıs tevasul kaynağı olsun, bitişme kaynağı olysun diyor. Bu ne demek oluyor? İşte müslüman ile müslüman olmayanın arasını ayıran nokta burasıdır. Müslüman olan insan hep şunu düşünür. Bana başkasının hakkı geçmesin. Dün akşam bir arkadaş geldi. Tokatlı mı idi nereliydi? Harun getirmişti. Evet, ben getirmiştim. Oralıydı. Bir kaç sene evvel bir işlem yapmış. Bu işlemler arasında sonradan bir hak ortaya çıkmış. Diyorki, burda benim hakkım var mı? ona vermem gerekir mi? Gerekir dedim ve o zaman verecem dedi. Başkaları tersine dediği halde tatmin olmamış oda yine bunu burada soruyor. Şimdi görüyorsunuz ki, öteki adamın gelip araması var. alacaklı adam şöyle bir akitten dolayı benim ondan şu kadar alacağım var, hakkım var mı, yokm mu? diye gelmiyor. Aksine borçlu yollara düşüyor onun hakkını öğreniyor ve ödemeye çalışıyor. Hakkı bana geçmesin diye uğraşıyor. Hakkım kaybolmasın diye uğraşmıyor. Öteki dünyaya başkasının hakkı ile gitmeyeyim diye çırpınıyor. Benim hakkım başkasında kaldı ise o düşünsün diyor. Böylece hakk niza kaynağı olmuyor aksine sevişme kaynağı, bağlanma kaynağı, birleşme kaynağı oluyor. O zaman tevasul kaynağı oluyor, tenazu’ kaynağı değil.

Burdaki hakk kelimesi hakk ile tavsiye olarak cins için olabilir. Bütün haklar manasında istiğrak manasında da olabılır böylece bütün insanlar birleşiyorlar.  Yada kendi hakkıyla kendisi birleşmiş oluyor. Birde ahd manasında olabilir. Hakk böyle Allah’ın bir ismi oluyor. Hakk ile tavsiyeleşinizin manası Allah ila tavsiyeleşiniz olmuş oluyor. “واعتصموا بحبل الله ve Allah’ın ipine sarılınız.” (Ali İmran (3), 103) ayetinde olduğu gibi. Bir araya geldikleri zaman Allah’a inandıkları için birbirleriyle birleşiyorlar. Tavsiye etme de bu konulari ifade ediyor. Bir kimse bir haksızlık yapmaya girişti mi, sana değil sana haksızlık ettiği zaman talep etmek o hakkı talep etmek demektir. Diyelimki biri bir insana bir haksızlık yapıyorsa, haksızlık yapana bak haksızlık yapıyorsun demek ve onu uyarmak bir görevdir. Oda öylemi deyip hakkı götürüp teslim etmede kenetleniyorsa ne büyük şereftir. Buna vesil olmak da ona eşdeğer şereftir. Onu için teta’ul babını kullandı. Yani hak mefhumu içerisinde hep bir arada birbirimizi bekleme durumunda olmalıyız. Falan adam filan adamın hakkını yemesin, haksızlık yapmasın, eğer arkadaşlardan birisi haksızlık yapıyorsa bütün cemaatın o arakdaşı haksızlık yapmaktan dolayı uyarmak görevidir. Sen haksızlık yapıyorsun, dikkatlı ol, hak üzerinde kalmalısın diye tavvsiye edecek. Oda bununla uyanacak, bütün arkadaşlar bunu söyledikten sonra ona uyacak ve onun hakkını verecek. Biz eğer mümin değilsek bizde hüsran içindeyiz. Bugünkü halimizi hepimiz biliyoruz. Eğer bize dokunuyorsa feveran ediyoruz ama, birisinin hakkı başkasına deveran ediyorsa susuyoruz ve sesimizi çıkarmıyoruz. Tabiki bunun için hüsran içindeyiz. Bundan kurtulabilmemiz için evvela şu arkadaşlar için söylüyorum, bakınız bizim dışımızdaki arkadaşlardan hiç bahsetmiyorum, çünkü, onlar yoklar, şu hak ile tavsiyeleşmenin içine mutlaka girmeleri gerekiyor. Yani bu arkadaşlardan her biri hakkını birbirlerine geçirmemesine uğraşacak veya topluluğun hakkının kendisine geçmemesine uğraşacaklardır. Diğer kardeşlerinde hata ettiğini görse, herhalde bunun farkına varmadın, bunu kasden yaptın demeyin, kasden yapan insanı aranızda bulunmadığını kabul edeceksiniz, herkesi iyi niyetli kabul edeceksiniz. Kasıt diye bir şey kabul etmeyeceksiniz.kötü diye bir arkadaşı kabul etmemezlik etmeyeceksiniz. Eğer siz burda kötü niyetli diye birini kabul ederseniz bu cemaat yok denir. Münafıkda olsa onu kötü niyetli kabul etmeyeceksiniz. O Allaha aittir. Nasıl davranacağını ben bilmem. Ben zahirle hükmü ederim, batını Allah’a aittir diyorum. O halde hiç kimse burada diğer arkadaşını buraya geldiği, devam ettiği, bizim arkadaşlığımızı kabul ettiğine göre bu arkadaşların hiç birisine kötü niyetlidir demeye katiyyen demeye hakkımız yoktur. Başkalarının da yoktur da bunlara evleviyetle yoktur. Ha, ondan sonra eğer bu arkadaşlarımız hata ederlerse iyi niyetlidirler diye susacakmıyız? Hayır. Arkadaşa diyeceğiz ki, benim görüşüm siz şurda hata ediyorsunuzgibi deyin. Kötülük yapıyorsunuz demeyin. Israr etmeyeceksiniz. O kendi kendine düşünecek ve hatasını düzeltmeye çalışmış olacak. İşte bu hak ile tavsiyeleşme oluyor.

Bundan sonra yine tavsiyeleşiniz kelimesi var. Arapçada bir şey iade ediliyorsa manaları başkadır demektir. يا ايها الذين آمنوا أطيعوا الله و أطيعوا الرسول و أولى الامر منكم Mesela, (Nisa (4), 59) bu ayette itaat kelimesi tekrar edildiği için Allah’a itaat farklı, Resüle itaat farklıdır demektir. Eğer Allah’a ve Resüle itaat aynı olsaydı أطيعوا الله و  الرسول e şeklinde olurdu. Öylesi de vardır. (Ali İmran (3), 32, 132) ayetlerinde olduğu gib. “öyle ise Allah’a ve Resüle itaat edin.” Hatta Allah ve Resülüne itaat edin ondan sonra –o- zamir gönderilen –o- zamiri gönderen Allah ve Resülüne itaat edinizde yani ikisine birden uyun, ikisi birdir.

Şimdi Kur’an’da diyor ki, يسئلونك عن الاهلة قل هي مواقيت للناس و الحج  (Bakara (2), 189) ayetinde eğer ayrı ayrı vakitler olsaydı ozaman مواقيت للناس و مواقيت للحج olurdu. Ama, bir tek vakit olduğu için bir tek mevakit kelimesini kullandı. Burdada eğer hakkı tavsiyeleşme ile sabrı tavsiyeleşme aynı cinsten olsaydı tavsiyeleşiniz kelimesi tekrarlanmazdı ve tek olurdu. Kelimeyi tekrar etmiş olmasından anlıyoruz ki, hakkı tavsiyeleşmenin usûlü, metodu ile yeri ile sabrı tavsiyeleşmenin metodu, usûlü ve yeri başkadır. Yine الذين buraya da şamil olduğundan hani imanda fiilde maruftu imanda maruftu,ayni şekilde amelde de marufluk vardı,ayni şekilde tavsiyelerde de marufluk vardır. Şeriata göre sabrı tavsiye edecek ama, hakkın tavsiyesinin şeriatı başkadır. Onun için tavsiye kelimesi iade edilmiştir. Yani başka başkadır. Onların hükümleri başkadır. Sabır başka türlü, başka yerlerde, başka biçimlerde, başka kuruluşlarla tavsiye edilecektir. Hakkı başka biçimde, başka yerlerde, başka tarzda tavsiye edeceksiniz. Bundan dolayı kelimeyi ikinci kez kullandı. Yine burda da ba harfını kullanıd.yukarıda hak ile kenetleşme burda sabırla kenetleşme söz konusudur. Hakta herkes hakkını verecem diye uğraşıyor, sabırda ise başkasının tavsiyelerine karşı sabır gösterecek. En büyük sabırsızlığı tavsiyelere karşı gösteriyoruz. Biri bize bir şey tavsiye ediyor hemen feveran ediyoruz. Başkaların tavsiyelerine karşılık ve başkaların haksızlıklarına sabır. Onlar bize haksızlık yapacak biz sabredeceğiz. Onlar bize tavsiyelerde bulunacaklar, hep doğru tavsiyelerde bulunmayacaklar, gelecek kendi kafasına göre doğru zannedecek diyecekki, bunu niye yapıyorsun? Biz hemen feveran edip karşısına, küsüp, kızıp, darılıp gitmek yok. Sabırla yine kenetleneceğiz. Onun tavsiyesine sabırla, yalnız burdaki kenetlenme haktaki kenetlenme farklı oluyor. Hakta sevgi doğuyor. Öyle kenetlenme oluyor. Burda da dayanma,ıstıraba karşı direnme ile kenetlenme vuku bulmuş oluyor.

 الصبر kelimesi granit demektir. Granit kayalık demektir. Yani kayaların bir kısmı vardır ki,vurduğumuz zaman hemen parçalanır. Kayalar vardırki, zaten kendi kendine dağılmış, parçalar halindedir. Halbu ki öyle kayalıklar vardır ki,o kayalıkların böyle granit derler ya hani türkçede kullanılıyor,sapa sağlam, ne kadar vursanız dayanıklıdır, parçalanmaz. Sabre kelimesi bu kayalıktan kopan sert granit taşa sabre, kayalığa sabr denmektedir. Bu insanların kendilerine gelmiş olan sıkıntılı durumlarda tek tek fertlerin çökmemesi, bırakıp kaçmaması ve yıkılmamasına sabır dendiği gibi topluluk içinde olduğu zaman toplulukların böyle olduğu hallerde dağılmamalarına da sabır diyoruz ve تواصلوا بالصبر diyerek sabırla bitişin, sabırla kenetlenin diyor. yeni olaylar meydana gelecek, hadiseler meydana gelecek. O olaylar ve hadiseler bizi birbirimizden koparacak, ama biz yine ona rağmen sabırla devam edeceğiz. O sabırla dayanacağız. Granit gibi olacağız ve granit gibi birbirimizle kaynaşmış olacağız ve bizi birbirimizden koparamayacak, bizi birbirimizden ayıramayacak. İşte böylece hak ile birbirleriyle kenetlenen, sabırla birbirleriyle kenetlenen, iş bölümüne dayanarak amel edene salihatı, yani topluluğa yarayacak şeylerle amel eden sonra da birbirleriyle güven altına alan, birbirleriyle emniyet haline gelen, yardımlaşan, kefaleti kuran, velayeti kuran kimseler ancak zarar içinde değildirler diyor. Bunlar kâr eder. Demekki kârın kaynağı, rıbhın kaynağı para değilmiş, bunlarmış. Para olduğu zaman ribh edeceğiz manasında değil. Paramız var ribh ederiz. Paramız olmadığı için ribh edemeyiz değil. Onların, eğer parası olanlar ribh eder gibi görünüyorlarsa da onlar  أعمالهم كسراب بقيعة يحسبه الظمآن ماء حتى اذا جائه لم يجد شيئا و وجد الله عنده فوفيه حسابه   onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanıbaşında da inanmadığı Allah’I bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür.” (Nur (24),39) Demekki sadece paraya veyahut sadece şuna buna dayanarak oluşmuş olan kârlar kazançlar gerçek kârlar ve gerçek kazançlar değillerdir. Gerçek kâr ve gerçek kazançlar ancak bu dört şeyi bir arada yapabilen topluluklar ki, o topluluklar da tek topluluklar olacaklardır ve toplulukların birer cüzü olarak biz onların içerisinde yer alır, görev alırsak cemaat halinde kurtulma imkanı ortaya çıkacaktır. İşte ekonomi ile sosyal, ictimai olan hadiseler peşpeşe birbirlerine zincirlemedir. Birisi olmadan diğerleri olmaz. Ama evvela cemaatler yani Hz. Peygamber Mekke’de iken hiç bir zaman ekonomik faaliyetlere geçmedi. Bütün faaliyetler evvela cemaatleşmeye, bilme ve beraber olmaya hasretti. Ondan sonra Medineye geçince ekonomik faaliyetlere geçmiş oldu ve çok büyük neticeler elde etti. O halde bizimde evvela bu asrın istediği daha asrı zamanı gelmeden evvel yani biçme zamanı gelmeden evvel biz bu imanı, ameli salihi, hakkı tavsiyeleşmeyi, sabrı

tavsiyeleşmeyi yapmış olacağız ki kurtulmuş olalım.لله الفاتحة

 

 

 


Şerhu Mirkatu'l-Vusul(MOLLA HUSREV)
1-MOLLA HÜSREV(FATİH'İN GERÇEK HOCASI)KİMDİR?
4050 Okunma
2-MİR'AT ASL
2221 Okunma
3-MİR'AT SON
10579 Okunma
4-EK:ASR SURESİ VE USUL
1826 Okunma
5-EK:FATİHA SURESİ VE USUL
2264 Okunma

© 2024 - Akevler