***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ(27) ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً(28) فَادْخُلِي فِي عِبَادِي(29) وَادْخُلِي جَنَّتِي(30)
يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ (YA EayYuTuHay elNaFSu) “Ey nefis”
Kur’an’da “nefs” kelimesi yalnız burada geçmektedir. Kur’an’da “ey ruh” diye bir hitap yoktur. Nefs aynı zamanda kişilik demektir.
İnsanı bu vesileyle bir defa daha burada tekrar tanıyabiliriz.
RUH | Şuur | Zevk | Zekâ | Muhavere |
Nefs | FİKİR | Muhakeme | Arzu | HİS |
İNSAN | Karar | İçgüdü | Uyum | Hüküm |
Hayat | İRADE | Fiil | Kavil | ÜNSİYET |
BEDEN | Hafıza | Hareket | Konuşma | İdrak |
İnsan ruh ve bedenden oluşur. Ruh bâtın âlemde var olan bir varlıktır. İnsanın ruhundan başka ruhlar da vardır. Beden zâhir dünyada yaşar.
Matematikte sayılar üretilir. Küçük sayıdan büyük sayılar çıkarıldığında eksi sayılar elde edilir. Küçük sayı büyük sayıya bölündüğünde kesir sayılar elde edilir. Eksi sayının kökü sanal sayı verir. Batılılar buna “imajiner sayı” diyorlar. Kur’an bunların dünyasına “bâtın” diyor. Geometride de gerçek büyüklükler var, sanal uzunluklar vardır. Bunlar olmadan kâinat olmaz, delik deşik olur. Bunların varlığını cismin dalga hızından da biliyoruz.
İşte, bâtın âlemde olan ruh ile zâhir âlemde olan beden birleşince insan olur.
Ruhun bedenle birleşmesi için nefse ihtiyaç vardır. Nefis ruhun bedene saldığı dalgadan ibarettir. Bedenden gelen dalgaları da ruh onunla idrak eder. Hayat da bedenin ruhla ilişki kurma özelliğidir. Böylece insan oluşmaktadır.
Sorumlu olan beden değildir. Sorumlu olan ruh da değildir. Sorumlu olan nefistir. Nefis demek, ruhun bedene yaptırdığı demektir. Bugün nefis olarak insanın beynindeki bilgisayar ile ruhun bu ilişkiyi kurduğunu biliyoruz. Ancak nasıl kurduğunu bilmiyoruz.
Kur’an’ın bize öğrettiğine göre ruh beden ile olan irtibatını nefis ile kurar, yani ruh bedenin içindedir. Uyku veya ölüm hallerinde ise ruh nefsini çeker ve bedenden uzaklaşır. Uyanınca geri döner. Öldükten sonra da dirildiğinde geri dönecektir.
Biz bedenimizin değiştiğini görüyoruz. Oysa değişen beden yoktur, değişik şekildeki beden heykelcikleri vardır. Biz çocukluktan başlayarak o heykelcikleri atlaya atlaya buraya geldik. O heykelcikler orada kaldı, yok olmadı. Bundan sonra da gideceğimiz heykelcikler şimdi vardır. Yeniden yaratılmayacaktır. Sadece biz bedenden bedene seyahat edeceğiz. Biz bugün üç boyutlu uzaydan çıkamadığımız için geçmişimizi göremiyoruz, geleceğimizi de göremiyoruz. Ama öldükten sonra dirildiğimizde artık zaman içinde seyahat edebileceğiz, geçmişimizi ve geleceğimizi görebileceğiz.
Burada bir ayrıntıya işaret etmek gerekir. Dört ve beş boyutlu uzaylar yani kürsü ve arş bâtınî uzay değildir, zâhirî uzaydır. Kâinat beş boyutlu uzaydır. Ancak bâtında da beş boyutlu uzay vardır. Bu boyutların içindedir.
Bâtınî uzay zâhirî uzaya diktir. Orada cereyan eden olayların bu dünyada dalgaları vardır. Bu dünyada cereyan eden olayların o uzayda dalgaları vardır. Işık hızı ikisinde birdir. Melekler insanlarla ilişkiyi o dalgalarla kurarlar.
Allah nefse hitap etmekle, sorumlu olanın nefisli beden olduğunu bildirmiş olmaktadır. Hak ve külfete nefis ehildir. Bizim beynimizde olanlar bizim hesap vereceğimiz alandır. Hatalı nasiyedir.
الْمُطْمَئِنَّةُ(eLMuOMaEinNa) “İtminan eden”
Arapçada kelimeler üç harflidir. Eğer iki harfli olarak çıkmışlarsa onlara V veya Y veya E ilave edilerek üç harfli yapılır. Mesela DM kan demektir. Sonuna bir V eklenerek üç harfli yapılır. Eğer dört harfli ise, onlardan bir harf atılarak üç harfe indirilir. Baytarda Y atılır, batara olur. Anlamda akrabalık vardır. Atılan harfler V-Y-E-L-N-M harflerinden biri olur. Mesela İbrahim’den M atılarak BRH kalır ki, burhan ile aynı köktendir.
Burada kelimede harfi tariften sonra gelen “M” ismi fail veya meful harfidir. Sonundaki nunun tekrarı teşdit içindir. Kök “O(T)EN” veya “O(T)MN”dir. Buna benzer başka bir kelime de işmeezze’dir. Zaid harf olarak “E”yi kabul ederek “OEN”yi kök olarak alalım. OMN(TMN) kökü cemel veya cebel kelimelerine akrabadır. Cemel ve cebel ayaktaki deveyi veya dağları ifade eder.
“TaMaNa” ise çökmüş deve veya durgum yer demektir. Taban kelimesi buna akrabadır. Kalb, hareketli olan kalb, kasvetli kalpler, sertleşmiş, dikleşmiş kalplerdir. Mutmain kalb ise sükunete ermiş, aynı zamanda uysal beyindir. Kur’an’da birçok âyetlerde kalbin itminanından bahsedilmektedir. Burada da nefsin itminanından bahsediliyor.
Demek ki “TaMaNa” kökü durgunluğu ve sakinliği ifade ettiği gibi, akışına uyar demek olur. Fizikte çok önemli katsayı vardır. Ona Reynolds katsayısı denir. Kasvetli kalb, suyu mecrasına akıtmayan, çalkalayıp duran kalbdir. Oysa mutmain kalb, suyu mecrasına akıtan, normal pompalamayı yapan pompadır.
Bunu bir deneyle sağlayabiliriz. Bir bidona su dolduralım, dibine ince boru bağlayalım, suyu yavaş yavaş doldurmaya başlayalım, borudan akan suyu bir kaba doldurarak saniyede akan miktarı ölçelim. Önce bidondaki su arttığında akan su artar. Boru kalınsa sonuna kadar bu böyle devam eder. Boru ince ise bidondaki su seviyesi belli yüksekliğe çıkınca borudan akan su birden onda bire düşer. İşte bu kasvetleşmiş bir borudur. Bunlara fuko akımları, türbülans denmektedir. Mutmain akan su ise laminal akıştır.
TaMaNa fiili yoktur. Ancak buradan anlaşılıyor ki lazım fiil imiş, yahut TaMaNa kalıbı lazımdır.
Kalb deyince göğsümüzde olan kanı pompalayan yürek anlaşılacağı gibi, başımızda olan ve emirleri pompalayan beynimizi de ifade eder. Kan kalbi dengesiz atmaya başlar ve çırpınmağa başladığında kasvet olmuş olur. Buna karşılık normal zamanlarda uygun bir şekilde atmaya başladığında itminan etmiş olur.
Beynimizdeki elektrikî sinyaller düzgün olarak hareket etmeyip de anormal sinyaller gönderince anormal hormonlar salar ve kişi dengesizleşir. Mutmain olan beyin ise heyecanlanmayan demektir. Kalbin itminanı dendiğinde, sükunete erip normal çalışan virüssüz bilgisayar demektir.
Allah’ın zikri ile kalbler mutmain olur. İnsan Allah’ı hatırladıkça her şeyin O’nun takdiri olduğuna göre ne olacaksa o olacaktır. Dolayısıyla heyecanını kaybeder. Kişi görevlerini yapacaktır. Kendisine verilen imkanları uygun şekilde kullanarak görevlerini yerine getirecektir. Ondan sonra ise Allah’a teslim olacak, sen ne istersen onu yap, ben hepsine razıyım diyecektir. Sonuçları sükunetle bekleyecektir. Hayır ve şer Allah’tandır diyecektir.
Allah’ın takdiri vardır. Mesela Osmanlı İmparatorluğu yıkılacaktır, çünkü o çağdaki İslâm uygarlığı ömrünü tamamlamıştır. Sonbahar gelmiş, yapraklar dökülmektedir. Yeni uygarlık doğacaktır. Hanedanlık uygarlık gereği sona ermiştir. Eskimiş müesseseler vardır. Onların ortadan kalkması gerekir. Medreseler kapanmalıdır. Bununla beraber imparatorluğun yaşaması için her şey yapılmalıdır. Ondan sonra oturup kadere razı olunmalıdır. Nitekim Osmanlı hanedanı da böyle yapmıştır.
Cumhuriyeti yaşatmak için biz elimizden geleni yapmalıyız. Nitekim yapmaktayız. Cumhuriyet yıkılmadan kendisini yenileyebilirse ne âlâ. Bunu “Adil Düzen”i kabul etmekle yapacaktır. Yenilemezse yıkılacaktır. Uygarlığa ulaşamayanlar helâk olup gidebilirler. Muasır uygarlığın üstüne çıkarsak yaşarız. Hayır, direnirsek, kader bizi ortadan kaldırır ve başkalarını getirir. “Adil Düzen” ilahi düzendir, doğal düzendir. Kabul edenler yaşarlar, etmeyenler helâk olup giderler. Biz elimizden geleni yaptıktan sonra, olacaklardan dolayı ne fazla sevinmeli ne de üzülmeliyiz. Biz o zaman ikinci cumhuriyeti kurma görevi ile kollarımızı sıvamalıyız. Mustafa Kemal’in dediklerini unutmamalıyız: Muasır medeniyetin fevkine/üstüne çıkacağız. Birinci vazifemiz Türk Cumhuriyetini ve istiklâlini kurmak ve korumaktır. Gerektiğinde kurtarmaktır. İçinde bulunduğunuz ahval ve şeraitimizi düşünmeyeceğiz. Takdir Allah’ındır. Nefsimiz mutmain olmalıdır.
Nefsimizi için ikinci itminan itaatkâr olmasıdır. Kaya gibi sert olmamaktır. Allah’ın emirlerine itaat etmektir. Ama isteyerek itaat etmek, sevinerek itaat etmek.
Sıkıntı ile çarpışırken, bedenen üzülürken, sabredip derece aldığın için sevinmek itminandır. Olana rıza göstermenin ötesinde olanlardan zevk almadır. Çocuk doğuran anne acı duyarken kalbi mutmaindir.
ارْجِعِي (EıRCIGIy) “Rücu et.”
“Reca” ovada akan sudan ayrılan bir dalın akarak sonradan geriye dönüp eklenmesidir. Yoldan sapan bir kimsenin tekrar kendi yoluna dönmesidir. Türkçede rücu gericilikle anlamlandırılmıştır. Batının rönesansı gibidir.
“Rücu etmeyi” koptuğun yere geri dönme şeklinde ifade edebiliriz.
Burada “nefse rücu et” denmektedir.
Nereye?
Rabbine rücu et denmektedir.
Demek ki nefis daha önce Rabbi ile beraberdi. Sonradan koptu ki O’na rücu et diyor.
Kur’an’a göre insan zalum ve cehuldur. Yani insan mazlum yaratılmıştır, cahil yaratılmıştır. Yaratılışta zalim değildir. Zamanla insan zalim ve cahil olmaktadır. Doğuşta insan iyidir. Sonradan kötü olmaktadır.
Bu varsayımı Amerika da kabul emiş ve kendi teorisini bunun üzerine kurmuştur. Ona göre kötü etmenler ortadan kaldırılırsa insan kendiliğinden iyi olur.
Hazreti Peygamber de her insanın fıtrat üzerinde doğduğunu, insanların sonra diğer dinlere götürdüğünü söyler.
Öyleyse Marx İslâmiyet’ten aldığı bir görüşü kendi hedefinde istismar etmiş ve yanlış yapmıştır.
- Marx’a göre insanları kötüleştiren akrabalık duygularıdır, ailedir. Çocuklar kreşlerde büyütülürlerse iyi olurlar. Burada Marx’ın yanıldığı nokta akrabalık duygularının kötü olduğudur. Oysa akrabalık duyguları hayvanlarda da vardır, iyidir. O duyguların kötü kullanılması nefsin yoldan ayrılmasıdır. Kötü olan duyguların yerinde kullanılmamasıdır. Akrabalar arasında dayanışma ve yardımlaşma için konan bu duygu başkalarına düşmanlık ve saldırı için kullanılırsa kötüdür.
- Marx’a göre ikinci kötü olan mülkiyettir, mülkiyet ekonomisidir. İnsanlar bu mal senin o mal benim derken birbirlerine saldırmaktadırlar. Mülkiyet ortadan kalkar da komün hayat başlarsa, Marx’a göre kötülük kendiliğinden ortadan kalkmaz. Marx’a göre mülkiyet duygusu kötüdür. Oysa Kur’an’a göre mülkiyet duygusu insana bahşedilen en büyük nimettir. Bu sayede insan hem topluluğun ferdidir hem de kendi kişiliğini korumaktadır. Bunu mülkiyet sayesinde sağlamıştır. Uygarlık mülkiyettir. Akrabalık mülkiyetle olur. Miras ile aile yaşar. Mallar mülkiyetle korunur. Mülkiyetin kötü kullanılması kötüdür. Akrabalıkta zina, mülkiyette faiz kötüdür.
- Marx milliyetçiliği de reddetmiştir, milliyet de kötüdür. Oysa milliyetçilik insanların organize olmaları demektir. Nasıl askerlikte ordu, kolordu, tümen, tugay, alay, tabur, bölük, takım, manga varsa, insanlıkta yani sivil hayatta da böyle örgütlenme vardır. Yığının yerini topluluk almıştır. Marx insanlık devletine zemin hazırlamak amacıyla örgütü ortadan kaldırıp kitleyi basit çıkar ilişkileri içinde yönetmek istemektedir.
- Marx’a göre din de insanları dalâlete götürmüştür. Oysa kötü dinler dalâlete götürürler, iyi dinler hidayete götürürler. Dinleri hak dinler ve bâtıl dinler diye ayırmama hastalığı vardır, tüm dinleri batırma sistemi budur. O halde anarşistler kötülüklerin ortadan kalkması için insandaki doğal melekeleri yok etmek istemektedirler. Oysa ilim fikre, din hisse, ekonomi (mülkiyet) iradeye, siyaset (yönetim) ünsiyete (sosyal yönsemeye) dayanır. İnsanda bu melekeler yok edilmedikçe topluluklardan da bu müesseseler ortadan kalkmaz.
“Rücu et” emri, nefse verilen emirle bu melekeleri doğru olarak kullanmaya tekrar başla anlamındadır.
إِلَى رَبِّكِ (EiLAy RabBiKi) “Rabbine rücu et.”
Rabbine rücu et.
Burada “Rabbin” kelimesi getirilmiştir. Rab insanı eksik yaratmıştır. Zamanla eğitip yükseltecektir. Böylece insan kendi çabasıyla ve isteğiyle Rabbine yaklaşacaktır.
Allah niye rabdir?
Böyle anne karnında bir hücreden başlatıp değiştire değiştire kırk yaşındaki insana getiriyor. Birçok insan onun büyümesinde çaba gösteriyor. Kendisi birçok sıkıntı ve aşamalar geçirmiştir. Bunlara ne gerek vardı, Allah insanı kırk yaşında yaratamaz mıydı?
Hücrelerdeki çoğalma böyledir. Bir hücrede iki hücre olacağı zaman hücredeki kromozomlar katlanırlar. Sonra biri bir tarafa, diğeri de diğer tarafa gider. Sonunda hücre bölünerek iki hücre olur. Hücre bölünürken bölünme dışında bir şey yapmaz. Bölündüğünde de tam hücre olur. Buna hilkat diyoruz. Allah böyle yapmamış da insanı ve diğer canlıları bunun emrine vermiş, insanları birbirine hizmetçi yapmıştır.
İnsan döllenmiş yumurta olarak hayata başlar. Onbeş yaşına gelinceye kadar hep ona hizmet verilir. Birçok insan ona hizmet ederek ücreti istihkak eder.
İşsiz kalan insanın ne büyük sıkıntıya girdiğini herkes çok iyi bilmektedir.
Allah ne yapıyor? Bizi işsiz bırakmamak için bize bizim gibileri yetiştirme görevini vermektedir. Bunun için bizi kırkar yaşında yaratmamıştır.
İnsan tanrı değildir. Allah başka tanrıları yaratamaz, çünkü tanrı birdir ve çok olamaz. İnsan, melek, cin ve ruhların tanrı olması demek, böyle rab sıfatıyla var etmesidir. İşte Allah insanları eğitsin diye onların nefislerine haktan sapma meyli vermiştir. Nefsi su-i emmaredir. O hilkatte iyi insan olarak yaratılmıştır. Ama eğitilmesi için kötülüğe de meyillidir. İnsan kendisini korur da onu Rabbinden uzaklaştıranların cazibesine kapılmazsa kurtulmuştur.
Peki, Allah neden insanlara şeytanı musallat etmiş, nefsi de ona arkadaş etmiştir?
İnsan kendi emeği ile daha yüksek derecelere ulaşsın diye böyle yapmıştır. Allah kâinatı şuurlu varlıklar için yaratmıştır. Şuurlu varlıklar o kâinat içinde çalışsınlar, kazansınlar ve yaşasınlar diye onları yaratmıştır. Böylece Allah kendine muhatap var etmiştir. Allah melekleri, cinleri, ruhu ve insanı yaratmasaydı, hiçbir şey yaratmayacaktı. Böylece kendisi de var olmayacaktı. Allah var demek, kâinat var demektir. Kâinat var demek, insan vardır, insan da görevlidir ve görevli olarak işler yapacak demektir.
İşte burada insana “Rabbine rücu et” demekle, seni böyle yaratmasının sebebi seni terbiye etmesi içindir demektir.
Buradaki “Ke” esreli gelmiştir. Yani nefis müennestir. Zaten “eyyetuhâ”dan anlaşılmaktadır. “Nefis” kelimesi neden müennestir? “Ruh” kelimesi müzekker olduğu halde nefis kelimesi müennestir, dişildir. Kelime söz olarak müennes alâmeti taşımamaktadır.
Arapçada 160 kadar kelime böyledir. Genel kural şudur. İnsan uzuvlarından ise ve çift ise o müennes gelir. Göz, kulak, el gibi organlar böyledir.
Nefis de acaba böyle çift midir?
Belki de öyledir. İyiliğe çeken nefis vardır, kötülüğe çeken nefis vardır. İnsanın fikri ile hissi karşı karşıya gelir. Hem dayanışırlar hem de karşılaşırlar. His sigarayı içmek ister, akıl ise ona içme, sana zararlıdır der. Hislerine mağlup olanlar içerler, fikirlerini dinleyenler içmezler. Bunun gibi cinsi ilişki arzusunu duyan insan hareketine mâni olur. Evlilik dışı ilişkiler yasaklanmıştır. İşte bu ikilikten dolayı nefis müennestir diyebiliriz. Şöyle ki, his ve fikir bir çift, irada ve ünsiyet başka çift oluşturur. Ruhun emrinde iki organ varmış gibi olur.
Başka dişilik kuralı ise doğurgan olmasıdır. Güneş müennestir, Kamer/Ay ise müzekkerdir. Nâr müennestir, Nûr müzekkerdir. Yer müennestir, Cebel müzekkerdir. Buna göre demek ki nefis de doğurgandır. Fikirlerin üretilmesi, iyilik ve kötülük yapılması nefisten ortaya çıkmaktadır. Müennes olması buradan gelmiş olur.
Demek ki iyilik ve kötülük yapma gücü, iyiliğin ve kötülüğün kaynağı beden değildir, hayat değildir, ruh değildir, nefistir. Nefis kelimesinin müennes olması bundandır.
Ey nefis, Rabbine rücu et. Kendine hakim ol da ne amaçla yaratılmış isen ona dön, böylece kendi iradenle görevlerini yap ve yüce makamını al.
رَاضِيَةً (RAvWıYaTan) “Razı olarak.”
Kur’an’da geçen her kelime ciltler dolusu kitabı dolduracak mânâları içermektedir. Nefis kelimesini tahlil ederken psikolojinin derinliklerine inmiş oluyoruz. Bu sûre insanı anlatmaktadır. Her kelimesi insanı değişik boyutları ile tanıtmaktadır.
Şimdi “razı etmiş olarak” demektedir.
“Rıza” nedir?
Kelimenin aslı “raw(d)aa” köküne akrabadır. Rawaa, süt emmek demektir. Çocuk acıktığı ve susadığı zaman ağlamaya başlar. Annesi onun acıktığını veya susadığını anlar ve ona süt verir, çocuğu doyurur. İşte o esnada çocuk büyük bir zevk alır ve hoşuna gider. Çocuğun bu hâli rızadır. Yani ihtiyacın tatmin edilmesinden doğan hoş hâl rızadır.
Razı olma sadece ihtiyaçların giderilmesinden doğan ferahlık değildir. İhtiyaçların biri tarafından giderilmesi sonucu insanda bunu yapan diğerine karşı doğan sevgi ve bağlılıktır. Bir çocuk kendisine süt veren annesine karşı ne kadar bağımlı olduğunu görür. Onu yalız bıraksa, kucağından indirse çocuk ağlar. Dolayısıyla razı etmek, kendisini aynı zamanda çocuğa sevdirmek, kendisine bağlamak demektir.
Nefsi razı etmiştir, yahut razıdır.
Bundan sonra mef’ul olarak “merdiyeten” geldiğine göre, nefis Allah’ı razı etmiştir.
Allah’ın insana burada verdiği yüce değeri düşünelim ki, Allah kendisini çocuk yerine koyuyor. Süt emen çocuğun hoşlanması gibi Allah da hoşlanıyor ve razı oluyor. Yarattığı kişinin kendisine dönmesine adeta müştaktır.
Şüphesiz Allah’ın bana ve sana ihtiyacı yoktur, ama kendi iradeleri ile Allah’a ibadet eden kulların bulunması O’nun ihtiyacı gibidir. Allah öyle Allah’tır. Kendi yarattığı kulları iradelerine dayanarak O’na ibadet ederlerse O bundan razı olur.
Başka yerde, “Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı oldular” denmektedir. Kul ameli salih işlediği zaman Allah ondan razı olur.
Allah insanı yaratmış, insanın tüm ihtiyaçlarını karşılamayı üzerine almıştır. Bunu doğrudan kendisi yaparsa o zaman insan ne iş yapacaktır? İnsana iş bulmak için çocuğun ihtiyaçlarını gidermeyi anne ve babasına bırakmıştır. Gidermezlerse o zaman Allah kendisinin yapması gereken işi yapmamış olacağından adeta sıkılır. Ama anne ve baba görevi yerine getirdiği zaman O sevinir, ferahlar. Ben bu işi insana havale ettim ama kulum onu yaptı, benim işim yapılmış oldu der. Allah böylece sanki kulun yaptıklarına muhtaçmış gibi olur.
Allah bize benzemez, hiçbir yönüyle bize benzemez. Dolayısıyla Allah’ın kendisini bilmemiz mümkün değildir. Ama Allah kâinatı yaratmış, kendisi de sanki bir insan imiş gibi kâinatı idare etmektedir. Yani yarattığı kulların kuralları ile onların arasındadır. İnsan, melek, cin ve ruhların O’nun yarattığı kâinatta yaşayabilmeleri için Allah’ın onların ne yaptıklarını bilmesi, onların da ne yapacaklarını bilmeleri gerekir. Bu sebepledir ki koyduğu kurallara kendisi de riayet eder. Bize bizim dilimizle konuşur. Bizim anlayamadığımız şeyleri söylemez. Allah’ı nefsin razı etmesi, ancak Allah’ı insan gibi düşündüğümüzde mümkündür. Bunların hepsi mecazidir.
Allah’ın büyüklüğünü anlamamız için kâinatın büyüklüğünü, dört ve beş boyutlu uzayı, zâhir ve bâtın uzayı düşünmemiz, orada bizim bedenimizin büyüklüğünü tasavvur etmemiz gerekir. Bizim bedenimiz kâinatın yanında ne kadar küçükse, bizim ruhumuz da Allah’ın varlığı içinde ondan da küçüktür. Ama insana olduğundan fazla değer verilmiştir.
Allah da insana çok çok yaklaşarak bizim muhatabımız olmuştur. İnsan için en büyük şeref Allah’ın insanı muhatap almasıdır, onunla görüşmesidir. Kimi insanlar bakan olurlar da sonra sizinle konuşmaya tenezzül etmezler. Oysa Allah nerelerde, biz nerelerdeyiz.
İşte nefisten Allah’ın istediği şey, onun Allah’ı razı edecek ameller yapmasıdır. Bu da kötülüklerden rücu ederek kendi yaratılışına dönmesidir.
“Radiye” ismi faildir. Haktır. Nefsin hâlidir. Lazım fiillerin simi failleri harfi cer varmış gibi mânâlandırılır. Hariç demek, harıcun anh demektir. Burada da “radiye” demek, “radıyeten anhu” demektir, kendisinden razı etmiş demektir.
مَرْضِيَّةً(MaRWıyYaTan) “Razı olmuş olarak.”
Bir anne çocuğa süt verirken hem çocuğu razı eder hem de kendisi razı olur. Anne de çocuğa süt verirken zevk duyar. Rıza karşılıklı hoşlanmadır.
Bazı fiiller sadece insanlar arasında geçerlidir. Mesela konuşma insanlar arasında olur. Sözleşme insanlar arasında olur. İnsan ile diğer canlılar arasında olmaz.
Razı olmak demek, bir insandan razı olmak demektir. Mesela, ben bu eve taşındım, ben bu evden razıyım denmez. Ama bu evi yapandan veya bana aldırandan razıyım denebilir.
İnsan Allah’ı razı etmiştir. Kendisi de razı edilmiştir.
İnsan Rabbine rücu ederken rızası ile rücu edecektir. Allah isteseydi bizi zorlar ve kendisine itaat ettirirdi. Hattâ zorlamaya gerek kalmadan bize öyle duygular verirdi ki O’nun istediği gibi davranırdık. Allah böyle değil de, bizim irademizle bizi muhayyer bıraktığı halde, bizden razı olarak O’na rücu etmemizi istemektedir.
Bunu şöyle açıklayalım. Allah insanı yarattı. Ona namazı emretti. Namaz başlangıçta ona zor gelmektedir. Ama eğer namaz kılmaya başlarsa sonra namaz kılmaktan zevk alır. Sıkıldığı zaman O’na rücu eder. Allah’la görüşme yapar. Bir de artık namaz kılma ona süt emme gibi olur. Önceden zor gelen bir şey sonra ona zevk vermeye başlar. Bir de bakar ki namaz sayesinde sıkıntılardan kurtulmuştur. Razı olmuştur. Allah’ı razı etmiştir. İstemese de O’na dönmüş ve namaz kılmaya başlamıştır. Sonra da namaz kılmaktan zevk almaya başlamıştır. Razı etmiş ve razı olmuştur.
Başlangıçta Allah’ın emirlerini yerine getirmek insana zor gelmektedir, yaparken sıkılmaktadır. Mesela doğru söylemek insana zor gelir. Söylerken sıkılır, korkar. Ama doğru söylediğinde çevrenin ona saygısı doğar. Herkes ona inanmaya ve güvenmeye başlar. Bu inanma ve güvenme sayesinde işleri düzelir. Böylece artık doğru söylediğinden kendisi de razı olur. İman sahibi bir insan ortaya çıkar.
İşte bu merdiyyedir.
Biz bu dünyaya geldik. İmtihan olunuyoruz. Bir gün önce veya bir gün sonra öleceğiz. Ne fark eder. Bu dünya hayatı saniyeler kadar küçüktür. Burada fazla kalmakla uğraşmak ne işe yarayacaktır, bu dünyaya yapışmanın anlamı nedir? Asıl yapılacak olan radiyeten merdiyye olarak bu dünyadan ayrılmaktır. Razı etmemiz O’nun istediğini yapmakla olur, şeriata uymakla olur, Kur’an’ın dediğini yapmakla olur.
KUR’AN BİZDEN NE İSTİYOR?
- Öğrenmemizi istiyor. Nasıl öğreneceğiz? Okumakla öğreneceğiz. İbadetler bizim öğrenmemiz için emredilmiş. Hoşlanmasak da ibadetleri yapmaya devam edeceğiz. Önce Müslüman olduğumuzu beyan edeceğiz. Yani Rabbimize dönmek istediğimizi ifade edeceğiz. O’nun kulları yanında bunu açıkça ifade edip onları şahit tutacağız. Sonra namazları kılmaya başlayacağız, zekâtımızı vereceğiz, orucunuzu tutacağız, hacca gideceğiz. Bunları baştan istemesek de yapacağız. Bu arada İslâmiyet’i detaylarıyla öğrenmiş oluruz ve artık ondan zevk almaya başlarız.
- Sonra öğrendiklerimize göre ameller yapacağız. Asıl sorun iyi insan olmadır. Haramlardan kaçınacağız, zina yapmayacağız, içki içmeyeceğiz, hırsızlık yapmayacağız, söylediğimiz zaman adilane söyleyecek, kimseye zulmetmeyeceğiz. Haksız yere insanları öldürmeyeceğiz. Yapacaklarımız da vardır. Sağlığımıza dikkat edeceğiz. Akrabalarımızı gözeteceğiz. Topluluğa karşı görevlerimizi yerine getireceğiz. Başlangıçta bunları yapmak zor gelir ama sonraları yapmadığı zaman sıkıntı başlar. Yani “ilim”den sonra “amel” gelmektedir.
- Bundan sonraki görevimiz bildiklerimizi başkalarına anlatarak bu çalışmalara katılmalarını sağlamadır, tebliğdir. İnsanlara diyeceksiniz ki, her söze kulak verin, sonra size göre en iyi ne ise onu yapın. Söylediklerinizi sizin yapmanız elbette önemlidir, çünkü bir yönüyle sizin yaptığınızı onların yapmalarını isteyeceksiniz. Ama asla onlara doğrudan doğruya benim yaptıklarımı yapın demeyeceksiniz. Araştırın, size göre en iyisi ne ise onu yapın diyeceksiniz. Bana da yardım edin, yanlışlarım varsa düzeltmeye çalışayım diyeceksiniz.
- Sonra eğer yapılacak işlerde dayanışma gerekiyorsa dayanışma içine giriniz. Yani o kendi içtihadı ile hareket edecek, siz kendi içtihadınızla hareket edeceksiniz ama ortak imkanları kullanacaksınız. Ankara’da olan iki kişiden biri Moskova’ya gidecek, diğeri Londra’ya gidecek. Uçaklar İstanbul’dan kalkıyor. İkisi bir araba tutuyorlar ve İstanbul’a birlikte geliyorlar. Ondan sonra İstanbul’dan biri Moskova’ya diğeri Londra’ya gidiyor. Ama İstanbul’a kadar olan yolculukta birlikte hareket ettiklerinden masrafları yarı yarıya indirdiler. İşte, herkes kendi içtihadı ile yaşayacak ama ortaklaşa maliyetleri düşüreceklerdir.
Allah’ın razı olduğu ve onlardan da Allah’ın razı olacağı kullar bunlardır. Radiyeten merdiyye bu demektir. Sonunda herkes razıdır. Çünkü birbirine baskı yapmıyorlar.
فَادْخُلِي(FaDPuLIy) “Dahil ol.”
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Yani nefis eğer radiyeten merdiyye olarak Rabbine dönerse Allah’ın kulları safına girmiş olur. Emir radiyeten ve merdiyyeten Rabbe rücudur. Bundan sonra “Fa” harfi getirilmiştir. ‘Yarın bana beş kilo patates getir elli liranı al’ derseniz, burada elli lira al emir değildir. Emir şart emridir. Onun cevabıdır. Yani sen radiyeten merdiyye olarak Rabbine dön, o zaman kullarım arasına girmiş olursun.
Gir emir değildir. Yani önce böyle yap, sonra da böyle yap denmiş değildir. Böyle yaparsan böyle olur demektir. O halde buradaki “Fa” harfi cevap fasıdır, takip fası değildir.
Bununla beraber “Fa” harfi emri emre atfettiği için takip fası olabilir. O zaman önce radiyeten merdiyye olarak Rabbine rücu et, ondan sonra kullarım arasına gir demek olur.
Bu şekilde anladığımız zaman, önce Müslüman ol, sonra mü’min ol demek olur. Bu takdirde müslimlerin ibad arasında olmadığı ifade edilmiş olur. İbad sadece mü’minler olmuş olur. Bununla beraber müslimlerin de radiyeten merdiyye sınıfında oldukları ortaya çıkar.
Böyle anladığımızda Allah insana müslim olmayı emretmektedir. Müslimler isterlerse mü’minlerin içine duhul ederler. Yani İslâm olmak her insana farzdır, ama iman etmek her müslime farz değildir. Kendi tercihine bağlıdır. İsterse cizye verip müslim kalır, isterse iman edip asker olur yani cihada bedenen katılır.
Peki, mü’minler içine duhul nasıl olacaktır? Nefs radiyeten merdiyye olarak Rabbine döndükten sonra O’nun kulları arasına nasıl dahil olacaktır?
a) Önce beyan edecek, ‘ben müslimim’ diyecektir. Bu beyan açık olacak, herkes duyacak ve tekrar edecektir. Böylece bu kişi müslim olmuş olur.
b) İkincisi, diğer insanlarla çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözecektir. Hakem kararlarına uyacağını baştan kabul etmiş edecek, sonra da uyacaktır.
c) Başka bir yükümlülük de cizye vermektir. Yani askere katılmadığına göre her yıl bir bedel ödeyecektir.
d) Son olarak yaptığı sözleşmelere uyacaktır. Sözünde duracaktır.
İşte bunları yapan radiyeten merdiyye olarak Rabbine rücu etmiş olur.
Bundan sonra eğer ibadı arasına da girmek isterse, o zaman diğer ibadetleri yapacaktır.
- Namazlara katılacak ve günde beş defa diğer kullarla buluşacaktır.
- Zekâtını vererek topluğa ait harcamalara katılacaktır.
- Orucunu tutarak yasaklardan kendisini uzak tutacak, Ramazan’da yapılacakları yapacaktır.
- Hacca giderek tüm insanlığın ortak uygarlaşmasına katkıda bulunacaktır.
İşte bunları yapmakla Rabbinin ibadı arasına dahil olmuş olacaktır.
Dahil ol emri bu görevleri yerine getirme demektir. Oruç tek başına tutulmaktadır. Ama orucun başlaması ve bitmesi, sahuru ve iftarı toplulukla birlikte yapılmaktadır. Diğer ibadetler zaten cemaatle toplu olarak ifa edilmektedir.
Müslimlere de mü’minlere de emir verilmekte ama müslimlere yapılan emirler daha azdır. Her mü’min müslimin yaptığı işlerin hepsini yapmaktadır. Sadece cizye vermemekte, ona karşılık nöbet tutmaktadır.
Müslimler barış içinde yaşayanlardır.
Mü’minler ise bu barışı koruyanlardır.
فِي عِبَادِي(FIy GıBAvDIy) “İbadımın içine gir.”
“Abd” kul demektir. İlk insanlar çardaklar yapmışlar yahut çadırlar kurmuşlardır. Başkanlarının çadırını veya çardağını süslemişler, diğerlerine nazara daha büyük yapmışlardır. Böylece çadırlar içinde başkanın çadırı belirli hâle getirilmiştir.
Kapının girişinde diktikleri direklere “amd” denmektedir.
Onun yanında dikilip bekleyen bekçilere de “abd” denir.
“Abd”in “amil”den farkı, abd yalnız hizmetinde olduğu kimsenin emrindedir, onun işini yapar. Amele ise başkasının işini de yapar. Müslimler Allah’ın amilleridir. Yani onlar kendi işlerini yaparken topluluğun da işlerini yaparlar. Mü’minler ise yalnız topluluğun işlerini yaparlar, maaşlarını da onlardan alırlar. Mü’minler ‘yalnız sana ibadet ederiz’ diyenlerdir. Kendi mallarını ve canlarını topluluğun emrine vermişlerdir. Müslimler ise kendi varlıklarını korumaktadırlar.
Osmanlılar kamu personeline “kullar” diyordu. Onlarda bir de reaya halk vardı. Padişah halka karışmazdı. Halka mahkeme kararları ile hükümler verilir, gerekirse cezalandırılırdı. Oysa kamu görevlileri padişahın emrinde idi, onları öldürme yetkisi vardı. Bunlar İslâmî değildir.
İslâmiyet’te halk ikiye ayrılır; müslimler ve mü’minler.
Müslimler askerlik yapmayan, cizye veren kimselerdir. Bunlardan istenen mahkeme kararlarına uymalarıdır.
Diğer taraftan mü’minler vardır. Bunlar cizye vermez, askerlik yaparlar. Silah taşırlar ve nöbet tutarlar. Bugün bunlar askerlik yapmaktadır. Sonra farklı görevleri olmaktadır.
Bugün İslâmî düzen yoktur. Çünkü:
- Herkes zorla askere alınmakta ve savaşa götürülmektedir. Oysa İslâmiyet’te ancak gönüllü olanlar askere giderler. İnsanları istemedikleri halde savaşa zorlamak İslâmiyet’te yoktur.
- Askere gidenlerle gitmeyenler birbirinden ayrılmadığı için bütün vatandaşlara seçme ve seçilme hakları verilmektedir. Zorla göreve ve zorla haklara sahip kılınıyor. İslâmiyet’te ise askere gönüllüler gider ama seçme ve seçilme hakları da onlarındır. Onlar malları ve canları ile ülkelerini savunurlar ama o ülkeyi yönetme yetkisi de onların olur.
- Bugün merkezden atanmış hakimler bizim davalarımıza bakmaktadırlar. Bizim tanımadığımız, bilmediğimiz, seçmediğimiz bu insanlar hata etmez melek kabul edilmektedir. Oysa İslâmiyet’te hakemleri taraflar seçer. Hakemler baş hakemi seçerler. Görevde iken yetkili ama görev bitince bizim gibi insan. İnsan kendi seçtiği hakeme itaat etme durumundadır.
- Bugün Ankara’daki devlet başkanı hepimizin başkanıdır. Yetkileri de kısıtlanmıştır. Bu ise hem merkezde olanı diktatör yapmakta hem de etkisiz hâle getirmektedir. Oysa İslâmiyet’te yerinden yönetim sistemi vardır. İnsanın başkanı kendi bucak başkanıdır. Onu ancak o muhakeme ettirir ve mahkeme kararlarını o infaz eder. İnsanlar bucaklarını değiştirmekle hukuklarını da değiştireceklerdir. Her bucak halkı kendi bucağının başkanına itaat eder. Onun güvencesindedir. Devlet başkanı da merkez bucağındaki halkın imamıdır.
“Udhulî beyne ibadî” denmesi gerekirken, “Fî ibadî” denmiştir. Yani kullarım arasına girin denmiyor da kullarımın içine girin deniyor. İşte Kur’an’ın belagatı burada ortaya çıkıyor. Aralarına girin denseydi o kullar ayrı ayrı kullar olurlardı. Oysa şimdi o kullar bir araya gelmişler ve bir oluş, bir varlık oluşturmuşlardır. O sadece bir topluluk değildir. Aynı zamanda onlar bir varlıktırlar. Dolayısıyla girilme aralarına girme şeklinde değil, içine girme şeklinde ifade edilmiştir.
“İbadetime giriniz” demiyor, “abdlerime giriniz” diyor. Mastar olsaydı ibadetime denirdi. İbad mukatelede masdarıdır. Eğer o mânâda masdar anlarsak o zaman benim abdım olurdu. İbadlar arasına değil de içine girdiğimizde onlarla beraber ibadet yapmamız gerektiği ortaya çıkmaktadır. Yani biz ibadet ederken diğerleri ile birlikte ibadet etmek zorundayız demektir.
وَادْخُلِي (Va
DPuLIy) “Ve dahil ol.”
Eğer “fadhulî”deki “fa” cevabiye ise, ibadete girme dünyadaki ibadete girmedir. Yani nefsin Rabbe dönmesi bu dünya ile ilgilidir, bu dünyada ibadlar arasına girilmesi bildirilmiş olur. Yok eğer bu “fa” takip “fa”sı ise, bundan sonraki “ve cennete gir” “vav”ı ibadın içine gir ve cennetime gir denmiş olurdu. Oysa bu dünyada kullar arasına girecek, âhirette de cennete girecektir. Onun için “duhul” kelimesi tekrar edilmiştir. Yoksa ibadın ve cennetin içine girin demiş olurdu.
Buradan anlıyoruz ki, yukarıdaki “fa” cevap “fa”sıdır. Buradaki “vav” ise irciî emrine atfedilmiş olmalıdır. Hem rücu et hem ibad arasına gir dendiğinde, cennetime de girmiş ol denmiş olur. Yani (Ey mutmain olan nefis, Rabbine rücu et de ibadım arasına gir) ve (cennetime gir) denmiş olmaktadır. (Ey mutmain olan nefis, Rabbine rücu et) de (ibadım arasına gir ve cennetime gir) de denmiş olabilir.
“Vav”larda mı yoksa “fa”larda mı parantez açılır, bu hususta burada bir kural koyabiliriz. Cevap olan “Fa”larda, parantez “vav”larda açılır. Takip “Fa”larında ise parantez “fa”larda açılır. Kur’an burada bize bu hususları da öğretmiş olmaktadır.
“Nefse dahil ol” demiyor. “İbadımın içine gir, cennetime gir” diyor. Yukarıda cehennem insanlara getiriliyor. Cennete ise insanlar giriyor. “Cennete duhul edin” denmektedir. Cehenneme de cehennem babına duhul edin denmektedir.
Buradan anlaşılan şudur ki, dahil olmak kelimesi daha çok geçmek anlamında kullanılmaktadır. Ama cennete duhul edin deniyor. Başka bir yerde onların üzerine kapıya girin denmektedir. Kapıda karşılaşın demektir.
Kullar içine girdiğimizde biz onlarla bir oluruz. Onların oluşturduğu topluluk içinde oluruz. Bizim sınırımız, ortamımız bizim olmadığımız yerdir. Bizi içine alan başka bir kab yoktur. Kaleye arkadaşlarınızın yanına girin denecek olursa, “udhulu babe ala eshabiküm” dersiniz.
جَنَّتِي(30) (CanNaTIy) “Cennetime”
“Cennet” kelimesini “Fî” harfsiz kullanmıştır. Çünkü cennet bir mekan değildir. Cennet bir oluşumdur, bir hayattır. Bizim dünyamızdaki bufani hayattan başka bir hayattır. Orada burada olmayan şeyler vardır.
a) Orada acı yoktur. Yani elime diken battı acısı yoktur. Acıktım yoktur. Yani bu dünyanın sıkıntıları yoktur. Bununla beraber yiyeceğiz, giyeceğiz, barınacağız ve seyahat edeceğiz. Bizim acı duymamamız cennetin özelliğinden çok bizim özelliğimiz olacaktır. O halde biz cennete girmeyeceğiz, biz cennetlik olacağız.
b) Cennetin diğer özelliği bizim orada halid olacağımızdır. Yani biz orada ölümlü değiliz. Cennet haliddir denmiyor, halid olarak orada yaşayacaksınız deniyor. Bu dünyada öleceğiz ve ondan sonra dirileceğiz. Oysa cennette ölüm yoktur. Hattâ cennetin sonu olduğu zaman bizim sonumuz olmayacaktır. Biz şimdi başka bir âleme giderken acı duyuyoruz, yok oluyoruz, yeniden dirileceğiz. Cennette de cennetin sonu olabilecektir. Ama biz cennetten başka cennete giderken şimdi duyduğumuz ölüm acısını duymayacağız. Doğrudan bu âlemden o âleme acı duymadan geçeceğiz. Biz ölmeyeceğiz, bir bedenden başka bedene doğrudan geçeceğiz.
c) Orada biz dört boyutlu uzaya geçebilecek, geçmiş ve gelecekte dolaşacağız. Bu husus Kur’an’da belirtilmiş, ancak bunun mânâsı tam olarak 20’inci yüzyılda anlaşılmıştır. Çok boyutlu uzay bize bu âyetleri rahat anlayacak hâle getirmiştir. Size başka derslerde onların resimlerini çizmiştim.
Kur’an’ı gerçekten öğrenmek istiyorsanız, yaşınıza ve başınıza bakmadan Arapça ve matematiği öğreniniz. İkisi de zor değildir.
Lütfi Hocaoğlu arkadaşımız Arapçayı kolay öğrenmek ve kullanmak programını hazırlıyor. “Bilgisayarlı Kur’an Arapçası” programı yazılıyor…
Matematik programı da ayrıca hazırlanmalıdır...
Mesela bir cismin eylemsizlik momentini bulacaksınız. O cismi tarif etmeniz yeterli olacaktır. Ağırlık merkezini hemen bulabilirsiniz. Eylemsizlik merkezini hemen bulabilirsiniz. Yüzey alanını, hacmini bulmanız çok basit ve kolay olacaktır. Nasıl helikopteriniz olduğunda istediğiniz yere gidebiliyorsanız, elinizde Arapça ve Kur’an varsa her yere gidebilirsiniz.
d) Âhirette işlediğiniz bir fiilin günahı yok, cezalanmayacaksınız. Ama işlediğiniz sevap ile cennette derece alabileceksiniz. İşte bu dünya hayatında olmayan şeyler bunlardır.
Bunlar nasıl olacaktır?
Bunun üzerinde durmamız gerekir.
“Fî Cennetî” demiyor da “Cennetî” diyor. Yani, bakınız “İbadî” diyeceği yerde “Fî İbadî” diyor. “Fî Cennetî” diyeceği yerde “Cennetî” diyor. Ama biz okurken herhangi bir rekaketle karşılaşmıyor, beynimiz çok üstün Arapça ile karşılaştığımızı hemen hissediyor. Şiirleri öğrenip anlayamadığımız halde, Kur’an’ı anlamada herhangi bir şekilde sıkılmıyor ve zorlanmıyoruz. Çok az kısmını anladığımızı zannettiğimiz halde çok şeyi anlamış oluyoruz. Bununla beraber anlayamadığımız yerleri anlamaya çalışıyoruz.