FECR SURESİ TEFSİRİ(89.SURE)
Süleyman Karagülle
3565 Okunma
21 VE 26.AYETLER

***

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

كَلَّا إِذَا دُكَّتْ الْأَرْضُ دَكًّا دَكًّا(21) وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا(22) وَجِيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْإِنْسَانُ وَأَنَّى لَهُ الذِّكْرَى(23) يَقُولُ يَالَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي(24) فَيَوْمَئِذٍ لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُ أَحَدٌ(25) وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُ أَحَدٌ(26)

كَلَّا(KalLAv)  “Doğru değil.”

Yani bundan önce anlatılanların yapılması doğru değil, insanların yetimlerin mallarını yemesi doğru değil, malları yığması doğru değil. Daha önce “Kellâ”ya mânâ verirken “öyle değil” demiştik. Şimdi değiştiriyoruz ve “doğru değil” şekline çeviriyoruz.

Kellâ” ile “Bel” arasında ikinci ayırım ortaya çıkmıştır. “Bel”de cümlelerin doğru olup olmadığı belirtiliyor, “Kellâ”da ise yapılanların doğru olup olmadığı belirtiliyor. Biri kavli, diğeri ise fiili düzeltmedir.

İşte, Kur’an’ın her kelimesi ele alınacak ve baştan sonuna kadar nerelerde geçmişse incelenecek, ona göre ona mânâ yüklenecek; bu çalışmalar kıyamete kadar devam edecektir. İnsanlar uygarlaştıkça Kur’an’daki kelimeler de uygarlaşmış, anlatışı içinde insanlara hitap edecektir. Kur’an Allah’ın kelamıdır. Her gün bize yeniden hitap eder. Her kitap yalnız yazıldığı tarihten önceki olayları anlatabilir. Ama Kur’an geçmişi ve geleceği eşit şekilde bize anlatır. Ancak biz onları yaşadıkça anlatılanları anlarız.

إِذَا دُكَّتْ الْأَرْضُ دَكًّا دَكًّا

(EiÜAv DukKaTi eLEaRWu DakKan DakKan)

“Arz dekken dek dekkettiğinde.”

Bugün Kur’an’ın haber verdiklerinin çoğu ilmen ispat edilmiştir. Kâinatın bitişik iken patladığını, şimdi büyümekte olduğunu, bozulmanın gittikçe arttığını gözlemleyerek biliyoruz. Sürekli büyüyen kâinatta birbirinden uzaklaşan galaksiler artık birbirlerini göremeyecektir. Aynı galaksi içinde olan yıldızlar ise sürtünme kuvveti sebebiyle birbirine yaklaşacak, yaklaştıkça da sürtünme kuvvetleri artacaktır. Bir gün gelecektir ki, yaklaşmadan dolayı artan hız sürtünmeden dolayı artan yavaşlamayı yenemeyecek ve yıldızlar galaksi merkezine düşecektir. İşte buna kıyamet denmektedir. Diğer galaksiler için de aynı şey söz konusudur. Ancak onların dökülme zamanı ile bizim dökülme zamanımız farklı olabilir. İşte bu dökülme esnasında yerin kutbu ters dönerse güneş batıdan doğmuş olur. Yer mağma tabakasının zorlaması ile sarsılmaya başlar. Büyük zelzele olur. Yanardağlar yerine yanar yarıklar oluşur. Kur’an buna kendi zilzali ile sarsıldığı zaman demektedir. Burada işte o kendi zilzalini anlatmaktadır. Dekken dekkâ olduğu zaman diyor.

Dekk” dağılma, kopma demektir, parçalanma demektir. Yer, ay, güneş, hattâ diğer yıldızlar karadelik içinde toplanmış olacaklardır. Bu toplanmada sıkışma olacak ve yeniden patlayacaktır. İşte o yeni patlamada yeni düzen ortaya çıkacaktır.

Yeni düzen âhiret düzenidir. Yapısı yine bu kâinatın yapısında olacaktır. İnsan bedenindeki DNA’ların yapısında yapılacak değişikliklerle insan ölümsüz hâle gelecektir. Ölümsüzlük hâli insana mahsus olacaktır. Oysa diğer canlılar aynen bu dünyadaki hayatı sürdüreceklerdir. Kuş etinden bahsedilmektedir. Rızık olarak veriliyor. Demek ki onlar kesiliyor ve ölüyorlar. Benzer şekilde biz meyveleri yedikçe o canlılar yok oluyorlar.

وَجَاءَ رَبُّكَ (Va CAEa RabBuKa)  “Rabbin ciet ettiğinde.”

Yıldızlar, ay, güneş ve yer kara deliklere döküldüğünde, aradan uzun zaman geçmeden bu daralmadan doğan sıkışıklık nedeniyle patlama olacaktır.

Bunu şöyle izah edelim. Bir dizel motorun silindirine mazotla hava dolduralım. Sıkıştırmadan önce bunlar yanmaz. Şimdi bu hava-mazot karışımını sıkıştıralım. Aniden yükselen sıcaklık nedeniyle mazot yanmaya başlar. Bu sefer motorun aksi döner. Bunun gibi birden sıkışan madde patlar. Daha önce patladığı gibi patlar ve büyümeye başlar.

İşte bu patlamanın olması “Rabbin gelişi” ile ifade edilmektedir.

Memurun gelmesi nasıl devletin gelmesiyse, Allah’ın kaderinin gelmesi de Rabbin gelmesidir. Dikkat edilecek olursa burada “Allah gelir” denmiyor, “Rabbin gelecek” deniyor. Çünkü kıyamet daha ileri dünyanın oluşması için gelecek. Allah onu yok etmek için değil, daha iyisini inşa etmek için yıkıyor. Siz de bu gibi bir durumda ne yaparsınız; yeni ev inşa etmek için eski evi yıkarsınız. “Rabbin gelmesi”nin  doğrudan zikredilmesi gösteriyor ki, yeni düzenlemelerde bizzat Rab meleklere nezaret edecek ve onları yönlendirecektir. Çünkü yeni dünya eksiksiz olmalıdır. Bu önemli iş sadece meleklere bırakılamaz.

وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا(Va eLMaLaKu SafFan SafFAn)  “Melekler de saf saf”

Rabbin ve melekler de saf saf gelirler.

“Rabbin” demek suretiyle insana şunu demek istiyor: Bu dünyayı sizin için yarattım. Âhireti de sizin için yarattım. Siz benim en çok ikram ettiğim kullarımsınız. Melekleri de benim için yarattım. Onlar da sizin gibi kâinatta görevlidirler.

Meleklerin kanatlarının olduğu, saf saf gelecekleri ifade edilerek, onların da bizim gibi zaman ve mekân içinde yaşadıkları, bizim gibi bedenlerinin olduğu ifade edilmiştir.

Bugün matematikle bilinmektedir ki, zahiri kânat oduğu gibi batıni kâinat da vardır. Olmasa kâinat mükemmel olmaz. Batıni kâinatla zahiri kâinat arasında bir bağ vardır. Bir şeyin oradaki hızı ile buradaki hızı çarpıldığında ışığın karesi elde edilir. Başka bir anlatışla, her atomun hem burada hem orada hızı vardır. İkisinin çarpımı ışık hızını verir. Oradaki hızların en küçüğü ışık hızı kadardır. Buradaki hızların en büyüğü ışık hızı kadardır. Başka bir ifadeyle, bizim ışıktan küçük hız orada ışıktan büyüktür, buradaki ışıktan küçük hız orada büyüktür. Buna göre değişik şuurlu varlıklar yaratılmıştır: Melekler, ruhlar, cinler ve insanlar.

Allah bunlardan her birine ayrı ayrı görevler vermiştir. Kâinat böylece dört şuurlu varlık tarafından yönetilmektedir. Allah bu kâinatı bunlar için yaratmıştır. Çünkü bunlar bilinçli varlıklardır. Rablerini bilmektedirler. Allah vardır. Böyle bir Allah vardır. Allah kâinatı yaratmıştır, böyle bir kâinatı yaratmıştır.

Bizim; Allah neden vardır, ya olmasaydı diye bir düşünce içine girmemiz doğru olmadığı gibi, Allah bile kendi kendisine ben neden varım diye soramaz. Allah ikinci tanrıyı yaratamadığı gibi intihar da edemez. Bizim yapacağımız şey, şimdi nasıl olduklarını öğrenip ona göre bize düşeni yapmadır. Yoksa ateş neden yakıyor, ya yakmasa daha iyi olmaz mı gibi abes suallerin cevaplarını aramakla günü geçirmemiz bizim zararımızadır.

Demek ki kıyamet olacak, sonra da Rab ve melekler birlikte yeni bir dünyayı inşa edeceklerdir. Buradan anlıyoruz ki, melekler üç boyut içinde hapsolmuş varlıklar değildir. Onlar beş boyutlu uzay varlıklarıdır. Kıyamet onları helâk etmeyecektir. Aynı sözleri insan, ruh ve cinler için de söyleyebiliriz. Ölüm insan ruhunun yok olması değildir, insan ruhunun bedenden ayrılmasıdır. Uyku gibidir. Nasıl şoför arabayı bırakıp evine istirahata çekilirse, ruhlar da uyku ve ölüm hallerinde istirahata çekilirler. Parçalanan arabadır. Yerine araba hazırlanıncaya kadar ruhlar dinlenmiş olurlar.

Saffan saffa” ve “dekken dekkâ” mastarın tekrarı ile olmuştur. Mef’ulü mutlaklar fiilin mastarı ile gelir, fiilin bir özelliğini belirtmek için tekrar edilmiş olur. Türkçede her fiilin kendi masdarı vardır. Arapçada üçlü kök getirilmektedir. Değişik masdarlar aynı fiillerle çekilir. Fiilin hangi masdara ait olduğunu belirtmek için masdar tekrar edilir. Bunun dışında çokça gelmek, azar azar gelmek, yavaş yavaş gelmek gibi masdarın özelliklerini gösteren kelimelerin cümlede yer alması için mef’ulü mutlak getirilmiş olur. Türkçede olduğu gibi tekrar edilirse dizi dizi mânâsına gelir.

Melek” müfret olarak kullanılmıştır. Oysa istiğrak için olabilir. Yani bu konuda görevli bütün melekler saf saf gelirler anlamı çıkabilir. Yahut melekler saf saf gelir, dağınık gelmez anlamında kullanılmış olur ki, o zaman cins isim olur. Melek de safa gelir anlamı çıkar. Bu saf saf hâli meleklerin hâlidir, yoksa Rabbin hâli değildir. Bununla beraber eğer sura üfüren bir melek varsa o tek melektir. Borazanı öttürür demek olur. O zaman birinci saf mef’ul, ikinci saf ise hâl olur. Melek, görevli melek de Rab ile gelir, saf tutmak üzere safa girer. Meleklerin safına, ruhların safına girer demektir. Cumhurbaşkanı gelir ve başbakan da bakanlar kurulunda yerini alır. Bugün cumhurbaşkanı isterse bakanlar kuruluna başkanlık eder. O takdirde başkanlık koltuğuna cumhurbaşkanı oturur, başbakan da bakanlar içinde bakan olarak yer alır. Bu toplantılar sıkıyönetim kararları gibi önemli kararları almak üzere yapılır. İşte kıyametin oluşması da böyledir. Doğrudan Allah yönetecektir demektir.

وَجِيءَ  (Va CIyEa)  “Ve ciet ettirilir.”

Allah ve melekler gelirler ve cehennem de getirilir. Cehennemi kimler getirirler? Melekler ve Rab. Rab emreder, melekler getirirler.

Burada yine önemli bir hususa işaret edilmiştir. İnsanlar cehenneme götürülmeyecek, cehennem insanlara getirilecektir. Yani cehennem ayrı yer değil, o zaman bulunacağımız yer olacaktır. Suların çekilmesi balıklar için cehennemdir. Denizlerin gelmesi de insanlar için cehennemdir. Basit iklim veya hava değişimi bir yerin cehennem olması için yeterli olur.

يَوْمَئِذٍ (YaVMaEiÜin)  “O gün”

Buradaki “izin” mahzuf olan bir fiili içerir. “Yevme iz cae rabbuke” demektir. Rabbin geldiği zaman cehennem getirilir denmektedir. Kur’an’ın birçok yerlerinde açıklandığı gibi; hayat vardır, kabir vardır, kıyamet vardır. Cennet veya cehennem vardır. Bunların her biri ayrı ayrı dünyalardır. Kanunları ayrı ayrıdır.

Buradaki “yevmeizin” kıyamet vaktini anlatmaktadır. Mezardan çıktığımızda yanımıza iki melek gelir, bizi tutuklayarak mahkemeye götürürler. Meleklerden biri bizi cennete götürecek melektir, diğeri de cehenneme götürecek melektir. Dünyada bizim iyiliklerimizi ve kötülüklerimizi yazan meleklerdir. Bir de baş hakem melek vardır. O karışmaz; iki melek arasında bir niza olursa müdahale eder.

İşte bunlar hakimlerin karşısına çıkarırlar. Amel defterimiz orada değerlendirilecek, bizi ya cennete ya da cehenneme göndereceklerdir. Cennete de cehenneme de bu bedenimizle gidilmeyecek, bedenlerimiz değişecektir. Belki yerimiz değişmeyecek ama sıkıntılar içinde yaşayacağız ya da saadetler içinde yaşayacağız. Yerimiz değişeceğine biz de değişmiş olabiliriz. Aynı yerde daha üstün varlık hâline geliriz. Çevre ile daha sağlıklı bir uyum sağlayabiliriz. Nitekim soğuk yerine sıcak yere giden kimse önce sıkıntı çeker ama biraz sonra sıcağa alışır. Sonra soğuk yere gittiğinde orada sıkıntı çekmeye başlar.

Bunların nasıl olacağını bizim burada bilmemiz mümkün değildir. Kur’an ne anlatıyorsa o olacaktır. Kur’an’ın anlattıklarını biz ne kadar doğru anlıyorsak âhiret  hakkındaki bilgimiz de o kadar doğrudur.

بِجَهَنَّمَ(Bi CaHanNaMa)  “Cehennem getirilir.”

Başka yerden kalkıp cehennem bize nasıl getirilir? Bulunduğumuz yer cehenneme dönüşmüş olur. Kur’an böyle söylüyor. Daha doğrusu Kur’an’ı biz böyle anlıyoruz. Bu sebepledir ki cehennem demek insanın alıştığı dünyadan farklı bir dünyaya dönüşmesidir. Yukarıda söylediğimiz gibi, denizin kuruması balıklar için cehennem ama kuzular için cennet olur. O gün getirilir diyerek, kıyamet cehennemin getirildiği bir zamanı içerir. Burada cennete getirilir denmiyor. Bunu şöyle anlarız. O hapishaneden çıkmak demek, cennete gitmek demektir. Kâinat insan için cennet olacaktır. Çünkü o tüm uzayda yaşayabilecek bir yapıya ulaşacaktır. Bugün araçlarla uzaya gidebiliyoruz. Âhirette ise başka araçlarımızla daha basit ve kolay olarak uzaya gidebiliriz, orada özel elbiseler giymeden yaşayabiliriz.

Burada “yevmeizin” cehennemden öne alınmıştır, “cie”den sonra alınmıştır. “Yevmeizin” başa alınsaydı o zaman “ciet”e önem verilmiş olurdu. Ortaya alınınca cehenneme önem verilmiş olmaktadır. Sona alınsaydı zamana önem verilmiş olurdu. Şöyle diyebiliriz. “Yevmeizin” neyin öncesinden sonra gelirse ona önem veriliyor demektir. En son gelirse zamana önem veriliyor demek olur.

Bu bir varsayımdır.

Şimdi Kur’an’ı baştan sona tarayacaksınız. Bu varsayımın doğru olup olmadığını bulacaksınız. Tabii ki aksi varsayım da denebilir. Kendisinden önce gelen kelimeye önem veriliyor denebilir.

يَوْمَئِذٍ (YaVMaEiÜin)  “O gün”

Burada “Yevmeizin” tekerrür etmiştir. Tezekkürün mefulüdür ve önem tezekküre verilmektedir. Böylece yukarıdaki varsayımımıza uygun bir örnek daha bulmuş oluyoruz. Tezekkür ile ciet arasında zaman birliği dışında bir ilişki olmadığı için atıf harfi getirilmemiş, yerine “yevmeizin” tekrar edilmiştir.

“Ahmet dün geldi. Ahmet sınıfını geçmiş.” dediğimizde, Ahmet’i tekrar ederiz. Çünkü faaliyette ortak olmanın dışında bir ilişkileri yoktur. “Ahmet dün geldi, sınıfını da geçmiş.” dersek, Ahmet’in gelmesi ile geçmiş arasında bir ilişki olmalıdır. “Dikkat edin, Ahmet dün geldi, sınıfını geçmiş.” Ahmet’in sınıfı geçmek için gitmiş olduğunu anlarız. “Ahmet dün geldi, sınıfını da geçmiş.” Ahmet başka sebeple gitmiş ama bu arada sınıfını da geçmiş anlamına gelir. “Ahmet dün geldi. Ahmet sınıfını geçmiş.” Ahmet’in sınıfı geçmesi ile gelmesi arasında bir ilişki yok demektir. “Ahmet dün geldi. Ahmet sınıfını da geçmiş.” dediğimiz zaman, Ahmet’in sınıfı geçmesi ile gelmesi arasında bir ilişki yoktur. Ama dinleyicinin beyninde böyle bir soru vardır.

İşte, meani Arapçada böyle durumları inceler.

İleride Türkçenin de ileri dil olması için aynı şekilde gramerinin yazılması ve meani ilminin ortaya konması gerekir. İyi Arapça bilmeden iyi Türkçe öğrenilemez. Arapçanın inceliklerini bildikten sonra, Türkçede o inceliklerin nasıl ifade edildiğini daha kolay araştırabiliriz. Sonra da Arapçada olmayan ama Türkçede olan incelikleri ortaya koyarız. Biz bu kanaatteyiz.

  1. Mevcut diller birer hazinedir, tarihtir, insan düşüncesinin aynasıdır. En ilkel de olsa o dil bütün özellikleri ile zapt edilmelidir. Hattâ aşiret hâlinde de olsa yaşatılmalıdır.
  2. Bütün dünya dilleri Arapça ile karşılaştırılmalıdır. Arapçada mevcut olup kendilerinde ortak olmayan özellikleri icat etmeye çalışmamalıyız. Ama Arapçada olmayan özellikleri Arapçaya nakletmeliyiz. Konuşma dilinde nakletmesek de yazı dilinde nakletmeliyiz. Örnek verelim. Mesela Türkçede “geldi” ile “gelmiş” ayrı kelimedir. Anlamları farklıdır. Sonradan geldiğini öğrenirsen “gelmiş” dersin, ama geldiğine kendin şahit olmuşsan “geldi” dersin. Arapçada böyle bir ifade tarzı yoktur. Bunu Arapçada ifade etmemiz için Arapçada masdardan yararlanılır. “Nasren” dediğinizde yardım etti mânâsı çıkar. Ama mesela “nusren” yani fulen kalıbını kullanırsak yardım etmiş mânâsı çıkabilir. Böylece Arapça yazı dili olarak tüm dünya dillerinin inceliklerini ifade eden bir dil hâline gelebilir. 
  3. Bin veya iki bin dili konuşan dil sitesi kurulmalıdır. Kurulacak apartmanlarda her katta on daire olmalıdır ve her kat ayrı bir dil konuşmalıdır. Burada olanlar aynı zamanda üretim yapmalı, tercüme yapmalıdırlar. Tercümeler kamu bütçesinden satın alınabilir. Yahut bir vakıf veya kooperatif satın alabilir. Böylece 1000 veya 2000 dilden Arapçaya ve Arapçadan da bu dillere tercümeler yapılabilir.
  4. Dünyadaki bütün eserler Arapçaya otomatikman bilgisayarla tercüme edilmeli, Arapçadan da diğer bütün dillere tercüme edilmelidir. Bunun programı geliştirilmelidir. Böylece yazı dilinde tek dile ulaşmış oluruz.

يَتَذَكَّرُ الْإِنْسَانُ (YaTaÜakKaRu eLEiNSANu)  “İnsan tezekkür eder.”

İnsan o gün tezekkür eder, o gün ne olduğunu anlamaya çalışır.

Burada tezekkür haber cümlesidir. Kıyamette cehennemin getirilmesi ile insanın tezekkür etmesi sadece aynı zamanda olmasından ibarettir. Burada ikisi arasındaki ilişki zaman birliğidir. Yoksa ne cehennemin getirilmesi ile tezekkürün ilgisi vardır, ne de tezekkürün cehennemin getirilmesi ile ilgisi vardır. Çünkü insan cehenneme getirilmeden önce de tezekkür edecektir. Tezekkür etmese de cehenneme getirilecektir. Bu sebeple burada harfi tarif getirilmemiştir. İnsan izhar edilmiş, izmar edilmemiştir.

Burada insan tekrar edilmiştir. Bundan önce dünyadaki insanı anlatmıştır, âhirete hazırlanan insanı anlatmıştır. Şimdi ise âhiretteki insanı anlatmaktadır. Bu iki insan aynı insandır. Dolayısıyla ismi değişmemiştir, insandır. Yapısı ile insandır. Ama bazı özelikleri değişmiştir. Adeta başka insan olmuştur. İşte bu değişmeyi ifade etmek için kelimeyi izhar etmiş, izmar etmemiştir. “Hüve” getirebilirdi, yahut hiç zikretmeyebilirdi. Müstetir (örtülü) zamirle bu cümleyi ifade ederdi. Ama öyle yapmamış, insanı tekrar etmiştir. İnsanın bu yeni hâline vurgu yapmıştır. Bu yeni hâlinde tezekkür etmesi talebinde bulunmaktadır.

“Tezekkür etme” demek hatırlama demektir. Daha doğrusu hatırlamayı istemektir. Başka bir mânâsı da anlamaktır. Yani ben yanlış yaptım. Nerede yanlış yaptım deyip geçmişi eleştirmedir. O gün artık insan olması gereken insan olmuştur. Bugün burada anladıklarını orada anlayacaktır. Gerçekleri görmek istemeyenler orada gerçekleri göreceklerdir.

İnsanın düştüğü en büyük hata, baştan yanlış bildiği şeyi düzeltmek istemesidir. Bu sebeple tanrı yoktur diyene bile kulak vereceksin. Yeniden düşüneceksin. Onun söylediklerinde bir gerçek payı olabilir. En azından sen bilgini tazeler, hatan varsa düzeltirsin.

Örnek olarak biz okullarda Mustafa Kemal’i tanrı olarak öğrendik. Sonra gördük ki o tanrı değilmiş. Bu sefer ona düşman olduk. Oysa o ‘ben tanrıyım’ demedi. Sonra gelenler onu istismar etmek için ona tanrı dediler. Sonra öğrendik ki o da bir insan. O günün baş komutanı, cumhuriyetin kurucu komutanlardan biri. Hataları ve sevapları vardır.

Bugün de bilhassa Millî Görüşçüler ikiye ayrılmış, adeta birbirlerini tekfir etmektedirler. Oysa ne AK Parti zemzemle yıkanmıştır, ne de Saadet Partisi. Hepsinin iyi tarafları var, yanlış tarafları var. İnatla birisini tanrılaştırmak küfürdür, birini deccallaştırmak da küfürdür. Kimin cennet veya cehenneme gideceğini biz bilemeyiz. Biz sadece yaptıkları hakkında doğru veya yanlış deriz.

İşte o gün geldiği zaman insan doğru dürüst düşünmeye başlayacaktır. Artık insanın saplantıları olmayacaktır. Kafasındaki çivileri sökülecektir. Yansız düşünmek isteyecektir. Ona gire yaşamak isteyecektir.

وَ (Va)  “Ve”

Buradaki “Ve” harfi hâl vavıdır. Bundan önceki cümle bir fiil cümlesi, haber cümlesi iken, bu isim cümlesidir. Aynı zamanda soru cümlesidir. Buradaki soru inkâr sorusu olduğu için hâl cümlesi olarak alabiliriz. Yani o gün zikra olmayacağı halde o tezekkür etmeyi isteyecektir. Atıflarda udul varsa yani fiilden isme veya emirden fiile geçilmişse o hâl cümlesidir. “Kün ve ente kadirün / ol ve sen buna muktedirsin” dediğimiz zaman, ikinci cümle hâl cümlesidir.

أَنَّى (EanNAy)  “Hangi sebeple?”

Ennâ” hangi sebeple mânâsına gelir. “Ennâ lehu’l-katle / ne sebeple katletti?” Katl nereden gelmektedir anlamı çıktığı gibi, nasıl oldu da bu işi becerdi, katletti anlamı da çıkar.

“Neden şimdi hatırladı? Nasıl oldu da şimdi hatırladı? İyi ki şimdi hatırladı. Nasıl oldu da hatırlayabildi!” anlamına gelmektedir.

لَهُ  (LaHu)  “Onun için”

Onun için bu hatırlama nerden geldi? Nasıl oldu da hatırlama melekesinin sahibi oldu?

Daha önce söylenenleri anlamak istemiyordu. Şimdi ise anlamaya çalışıyor.

Onun aklına nerden geldi?

Burada “Ennâ Lehu” getirilmiştir. Yani onun nereden aklına geldi? Tekit edilen “o”dur, “lam” da izafet lamıdır. 

الذِّكْرَى (elÜiKRAv)  “Onun zikrası nerden olacak ve nasıl olacak?”

Burada soru ile inkâr anlamı verilmek isteniyor gibi gese de, böyle anlam vermek Kur’an’ın diğer âyetlerine uymamaktadır.

Bir şeyi eksik etmemiş, hepsi burada yazılıdır diyor. Demek ki her şeyi hatırlayacaktır.

İnsan beyni hafıza ile doludur. Nasıl bilgisayarımızın hafızası dolunca dışarıdan koyacağımız disketle istediğimiz kadar belleğini genişletiyorsak, âhirette de bellek sorunumuz olmayacaktır. Dolayısıyla bu ifadenin mânâsı başka olmalıdır.

Soru mahiyetinde sorularak onun bütün hafızası tazelendi.

Bu nasıl yapıldı?

Burada o hatırlamayacak mânâsında değil de, Allah’ın ona hatırlatacağı mânâsında bu soru ortaya konmuştur. Bakın, işte Allah onun hafızasını nasıl yeniledi anlamını taşımaktadır. Bundan sonra gelen âyet de bu anlamı teyit ediyor. Keşke hayatım için takdim etseydim diyecektir. Demek ki onları hatırlayacaktır, hem de çok iyi hatırlayacaktır. Çünkü her yaptığının hesabını adım adım verecektir. Zaten insan bu dünyaya o hayatı âhirette hatırlasın ve hesabı versin diye getirilmiştir.

Bir an Kur’an’ı ve diğer kitapları bir tarafa bırakarak düşünmeye başlayalım.

Bizim hayatımızın kâinatın hayatı yanında ne kadar olduğunu öğrenmek istiyorsak, bizim hayatımız yüz yıl ise, kâinatın hayatı 10 üzeri 12.4 kadar bizden fazladır. Onbin senede bir saniye kadardır.

Acaba ben bu kâinata bu kadar küçük zaman için niye geldim ve niye gidiyorum? Beni buraya getiren güç bunu neden yaptı? Kaldı ki 13.7 milyar yıl da sonsuz yıllar için yok mesabesindedir. Kâinat niye var edildi?

Bunları düşündüğümüz zaman, bu varlığın bir geleceğinin olduğunu hemen sezeriz. Yani daha iyi bir hayata hazırlık olmak üzere geldiğimizi anlarız.

Felsefemizin temeli şudur. Kâinatta iki zıt şey vardır. Biri bozulmadır, çökmedir. Buna entropinin büyümesi denmektedir. Termodinamiğin ikinci kanunudur. Diğeri ise evrimdir. Bir yandan çökme ve bozulma, diğer taraftan evrim çatışma içindedir. Görünürde çatışma evrimi yenecektir. Çünkü biz güneş ışığı ile yaşıyoruz. Güneşin de ışığı tükenmektedir. Sonu yıkılıştır. Kötülüğün iyiliği yenmesi demektir. Bu hilkatin temel felsefesine aykırı olur. Şimdi aklımızla diyebiliriz ki, sonunda iyilik kötülüğü yenecektir. İranlıların Ehram ve Hürmüz tanrılarının inancı da budur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Güneş bizim için var edilmişse, -ki öyle olduğu birçok oluştan bellidir,- güneşin ışık vermemesi hâlinde de bizim için başka güneş var edilebilir. Birincisini var eden ikincisini de var eder. Bunun dışında, beni var eden öldükten sonra da bana hayat verir. Çünkü kâinatta abes iş yoktur, gereksiz işler görülmez. 

يَقُولُ(YaQUvLu)  “Kavleder.”

Tezekkür eder der.

Yekulu” burada tezekkür edenin bedeli olarak getirilmiştir. Tezekkür etmesi bunu demesi şeklinde olur. Arada “ve” harfi getirilmeyerek, yukarıdaki nerden hatırlayacak değil de, nasıl hatırlatıldı, görecek. Yani o gün kendisine nasıl hatırlatıldığını anlayacak anlamında olduğu teyit edilmiştir, der veya diyecek. Hatırlayacak ve diyecek ki; böyle yapmasaydım, o şekilde tembel tembel oturmasaydım.

Allah bana hayat verdiyse, sağlık verdiyse, ilim verdiyse, makam verdiyse, servet verdiyse, insanların sevgisini verdiyse, bunları kullanmak zorundayız. Bu nimetlerin şükrünü eda etmek zorundayız.

O gün nimetlerden mutlaka sorulacaksınız, deniyor. Yani ben şimdiye kadar sevap işleyemedim, şimdi biraz sevap işleyeyim deyip kurtulamazsınız. O zaman o günkü nimetlerin karşılığı idi. Şimdi de bugünkü nimetlerin karşılığı olacaktır. O halde eğer boş bir zaman geçirdin ise onun hesabını vereceksin. Ben iyilik yaptım diyebilirsin. Allah’ın sana verdiği nimetleri düşünün. Bir gözünüzü yenilemeyi düşünün. Başkasından satın alıp size taktıklarını ve görmediğiniz halde görür hâle getirdiklerinizi düşünün. Bunu kaç paraya yaparlar? Siz kaç gün çalışırsanız bunları ödersiniz? Şimdi bütün vücudunuzu yenilediğinizi düşünün, sizin yevmiyenizle kaş asırda yenileyebilirsiniz? O halde sen ne iyilik yaptın? Ama Allah rahmandır. Senin bir yaptığını bin yapacak ve bu kulum görevlerini yaptı deyip cennete koyacak. Yine Allah’ın rahmeti ve ikramı ile cennete gideceksin. 

يَالَيْتَنِي (Yav LaYTaNIy)  “Keşke”

” nida harfidir. Başkasına hitap ederken kullanılır. Ama insan kendi kendisi ile de konuşur. Geçmişteki kendisine şimdiki kendisi hitap eder. Ben ne yaptım der, niçin yaptım der. Yahut ne işim olmuş ki yapmışım der.  Sözü kendisine tevcih eder.

Leyte” “Leyse”den dönüşmüştür. “Leysenî” bana olmadı demektir. Neden yaptım, neden o gün şu işi yapmadım der. Benim için bu olmadı diyecek, olmasını isteyecektir. Böyle olmasaydı da şöyle yapsaydım diyerek pişmanlık duyacaktır.

Allah’ın bize verdiği saatlerin bir saniyesini bile boşa geçirmemeliyiz. Çünkü burada dolduracağımız şeylerle o gün yerimizi alacağız.

Hangimiz böyle yapıyoruz? Hangimiz saatlerimizi sadece O’nun istediği işlerde harcıyoruz? Hepimize yarın boş saatlerimizin bilançosunu getirdikleri zaman, ‘ah bu saatlerimizi doldursaydık’ diyeceğiz.  

قَدَّمْتُ(QadDaMTu)  “Takdim etseydim ne olurdu diyecek.”

Bu sözleri herhangi birinin ağzından duymuyorsunuz. Âhirette böyle diyecek olan insanoğlunun sözünü benden veya Hazreti Muhammed’den duymuyorsunuz. Bu haberi kâinatı ve sizi var eden birinden duyuyorsunuz.

Kur’an’ın O’nun sözü olduğuna dair delil ilmen kesinlik kazanmıştır.

Bizim 250 sahifelik (250 ana başlık ve 250 konu) “Kur’an Mucizeleri” kitabımız duruyor, okunmayı bekliyor. Bu kitabımızı okuyun, göreceksiniz ki Kur’an Allah’ın kitabıdır. Bir harfi fazla değil, bir harfi eksik değil.

İşte bu haber size o kitapta veriliyor, Allah veriyor. Ondan sonra biz nasıl olup da yatıp rahat rahat uyuyabiliyoruz. Yine o vurdumduymazlığı O haber verdiği için yine O’na teslim olmuş oluyoruz. Bunu bilen ehli tarikat artık gecelerini zikir ile geçirmektedir.

Bu takdim oluyor mu?

Kur’an’ın emrettiklerini yapmalıyız. Bugün bizim vazifemiz “Adil Düzen”i öğrenmek, yaşamak, insanlığa anlatmak ve gerektiğinde savunmaktır.

لِحَيَاتِي(LiXaYavTIy)  “Hayatım için takdim etseydim.”

Dünyada çalışır ve yaşarız. Biraz sonra ölüp gideriz. Yaşamamız kadar çalışmak elbette bize farzdır. Ama daha fazla biriktirmek, benim çocuklarıma kalsın diye uğraşıp başkalarının çocuklarını düşünmemek, hayat için yani “kendi hayatı için” çalışmamaktır. Çünkü hayat ancak öldükten sonra sizinle gelen sizin hayatınız olacaktır. O gün insan dünyada kendim için, benim çocuklarım için çalışıp da topluluğu, insanlığı ve başkalarının çocuklarını düşünmemek, “kendi hayatı için çalışmadı” demektir. Kendi hayatı için çalışıyor demek, âhiret hayatında kendisine ait hayatı oluşturmadır.

Şimdi bazı kalplerinde reyb olanlar diyorlar ki; Muhammed bu âhireti insanları korkutmak ve onlara vaatler yaparak kendi dinine çekmek için anlatmıştır. Oysa bu dünyadaki insanları âhiret hayatında korkutmak için Allah’ın halifesi olan topluluğa çıkar paralelliği içinde hizmet etmedir.

Allah’ın bizim namazlarımıza ihtiyacı yoktur. Namazlar bizim eğitilmemiz içindir. Şoförlük kursudur. Şoförlük yapmayacaksak şoför olmanın ne mânâsı vardır. O halde bugün Kur’an okuyan, namaz kılan kimsenin üzerine düşen görevler vardır.

Bunları şöyle sıralayabiliriz: 

a) Önce ibadetlerimizi yaparak Kur’an’ı öğrenip Allah’ın bize dediklerini öğrenmeliyiz. Kur’an dışında hiçbir kitap bize bunu sağlayamaz. Çünkü onlar ölü kimselerin sözleridir. Günümüzün sorunlarını çözmezler. Kur’an ise hayyun kayyum olan Allah’ın bugün bize söylediği sözlerdir.

b) Ondan sonra Allah’ın söylediklerini yaparak kendimize ve çevremize yararlı olmalıyız. Yetimlere ikram edeceğiz, miskinlere iş yapma imkanlarını sağlayacağız. Yani “Adil Düzen”i kuracağız. Faizsiz, çalışana kredi ile herkese iş vereceğiz. Aidatsız genel sigorta ile de herkesi açlıktan kurtaracağız. Bu bizim ikinci vazifemizdir. Öğrenmeden yapmayacağız. Her şeyi bilerek yapmaya çalışacağız. Hata edebiliriz. Hatalar bağışlanmıştır.

فَيَوْمَئِذٍ(Fa YaVMaEiÜin)  “Arkasından gelen gün.”

O gün insan tezekkür eder, arkasından gelen gün kimseye azab edilmez deniyor.

Demek ki bir muhakeme günü olacaktır. İnsanlar dirildiği zaman insanlar yargının huzuruna çıkarılacaklar. Geçmişteki yapılanlar hep bir bir sayılacak, kendilerine verilen nimetlerden sorulacaklardır. Sonunda insanlar ya cennete ya da cehenneme götürülecektir.

Biz bunları Allah söylediği için biliyoruz. Bizi ve kâinatı var eden Allah böyle yapacağını söylüyor. Böyle yapmasının doğru olup olmadığını tartışabiliriz ama Allah’ın verdiği bir haberi yalanlayamayız.

Kimileri, Allah insanları yola getirmek için bunları söylüyor diyorlar. Allah’ın bir işi yapmak için yalan söylemesine gerek yoktur. O yalan söylemeden de bu işleri yapacak kudrettedir. Bize yalan söylemeyi haram kılan Allah kendisi mi yalan söyleyecek. Biz O’nun dediklerini tam anlamayabiliriz, yanlış anlamış olabiliriz, ama O’nun söylediklerinde en küçük bir yalana rastlamak asla mümkün değildir, yanlışa rastlamak mümkün değildir.

Kıyametteki muhasebeden sonra kimilerinin cennete gitmesi vardır, kimilerinin cehenneme gitmesi vardır. Cehennem ileri eğitim yeridir, ikmale kalanlara verilen ek imkanlardır. Orası da Allah’ın insanlara verdiği ikinci bir fırdattır.

لَا يُعَذِّبُ(LAv YuGaüÜiBu)  “Tazib olunmaz.”

Bu âyetin iki kıraati var. “YuazZebu”daki “Ze” üstünlü okunur veya “YuazZibu”daki “Zi” esreli okunur. “Yusiku” veya “Yusaku” okunur. Esreli olursa fail Allah olur. Mânâ olarak, Allah kimseyi azabı ile azaplandırmayacak, Allah kişinin azabı ile başka bir kimseyi cezalandırmayacaktır anlamı çıkar. Meçhul olarak okunursa, kimse başkasının suçu ile cezalanmayacaktır demek olur.

İlk bakışta insan o kadar kötü cezalandırılacaktır ki, onun cezasıyla başka bir kimse cezalandırılmayacaktır gibidir. Bunu böyle anladığımız zaman:

İnsan gibi iradesini sorumsuzca kullanabilen başka bir varlık yoktur. İnsana verilen cezanın benzeri hiçbir kimseye verilmemiştir. İnsan irade sahibidir. Dolayısıyla iradesi ile işlemiş olduğu suçların cezası verilecektir demektir.

Başka irade sahibi bir de cin vardır. Onlar zaten ateşten yaratıldıkları için onlar bunlar kadar acı duymayacaklardır.

Bu anlamda insan cins isim olarak kullanılmış olur. Eğer meçhul mânâyı hakim kılarsak, o zaman kimse başka birisinin azabını tatmayacaktır, cezasını çekmeyecektir.

İnsanlığın cezadaki şahsi sorumluluk kavramına ulaşmada o kadar zorluk çekmişlerdir ki, bunu bir türlü kavrayamamışlardır. Kan gütme olayı hâlâ devam etmektedir. Hâlâ dernekler, vakıflar, partiler kapanmaktadır. İnsanlar zerre kadar değişmemiş ve uygarlaşmamışlardır. Sahabelerin 1400 sene önce anladıkları kadar bir seviyede anlamış değildirler. Bin yıllık tarih anlayışı içinde hâlâ lâikliği dini yasaklarla sağlamaktadırlar.

عَذَابَهُ  (GaÜAvBaHUv)  “Azabı ile”

Azab” burada marifedir. Yani azabın kime ait olduğu belli oduğu gibi, azabın şekli de bellidir. Allah’ın azabı ama Allah’ın belirlediği insana uyguladığı azab anlamındadır.

Allah insanı özel olarak yaratmış, onu insan olarak yaratmış ve bu sûrede anlatılan özelliklerini vermiş. Onu dünyaya getirmiş, ikram etmiş, rızkını takdir etmiş. Sonra onu âhirette sorumlu kılmış, ama cezayı takdir etmiş. İşte bu ceza yani azab da bellidir, ölçülüdür. Kimseye suçundan fazla ceza verilmeyecektir. Hattâ insanın bu dünyada uğradığı haksızlıklar âhirette alacağı hanesinde yazılacaktır.

Şunu belirtelim ve hatırlatalım ki, âhirette mü’min kâfir herkes sorguya çekilecek, herkesin davranışları teker teker ortaya konacaktır.

Bunları ben söylemiyorum, Allah’ın kelamı Kur’an söylüyor.

أَحَدٌ(EaXaDün)  “Bir kimse”

“Mâ raeytü ehaden” dediğinizde, “hiç kimseyi görmedim” demiş oluyorsunuz. Buradaki “Ehad” ya insandan başka hiç kimse insana verilen ceza ile cezalandırılmayacak anlamında getirilmiştir, ya da başka hiçbir insan cezalandıramaz anlamına gelebilir. Sûrenin insanı konu alması, insanın özel yaratıldığını anlatan bir sûre olması nedeniyle, buradaki mânâ insanın cezası ile başka hiç kimsenin cezalandırılmadığı anlatılmaktadır denebilir.

وَلَا يُوثِقُ(Va LAy YuÇiQu)  “Vısak edilmez.”

Visak” burada “azab” ile karşılaştırılmıştır.

Visak” zincirlere vurmak, hapsetmek anlamına gelir.

“Azab” ise eziyet etmek, dövmek, kolunu kesmek gibi cezalardır.

Genel güvenliğin sağlanması için iki yol vardır. Biri kişiyi suç işlemekte serbest bırakırsınız, suç işledikten sonra o suça takdir edilen cezayı verirsiniz. İslâmiyet’ten alınan bu sistem bugün Batı’da sistem olarak uygulanmaktadır. Bir de kişiyi suç işleyemez hâle getirirsiniz. Mesela göz hapsine alırsınız. Ellerini ayaklarını bağlarsınız.

Âhirette de insana bu iki eylem uygulanacaktır.

Ne var ki bu ceza sistemleri insanlara mahsustur; melek, cin ve ruhlara uygulanmaz.

Bu mânâda olduğu gibi; kimse kimsenin suçundan dolayı tutuklanmaz demektir.

Cehennem bir azap yeri olduğu gibi bir tutuklanma yeridir. Oradan çıkmak isteyecek ama çıkamayacaklar deniyor. Günü gelmedikçe, cezalarını dolduruncaya kadar oradan çıkamayacaklardır. Oysa cennettekiler tam hür olacak, istedikleri yerlere gidebileceklerdir. Kendi bünyelerinin yapıları öyle olacak ki, üç boyutlu uzayın da dışına çıkıp istedikleri yerlerde dolaşabileceklerdir.

Cennette olmanın bir başka mânâsı da her yere gidebilme demektir. Hattâ o kadar ki, kişi isterse cehenneme de gidecek ve oradaki insanlarla sohbet edip ziyaret edecektir. Bizim dünya hayatında hapishanedeki insanları ziyaret ettiğimiz gibi ziyaret söz konusudur. Cehennemdekiler ise cehennemden dışarı yani hapishanelerinden dışarı çıkamayacaklardır.

Yusiku” da okunmakta, “Yusaku” da okunmaktadır. Mânâlarında büyük fark yoktur. Allah onları bağlamaz, yahut onlar bağlanmazlar denmiş olur. Meçhul okunduğu zaman cehennem melekleri onları bağlamaz.

وَثَاقَهُ(Va ÇaQaHUv)  “Ve sakına”

Bağlamasına denmiş olur.

İnsanlar ya hukuk düzeninde ya da askeri düzende yönetilirler. Askeri düzende kişinin başına emredeni koyarsınız, o ne derse o onu yapar. Onun hareketleri onun emrine verilmiştir. İnsan insana esir edilmiştir.

İslâmiyet’te hapishaneler zorunlu çalıştırma yerleri şeklindedir. Siteler inşa edilir. Bu sitelere suçlular konur. Mahkumlar askeri düzen içinde çalıştırılırlar. Bu sitelere girmek ve çıkmak serbesttir. Ancak oraya konanlar çıkamazlar. Onlar orada cezalarını doldururlar. 

Hattâ ev hapsine alınan kimseler de vardır. Bunlar da velayet altındadır. Velilerinin izni olmaksızın hareket etmezler. Bunlar bağlanmış kimselerdir demektir.

Vesak” kelimesi marifedir. Kime ait olduğu bellidir. Hem tür şekli de bellidir.

İnsan için var edilen bu sistemler başla varlıklara uygulanamaz. Yani insan anlatılırken yeryüzünde mevcut canlılardan da farklı olarak anlatılmaktadır. Diğer taraftan bizim göremediğimiz diğer şuurlu varlıklardan da farklı anlatılmaktadır. Askerlikte de kendi isteğiyle komutanın emrine girilmekte, askeri sistemlerle işler yapılmaktadır. Bunun karşılığında yönetim hakkı ve siyasi haklar doğmaktadır. Bir iş yerinde ortak iş yapılırken de aynı askeri sistem uygulanmaktadır. İnsanın bu sisteme kendi isteğiyle katılmasını sağlamak için çalışma kredisi verilmektedir. Git istediğin işverenin yanında çalış, parasını bizden al denmektedir. İşveren borçlandırılmaktadır. Burada işçi kendi isteğiyle bağlanmaktadır.

III. Bin Yıl Uygarlığının temel dayanakları askeri düzen ile hukuk düzeni arasındaki ayrılıklardır.

أَحَدٌ(26)(EaXaDun)  “Kimse”

“Yusaku” okunduğu zaman “Yusaku” ve “Yuazzebu”nun mânâsı vardır. “Yusıku” ve “Yuazzibu” olarak okuduğumuzda “Ehadün” fail olmaktadır. O zaman kimse onun verdiği azabı veremez, kimse onun bağladığı gibi bağlayamaz gibi mânâ vermiş oluruz. O’nun yani Allah’ın azabını kimse veremez, O’nun yani Allah’ın bağı ile kimse bağlayamaz. Yahut suçlunun cezasını kimse veremez, suçluyu kimse bağlayamaz demek olmuş olur.

Âyetleri yorumlamakta zorlanırız.

Bununla ilgili Alusi’nin tefsirini Osmanlıca şekli ile size aktarmak istiyorum.

فَيَوْمَئِذٍ (Fa YavMaİÜin )  “O gün” yani zikredilen ahval olduğunda,

لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُ أَحَدٌ

وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُ أَحَدٌ

(La YuGaüÜaBu GaÜAvBaHuv EaXaDun VaLAv YuÇaQu Va ÇAQaHUv EaXADun)

“Azabı ile kimse tazib edemez, vesakı ile de kimse isak edemez.”

Ha zamiri, ya Allah azze ve celle içindir. Yani subhan olan azze ve celle Allah Tealanın dışında kimse azabını da, vesakını da tevelli etmez. Keenne şöyle denmiştir: Allah Tealanın azabını da vesakını da kimse fi’ledemez, kimse onlara mübaşeret edemez. Bu böyledir. Çünkü her külli fiilin zımnında fiil hastır. Be bu bir meselde şayı isti’mal ile İsti’mal edildi. Ve bu “ir ve nezevan arasında havl edildi. Biz sadece zannettik” olduğu gibi. Azab mefulün bihtir. Vesak da böyledir. Burada subhan olan Allah Tealanın azabının ve vesakının tazimi vardır. O sübhandır. Kinaye tariki ile şerhettiği ahvalden şerh olunan kimse bu insandır. İbni Hacib’in zamirin Allah Tealaya raci olması takdirinde siyakın iktizası olan Allah Tealanın tazimi fevt olacağından dolayı mânâdaki kuvvet kaybolacağı iddiası, kinaye nüktesinden gafletten dolayıdır. Ya da zamir mevsuf ve mefule izafet edilen insana racidir. Zebanilerden hiç kimse nâr ehlinden buna yapılan azab ve visak benzeri ile kimseye tazib etmezler veya visak yapmazlar. Ona yapılan azab ve vesk eşeddir. Çünkü bunlar efalin seyyiesinde ve ahvalin kabayıhında eşeddirler. Bu vech hasendir. Evvelkinden ercahdır. İnşaallah buna işaret edeceğiz. İbni Sirin, ibni ebi İshak, Ebu Hayat, ibni Ebu Able, ebu Bahriye, Selam, Kesai, Yakup, Sehl ve Ebi Amr’den Harice, mefule bina ederek yuazzebu ve yuseku olarak kıraat ettiler. Azabda ve vesakdaki ha’lar insana racidir. Yani onun azabı ile kimse tazib edilmez, visakı ile de zincirlere vurulmaz, kelepçeler takılmaz. Çünkü o küfür ve şıkakda tenahi etmiştir. Azabın nssbı masdar oluşundandır, tazibin mevkiinde gelmiştir. Yahut teslim mânâsında selam gibi kendi mânâsındadır. Sonra tazib olunana nakl olmuştur. Yahut o a’tanın i’ta mânâsında vazolunduğu gibi kendi mevziinde vaz’ olunmuştur. Visak da böyledir. Mânâ “İnsanın tazib edilmesini ve isak edilmesini kimse, hamletmez” mânâsına gelmesi de caiz görülmüştür. Allah Tealanın “kimse başkasının vizrini hamletmez” sözü bunun benzeridir. Üzerine azab mütearif olarak cari olur. Nasb tazibin tahmil mânâsını tazammun etmesindendir. Birinci yorum bu müfrit insanın üzerine tağliz olmasından dolayı enseb makamdır. Burada hafi olmadığı gibi temekkün ve ilk kırat için ikinci vecih buna mutabık olarak evladır. Misli azabi ile kimsenin azab edilemeyeceğinden murat, bu cinsten isyan eden kimsenin de cezalanmayacağı anlamında değildir. Bu sebeple iblis ve onun tabakasında olanların daha şiddetle azab edilmeyeceği murat edildiği anlamı çıkmaz. Zahir olan bu şekilde muttasıf olan kimse murat ediliyor.”

Sonuç olarak diyebiliriz ki, her iki kıraat mütevatirdir. Doğru olarak almalıyız.

Esreli okunduğunda fail insandır. İnsan kendi azabını başkasına çektiremez. Kendi yaptığı kötülükleri başkasına yükletemez. Kendisinin yerine başkasını tutuklattıramaz.

Bu dünyada bu böyledir.

Üstünlü okunduğunda, hiç kimse başkasının günahı ile cezalandırılmaz demek olur.

İki kırat da gayet net hükümler ortaya koymuş olur.

 

Allah anlama ferasetini verdiği için O’na hamd olsun.

 

 


FECR SURESİ TEFSİRİ(89.SURE)
1-1 VE 5.AYETLER
2626 Okunma
2-6 VE 14.AYETLER
1743 Okunma
3-15 VE 20.AYETLER
1535 Okunma
4-21 VE 26.AYETLER
3565 Okunma
5-27 VE 30.AYETLER
4048 Okunma