SOSYAL DENGE -1/Devlet yapısının tarihi seyri
Süleyman Akdemir
1955 Okunma
İLMÎ AŞAMALAR

V- İLMÎ AŞAMALAR:

TARİHÇE - GÜNÜMÜZ - EKSTRAPOLASYON

 

      A-GENELOLARAK

1) KAVRAM

İnsanı diğer canlılardan ayıran birçok farklılıklar vardır. Ancak bunlardan en önemlisi beynindeki fonksiyonel farklılıktır. İnsan, bu sayede düşünebilmekte ve düşündüklerini diğer canlılarda bulunmayan beynindeki bellek (hafıza) bölümüne atabilmektedir. Düşünme, delillerden hükümler çıkarmadır, delil, geçmişte olmuş bütün hadiselerdir; hüküm ise, gelecekte olacakları bilebilmektir (1).

İnsan bu özelliğini belleğine borçludur. Geçmişte olanlar belleğine alınıp saklanmakta, sonra benzer olayların yenileneceği var sayımı ile gelecek bilinebilmektedir. Burada iki âlem ortaya çıkmaktadır: Bunlardan biri, dış âlemdir, insan beynine geçmişte etki etmiştir. Diğeri de beyin içi âlemidir ki, gelecekte dışarıya etki edecektir. Bu iç âlem, adeta bir haritaya benzemektedir. Haritada bazan nasıl yanlış çizimler yapılabilirse beyinde de yanlışlıklar olabilir. Esasen düşünme, doğru ile yanlışı ayırt eden bir mekanizma demektir. Herkes düşündüğüne göre, herkesin kafasında bir harita var demektir. İşte, bizim beynimizdeki harita ile diğer beyinlerdeki haritaları karşılaştırıp uygunluk sağlama keyfiyetine ilim diyoruz.

        2) İLİM- DİN İLİŞKİSİ

 

İlim de tıpkı din gibi ferdin konusudur. Sosyal düzen ilmin verilerinden yararlanır. İlim esasen ferdin beynindedir. İlimle elde edilen sonuçlar bir oluşa dönüşür. Sosyal yapıyı kurar ve düzen haline gelir.

İnsanın fizikî âlem ile sosyal hayat içindeki ilişkilerinde neyi, nasıl ve neleri yapması gerektiğini öğreten iki sosyal kurum vardır: Din ile ilim. Esasen bu iki sosyal kurumun fonksiyonları birbirine yakındır. Başlangıçta din, sosyal düzeni hakimiyeti altına almış, insanlar ilimle değil, din ile hareket etmişlerdir. Günümüzde ise, insanların, dinden çok ilmin emrine girdikleri söylenebilir.

İnsanın doğru bilgiye sahip olabilmesi, bilgisini başkalarının bilgileri ile karşılaştırması ve ondan sonra değerlendirebilmesi ile mümkündür. Ne var ki, başkalarının bilgilerinin doğruluğu da kuşkuludur. Öyleyse bilgilerin insan aklıyla doğrulanması gerekir. Böylece iki kaynak birleşince ilim ortaya çıkar. Başkalarının söylediklerine "naklî" deliller, kendi bulduklarına da "aklî" deliller denilir (2).

Başlangıçta, daha çok naklî deliller ile yetinen insanlık, kendi gelişmesine paralel olarak aklî delillere yönelmiştir. Naklî deliller daha çok dinin, aklî deliller ise daha çok ilmin dayanağıdır. Bunların her ikisine uyması durumunda doğru veya hak dinler; bunlarda bir çelişkinin olması halinde ise yanlış veya batıl dinler ortaya çıkmış olur (3).

Tarihte, hak dinler kadar batıl dinler de gelmiştir ve bunlar bugün de varlıklarını sürdürmektedir. Hak dinler tek gerçeğe dayanan, yani ilim ile uygunluk içinde olan dinlerdir. Batıl dinler ise ilim ile çelişen dinlerdir. Bir insanın tanrılığına, dün olduğu gibi bugün de inanılmakta ve söyledikleri, uyulması gereken deliller olarak kabul edilmektedir. Bu batıl inanıştır. Halbuki ilmin verilerinin doğruluğuna inanmak ve onun peşinden gitmek hak dindir (4).

Burada belirtilmesi gerekir ki,ilim kendi varlığını ortaya koyup, daha önce dinin yaptıklarını üstlenirken, din de hiçbir şekilde asıl fonksiyonunu yitirmiş değildir. Daha önce hak din ile batıl dinin birbirinden ayrılması zordu. Çünkü bu ayrılığı gösterecek ilim yoktu, gelişmemişti. Oysa bugün ilim vardır ve hangi dinin hak, hangi dinin batıl olduğu kolayca ortaya konabilir. Bu böyle olmakla beraber, ilmin insanı iyi ve doğru yola tek başına götürmeye yeterli olduğu da söylenemez. Örneğin, sigara içmenin zararlı olduğunu bilmek ilimdir. Ancak onu içmemek için bu bilgi yeterli değildir. Sigara içen nice doktor vardır. İşte, insana ilmin zararlı dediğini yaptırmayan ama zor kullanmadan inandıran din; bu zararlı işleri yasaklayarak zorla yaptırmayan ise düzendir (5).

Buradan şu sonuca varılabilir: İlim, gerçeği araştıran ve bulan, insanlığın gelişme düzeyini ve gelişme hedeflerini gösteren temel sosyal bir kurumdur. İlmin ortaya koyduğu verilerin halk tarafından benimsenebilmesi için dinlere ihtiyaç vardır. Halk, din yoluyla ilmin verilerini uygulamayı tercih eder. Çünkü iyilik ölçüsü olarak dini kabul eder. Böylece dinler sayesinde halk, ilmin verilerini uygulamaya başlar. Dolayısıyla fert, iyi ve doğru bir fert olur.

Dinlerin öğretileriyle fertler tarafından yapılan iyi işler zamanla düzene dönüşür. Düzen de bazı fiillerin yapılıp yapılmamasını , emirler ve yasaklar zincirini oluşturan yasalarla gerektiğinde müeyyide kullanarak gerçekleştirir. Esasen bu üç sosyal kurumun metotları birbirinden tamamen farklıdır. İlim "şüphe" den yola çıkarak gerçekleri araştırır ve tartışarak ortaya koyar. Din ilmin getirdiği gerçekleri, halka, tartışmadan götürür, zorlamadan inandırır ve sevdirir. Düzen ise ilmin getirdiği, dinin benimsettiği gerçeklere uymaya zorlar. İlimde tartışma var, zorlama yoktur. Dinde tartışma yok inandırma vardır. Düzende ise müeyyide yani zorlama vardır. İşte, farklı metod ve sistemlerin uygulandığı bu kurumların birbirlerinden ayrılmaları zorunludur. Ekonomide de sosyal yapıdan farklı olarak, fayda - zarar vardır ki, bu, rıza şartını gerektirir. Rıza şartının varlığı, zorlamanın uygulanamayacağı anlamına gelir (6).

      3) İLİM ADAMI

 

Bir sosyal kurum olarak ilmin, daha yakından tanınabilmesi için, ilim adamlarının din adamlarından farklı niteliklerinin ve bunların izledikleri çalışma metodlarının, ortaya konulması gerekir.

İlim adamının ilk niteliği, başlangıçta kendisini en bilgisiz kabul ederek herkesi dinlemesi ve herkesten bir şeyler öğrenmek istemesidir. Buna göre, ilim adamı için hiçbir şey önceden doğru veya yanlış değildir. Herkesin söylediği doğru ya da yanlış olabilir. Bunun başka bir ifadesi, hiçbir görüş peşinen ne kabul, ne de reddedilir. İlim adamının görevi her sözü ve görüşü dinlemek ve değerlendirmektir.

İkinci olarak, ilim adamı kendisini herkesle bir görür ve tartışmaya başlar. Öne sürülen düşüncelere kendi düşüncesi kadar önem verir. Topladığı bilgileri değerlendirmek için, herkesle görüş alışverişinde bulunurken, kendisini de diğerlerinin seviyesinde kabul eder.

Sonunda karar aşamasına gelindiğinde, ilim adamı kendisini dünyanın en bilgili insanı olarak kabul eder. Bilgisinin herkesin bilgisinden üstün olduğuna inandığı içindir ki, artık kendi görüşünü var gücüyle savunur.

İlim adamı için asıl zor durum bundan sonra başlar. Bulduğu yeni gerçek insanların batıl inanışlarını sarsabilir, çıkarcıların menfaatlerini zedeleyebilir, yöneticilerin otoritelerine ters gelebilir. Toplum tarafından her yeniliğe karşı tepki gösterme doğal olduğundan, muhtelif kesimlerden baskılar gelmeye başlar. İlim adamı bu baskılara göğüs gerebilmelidir. Çünkü yapılan bu baskılar, insanları zamanla ilim adamının söyledikleri üzerinde durmaya yöneltir. Artık, saldıranların da aklı ermeğe başlar. Herkes, kendi inançlarını, kazançlarını ve sosyal yapılarını bu ilmin verilerine göre ayarlamaya başlar ve böylece keşfedilenler toplumun da malı haline gelmiş olur. Sosyal değişme ve gelişme yani inkılâp dediğimiz şey budur. Bütün bu değişme ve gelişmeler meydana gelirken, çoğu kez, o ilim adamı hayatta bile değildir (7). Ama otoritesi doğmuştur. Bundan sonra bu ilim adamının getirdikleri eskiyince, yeni ilim adamı için, benzer konular sınama aracı olacaktır.

Baştan "ben biliyorum" diyenler, sonra "ben bunlarla tartışamam, benden bilgilidir" diyenler; "başkalarının kendisinden fazla bildiğini sanıp kendisine tam güvenemeyenler", sonunda "ilmin verilerini savunmada her türlü çileye dayanamıyanlar", gerçek bir ilim adamı olamazlar.

İlim adamlarının bu nitelikleri ve çalışma metodları sayesinde insanlık, ilmî bakımdan gelişebilmiş ve bugünkü düzeye gelebilmiştir. Bundan sonra da gelişmeye devam edecektir. Bu nitelik ve metotlar ilim adamlarını din adamlarından ayırır. Esasen bu metot halkın içinden gelişmekle beraber, halk için değildir (8). Halka ilim değil, din ulaşabilir.

 

B- TARİHÇE

 

1) GENEL OLARAK

 

İnsan çalışıp kazanan ve kazandığı ile yaşayan bir varlıktır. Yaşamak için çalışması ve çalışması için de yaşaması gerekir. Kendi varlığını sürdürebilmek ve düzen içinde fonksiyonunu ifa edebilmek için, bütün varlıklar bu ilkeye tabidir. Atomlar ve hücreler hatta kuantumlar bile bu sistemin dışında değildir. İnsan için çalışma, fonksiyonlarını ifa etme, yaşama ise var olma anlamlarına gelmektedir.

Tarihte birçok ekonomik, sosyal ve siyasal dönemler yaşanmıştır. İlmin yeni çağların doğuşunda her zaman aktif rol oynadığı bilinmektedir. Genellikle ekonomik aşamalara paralel olarak gelişen ilmin, ekonomik değişmeleri faz farkı ile izlediği söylenebilir. Bunun anlamı şudur: Ekonomik değişme ilmî değişmeye, ilmî değişme de ekonomik değişmeye neden olmuştur. Toplayıcılık dönemini yaşarken ilmin olmadığı söylenebilir. Çünkü bilgiler görenek yoluyla öğreniliyordu. Bir öğretim kurumu bulunmuyordu. Bu dönemin ne zaman başladığı kesin olarak ortaya konulamamakta, sadece tahminler yapılmaktadır. Ancak on binlerle ifade edilmesi gerektiği ise kesin olarak bilinmektedir. Sonra avcılık dönemine geçilmiştir. Bu değişme, ilimde öğretim - tedris metodunu getirmiştir. Öğretim metodu insanı çobanlık dönemine ulaştırmıştır. Çobanlık dönemi bittikten sonra çiftçilik dönemine geçilmiş, bu ise ilimde tartışma dönemini başlatmıştır. Tartışma dönemi mübadele dönemini getirmiş ve geliştirmiştir. Mübadele döneminden sonra tüccar mübadelesi dönemi başlamış ve bu deney dönemine götürmüştür. Deney dönemi işçilik sistemini getirmiştir. Şimdi ekonomi ortaklık dönemine gitmektedir. Gidişin ilmî bakımdan yeni bir aşamaya doğru olduğu tahmin edilebilir. Rakamlar ekonomik gelişmenin geometrik diziyle ifade edilebilecek bir hızla meydana geldiğini, ilmin de onu izleyerek veya paralel hızla geliştiğini göstermektedir (9). Bak: Şekil. 4

 

2) GÖRENEK (TAKLİT) AŞAMASI

 

Bütün canlıların eğitim sistemi, küçüklerin büyükleri görerek taklit etmeleri esasına dayanır. Meyva toplayarak geçinen ilk insanlar üretimi ve tüketimi ailece birlikte yaparlardı. Çocuklar, anneler, babalar ve yaşlılar birlikte ormana gider ve orada karınlarını doyururlardı. Ağaç dallarını kırar veya koparır, üstüne meyvalarını koyarak sürükleyip dallardan yaptıkları çardaklara getirirlerdi. Çocuklarla anne babalar tüm hayat boyunca birlikte idiler. Küçükler büyüklerin ne yaptıklarına baka baka öğrenirler ve bizzat iş yapılırken eğitilirlerdi. Ayrıca bir öğretim ve öğrenim sistemi bulunmuyordu (10).

Sosyal eğitim de aynı idi. Dini ibadetler hep birlikte bütün aile fertlerinin katılmasıyla icra ediliyor ve burada herkese doğumundan ölümüne kadar tüm davranışları bir bakıma öğretilmiş oluyordu, insanın temizliğinden giyimine, oturmasına, birlikte hareket etmesine, bir işe katılmasına, bir işten ayrılmasına kadar her şey hep burada bir dinî vecibe olarak öğretiliyordu (11). Bugünkü dans ve müzik, bu ibadetlerin bir artığı ve devamıdır.

Bu tür eğitimde gelişme çok zordur. Çünkü anne ve babaların buldukları ve geliştirdikleri bilgi ve teknikler çocuklara geçerken, kısmen de olsa unutulabilmektedir. Bu nedenle uzun seneler statik bir gelişme içinde kalınmıştır (12). Bu çağ insanları bize delil bırakamadılar. Çünkü bunların kullandıkları araçlar genellikle ağaçtan yapılmış olduğundan kolaylıkla çürüyüp yok olmuştur.

Görenek eğitimi usta ve çırak arasında günümüze kadar gelmiştir. Usta, kesinlikle çırağına bir şey tarif etmez, hatta bazı şeyleri göstermez. Çocuk zekâsıyla kaparsa ona peştemal sarıp ehliyet verir. Bunu yapamayan hep çırak kalır. Böylece statik bir meslek sürüp gider.

 

3) DERS VERME (TEDRİS) AŞAMASI

İnsanlar toplayıcılık aşamasından avcılık aşamasına geçince iş bölümü ve uzmanlaşma doğdu ve artık kadınlar ev işlerine başladılar. Avlanma erkekler tarafından yapılıyordu. Çünkü o günkü avlanma araçları ile hayvanları yakalamak boğazlamak çok zor ve tehlikeli idi (13). Bu dönemde etoburlara ortak olan insan diğer yırtıcı hayvanlarla da boğuşmaya başlamıştır.

Bunların avlanma silahları taş ve sopadan ibaretti. Ağaçların kabuk liflerinden yaptıkları kementler ve zamanla öğrenilen ok ve yay insanı bu hayvanlara yeterli derecede üstün kılmıyordu. Hayvanlar ile insanlar arasındaki çetin mücadele sürüp gidiyordu. İşte bu dönemlerde gençleri avcılığa alıştırıp yetiştirmek için öğrenim devresi başlamıştır. Mağara duvarlarında, kumlar üzerinde veya topraklarda çizilen resimlerle avlanacak hayvanlar ve çeşitleri gösteriliyordu. Bu bir taraftan avcılık için gerekli yardımı sağlarken diğer taraftan ilmin ilerlemesine sebep olmuştur. Bu tedris, insanları düşünmeye, araştırmaya sürüklemiş, hayvanların huy ve yapılarını öğretmiştir. Böylece bu hayvanlardaki ehlîleşme yeteneğinin keşfine ve yeni çağın başlamasına neden olmuştur. Çobanlık dönemine geçilmiş, böyle bir geçiş için tedris sistemi yeterli olmuştur.

Avcılık aşamasına geçildiğinde, çocuklar avlanmaya fiilen katılamamışlardır. Ava gidecek yaşa geldiklerinde birden katılma da tehlike teşkil ediyordu, işte bu dönemde çocuklara av dersleri verilmeye başlanmış, bu derslerden büyükler de yararlanmıştır.

Toplayıcılık döneminde insanları bir araya getiren mabetlerdeki ayinler, halka, bir bakıma göreneğe uymalarını öğretiyordu. Bugün hâlâ toplu ibadetler bu işlevi belli ölçüde yerine getirmektedir, insan böylece topluluk içinde nasıl yaşayacağını görerek ve yaparak öğreniyordu. Sonraları ise buna dersler eklendi. Bilenler, dersleri anlatmaya başladılar.

Bugünkü okul, tiyatro ve gösterilerin başlangıcı olan ilk dönemlerde mağaraların duvarlarına büyük resimler çiziliyor ve yağmurlu günlerde bu resimlerle avlar tanıtılıyordu. Bu dönemin özelliği tartışmanın olmayışıdır. Görenekte konuşma yoktu. Ders verme döneminde ise hoca konuşur, halk dinler; kabul eder veya etmezdi. Ancak kimse bir soru soramazdı. Bugün tarikatlar bu sistemi benimsemişlerdir. Dinî eğitim böyle verilmektedir. Okullar, hatta üniversiteler bile bu sistemi uygulamaktadır (14).

 

   4) TARTIŞMA AŞAMASI

 

Çevredeki otlaklar yetersiz kalmaya başlayınca, insanlar ders vermenin verdiği etki ve katkı ile çiftçilik aşamasına geçtiler. Tarlaları ekmek ve sulamak suretiyle bol yiyecek ve tahıl elde etmeğe başladılar. Yerleşik hayata geçilmesinde değişik görenek ve geleneğe sahip kişilerin bir araya gelerek komşuluk ilişkileri kurulmasında çiftçilik faaliyetlerinin büyük rolü olmuştur. Toprak mülkiyetinin ortaya çıkması ve site hayatının kurulması bu dönemdedir. Böylece insanlar, kavga yerine barış içinde yaşamayı tercih etmeye başladılar. Değişik aile ve kabile kültürleri bunları karşılıklı tartışmaya götürdü. Bu tartışma sayesinde yavaş yavaş ortak kültür doğmaya ve kavimler oluşmaya başladı, devletler kuruldu ve ilimde yepyeni bir döneme geçildi.

Yerleşik dönem aynı zamanda büyük toprak sahipliğinin oluştuğu ve kölelik kurumunun geliştiği bir aşamadır. Toplumdaki bu sınıflaşma efendilerin boş vakitlerini ortaya çıkardı. Bu dönem kumar, içki ve benzeri iptilâların da kaynağı olduğu gibi, ilmin gelişmesi için boş vakitlerin ortaya çıktığı, astronomi, matematik ve felsefe gibi ilimlerin gelişmeye başladığı bir dönemdir. Pazar mübadelesi de bu tartışma döneminde ilmin ve dinin etkileriyle teşekkül etmeye başladı.

İnsanlar yerleşik uygarlığa geçip devlet aşamasına geçince birçok ihtisas alanı doğup gelişme gösterdiğinden, ders verme sistemi de yetersiz hale gelmeye başlamış, halkın takip edemediği ilimler ortaya çıkmıştır. Derslerin yanında ortak ders kitapları telif edilmiş ve tartışma sistemi gelişme göstermiştir. Yani, daha önceleri nakle dayanan ve sadece kişi tarafından değerlendirilen aklî deliller yerine, ortak akıl ve kritiğin geliştiği ve ilmî ekollerin kurulduğu bir döneme gelinmiştir.

Mezopotamya'da başlayan bu metot, Eski Yunan'da zirveye ulaşmıştır. Tüm dünyanın açıklanmasında ve felsefe ilminin meydana gelmesinde etkili olan mantık ilmi böyle geliştirilmiş, insanlık nakil yoluyla elde ettiği bilgilerini aklın denetiminden geçirmeye başlamıştır (15).

Bu devrin özelliği, tartışmanın (kritiğin) henüz sadece nazarî olmasıydı. İyi kötü hakkında görüşler ileri sürülüyor ancak bunları doğrulayan bir kurum bulunmuyordu. Halk yine görenek ve ders usulü ile çalışıp yaşıyordu (16).

 

5) DENEME AŞAMASI

 

Tartışma aşamasında daha çok fikirler ileri sürülüyor ve herkes ilimleri kendisine göre uyguluyordu. Oysa tüccar mübadelesi adını verdiğimiz ticarî faaliyetlerin yoğunlaşıp serbest rekabetin ortaya çıkmasından önce, tarlada fazla üretim yapan fazla zengin oluyordu, ancak komşusunun tarlasını alamıyordu. Oysa ticaret döneminde işini bilen tüccarın kendisi zengin olmakla kalmıyor, rakip tüccarı da devre dışı bırakabiliyordu. Ticarî faaliyetler sürekli seyahat ve ulaşımı gerektiriyordu. Gerek çölde gerekse denizde yapılan seyahatler, yıldızların, ay ve güneşin hareketlerini bilmeyi gerektiriyor, bu aşamada astronomi ve matematik ilimleri gelişiyordu.

Herkes öğrendiklerini yaşıyor, bildiklerini deniyor, sonuç alıyor veya alamıyordu. İnsanoğlu bu yeteneğini diğer sahalarda da kullanmaya başlamıştır. Seyahatta her gördüğünü kendisi de yapmaya kalkışmış ve böylece denemelerle öğrenme aşamasına geçilmiştir. Bu arada özellikle hukuk, ilmî tanımları zorunlu hale getirmiş, ölçme ve tartma sistemi doğmuş, böylece hayat, hesap sistemi içine girmiştir.

Ticaretin ilmî gelişmelere bir diğer katkısı da toplumları birbirleriyle temasa geçirmesidir. Böylece çeşitli toplumlardaki bilgiler birbirleriyle karşılaşmış ve mukayese imkânı bulunmuştur. Teorik felsefî çalışmalar yanında pratik sonuçlar gözlenmeye ve "ilim amel içindir" denilmeye başlanmıştır. Hz. Muhammet, "amelsiz ilimden Allah'a sığınırım" diyerek inançları da pratik ilme yöneltmiştir (17).

Daha önce ilim yalnız kesin sonuçları getirdiği halde bu dönemde kesin olmayan sonuçlar da ilmî kabul edilmeye ve ilmin içinde düşünülmeye başlandı ve buna "amelî ilim" dendi. Daha önceki kesin akıl verileri terk edildi ve bunun yerine, "bize göre doğru" sistemi olan "içtihat" kurumu tedvin edildi. İçtihat kurumu, kişinin her zaman hata yapabileceği, hatasından dolayı sorumlu tutulamayacağı, insanın doğruyu bilmekle değil, doğruyu aramakla ve yanlış da olsa doğru bildiğini yapmakla yükümlü kılındığı esasına dayanıyordu. Bu kurum ile adeta amel ilmin önüne geçmiş, böylece herkes içlihatlarına göre amel etmek durumunda kalmıştır (18).

İçtihat kurumunun dayandığı esaslar, ilimde yeni bir metodun gelişmesine neden olmuştur ki, buna "tümevarım" metodu denmektedir. Bu metot, "tümdengelim" yanında yer almış ve küllî   kuralların çıkarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Böylece kesin olmayan ama pratikte çok faydalı bir metot doğmuş oldu. Önceleri müslümanlar tarafından "dil"de ve "hukuk"ta uygulanan bu metot (19), daha sonraları Batı'lılar tarafından sanayi alanına uygulanmıştır. Çağımızda baş döndürücü bir hızla gelişme gösteren bilgisayar ve uzay araştırmaları bu metodun kullanılmasının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir (20).

     Bu devrin önemi, söylenenlerin denenerek doğrulanmasındadır. Söz gelimi, insanın 224 kemiğinin var olduğu iddiasının doğruluğu, sayarak tahkik edilmektedir. Böylece ilmin yalnız akıl yoluyla değil, amel yoluyla doğrulanması imkân dahiline girmiş oldu.

Bugün yaşamakta olduğumuz aşama bu devredir. Deney dönemi birçok ilmî sonuçlar doğurmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişme sağlanmıştır. Ancak, şimdi iktisadî bakımdan ortaklık dönemine giderken ilimde de sorunlar ortaya çıkmaya ve ilim, özellikle sosyal bilimler alanında çözümler getirmede yetersiz kalmaya başlamıştır. Kapitalizmin rekabeti içinde veya aşırı devletçiliğin veya sosyalizmin baskısı altında ilmin verilerinden halk artık yararlanamaz hale gelmiştir. Yeni bir ilmî aşamanın gelmek üzere olduğu da söylenebilir. İlmî gelişmenin gidişi hakkında tahminlerde bulunmadan önce günümüzde karşılaşılan sorunlar ve nedenleri üzerinde durmak gerekir.

C- SORUNLAR - NEDENLER - ÇATIŞMALAR

1) SORUNLAR

a) GENEL OLARAK

İnsanlar başlangıçta görenek yoluyla öğrenmişler, avcılık dönemine geçildikten sonra, çocukları eğitmeden ava götürmek mümkün olmadığından, bilgilerini tedrisat yoluyla gelecek nesle aktarmaya başlamışlardır. Çiftçilik döneminde yerleşik uygarlık oluşmuş ve kölelik düzeni gelişmiştir. Üst sınıf boş vakitlerini ilimle geçirmeye başlamış, karşılıklı tartışma dönemi doğmuştur. Sanayi devrimiyle ilim pratiğe yönelmiş ve deneme dönemi başlamıştır. Deneylerle kontrol edilebilirliği, ilmin tartışılmaz zaferini ortaya çıkarmıştır. Ancak bu pratiklik, ilmin, ilim olmaktan çıkarak, adeta bir sanat haline gelmesine ve kâinatı tüm olarak kavrama ve insanlığın gitmesi gereken ideali belirleme özelliğinin kaybolmasına neden olmuştur. Bu durum ilmin karşılaştığı en büyük

hastalık olarak kabul edilebilir. Günümüzde ilmin insanlığın karşılaştığı sorunlara ancak parça parça çareler getirebilmesi, tüm insanlığın mutluluğu için formüller geliştirememesi ve insanlığın kuşkularını giderecek genel çözümleri ortaya koyamamasının nedeninin bu olduğu söylenebilir. Yakın zamana kadar ilim hakim ve diğer kurumlar ilmin emrinde iken bugün ilim parçalanmış ve diğer kurumların, özellikle siyaset ve ekonominin kontrolüne girmiş, bu kurumların amaçları istikametinde çalışır hale gelmiştir. Bu durum nasıl ortaya çıkmıştır? Şimdi bunları, kısaca analiz etmek istiyoruz.

 

b)    İLMİN DAĞINIKLIĞI

Günümüzde üniversiteler, fakülteler, kürsüler birbirlerinden habersiz kendi sahalarında ilim üretmeye, sorunlarını lokal olarak çözmeye çalışmaktadırlar. Bir derenin kenarında inceleme yapan ilim adamı o derenin mevsim akışlarını, getirdiği maddeleri, yaşayan balık ve diğer canlıları, sıcaklığını, hızını, debisini çok iyi tespit edebilmektedir. Bu dereden gerek sulama gerek enerji olarak yararlanabilmeyi bilmektedir. Ne var ki, o derenin kaynaklarını, yatağını, vadisini, o kaynakları besleyen yağmurları, denizleri, o kâinatın var oluşunu, var olan kâinatın nereye gittiğini ve nihayet bu kâinattan yararlanan insanı, kâinat ve insanı var edeni bilmemektedir. Bu hal sonuçta, sorunu çözmekten çok adeta ağrıyı dindirmek için hastaya verilen uyuşturucuya benzemekte, ağrı dindirilebilmekte, ancak hastalığın yaptığı tahrifat önlenememektedir.

 

c)     İLİMLERİN BİRBİRİNDEN KOPUKLUĞU

 

Günümüzde ilim okullarda ve üniversitelerde hayat şartlarından uzak bir şekilde tedris edilmektedir. Öğrenilenler uygulanmamakta, kişiler hayatta kendi bilgileriyle yaşamaya devam etmektedirler. Dolayısıyla ilimden kısmen ve belli alanlarda yararlanılmakta, bir bütün halinde ve herkes tarafından yararlanılması

mümkün olamamaktadır. Bu nedenle teori ile pratik birbiriyle uyum halinde bulunmamaktadır. Bu durum, uygulayanların cehaleti kadar ilmin hayattaki problemleri çözemeyişinden de ileri gelmektedir. Hatta birçok sahada tahsil yapmamış kimseler geçici nitelikte de olsa, daha fazla başarılı olabilmektedir. Asıl kalıcı ve şümullü başarının ilme dayandırılan uygulamadaki başarılar olması gerektiği halde, ortaya çıkan bu durumun neden ve sonuçlarını çok iyi analiz etmemiz gerekir.

 

d)            İLİMDE GİZLİLİK VE KAPALILIK

 

Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi, ilim tüm görüş ve düşüncelerin ortaya konması ve tartışılması sonucu ortaya çıkar. Birtakım görüş ve düşüncelerin göz ardı edilmesi, itilmesi veya yasaklanması halinde ilim değil, ancak malumat elde edilebilir. Halbuki, ilmî tartışmaların önce sistem içinde aksiyomlara dayanılarak, sonra da sistemler arası mukayese ve değerlendirmeler yapılarak yürütülmesi gerekir. Ancak günümüzde bunun yeterli düzeyde yapıldığı söylenemez.

 

e)            İLİMDE ÇIKARCILIK

 

Günümüzde ilim geçinme aracı, ilim adamları da ilimleriyle geçinen memurlar veya işçiler olarak kabul edilmektedir. Böylece ilim kisvesi altında sermayenin veya otoritenin sözcülüğü ve propagandası yapılmaktadır. Bu durum ilmî metot ve düşüncenin yok olması ve ilim adamının da kişiliğinin ezilmesi için yeterli bir neden teşkil etmektedir. İlmin bugünkü insanlığın sorunlarına çare bulamayışının önemli nedenlerinden biri de budur. Örneğin doktorlar, insanları sağlığa kavuşturmak için değil, insanları nasıl hasta edip onlardan kazanç temin edebileceklerini planlamaktadırlar. Avukatlar, insanlar arasında çıkabilecek nizaları düşünmektedirler. Mühendisler sağlam bir üretim yerine, sürümü çoğaltmak için sakat bir makineyi nasıl yapacaklarını planlamaktadırlar. Beşeriyetin buluşları savaşa, doğum kontrolüne yönelik

 

olup, üretime, açlığı önlemeye ve daha fazla çoğalıp yaşamaya yönelik değildir.

 

f) ALTERNATİFSİZLİK

 

Günümüzde bütün üniversiteler, birbirlerini kopye eden, farklı sistemler ve görüşler getirmeden tedrisat yapan kuruluşlar haline gelmiştir. Rejimler ilmî kurumlardan çok, sokaklarda yapılan tartışmalar veya silahlar bazında konuşulmaktadır. Bu durum ilmin duraklamasına ve çökmesine neden olmaktadır. Karşı düşünceleri ve buluşları öğrenemeyenler ve hatta duyamayanlar, söylenilenleri ve kendi bildiklerini mutlak hakikat zannettiklerinden, bilgilerinin noksanlığından bile haberdar değildirler.

Bütün bu sorunlara ve hastalıklara rağmen ilim asıl gücünü ve sağlamlığını korumaktadır. Bugünkü uygarlığı oluşturan ilim, geleceğin dünyasını da kuracaktır, insanlık tarihi, islâmiyet ve Batı uygarlığı ortaklaşa insanlığı ilmen bugünkü seviyeye ulaştırmıştır. Bunların kurdukları uygarlıklar çökmüş veya çökecek olabilir. Ancak geliştirdikleri ilimler yeni uygarlıkların oluşturulmasında yeterli olacaktır.

 

2) NEDENLER

 

a) YAŞLANMA

 

Uygarlıklar da tıpkı canlılar gibi yaşlanır. Yaşlanma ile ilim de kendini yenileyememeye başlar ve fonksiyonu azalır. Mevcut sorunların bir kısmının da yaşlanma olayından kaynaklandığı söylenebilir. Tarihte hiçbir uygarlık bu hastalığa çare bulamamış, ancak yeni oluşlarla ve başka uygarlıklarla hayat devam edebilmiştir. Batı uygarlığının yaşlandığı hususunda görüşler ileri sürülmeye başlanmıştır. Bununla beraber yaşlı insanın tedavisinde yaşlılık ilacı yerine, yaşlılıktan gelmiş olsa bile çıkan araza göre ilaç verilir. Bu itibarla biz yine de hastalıkların diğer nedenlerini ortaya koymak istiyoruz.

    Tıbben sabittir ki, her canlı daha doğup gelişirken kendi yaşlılık hastalığını da bünyesinde taşır ve ileri yaşlarda bunlar tezahür eder. Yaşlılık ve ölüm anormal bir şey olmaktan çok, hayatın kaçınılmaz ve doğal bir sonucudur. Tedavi yaşlıyı rahatlatır ve belki ömrünü biraz uzatabilir. Ancak hiçbir zaman gençleştirilmesi ve ölümünün önlenebilmesi mümkün değildir. Biyolojik bir kanun olan bu ilkeyi sosyal bilimcilerin kabul etmeleri ve sosyal hayata bilerek uygulamaları gerekir.

 

b)    İLİMDE DAĞINIKLIĞIN NEDENİ

 

Ameli hareketler , bilindiği gibi, lokal özellikler taşır. Bir yerdeki sorunlar, o yerin şartlarına göre çözülür ve o çözüm ancak orada sonuç verir. Fakat lokal çözümün çevreyi bozabilme ihtimali vardır. Bu nedenle pratik çözümler geçicidir. Uzmanlaşmanın artması, sorunların ve bu sorunlarla ilgili çözümlerin bir bütün olarak ele alınıp incelenmesini engellemekte, örneğin çevre ile ahenkli çözümler üretilememektedir. İlim dalları ve hatta konuları arasında bir çatışma ve dağınıklık meydana gelmiştir. Herkes kendi kapısını süpürmekte ama süprüntüleri komşuların kapısına bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak, bugün ilimler bünyelerinde yapıcılık kadar yıkıcılık unsurlarını da içermektedir. Günümüzde insanlığın karşılaştığı çevre sorunları ve dünya savaşları hep ilmin dağınıklığından doğan cinayetler olarak kabul edilebilir. Faizin sermaye terakümüne götüreceği, dolayısıyla ekonomik gelişmelerin olacağını belirleyen ekonomi ilmi, sermayenin tekellerde toplanmasının sosyal dengesizliklere ve ekonomik patlamalara neden olacağını söyleyen sosyolojinin buluşlarından habersizdir.

 

c)     İLİMDE KOPUKLUĞUN NEDENİ

 

Çağımızda ilim sadece öğrencilik yolu ile ve gençlik dönemlerinde tahsil edilmekte ve gençler eğitim dönemlerinde pratik yapamamaktadırlar. Öğretim üyeleri de teorik olarak yetiştiklerinden pratiğe yönelik bir öğretim yaptıramamaktadırlar. Bu durumda hayata atılan kimse, elde ettiği ilimden pratikte yeterince yararlanmaktan mahrum olmaktadır. Tahsil yapamamış olup çırak usulü pratikten yetişenler ise tahsilli olanlardan daha başarılı olabilmektedirler.Tahsilliler, ilmin pratiğe intikalinde çok büyük engellerle karşılaşmaktadırlar. Teknik dışındaki ilim, fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdiğinden, tüm sosyal ve ekonomik sorunlar el yordamı ile halledilebilir durumdadır. Bu öğretim sistemi içinde bundan daha büyük bir sonucun elde edilmesi zor görünmektedir. Siyaset bilimini hiç okumamış bir doktor veya mühendis siyasette başarılı olabilmektedir. Nedeni de gayet basittir. Bu mesleklere mensup olanlar siyasî bakımdan doğruyu bilmedikleri gibi yanlışı da bilmediklerinden, sezileriyle hareket ederek karar vermekte ve bir yol bulabilmektedirler.

 

d) İLİMDE KAPALILIĞIN NEDENİ

İlim, kendisine her an bir şeyler ilave edilmesi halinde varlığını sürdürebilir. Ezberlemekle ilmin yaşaması mümkün değildir. Çünkü ilim, havada giden uçak gibidir ve sürekli hareket halinde olması gerekir. Uçağın durması düşmesi demektir. Program ve kitaplarıyla, tek tip öğretimle, merkezî kararlar ve yönetimlerle yapılan ilim, adeta mumyalanmış ceset gibidir. Bu mumyalamanın kapitalist ve sosyalist teorisyenler ve uygulamacılar tarafından yapıldığı söylenebilir. Bu kimseler, ilmi kapalı tutmak suretiyle, sömürü amaçlarını sürdürmekte, yeni buluşların başlarına dert açmaması için ekonomik veya siyasî baskılarla ilmi dondurmak istemektedirler. Bunların amaçlarına hizmet edecek bazı pratik çözümlerin dışında, adeta ilim diye bir şey kalmamış gibidir. Örneğin, henüz güçlü bir iktisadî ve siyasî düzen kurulamamıştır. İlmin böyle bir düzenin kurulmasında aciz kaldığını düşünmek mümkün değildir.

      e) İLMÎ ÇIKARCILIĞIN NEDENİ

 

Hakkın üstünlüğü yerine kuvvetin üstünlüğünü esas alan bir uygarlık içinde, herkes kuvvetli olmak için çaba sarf etmek zorundadır. Bu kuvvetlilik çıkar paralelliği yerine, çıkar çatışmasını getirmiştir. Halbuki ilmin, belli zümre ve kişilerin çıkarları yerine, tüm beşeriyetin çıkarlarına uygun sonuçlar getirmesi gerekir.. İlim, kâinatı ve beşeriyeti öğrenmedir; kâinat ve beşeriyet yok olma değil, var olma kanunlarına dayanır. Çıkar çatışması durumunda herkes kendi çıkarı istikametinde ilim yapar. İktidarı ve gücü ellerinde bulunduran siyasîler ile sermayedarlar ise ilim adamlarını kendi çıkarlarına göre çalıştırırlar. Günümüzde ilim adamlarının bunların hakimi değil, adeta mahkûmu durumunda olduklarını söylemek mübalağa değildir. Halbuki ilmin mahkûm değil hakim olması gerekir. Bu çelişki ilimdeki hastalıkların başlıca kaynağı olmaktadır.

f)ALTERNATİFSİZLİĞİN NEDENİ

 

İlimde çok küçük bir bilginin bile doğurduğu büyük sonuçlar vardır. Bugün, Batılılar, tarihlerini kendilerine göre yazmakta ve her türlü bilgiyi kendilerine göre üretmekte ve bu suretle sömürülerini sürekli kılmaktadırlar. Halbuki tarihte hakka dayanan Doğu uygarlıklarıda vardır ve bu uygarlıklar insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. Örneğin, İslâm uygarlığı geliştirdiği ilimleri makro düzeyde, genel olarak ahlâkî ve hukukî sorunları çözmede kullanmış ve bunun için usulü fıkıh ilmini geliştirmiştir. Batı ise ilmi mevzii problemleri çözmede kullanmış, teknolojik sorunları ileri seviyede çözmüştür. Bu uygarlıklar anlaşıp birbirleri ile dayanışacaklarına ve birbirlerinden yararlanacaklarına bin yıldır savaşmaktadırlar. Bunun sonucu her ikisi de tek ayak üzerinde sendelemekte ve sıçramakta, ancak hiçbirisi yürüyebilme ve alternatif üretebilme gücünü gösterememektedir.

            3) ÇATIŞMALAR

 

a)    İLİM - DİN ÇATIŞMASI

 

SORUN: Bugün ilim pratiğe yönelik lokal çözümler ararken, dinler genele yönelik çözümleri ileri sürmektedir. İlmin genel çözüme yönelmemesi, dinin mevzii çözümlerinin de artık geçersiz hale gelmesi nedenleriyle bu iki kurum arasında bir çatışmadır sürüp gitmektedir. Bu, dinleri halk nazarında küçük düşürmekte, diğer taraftan ilimden de halk yeterince yararlanamamaktadır. İlim dinî sahalara girmemekte, dinler ise ilmin verilerini inkâr ederek hakka karşı çıkmaktadırlar.

 

NEDEN: İlim adamları mevzii çalışmalar ile mahalli meselelerini pratik olarak çözmüşlerdir. Bu durum kendilerine büyük güven getirmiştir. Bunun sonucu olarak çevrelerine bakma, kâinatı ve topluluğu genel olarak öğrenme ihtiyacını hissetmedikleri gibi, adeta bunlardan habersizdirler. Bilmedikleri şeyleri inkâr etmekte, maddî bakımdan ölçülmesi mümkün olmayan dinî ve ahlâkî öğretileri küçümsemekte ve sonuçta din adamlarının düşmanlığını kazanmaktadırlar. Oysa mahalli ve mevzii çözümler yanında, kapsamlı ve bütün kâinatı ve beşeriyeti kapsıyan bir görüşe sahip olsalar, dinlerin de en az ilim kadar gerçeklere sahip bulunduğunu bilebilecekler, eksikliklerini dinin yardımı ile giderebilecekler ve dinlerdeki kusur ve eksikliklerin giderilmesinde yardımcı olabileceklerdir.

 

b)    İLİM - HAYAT ÇATIŞMASI

 

SORUN: Halk ilmi öğrenememekte, öğrendiğini de uygulayamamaktadır. İlmin verileri yeterli tatmini sağlayamadığından, insanlar okuduklarından çok gördüklerini yaşamayı tercih etmektedirler. İlim halkın istediği istikamette değil, belli çıkar çevrelerinin menfaatlerine hizmet edecek şekilde gelişme göstermiştir. Halkın inancı ve yaşayışı ile çelişki içinde olan ilim, onun dostu değil adeta düşmanı haline gelmiştir. Yönetimde görev almak için diploma aranmakta, diploma almak için tahsil gerekmekte, tahsil için konulan engeller aşılamayınca da ilme düşman olunmaktadır.

NEDEN: İnsanların yeme ve içmeleri belli bir zaman ve mekâna özgü değildir. Doğumundan ölümüne kadar muhtaç oldukları şeyler vardır. Din ve ilim de böyledir. Belli yaşlarda ve belli yerlerde üretilse bile tüm hayat boyunca onlardan beslenmek gerekir. Bu nedenledir ki, insanların öğrencisiyle öğretmeniyle, ilmi hayat içinde öğrenmeleri gerekir. Oysa şimdi adeta Eski Yunan'da olduğu gibi, ilim bir zihin cimnastiği gibi düşünülmekte ve öğretim ona göre yapılmaktadır. İlim hocaların bir geçim kaynağı olmaktan ileri gidememektedir.

 

c) İLİM - DÜZEN ÇATIŞMASI

SORUN: İnsan bir şeyi bildiğinde, onu gerek yazı gerekse söz şeklinde ifade etmeden duramaz. Bu nedenle, ilim ne kadar baskı altında olursa olsun, her dönemde gerçekleri söyleyen ilim adamları çıkmıştır. Gerçekte ilim adamının gücü yoktur; ancak ilmin her zaman gücü vardır. Bundan dolayı yöneticiler ilim adamlarından her zaman korkmuşlar, buna karşılık sorumsuz ilim adamları da yönetimi her zaman sıkıntıya sokmuşlardır. Günümüzde ise yönetim üniversitelere hakimdir. Ancak üniversiteler de ortaya koydukları gerçeklerle yönetimi ve düzeni sarsabilmektedir. Bu içten çekişme huzurlu hayatı ve gelişmeyi önlemektedir.

NEDEN: Çoğunluğa dayalı seçim sistemlerinde herkes seçmek ve seçilmek hakkına sahiptir. Seçilenler de çoğunluk sistemi ile seçilmektedirler. Ya sermayenin veya askerin veya gücün baskısı altında iktidar olunmaktadır. Bu durum oyların alınabilmesi için ilmin verileri dışına çıkma zaruretini doğurmaktadır.Örneğin muhalefettekiler hakikati söylemekte, iktidardakiler ise buna aldırmamaktadırlar. Bu da ilim- düzen çatışmasını getirmektedir. İlmin konularına çoğunluk esasına göre seçim mekanizması girmemelidir. Parmak hesabı ile çıkarılacak kanunlarla erkeklere doğum yaptırılamaz.

D- İLİMDE ARAÇ SORUNU:

DİL VE MATEMATİK

 1) GENEL OLARAK

KRİTER: İlmî gelişmeler ve gidiş üzerinde durmanın ön şartı ilmin araçlarını belirlemekle mümkündür. İlmin kriteri, "doğru -yanlış"tır ve ilim bu kriterleri uygularken "dil" ve "matematik" gibi araçlar kullanır. Bu araçlar insanı diğer canlılardan ayıran ve onun doğa içindeki egemenliğini sağlayan, şimdiye kadar gerçekleştirdiği gelişmelerde olduğu gibi bundan sonraki gelişmelerde de kullanabileceği araçlardır. Esasen bu iki aracın kullanılmadığı bir sosyal yapı ve düzenden söz açmak mümkün değildir.

İLİM - DİL İLİŞKİSİ: Nasıl ki, Türkiye denildiğinde tek bir ülkeyi anlar, daha sonra onu illere, ilçelere, bucaklara ayırır ve onları farklı varlıklarmış gibi kavrarsak, kâinat da esasen bir bütünlük arz eden tek bir varlıktır. Bütün bu kavramlar önce zihnimizde oluşmakta, adeta parça parça ayrı varlıklar haline getirilmekte ve bu parçalara birer ad verilmektedir. Bütün bunlar insanın dili üretebilme yeteneğinden meydana gelmektedir. Öyleyse ilim demek, dil demektir ve ilim ancak dil ile gelişebilir. Bundan dolayıdır ki, ilmin gidişi ile ilgili tahminlerde bulunmadan önce dil üzerinde açıklamalarda bulunmak gerekmektedir.

DİL: İnsan, konuşan bir varlıktır. Diğer canlıların hatta nebatların bile anlaşma araçları vardır. Ağaçlar salgıladıkları kokularla veya köklerinin salgıladıkları maddelerle anlaşır. Balıkların, kuşların, böceklerin ses veya şekille anlaştıkları, kendilerine özgü kelimelerinin bulunduğu bilinmektedir. İnsanlar ise diğer canlılardan ayrı olarak ses grupları ile anlaşırlar ki, biz buna konuşma demekteyiz.

         KONUŞMA DİLİ: İnsanlar, konuşma dilinde varlıklara birer ad verirler. Ancak insanların kullandıkları bu kelimeler, ad olarak verildikleri varlıkların sınırlarını belirlemezler. Örneğin, Uludağ deyince bir dağ anlaşılır. Ancak bunun başlama ve bitme yeri belirsizdir. İstanbul denildiğinde de aynı durum söz konusudur. Hatta kuş, böcek, su gibi kelimelerde de benzer belirsizlik vardır. Göz veya kulak derken sınırları kapalıdır. Böyle bir anlaşma aracı sadece insanlara özgüdür.

Varlıkların sınır ve kapsamları belirsiz olduğu için sözleri değişik şekilde kullanmak ve anlamak imkânı vardır. Dolayısıyla karşılıklı anlaşmalarda ortak konular ortaya çıktığı gibi, herkes için farklı anlamların çıkması da doğaldır. Varlık değişince dilin anlamı da kendiliğinden değişir ve dilde ayrıca bir değişiklik yapmak gerekmez. Devlet denildiğinde, Osmanlıların anladıkları ile bizim anladığımız farklı şeyler olmakla birlikte, ortak bir devlet anlayışının olduğu da inkâr edilemez.

Manisa, İzmir ve Uşak sözcüklerinin konuşma dilinde anlamları vardır. Ancak isimlerinin kullanılması ile bunların ne kadar toprağı olduğu ve ne kadar nüfus barındırdığı, yılda kaç ton buğday ürettiği veya kaç ton şeker tükettiği bilinemez. Çünkü bu kelimelerle hangi yerlerin bu kentin sınırları içine girdiği ifade edilemez. Bunlar arasında nisbî muhakemeler yapılması her zaman mümkündür ve "Manisa izmir'e Uşak'tan daha yakındır", "Manisa Uşak'tan büyüktür" gibi cümleler söylenebilir.

 

MANTIK DİLİ: Eğer bir dil ile riyazi ve mantıkî olarak düşünmek istiyorsak, konuşma dilindeki belirsiz varlıkların sınırlarını çizerek tanımlarını yapmak zorundayız demektir. Uludağ'ın, İzmir'in, gözün, kuşun tanımlarını yapıp hangi yer veya varlıkların bu kelimelerin kapsamı içine girdiğini kesin olarak belirlememiz gerekir.

Mantık dili varlıkları tanımlayıp kapsamını belirttiği için sayı olarak bütün değerleri belirtme imkânı doğar ve kesin hesaplar yapılabilir. Böylece milyarlarca kilometre uzaklıktaki varlıkların özelliklerinin tespiti, uzay yolculuklarının ve söz gelimi bir başka gezegen ile Türkiye arasındaki görüşmelerin yapılabilmesi imkân dahiline girebilir.

Konuşma dili canlı olup değişen şartlara kendiliğinden uyduğu halde mantık dili donuktur. Dışarıdaki değişikliklere kendiliğinden uyum göstermez. Manisa şehri büyüdükçe konuşma dilindeki Manisa da büyür. Ancak şehrin sınırı daha önce belirlenmiş ise şehir büyüdüğü halde mantık dilindeki Manisa büyümez ve bir takım yerler Manisa kelimesinin kapsamı dışında kalır.

 

İLİM DİLİ: Konuşma dili yaşamayı ve sanatı oluşturduğu halde ilmi oluşturmada yeterli değildir. Elde edilen bilgiler dağınık ve yığın halinde bulunduklarından, bunlara ilim değil marifet veya kültür tabir edilir. Oysa mantık dili tanım, muhakeme ve deneylerin sağlanmasıyla bir takım hesaba gelir sistematik bilgileri ortaya koyar ki buna ilim denir. Artık kâinat bununla daha iyi bilinir hale gelir.

İlim dili sayesinde sosyal ve ekonomik düzenler oluşturulur. Teknoloji gelişir ve hukuk sistemleri doğar. İlim dili olmadan her hangi bir hukukî düzenin kurulması mümkün değildir. Sözleşmeler ilim dili ile yapılır. Kanunlar ilim dili ile yazılır. Tanıklar ilim dili ile dinlenir. Kararlar ilim diliyle verilir. Demek ki, dilin mantık diline dönüştürülmesi ilmi, ilim de uygarlığı doğuracaktır.

 

DİL - UYGARLIK İLİŞKİSİ: Tarih boyunca olduğu gibi, yeni uygarlıklar, birtakım yeni varlıkları, kurumları ve kavramları üretir. Böylece ilk önce kendisini doğuran çevreden tamamen farklı yeni bir çevre oluşturur. Konuşma dili bu yeni çevreye kendiliğinden uyar ve hayat sürüp gider.

Uygarlık yeni çevreyi oluşturup konuşma dili de yeni çevreye göre değiştiği ve geliştiği halde, mantık dili yapısı gereği yeniliklere uyamaz ve hayattan kopar, ilmîliği de kaybolur. Çünkü mantık dili mevcut olan çevremizi değil tarih olmuş çevre ve düşünceyi bize getirir. Yani, konuşma dilinin kendisi yenilik yapamaz, fakat yeniliklere uyarken; mantık dili yeniliklerin oluşturulmasına önemli katkılarda bulunur, ancak kendisi yeniliklere uyamaz. Bir başka açıdan bakıldığında gerek konuşma gerekse mantık dilinin eksik ve üstün taraflarının bulunduğu görülecektir.

Bir konuşma dilini esas alıp onu mantık diline çevirdiğimizde, o dil içinde ilim oluşmaya, belli bir zaman sonrasında ise ilim uygarlığı meydana getirmeye başlar. Böylece yapılan tanımlar, gerçekleştirilen plan ve projeler ve bunların uygulaması yeni uygarlığı en yüksek seviyeye çıkarır. Yeni uygarlık yeni çevre oluşturur ve mantık dili işlemez hale geldiğinden, yeni ilmî gelişmeler gerçekleştirilemez olur. Mevcut ilim ile hayatın sürdürülmesine devam edilir, ancak bu, uygarlığın duraklama dönemidir. Bir müddet sonra eski mantığa dayanan ilim de ihtiyaçlara cevap veremez hale gelir ve halk yine eskisi gibi yaşamaya dönmek zorunda kalır. Bu uygarlığın çökme dönemini ifade eder. Bu tıpkı genç bir hücrenin veya canlının gelişerek büyümesine ve bu büyümenin ona yaşlanmayı da getirmesine benzer. Çünkü yaşlanma büyümenin sonucudur ve küçülerek gençleşmek mümkün değildir. Şehirden köy hayatına dönüş mümkün olmadığı gibi apartmanda yaşayanların mağaralarda hayatlarını sürdüreceklerini düşünmek de doğru değildir. Yaşlı bir uygarlığı gençleştirmek mümkün değildir. Yani her uygarlık için çöküş doğaldır.

Eski uygarlığı eski mantık dili içinde yaşatma çabası yanında yeni uygarlığın oluşması için, yeni mantık dilini geliştirmek ve buna göre çağın kavramlarını tanımlamak ve gidiş hakkında tahminlerde bulunmak gerekir. Çünkü Batı uygarlığı zirveyi aşmış olup çöküşe doğru gitmektedir ve Batı'da gelişmiş ilimler özellikle sosyal sorunları çözmekte yetersiz kalmaktadır.

 

2) DİL VE MATEMATİK İLİMLERİ

 

a) DİL İLİMLERİ

 

Dil insan kadar eski olmakla beraber dil üzerindeki araştırmalar yenilere dayanır. Ancak dilin bir ilim olarak incelenmesine "Arapça" ile başlandığı söylenebilir (21). Henüz ilim düzeyine erişmemiş olmakla birlikte, diğer diller üzerinde de benzer çalışmalar yapılmıştır. Hicrî üçüncü yüzyıldan bu yana Arapça'yı ele alan ilim adamları, onu sekiz ilim (ulûm-u semâniye) olarak tedvin etmişlerdir. Bunlar, ses ilmi/ tecvit, kelime ilmi/lugat, çekim ilmi/ sarf, cümle ilmi/nahiv, mânâ ilmi/meani, dil üretme ilmi/beyan, dilde etkileme ilmi/bediiyyat/belagat ve telif etme'dir(Tablo. 8).

TABLO 8.) Dil ilimleri (ulûm-u semâniye)

 

TABLO 8'İN AÇIKLAMASI: Bu ilimler Arapça'da "Usul-ü Fıkıh" içinde ortaya konulmuş ve Arapça dünya dilleri arasında seçkin bir yer tutmuştur. Bu ilimlerin etkisi ile hukuk ilmi ve usulü gelişmiştir. Henüz bu tür çalışmaların yapılmadığı diğer diller üzerinde de yapılabilecek araştırmalar vardır. Biz, sorunu dile hasretmemek için bu ilimleri, dipnotta vermeyi uygun görüyoruz (22).

         b) MATEMATİK

Dil bize varlıkları tanıtır ve aralarındaki nitel ilişkileri tanımlar. Mantık ilmi, dili ilmî hale sokar ve bir ilim dili oluşturur. Ancak varlıkların kendileri kadar, sayıları da önemlidir ve ilim sayıyı da varlık kadar değerlendirir. Bu nedenledir ki, matematik ilminin de dil kadar eski olduğu söylenebilir. Bununla beraber, elimizdeki belgeler, matematiğin yerleşik uygarlığın doğduğu Mezopotamya'da başladığını göstermektedir. Günümüzde matematik öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, adeta matematiğin kullanılmadığı ilim, ilim olarak kabul edilmez hale gelmiştir.

 

Tablo. 9.) Dil ve matematik ilişkisi

 

TABLO 9’UN AÇIKLAMASI: Dilde olduğu gibi matematik ilminin de sekiz kolu vardır ve bunlar dilde oluşmuş sekiz ilme karşılık olarak ortaya çıkmıştır. Sesekarşılık matematikte birimler, kelimelere karşılık sayılar, çekime karşılıkişlemler, cümlelere karşılık eşitlikler, mânâlara karşılık değişmeler, dil üretimine karşılık matematiğin üretilmesi, güzelliğe karşılık istatistik, telife karşılık programlama yer alır. Bu ilimlerin kısa ayrıntıları dipnottan izlenebilir (23)..

DEĞERLENDİRME: Dil ve matematik bir paranın iki yüzü gibi ayrılmaz iki parçadır. Ancak bu iki  ilim arasında pozitif ilimler ve teknolojik alanlarda kurulan ilişki sosyal bilimlerde kurulmuş değildir veya kurulmuş olsa bile yeterli değildir. Doğu uygarlıklarında, özellikle Arapça'da, dilin sekiz ilmi oluşmuş ancakmatematiğin ilk dört ilmi tedvin edilebilmiştir. Batıda ise matematiğin sekiz ilmi gelişmiş ancak dilin ilk dört ilmi tedvin edilebilmiştir. Bu nedenledir ki,bu devirlerin ilmi henüz meyvalarını tam olarak verememiştir. Doğuda teknolojik ilimler, Batıda sosyal ilimler değerlendirilememiştir. Bundan sonra ancak bu iki ilim yani, matematik ve dil ilimlerinin özellikle sosyal bilimler alanında birlikte tedris edilmesi halinde insanlık sosyal sorunlarını çözebilecek ve yeni dünya bunların üzerinde kurulabilecektir.

 

E-GİDİŞVEEKSTRAPOLASYON

1)GENELOLARAK

TARİHÇENİNDEĞERLENDİRİLMESİ:Burayakadar ilmintarihigelişmesi,günümüzdekarşılaştığısorunlarvenedenleriilediğersosyalkurumlarlaçatışmasıüzerindedurulmuştur. Bukonudailimadamlarıdahaçokmünferitçalışmalaryapmışlar, butürçalışmalarınsentezisonucundaoluşmuşilimlerilegünümüzegelinmiştir.Ancakbundansonrabirbilgisayarınveyamakinanınmünferitüretilmesihiçbirzamandüşünülemeyeceğinden, ilimdedeortaklaşahareketetmeveişbirliğiilesistemleşmegereklihalegelecektir.İlmiyeniilkelere,yenitemelleredayandırmakzorundakalınacaktır.Tarihtengelmişveüstüsteyığılarak oluşmuşbugünküaşamaiçinde,bütünbunlarıyenidendeğerlendirmemizgerekmektedir.Bizdenöncekilerinbuluşlarıbizimiçin malzemedirvebumalzemelerin,yeniyapılanmayagöredeğerlendirilmesigerekir.Şimdi,gelecekhakkındamuhtemelgelişmelerüzerindetahminlerdebulunmayavevarsayımlarıbelirlemeye geçmedenönce,ilmîgelişmeleribirtablohalindegöstermekistiyoruz(Tablo.10)(Şekil.4s.248).

 

Tablo. 10.) İlmî aşamalar

TABLO 10'NUN AÇIKLAMASI: Tabloda, ilmî gelişmelerin en fazla etkilendiği kurum ekonomi olduğu için, bu iki  kurum birlikte gösterilmiştir, ilmî gelişmeler ile ekonomik gelişmeler arasında belirgin bir paralellik izlenebilir. Görenek, insanların ilk öğrenme biçimidir. Avlanma iş bölümü ve uzmanlaşmayı gerektirmiş, insanlar bunun için öğretme, ders verme sistemini geliştirmişlerdir. Öğretmen ve icazet kavram ve kurumları oluşmaya başlamıştır. İnsanların yerleşik hayata geçmeleri ekolleri ortaya çıkarmış ve tartışma aşaması başlamıştır. Tartışma pazar ve tüccar mübadelesi aşamalarının metodu olmuştur. Daha sonra emeğin iktisadî  faktör olarak değer kazanması işçilik dönemini, o da ilimde deneme metodunu geliştirmiştir. Deney döneminde teknokrat sınıfın ortaya çıkması ile uzmanlaşmalar diplomaya bağlanmaya başlamıştır. Daha önce iktisadî aşamaları anlatırken yeni iktisadî aşamanın ortaklık dönemi olduğunu belirtmiştik. Bu dönemi ilmî bakımdan da yeni bir aşamanın işaretçisi olarak değerlendiriyoruz. Gelecekteki bu aşamayı sistematik dönem olarak adlandırıyor ve var sayımlarını belirlemek istiyoruz.                                            2)SİSTEMATİK DÖNEM                                       

 a) GENEL OLARAK                                    

KAVRAM: Eskiden kentler, gelişi güzel oluşurdu. Biri, bir su kenarında ev yapar, sonra ona bir komşu gelir, derken bir köy oluşur, zamanla büyür, kasaba ve kent olurdu. Yerleşim yerinin   

büyümesine paralel olarak ihtiyaçlar ortaya çıkar ve büyür; yol, kanalizasyon, okul, mabet gibi ihtiyaç ve sorunlar zamanla ve ihtiyaç çıktıkça çözülürdü. Buna gelişme yoluyla oluşum adı verilir. İnsanlık tarihinde gelişme gösteren kurumların, böyle meydana geldiği söylenebilir. İlim kurumu dahi böyle oluşmuştur. Bir şey bulundu, eklendi sonra başka bir şey bulunarak birleştirildi, düzenlendi ve ilim haline geldi.

Halbuki günümüzde kentlerin kurulması böyle olmamaktadır. Birçok mühendis, mimar, haritacı, sosyolog, meteoroloji uzmanı bir araya geliyor, ihtiyaç ve imkânları tespit ediyor, kent planı hazırlanıyor, bütün ihtiyaçlar baştan belirleniyor, böylece yepyeni bir kent ortaya çıkıyor. Bu usule, ilmî kentleşme adını veriyoruz. Bir kent için düşünebildiğimiz bu oluşumu, bir uçak, bir bilgisayar için de tasarlayabiliriz. Ancak bir bilgisayarın, ilmî olmayan bir metotla ve rastgele oluşup kendiliğinden ortaya çıkması artık tasavvur bile edilemez.

Gelecekte ilim, ilim adamlarının münferit çalışmaları ile değil, örgütlü ekollerin çalışma sistemleri ile bir bütün teşkil edecektir.

 

b) İLMİN GENELLİĞİ VE UZMANLAŞMA

 

Günümüzde eğitim ve öğretimde uzmanlaşma ilk okuldan başlamakta, üniversiteye gelindiğinde ayrılma iyice ortaya çıkmakta, olaylara bütün olarak bakabilme yeteneği kaybolmaktadır. Halbuki ilim, olaylara bütün içinde bakma olup, bir olayı meydana getiren tüm etkileri ortaya koymaktır. Bir dereden akan suyu kullanıp değirmenin kurulduğunu gören ilim adamı, güneş lekelerinin veya galakside nova patlamasının veya Atatürk barajının veya Çernobil atom santralının bu yere etkisini, burada yapılan bir işlemin de bütün bunlara etkisini inceleyen kimsedir. Dolayısıyla ilimde uzmanlaşma değil de bütünleşme önem taşır. Uzmanlaşma ancak ilmin uygulamasında olur. Bu denge, ilimdeki dağınıklığı ortadan kaldırabilir.

Bu nedenle, gelecekte ilim adamları, genel ilimler üzerinde öğrenim yapacaklardır. Ancak, pratik eğitim ise bir konuda olacak, ilim adamları bu uzmanlığı bir meslekî kuruluşta gerçekleştireceklerdir. Doğal olarak mesleğini kendisi seçecektir. Okulda genel akışkanlar formülünü öğrenecek, ama bunu isteyen istediği yerde, örneğin elektrikte, sularda, seslerde, mallarda, kanda uygulayacak veya bu yerlere uygulamayı kliniklerde veya atölyelerde öğrenecektir. Bunları üniversiteler değil meslekî kuruluşlar, fabrika ve hastanelerde öğretecektir. Herkes hem çalışacak, geçimini sağlayacak, hem de tahsiline devam edecektir. İlim adamının ayrıca maaşı olmayacak, çalıştığı yerde ehliyeti yüksek olduğundan ücreti fazla olacak, az çalışmakla geçinebilecektir. Böylece ilim ile hayat arasındaki kopukluk kalkacaktır.

Gelecekte, herkes her şeyi öğrenmeyecek, kişiler kendilerine bir konu seçip diledikleri alanda uzmanlaşacaklardır. Buna, bütün halk katılacaktır. Örneğin, biri bir nebat seçebilecek, ömrünün sonuna kadar onu öğrenmeye çalışabilecek, kimin hangi konuda çalıştığı envantere geçecek ve onunla ilgili hususta bilgi isteyen onu bulabilecektir. Bir envanter merkezi- bilgi bankası oluşturulacak, bir şeyi öğrenmek isteyen merkeze başvuracak, merkez de bileni gösterecektir. Hemen her konuda böyle konu paylaşması yapılacak, gökteki yıldızlardan, kanunların maddelerine kadar iş bölümü sağlanacaktır. Bilgisayarlarla bu tespit çok daha kolay hale gelecektir.

       c) İLMÎ TEŞKİLATLANMA -İLMÎ SOSYAL GRUPLAR

 

ca) GENEL OLARAK

 

Gelecekte ilim, örgütlü bir yapıya kavuşacaktır. İlim insandaki fikir yeteneğinin sosyalleşmesi kabul edilecek ve bu yeteneğin özgür kullanılabilmesi için örgütlenme de doğal ve devredilemez bir hak olarak sayılacak ve hatta gruplaşma gerekli kabul edilecektir. İnsanlar ilmî sosyal gruplar içinde dayanışma ile örgütlenebileceklerdir. Bunlara vakıf statüsü ile gelirler sağlanacak, bu vakıf gelirleri, ekollere öğretmen ve öğrenci sayısıyla orantılı olarak bölüştürülecektir. İlmî dayanışma grupları arasında bir hizmet yarısı kurulacak, ilimde kapalılık kalkacaktır. Öğretim ekoller yoluyla yapılacak, değişik görüşler ortaya çıkacaktır. Birliği sağlamak için, sınavlar ortak yapılacak, bölünme ve ayrılmaların önüne geçilecektir.

cb) İLMİN ÖLÇÜLEBİLMESİ -EHLİYET KAVRAMI

cba) KAVRAM

İlim, artık oluşma safhasını geçmiş, olgunlaşma dönemine girmiştir. İlmin sistemleşebilmesi için önce onun birimleri bulunmalı, ölçülebilmeli, tartılabilmelidir. Ancak böyle bir sistemleşme sonucunda ilmin de pazarı kurulabilecektir. Pazarı kurulabilen bir şey de üretilip tüketilebilecek demektir. Ekonomik kuruluşların birimi fiyat ve ücrettir. Sosyal kuruluşların da birimi belki sonunda fiyat ve ücrete dayanacaktır. Ne var ki, bunların fiyat ve ücretlerinin tespiti fayda teorisi ile mümkün değildir. İlim üzerinde de çok iyi sınıflandırma gerekecektir.

İlim"ehliyet"le ölçülür. İlk insanlar görenek olarak ilmi alırken, bazı kişilerin başarıları onları taklit edenleri çoğaltıyordu. Böylece dinî ve siyasî liderler ortaya çıkıyor, kişinin etrafında bir grup oluşuyordu. Daha sonraları tedris dönemi başlayınca hocaların seçilmesi durumu ortaya çıktı. Böylece topluluğun bilgili kabul ettiği kimseler, çocuklara öğretmen olmaya başladılar. Bu kimseler büyüklere de vaiz oldular. Böylece ilim bir nevi meslek olma durumuna girdi. Bu dönemde tartışma olmadığı için henüz  ekoller oluşmamıştı. Tartışmalar başlayınca "ekol"ler ortaya çıktı. Artık belli gruplar birleşerek birlikte tedris ediyorlar ve öğrenciler de bu ekollerden birine katılıyordu. Ekoller kendi öğretmenlerine diploma vermediler, ancak onlar talebelere üstat konumuna girdiler. Deneme safhasında ilim pratik hale dönüştürüldü ve ilim adamları dereceler ile ifade edilmeye başlandı. Bilmiyorsanız sorunuz ilkesi, yani "içtihat" ilkesi getirildi. Bir başka deyişle, kişi araştıracak ve ondan sonra iş yapacaktı. Bilmiyorsa bilene soracak; bilenin kim olduğuna da kendisi karar verecekti.

Bu derecelenmede ilim adamları kitaplar yazdılar ve bunları okutmaya başladılar. Ancak kitabı okutma yetkisi kitap yazanın "icazet"ine bağlandı. Örneğin, Buhârî bir kitap yazdı ve bunu kendisi tedris etti. Ancak onu başkasının tedris etmesi için Buhârî'nin icazet vermesi şartı getirildi. İcazet vize, yani okutma izni demektir. İşte böyle icazetli - vizeli olanlardan halk okumayı tercih etti. Böylece bir "ehliyet" sistemi gelişti. Sonra bu icâzetler birleştirildi ve diploma şekline dönüştü. Bütün ilimlerin icazetini alan ilim adamlarına "ders-i âm" dendi. Halk bunları taklit etti. Bu arada devlet de böyle diplomalı olanları istihdam etmeye başladı. Bugün artık ilk, orta, yüksek okul ve doktora diplomalarını veren okullar vardır. Bunlar uluslararası geçerlilik kazanmış durumdadır.

cbb) EHLİYET TEMİNATI VE EKOLLEŞME

Bu gelişmelerden gelecekte de yararlanılacak, ancak ehliyet sahiplerinin işlerinin ve görüşlerinin "teminatlı/ güvenceli" olması hususu eklenecektir. Ehliyetliye bu teminatı bağlı bulunduğu ilmî grubu, yani ekolü verecektir. Yani, bir kimse bir ekole katılıp, o ekolün otoriterlerine göre işi yaptığı halde bir zarar çıkarsa, tazminat mensubu bulunduğu ekol tarafından karşılanacaktır. Ekol mensupları aralarında bu zararı paylaşıp ödeyeceklerdir. Yani ilmî dayanışma ortaklığı (ekolü) içinde bu halledilecektir. Herkes bağlandığı görüş ve yapılan işte güven içinde hareket edecek, ancak sonunda kendisi tek başına sorumlu tutulmayacaktır.

Her kurumda denge kriterlerine uyulacaktır. Ekol diploma verirse mensupları artacak, mensupları arttıkça genel bütçeden o kadar fazla tahsisat alacaktır. Ne var ki, ehliyetli olmayanlara diploma verirse yapacağı ilmî hatalardan ekol sorumlu olacağı için bilmeyene ehliyet veremeyecek, böylece denge sağlanmış olacaktır.

 

        cbc) EHLİYETİN DERECELERİ

 

KAVRAM: Uzunluğu ölçmekte kullandığımız metre birimi ile her şeyi ölçmemiz mümkün değildir. Örneğin, ışık şiddetini ölçen bir birimimiz yoktur. Ancak bu tür büyüklüklerin kıyaslanarak ölçülmesi mümkündür. Söz gelimi, şu daha kırmızıdır, diyebiliriz. Bir başka ifade ile bu tür büyüklüklerde ancak sıralama birim olabilmektedir. Bir kimsenin şu kadar âlim olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ancak bu kimse, şu kimseden daha fazla âlimdir, demek her zaman mümkündür. Hatta bu hususta kişi, kendisini bile başkalarına kıyasla çok kolay takdir edebilmekte ve daha bilgili olanları üstat olarak seçebilmektedir. Esasen ekollerin doğması böyle olmuştur.

Sistemleşme döneminde, ilimde ehliyetin dereceleri olacaktır.

1- Üstün ehliyetliler: Bunlar, kendi görüşleriyle hareket edecekler, başkalarının görüşlerine uymayacaklar, ekol kurucuları ve devam ettiricileri olarak kabul edileceklerdir. 2- Yüksek ehliyetliler: Bunlar, başkalarının görüşlerine uyabilecekler, kendileri de içtihat yapıp değişiklikte bulunabileceklerdir. Uygulama sistemlerini bunlar kuracaklardır. 3- Orta ehliyetliler: Bunlar kurulmuş sistemleri uygulayacaklardır. Kendileri içtihat yapmayacaklar, bağlı bulundukları ekolün görüşüne uymak zorunda olacaklardır. 4- İlk ehliyetliler: Bunlar, sözlü olarak aldıkları bilgi ve izinle kendi başlarına iş yapabilecek ve iş verebileceklerdir. Ancak bunların bir orta ehliyetlinin mesuliyetinde iş yapmaları gerekecek ve onun dayanışma ortaklığında (ekolünde) olacaklardır. 5-Temel ehliyetliler: Bunlar, kendi başlarına bir işe başlayamayacaklar, kendilerine bir iş gösterildikten sonra, artık o işi kendi başlarına sürdürebileceklerdir. 6- Başlangıç ehliyetliler: Bunlar ancak bir başkasının nezaretinde iş yapabileceklerdir. Ayrıca, belirtilen bu ehliyetler teminatlı olacaktır.

Bir toplumdaki ehliyet oranı ihtiyaca göre sıralanacak ve ehliyetler belli sayıda verilecektir. Örneğin, ülkenin ortalama on bin doktora ihtiyacı varsa, tıp fakültelerinin bu ihtiyacın iki katı kadar mezun edebilecekleri kontenjanları bulunacak, mezun olanlar arasından da doktorluğu en iyi yapabilecek kimseler halkın bağlanmasına / tercih etmesine göre seçilecek ve onlara doktor denilecektir. Böylece halkın denetimi sağlanmış olacak ve sadece fakülteyi bitirmek ehliyet için yeterli kabul edilmeyecektir .Bunun sonucunda halka hizmet eden doktorlar iş bulabilecekler ve denge de sağlanmış olacaktır.

Ehliyetin derecelenmesi ile ilim ölçülebilir, tartılabilir, pazarı ve piyasası kurulabilir hale gelecektir. Kişilerin üretimdeki payları veya hizmetteki ücretleri bu ehliyet sistemine dayalı olarak oluşturulacak, emeklilik işlemleri ve kredi istihkakları meslekî derecelerine göre yapılacaktır.

 

cbd) ÖZERKLİK

Gelecekte ehliyetli olan kimsenin artık o hizmeti görmesi için başka bir otoriteden izin alması gerekmeyecektir. Kendisine doktorluk ehliyeti tevcih edilen kimse doktorluğu yapacaktır. Kimlerin doktorluk yapacağını ise halk belirleyecektir. Yani diploma verme devletten ama kendisine hizmetliyi seçme halktan olacaktır.

Gelecekte bir diğer kriter şu olacaktır Eğer bir hizmet ekonomik değilse, bir başka deyişle, sonunda mala dönüşmüyorsa bu tür hizmetler halka karşılıksız sunulacaktır. Sosyal hizmetlerin hiçbirisi bir bedel karşılığı olmayacaktır. Kişi kendi hizmetlisini kendisi seçecek, ancak ücretini kendisi ödemeyecektir. Örneğin, sağlık hizmetleri, tapu kayıt hizmetleri, muhasebe hizmetleri böyle yapılacaktır.

Hizmetlilere ücretleri ortak bütçeden ödenecek, bu hizmetlerinin karşılığı olmayacaktır. Ancak doktorlar hastayı tedavi ettikleri için değil, kişilerin sağlığını korudukları için, avukatlar davayı takip ettikleri için değil, kişilerin hukukunu korudukları için kendilerine maaş verilecektir. Hasta sayısı kadar değil, kendisini sağlık müşaviri seçen kişiler sayısınca bu paydan yararlanacaklardır.

Seçme bütün vatandaşların her kademede hakkı olacaktır.

Ancak seçilmek için bucaklarda orta, illerde yüksek, devlette üstün ehliyetli olma şartı getirilecektir. İlim adamı olabilme yolu herkese açık tutulacaktır. Ancak yönetim keyfî değil ilmî hale getirilecektir.

         d) İLMİN DİĞER SOSYAL KURUMLARLA İLİŞKİSİ

        da)       İLMİN DEVLET İÇİNDEKİ FONKSİYONU

 

KAVRAM: Doğal hukuk öğretisinde, haklar kanunlarla değil doğa kanunları ile belirlenir. Yasama, doğal ve sosyal kanunları bulup ortaya koyma işlemidir. Bu tespiti de ancak ilim adamları yapabilir. Pozitif Hukuk öğretisinde ise kanunlar anlaşmalarla oluşur. Burada da anlaşmaları mantık diline dökmek yine ilmin görevidir. Öyleyse pozitif hukukta da ilim adamlarının son söz söyleme hakları vardır.

Gelecekte ulusal iradeyi ilim adamları ortaya çıkaracaklardır. Böylece düzen ile ilim arasındaki çatışma ortadan kalkacak ve ilim kurumu düzen içinde gerçek fonksiyonunu ve yerini almış olacaktır. Hem doğal hukuk hem de müspet hukuk öğretisine göre kanunları bulma veya yapma işi ilme ait olduğundan "yasama" fonksiyonu bu kuruma ait olacaktır. Bugünkünün tersine, bu görev siyasîlerin elinden alınacak, dokunulmazlık statüsü kanunları ortaya koyucu niteliğinden dolayı ilim adamlarına verilecektir. Böylece ilim adamlarının özerkliği ve dokunulmazlığı gerçek yerini bulacaktır. Siyasîlerin görevi yasa yapma değil, ülke içinde bu yasalara dayalı olarak adaleti sağlama ve koruma olacaktır.

 

db)          İLİM İKTİSAT İLİŞKİSİ

 

İlim adamları kamuya ait yasama faaliyetini sürdürürken genel hizmetler içinde yer alan öğretim, istatistik, sözleşmeler, hakemlik ve plan ve proje yapımında yöneticilik ve kontrol hizmetleri gibi kamu işlerini de yapabileceklerdir. Böylece bu işletmelerde pratiklerini yapmış ve üretimden ayrıca pay almış olacaklardır. Bu suretle geçimlerini el emeği alın teriyle kazanacak, ilmi ise karşılıksız yapacaklardır. Buradan gelmiş olan genel hizmet payının yarısı ortak fonda toplanacak ve öğrenci sayısı nispetinde bölüşülecektir. Bu, ilim ile hayat arasındaki çatışmayı tamamen ortadan kaldıracaktır.

 

dc) İLİM - DİN İLİŞKİSİ

 

Gelecekte din ile ilmin fonksiyonları ayrı ve net olarak belirleneceğinden, bu iki kurum arasındaki çatışma sona erecek, her biri kendi fonksiyonunu yerine getirecektir. Bir taraftan, din adamlarının ilmî ehliyet sahibi olmaları istenirken, diğer taraftan ilim adamlarının da din adamları tarafından ahlaken tezkiye edilmeleri sistemi kurulacaktır. Bu işbirliği ilim adamlarının ilmi, beşeriyetin ve kâinatın zararına kullanmalarını önleyecektir. İlmi faydalı ilme çevirecektir. Bu din adamlarının tezkiyesi de teminatlı olacaktır. Sosyal düzen içinde başarı ile kontrol edilecektir. Din ile ilim arasındaki çatışma ortadan kalkacak, bunun yerine ilim ve din kurumları kendi alanlarında ve birbiriyle dayanışma içinde tüm beşeriyetin mutluluğu için hizmet verecektir. Dinsizlik de yeter sayıda cemaat oluşturduğu taktirde, bir din olarak kabul edilecek ve bu dine mensup olan ilim adamları, yine bu dinin kurucuları veya temsilcileri tarafından tezkiye edilecektir.

 

e) DİĞER ÖNERİLER

 

ea) SINAV SİSTEMİ

 

Gelecekte öğretim sistemi ile sınav sistemi birbirinden ayrılacaktır. Öğretimi ekoller yapacak, bu ekoller programlarıyla, her şeyleriyle tamamen bağımsız olacaklardır. Ders programlarına karışılmayacaktır. Dinlere devletin karışmaması gibi, ilmî ekollere de karışılmayacaktır. Ehliyetler ise ortak yapılan sınavlar sonucunda devlet tarafından verilecektir.

Böylece yeni  geliştirilecek sistemlerle uzlaşmış bir ilim ortaya çıkacaktır. Bunların başında test sınavları gelecektir. Test sınavlarını bilgisayarlar okuyacak, sınavlarda ferdî etkiler kalkacaktır. Sorular ekoller tarafından hazırlanacak, her ekol gücü oranında soru sorabilecektir. Böylece okullar/ ekoller/ üniversiteler arası rekabet kendiliğinden oluşacaktır.

 

eb)       ORTAK GÖRÜŞLER - OYDAŞMA- KONSENSÜS

 

Sınavlardaki başarılar, bütün ekollerin konu ve görüşlerini bilmeye dayanacaktır. Ekoller arasında birbirlerinin bilgi ve görüşlerini bilme zorunluluğu, ilimdeki birliği sağlayacak ve koruyacaktır. Ayrıca ortak görüş/oydaşma (konsensus-icma) ile sabit olanlar ortaya konulup buna göre ortak metinler hazırlanacaktır.

İlim adamları için, sıralama sistemleri geliştirilecek, sıralayanların da takdir dereceleri oluşturulacaktır. Sonra, ekollere mensup olanların getirdikleri vergi, aldıkları cezalar ekole ayrılacak, kadro tahsisatında etkili hale getirilecektir. Özetle, bir taraftan ilmin özerkliği tanınırken diğer taraftan da ilimde birlik sağlanacaktır.

 

ec)       METİNLER

Bütün ilimlerde ilim adamlarının oydaşmayla kabul ettikleri hususlar toplanacak ve bu gerçekler tartışmaya gerek kalmadan tedris edilecektir. Bir ilmin konularını delilleriyle tartışıp ortaya koyan ortak metinler hazırlanacak ve araştırmacılar bu ilmin tartışmalı olan metinlerinden alıntılar yapacaklardır. Bunun dışında her konu bütün delilleriyle ortaya konulacak, araştırma kitapları yayınlanacaktır. Bu araştırmalara dayanılarak yeni araştırmalar yapılabilecektir.

Ekoller tarafından pratik el kitapları hazırlanacak ve uygulama bu el kitaplarına göre yapılacaktır. Bu el kitapları ekollerin aynı zamanda teminatlı görüşleri kabul edilecek, bu suretle ilim pratiğe de dönüşmüş olacaktır.

      ed) İLMİN YAYGINLAŞTIRILMASI

 

İlim ilerledikçe işler makinelere, hesaplar da bilgisayarlara yaptırılacaktır. Artık insanlar daha çok ilimle uğraşabileceklerdir. Her insan ilimden nasibini alacaktır. Aristo, felsefenin yapılması için kölelerin çalışması gerektiğini söyler. Kölelerin yerini makineler alacak, felsefe yapmak için herkesin bol bol vakti olacaktır.

 

DİPNOTLAR

1-İlim delillerden hüküm çıkarmadır. Bu konuda Usulü Fıkıh üzerinde durulmalıdır. Bu, Islâmiyette içtihat olarak ele alınır. Deliller, yazılı, uygulamalı olmak üzere iki temele dayanır. Yazılı metinlerden ve uygulamadan hüküm çıkarma içtihat olarak tanımlanır ve icma ise içtihatlardaki ortak noktalar, oydaşılan hususlar olarak karşımıza çıkar. Ayrıntı için bak: Sava, Paşa, islâm Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, I, (Çev: B. Ar ikan) Ankara, 1955, s.21-22, 43-49.

2-Naklî ve aklî delil ayırımı üzerinde durulabilir. İnsanın tarih içindeki bugüne kadar oluşan bütün bilgileri naklî delildir. Bu nedenle nakli deliller olmadan insanlar hemen hiçbir şey keşfedemezler. Yazı, dil, oluşturulan bütün sosyal kurumlar bu nakil içinde değer kazanır. Diğer canlılarda naklî ilmi sağlayacak bellek bulunmadığı için, onlarda her hangi bir gelişme söz konusu olamaz. Dolayısıyla naklî delil insanı insan yapan ve hatta belli ölçüde ve yerine göre akıldan da fazla öneme sahip bir delil olarak kabul edilebilir. Aklî delilin önemi ise şuradadır: Bütün naklî deliller ancak akıl ile bir şey ifade edebilir. Neticede bu iki delil olmadan insanın bilgileri bir bütün olarak değerlendirilemez.

3-Hak din- batıl din ayırımı genelde hemen her dinin ileri sürebileceği bir var sayımdır. Hemen her din kendisini hak olarak kabul eder. Bu durumda, hak ile batıl dinleri ayırmada kriter getirilmesi gereği ortaya çıkar. Bize göre bu ancak ilmî kriter olabilir. Bu tür kriterlerin geliştirilmesi insanların batıl olan dinlerin peşinden gitmesini engelleyebileceği gibi din adamlarını da kendi dinlerini aklî hale getirmeleri için gayret içine sokar. Böylece her din ilim ile bağdaşır bir özellik kazanmaya başlar veya çekilir. Ancak burada ilmin sadece kriter getirmesi, değişikliği ise din adamlarına bırakması ve dinlere karışmaması üzerinde ayrıca durulmalıdır. Aksi davranış ilmin din haline gelmesidir.

 (4) Bu konuda Batılı düşünürlerden A. Comte üzerinde durulabilir. Sosyolojinin kurucularından sayılan bu bilim adamı pozitivizm adını taşıyan yeni bir ilim dininin ileri sürücülerinden olmuştur. Ayrıntı için bak: Aron, R., Sosyoljik Düşüncenin Evreleri, (çev. K. Alemdar) Ankara 1989 s. 62; Freyer, 55; Pozitivizmin tenkidi hakkında bak: Adıvar, 430-432.

5-Hukuk düzeni ve devlet "müeyyide" ile tanımlanır. Esasen her sosyal kurumun ve olayın müeyyidesi vardır, örneğin, dinin müeyyidesi günah, ekonominin müeyyidesi zarar ve ilmin müeyyidesi ise yanlışlıklardır. Bu müeyyideler en az hukukî müeyyideler kadar etkilidir. Ancak hukukî müeyyidelerde bütün toplum öngörülen karşılığı vermede ortak bir yasa veya sözleşme oluşturmuşlardır. Müeyyide kavramı için bak: Aral, V., Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, Istanbul 1975, s. 68.

6-Ekonomik ilişkilerde en önemli unsur rıza olarak ele alınabilir. Özellikle anlaşma esasına dayanan akitlerde ekonomik sonuçlar bu şart ile geçerlilik kazanır, örneğin Borçlar Kanunu m.l andlaşmaları rıza ile tanımlar.

7-İlmin halk için olmaması, halkın ilmin sonuçlarından yararlanamayacağı anlamına gelmez. Ancak halkın bütün bu ilmî çalışmaları yapması ve onlara katılması da düşünülemez. Onun için halkın ilmî bakımdan derecelenmesi, diploma sahibi olması ve ancak uzmanlık isleyen işlerin bu kimselere yaptırılması gerekir. Ayrıca ilim mesai isteyen bir özellik de taşır.

8-Tarihte isim yapmış ilim adamlarının hemen hepsinin başından bu tür olaylar geçmiştir. Ayrıca ilim adamı olup yokluk ve sefalet içinde olmayan ve toplum tarafından dışlanmayan kimse yok gibidir. Örneğin, Sokrates, Ebu Hanife, K. Marx, C. Darwin bunlar arasında sayılabilir. Bak: Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969 s.141

9-Tarihi devrelerin kesin rakamları bilinmemekte, ancak bu konuda değişik tahminler yapılmaktadır. Biz burada ileri sürülen bu tarihleri yaklaşık sonuçlar vermesi ve hesaplamada ve tahminlerde kolaylık getirmesi nedenleriyle geometrik dizilere ve logaritmik açıklamalara dayandırdık. İnsanlık tarihinin bilgi bakımından en karanlık dönemlerini ifade eden bu devreler var sayımlarla ortaya konulmaktadır.

(10) Şenel, A., Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara 1986 s. 8,26; Yıldırım, C, Bilim Tarihi, İstanbul 1983 s. 13

11-Rousseau, Toplum.......... s. 147

12-Şenel, Siyasal.......... 16

13-Şenel, Siyasal.......... 9-10

14-Bugün hemen hemen milli eğitime bağlı bütün okullar ile üniversitelerde egemen olan öğretim sistemi budur. Diğer ülkelerde de benzeri aşama yaşanmış olmakla birlikte, ülkemizde henüz tartışma dönemine geçilebilmiş değildir. İlim merkezleri adeta dinî kurumlar gibi hareket etmektedir.

15-Ekollerin doğması oldukça eski dönemlere kadar gider. Mezopotamya, Eski Yunan ve İslâm uygarlığı dönemlerinde ekoller gelişmiş ve insanlık rekabet içinde tartışmayı öğrenmiştir. Yıldırım, 18

16-Tartışmaların teoriden uygulamaya geçişi hukuk alanında İslâm uygarlığı, sanayi ve teknik alanda ise Batı uygarlığı döneminde olmuştur.

17-"Yapmayacaklarınızı niçin söylüyorsunuz" ayeti ve "ilmi ile âmil olma" deyişi bunun açık örnekleridir. Kuran, Sâf 61/2

18-Zannı galip kavramı ve içtihat için bak: Karaman, H., İslâm Hukukunda İçtihad Ankara 1971; Sava Paşa, II, 13

19-Usulü Fıkıh ve içtihat metodu "tümevarım" metodundan başka bir şey değildir. Dil ve hukuk alanında İslâm uygarlığında geliştirilmiş ve uygulanmıştır. Bu konuda ayrıntı için bak Sava Paşa, II, 354 ve dev.

20-Batı deneme yanılma ile "tümevarım" metodunu sanayi ve tekniğe uygulamıştır. Özellikle pozitif bilimlerde bu metodun uygulanması büyük keşiflere neden olmuştur.

21-Bu sekiz ilim eski medrese sisteminin esasını oluştururdu.

22-Dil ile ilgili sekiz ilim üzerinde kısaca da olsa durmada fayda görüyoruz. Bu ilimler sekiz çeşit olarak sadece Arapça'da yapılabilmiştir. Diğer dillerin bu ilimlerden yararlanarak dillerini ilim dili haline getirebilmeleri mümkün olabilir. Biz, olayı Türkçe açısından değerlendirerek açıklamalarımızı ona göre

yapmak istiyoruz. (Ayrıntı için bak: Molla Hüsrev, Miratul-Usûl, Tarihsiz).

SES İLMİ: Ağzımızdan çıkan seslerin çıkış ve değişimlerini inceler. Değişik dillerde biraz farklı olan sesler ağzımızdan çıkmakta ve çıkış yerlerine göre mânâlar kazanmaktadır. Diğer canlılardan farklı olarak insan bu sesleri çıkaracak şekilde yaratılmıştır.

Sesler değişik uluslarda biraz farklı çıkmakla beraber genel olarak birbirine benzeyen sesler kullanılmaktadır. Ancak seslerde birleşme, ayrılma, değişme, düşme ve eklenme gibi bir takım özellikler vardır. Bunların incelenmesi halinde kelimeler arasındaki akrabalıklar kolaylıkla bulunabilir. Örneğin Arapça'daki emîrulma Batı dillerinde amiral olmuştur. Çünkü dilin ahengi bunu gerektirmektedir, işte ses ilmi/ tecvit bir dilin kullandığı sesleri inceleyen ilimdir.

KELİME İLMİ: Aynı sesleri kullanan değişik uluslar aynı sesleri farklı anlamda kullandılar. Örneğin, İngilizlerin head dedikleri şeye Türkler baş dediler. Böylece farklı diller oluşlu. Hangi seslerin neyi gösterdiğini belirleyen ilme kelime ilmi denildi ve lugatlar oluşturularak ortaya konuldu.

Değişik dillerdeki kelimelerin muhtevaları farklıdır. Anadolu'yu her ulus ayrı ayrı bölebilir. Bu taktirde iki dil arasında kelimeler birbirine tekabül etmez. Tercüme, edilmeleri de imkânsız hale gelir. Ancak ilim dilinde durum böyle değildir.

İlim dilinde kelimelerin gösterdiği şeylerin sınırları belirtilmiştir. Su deyince kimyada bilinir. Artık İngilizin Water'indan farksızdır. Halbuki Water belki buzu içine alır da Türkçe'deki suda buz yoktur, yağmur  yoktur. Su eridi denemez. Su yağdı da denemez.

İşte ilim adamları, bir taraftan kelimelerin avam mânâlarını belirlerken, diğer taraftan da kelimelerin ilim dilindeki anlamlarını ortaya koydular. İlme doğru ilerlemeye başladılar. Bu tanımlar olmadan ilmin yapılamıyacağı açıktır.

ÇEKİM İLMİ: Varlıklar değişiktir. Tek unsurlu varlıklar olduğu gibi, çok unsurlu varlıklar da vardır. Diğer taraftan varlıkların özellikleri vardır. İşte dillerde, varlıklar arasındaki bu benzerlikler, benzer kelimelerle belirtilmektedir. Kelimeler varlıkları tanımlar. Ancak varlıklar arasında mevcut ilişkiler, kelime çekimleriyle belirlenir. Göz ile gözlük arasında böyle bir ilişki vardır.

Çekim (sarf) ilmi denen bu ilmin halk arasındaki kullanımı ile ilim dilindeki kullanımı farklıdır. Kuşlar denilince, halk çok kuşu anlar. Ancak ilim böyle belirsiz bir şeyi tanımlanmış kabul etmez. Asgari iki kuş der. İşte, ilim adamları bu çekim kaidelerini belirlemişlerdir. Aynı zamanda kelimelerin ilmî mânâlarını tespit etmişlerdir.

CÜMLE İLMİ: Hem kelime hem de çekim ilmi varlıkları ayrı ayrı belirler. Ancak bunlar arasında kurulması istenen ilişkiyi ortaya koymaz. Bunun için kelimeler yanyana ge getirilir ve cümle yapılır. Bu cümle o iki varlık arasındaki ilişkiyi de belirler. Dünya yuvarlaktır, derken, dünya ile yuvarlaklık arasındaki bağı belirtmiş oluruz.

Her dilde cümle yapıları vardır. Bunlar birbirine benzer. Ne var ki, ilmî bakımdan bunları eş kabul etmek mümkün değildir. Cümleler daha çok olayları belirtirler. Zaman-mekân ve kapsam ortaya çıkar. Belirlilik belirsizlik ortaya çıkar, bunların ilmen tanımlanması ile ilim dili kurulur.

Dillerdeki bu dört ilim bugün bilinmektedir. Ancak henüz ilim dili haline gelmemiş diller vardır. Bu dillerde ilmî tanımlar yapılmamıştır. Konuşma dilidir; yazı dilidir. Ancak ilim dili değildir.

MÂNÂ İLMİ: Dil bir araçtır. Bir mânâyı anlatmak için kullanılır. Örneğin, elinizdeki bıçağı tanımak yeterli değildir; onun kullanış biçimini de bilmeniz gerekir. İşte dildeki  cümlelerin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı da ilmen tespit edilmiştir. Buna mânâ ilmi/meani denilmektedir,

Örneğin, size, Ankara'dan ne zaman geldiğiniz sorulduğunda, ben Ankara'dan dün geldim dersiniz; dün nereden geldiğiniz sorulduğunda, Ankara'dan geldim dersiniz. Yani cevapta asıl istenen kelimeyi fiile yaklaştırırız. İşte gereği gibi konuşma ilmine meani denir. Şüphesiz bu kullanışların da ilmî bakımdan farklı kesin anlamları olacaktır.

ÜRETME İLMİ: Dil geçmişte bilinenleri ortaya koyar. Hayvanlar gibi tekamül etmez varlıklar olsaydık, geçmişteki dilimiz yeterli olurdu. Arılar hareketle, kuşlar seslerle konuşurlar. Ne var ki, bunlar belki milyonlarca yıldır hep aynı cümleleri söylerler. Halbuki, insan tekamül etmektedir, gelişmektedir. Yeni bilgiler edinmekte, yeni varlıkları tanımlamaktadır. Öyleyse yeni kelimeler ve cümlelerin üretilmesi söz konusudur, işte buna beyan veya dil üretme ilmi diyoruz.

Yeni dil eski kelimelerin yeni anlamda kullanılmasıyla ürer. Mecaz ve kinaye yollarıyla biz yeni kavramları anlatırız. Karşı taraf bunu anlar. Sonra kullana kullana kelime yeni kavram haline gelir. Bütün bunları inceleyen ilme beyan ilmi adı verilmiştir.

Demek ki, bir taraftan kelimeler zamanla değişe değişe başka türlü söylenmekte, diğer taraftan söylenmesi değişmese bile zamanla mânâları değişmektedir. Bu sebepledir ki, dilde, özellikle kelimeler, doğar, yaşar ve yaşlanır; kullanılmaz hale gelir.

Başlangıçta bütün dillerin tek dil olduğu bilinmektedir. Sonra değişe değişe bugünkü çeşitli diller doğmuştur. Dildeki bu mânâ değişmeleri de ilmen ele alınmış, böylece ilmi buluşların, dile nasıl getirileceği tespit edilmiştir.

EDEBİYAT İLMİ - GÜZEL İFADE İLMİ: Söylediğiniz sözü karşı tarafın dinlemesi, sonra da anlaması için, hem dinlemesini hem de dinledikten sonra anlamasını temin edecek şekilde konuşup yazmanız gerekir. Bunun için bir ilme, bir sanata ihtiyaç vardır. İşte gramerciler bunu da ele almışlar ve bir dilde, istenen güzelliği, akıcılığı ve tatlılığı belirlemeye çalışmışlardır.

TELİF İLMİ: Bir cümle veya bir konuşma tek başına bir şey ifade etmez. Örneğin, kâinat tek oluştur ve bir bütün içinde ahenklidir. Aynen bunun gibi sözlerde de çelişki olmamalı, tüm sistem ortaya konmalıdır. Hasılı bir cümle söylemek, bir eser meydana getirmek, bir kitap yazmak için de dil ilmine ihtiyacımız vardır.

Telif ilmi bugün parça parça gelişmiştir. Her ilim kendi metotlarını, sistemini koymuştur. Roman, tiyatro, fıkra, tarih hep kendi metotlarını kendileri bulmuşlardır. Ancak henüz Batıda, bunun bir ilim olarak bütün konular için tedvini ele alınmamıştır.

İşte dil üzerinde bu çalışmalar yapıldıktan sonradır ki, ilim dili veya dilleri ortaya çıkmıştır. Bundan sonra ilimler süratle gelişmeye başlamıştır.

(23) Yukarıda dil için sayılan ilimlerin benzeri, matematik ilimleri için de geçerlidir. Ancak bu defa konunun geliştiği uygarlık başlangıç ve denklemlere (cebir) kadar İslâm uygarlığı olmakla birlikte, daha sonraları Batı uygarlığı olmuştur. Batı, matematikte Arap rakamlarını aldıktan sonra büyük gelişmeler yapabilmiştir. Bu sekiz ilim şunlardır:

BİRİMLER İLMİ: Sayacağımız nesnelerin birimlerini belirleme ilmidir. Bu sanıldığı gibi basit değildir. Vücudumuzun sıcaklığı ve soğukluğu ilk yaradılışından beri bilinmektedir. Ancak birim tanımlanmadığı için ancak son yıllarda matematiğin ve ilmin konusu olabilmiştir. Sıcaklık birim ile tanımlanmasaydı termometre icat edilmeyecek ve buna bağlı her türlü teknik araç, örneğin, bugünkü motorlar olmayacaktı.

Üzülmeyi ve sevinmeyi bildiğimiz halde birimini bilmiyoruz. Dolayısıyla bunlar ilmin konusu dışındadır. İnsanlar arasında mübadele, fiyat ve ücret birimleriyle doğmuştur. Bir konuda birimi bulmak demek, o konuyu ilmin kontrolü altına almak demektir.

Başlangıçta değişik varlıkların birimleri ayrı ayrı idi. Ancak zamanla varlıklar tanınmış, birimler arasında irtibat kurulmuş ve birimler de birbirine bağlanmıştır. Ayrıca matematik de kendi birimlerini tanımaya başlamıştır.

SAYILAR İLMİ: Sayılar, birimlerin çoğalması ile elde edilen miktarı belirler. Tam sayılar, kesirli sayılar, negatif sayılar, hayalî (irrasyonel) sayılar bir bütün oluşturur. İnsanlar saymaya parmaklarıyla başladılar. Bundan dolayı onluk sistem gelişti.

Şimdi bilgisayarların bulunmasıyla ikili sistem de onlu sistem kadar önem kazandı.

İŞLEMLER İLMİ: Saymanın kolaylaştırılmış şekline işlem diyoruz. Toplama, iki sayının birleştirilmiş şeklidir. Çarpma, toplamların kısaca yapılmasıdır. Bu sayede çok sayıdaki işler azaltılmıştır.

Toplama, çıkarma, çarpma, bölme, üst alma, kök alma gibi ana işlemlerin dışında logaritma, trigonometrik hesap gibi sayısız işlemler tanımlanmakta ve gerekli yerlerde kullanılmaktadır.

EŞİTLİKLER İLMİ (CEBİR): Dildeki cümlelere tekabül eder. Eşitliklerde sayıların yerine harfler konur. İşlemler harfler üzerinde yapılır. Bilinmeyenden bilinen bulunur. Bu suretle bilinmeyen miktarlar bilinenler haline sokulur. Cebir ilmi, Mezopotamya'da başlamış ancak asıl gelişmesi İslâm Uygarlığı döneminde olmuştur. Cebirin özelliği birimleri tespit edilemiyen miktarlar üzerinde de hesap yapma imkânı sağlamasıdır. Cebirin temeli ise dengedir. Bir terazinin iki kefesine aynı şeyi koyup çıkarmakla dengenin değişmeyeceği esasına dayanmaktadır.

DEĞİŞMELER İLMİ (ANALİZ): Birinin değişmesiyle diğerinin nasıl değiştiğini ele alır. Örneğin, çekilen tel uzar. Ancak ne nispette uzar; bunu, ele alıp inceler. Türev ve entegral, ilmin bize getirdiği imkânlar olan sonsuz küçük ve sonsuz büyük mefhumları tanıtmıştır. Cebirde sıfır vardı. Ancak bu sıfırın mânâsı ancak değişmeler ilmi ile tam olarak ilmen tanımlanabilmiştir. İki varlık bazan dururken etki etmezler. Ancak birinin hareketi diğerini etkiler. İşte bundan dolayıdır ki, değişmelerin ayrıca ele alınıp incelenmesi için ilme ihtiyaç olmuş ve böylece Analiz ilmi doğmuştur.

ÜRETMELER İLMİ: Yeni matematiğin oluşturulmasıdır. Tam sayılardan sonra kesirli sayılar, ondan sonra negatif sayılar doğdu. Yetmedi ve imaginer (hayalî) sayılar icat edildi. Aynı şekilde toplama çıkarma ve çarpmanın yanında yeni işlemler tanımlandı. İlim ilerledikçe hep yeni matematiğe ihtiyaç duyulmuş ve böylece yeni disiplinler üretilmiştir.

Yeni matematik sayıların yazılış yerlerinde mânâlar kazanmaktadır. Çokluklar arasındaki benzerlik ve değişmeler ele alınmaktadır. Matris denilen bir birimler topluluğu ve işlemler ortaya konmakladır. (124) bir iki dört sayılarından oluşan bir örneği ele alalım. Başta yazılan yüzler basamağını ve yüz'ü, ortada yazılan on'lar basamağını ve iki onu ve sonundaki ise birler basamağını ve sadece dördü ifade eder. Bu bize yerine göre değerlendirme sistemini getirir ve çok kolaylık sağlar. Bir kimsenin diyelim, sınıfı, yaşı, boyu, ağırlığı bir matrisle ifade edilmiş olsun: 008 031 166 080'den oluşan bu sayılar grubunu, yani matrisini sekizinci sınıfta, 31 yaşında, 166 boyunda ve 80 kilo ağırlığındadır, şeklinde okuyabiliriz. Böylece kendi matematiğimizi kurmuş oluruz.

İSTATİSTİK İLMİ (İHTİMALLER HESABI): Eskiden güzelliğin birimi bulunamamıştı. Oysa şimdi güzellik, matemalik'le tanınabilmektedir. Bu, sapma olarak ölçülebilir. Diyelim ki, bir yol en güzel olsun; ondan uzaklaşmaların matematiği vardır. Orta değer en güzel kabul edilir.

Estetik matematiği, bozulma ile bulunmuştur. Herşey kendiliğinden bozulur. Halbuki canlılar estetiğe doğru gider. İnsan da estetiği geliştiren bir varlıktır. Daha önceki matematik sadece kesin sonuçları ortaya koyuyordu. Oysa istatistik, ihtimaliyat matematiğini geliştirmiştir. İçtihatta olduğu gibi kesin olmayan sayılar da matematiğin içine girmiştir.

PROGRAM İLMİ: Bilgisayarlardan önce matematik ayrı ayrı hesaplar şeklinde idi. Bilgisayar bize toptan düşünmeyi ve bir sistem içinde hesaplar yapmayı öğretti. Bilgisayarlar birbirine bağlandı. Programlar programları üretti ve birlik doğmaya başladı. Artık hem matematik hem de dil son şeklini almaya başladı.

 

 

 

 

 

 

 

 


SOSYAL DENGE -1/Devlet yapısının tarihi seyri
1-ÖN KAPAK İÇİ
1761 Okunma
2-KISALTMALAR
1586 Okunma
3-İÇİNDEKİLER
1611 Okunma
4-ÖNSÖZ
1884 Okunma
5-GİRİŞ
1742 Okunma
6-SİYASÎ AŞAMALAR
2306 Okunma
7-İKTİSADÎ AŞAMALAR
2232 Okunma
8-DİNÎ AŞAMALAR
1794 Okunma
9-İLMÎ AŞAMALAR
1955 Okunma
10-DEĞERLENDİRME VE SONUÇ-şekiller
1614 Okunma
11-SOSYAL KURUMLARIN KRONOLOJİSİ ÜZERİNE BÎR YAKLAŞIM *
1497 Okunma
12-KAYNAKÇA
1709 Okunma