YKARIDAKİ M. ALİ BULUT YAZISINI OKUDUYSANIZ, BU UZUNCA YAZIYI DA OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM...
Reşad
(RNE)
BU MEDENİYET BİZE UYMUYOR!
Ahşap evlerimizi terk etmemeliydik!
Sadettin Ökten Hoca’nın muhteşem İstanbul dersleri devam ediyor, biz de aktarmayı sürdürüyoruz.
05 Mart 2011 Cumartesi 10:23
Bir Halil evvel gelip esnâmı (putları) kılmıştı şikest
Sen Halil’im şimdi geldin, halkı kıldın putperest.
Bu halk söyleyişiyle ikinci dersi başlattı Sadettin Ökten Hoca, 25 Şubat Cuma günü. İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Dersimiz İstanbul’un ilk bölümü, Ökten Hoca’nın “Yaşadığım Şehir” konulu üç haftalık seminerinin bu hafta ikincisine nail olduk. Ökten Hoca yine bir iki nükte ile dikkatleri üzerinde toplayıp konuya girdi:
“Geçen hafta çocukluğumun İstanbul’unu anlattım. Bu İstanbul, Osmanlı’nın son döneminden uzayıp giden bir İstanbul imiş. Nedir o son dönem: Sultan Abdülhamit devri. Sultan Hamit devri İstanbul’da bir masal gibi anlatılırdı. Balkan göçmeni bir komşumuz vardı, Ahmet Amca. O devri yaşamış. Pazarda ucuzluk olduğunda ‘Pazar bu hafta Sultan Hamit devri gibi.’ derdi.”
Tarih kokusuna biraz aşina olan herkes gibi şaşırmadık desek yeridir. Elimize saman kağıt kitaplar değene kadar Ulu Hakan’a Kızılsultan diyen bizler değil miydik? Liseli gençlere ‘Padişah’ kelimesini söyleyip akıllarına gelen ilk üç kelimeyi sorsak, (istisnalar hariç) ‘şişko’, ‘şarapçı’, ‘dansöz oynatan’ ilk üçü açık ara göğüsleyeceklerdir. “Gerek kitaplar, gerek görsel medya...” diye beynimizde fırtınalar kopuyordu. Konumuzdan kopmadan Ökten Hoca’ya kulak verelim. Hoca enerjik, hala bir şeyleri verebilmenin derdinde:
İnsanı inşa eden şehirler!
“Bu hafta değişen İstanbul’u anlatacağız. Artık o eski, tarihi evleri görme imkanımız kalmadı, yok oldular. Yalnız Yahya Kemal’in abidevi Kocamustafapaşa şiirini okursanız biraz olsun o ambiansı tadabilirsiniz. O semtleri insanlar inşa etmişti ve o semtler de insanları inşa ediyordu. Bu döngünün içindeki insanlar farklı insanlardı. Hayata bir modernist, bir kapitalist gözüyle bakmıyorlardı. Tevekkül, teslimiyet, teenni, merhamet ve şefkat onların hayat düsturlarıydı. Hayatı kesinlikle acele yaşamazlardı. Bu tarihi yarımadanın İstanbul’u; Fatih, Kocamustafapaşa, Aksaray, Beyazıt böyle bir İstanbul’du. Nişantaşı, yeni gelişen Şişli, Taksim civarı da Batılı, Frenk İstanbul’du. Onların mentalitesi bunlardan tümüyle farklıydı. Bu İstanbul 1950‘lerin ortalarına kadar böyle geldi.”
“İstanbul’u anlamak o kadar kolay bir şey değil. Çünkü bir çok insanın özgün düşünce ve duygularının birikimi var bu şehirde. O insanların ruh hallerini, psikolojilerini, kültürel birikimlerini, hayatın akışını devriyle beraber anlayıp yorumlamak lazım ki İstanbul’u anlamış olalım. Ben size çok samimi söylüyorum, her zaman bu kadar açık olmam; İstanbul’da doğdum, ciddi meraklı bir insanımdır, aklım da fena değil hani, ‘İstanbul’u anladım.’ diyemiyorum. Çünkü ben gerçek İstanbul insanını, daha doğrusu Osmanlı medeniyet yorumunun yetiştirdiği insanları gördüm. Onların hayata bakışını, düşüncesini, duygusal boyutunu tanıyorum, o boyutla kendimi karşılaştırdığım zaman onlar gibi olmadığımı çok net anlayabiliyorum. Ben Batı uygarlığının Türkiye’ye yansımalarıyla örselenmiş bir Osmanlı hayranıyım. Neden Osmanlı’ya hayranım, çünkü özgündü. Benimki kuru kuruya bir hayranlık değildir. İnsanlık alemine katkı yapan büyük dönemler ve onların yetiştirdiği büyük insanlar vardır. İşte Osmanlı dediğimiz olgu da, İslam Medeniyetinin böyle bir yorumudur ve insanlığa büyük katkıda bulunmuştur. Bu katkının da ortaya çıktığı mekan, İstanbul’dur.”
Mezarlıklar şehirle iç içeydi
Ökten Hoca böyle mütevazı konuştukça hayranlığımız daha bir anlatıyor, daha bir dikkat kesiliyorduk konuşmalarına. Çocukluğumuzun kış akşamlarında büyüklerimizden dinlediğimiz o hikayeleri dinliyor gibiydik. Canlı bir tarih gelmiş, o güzelim İstanbul’u yazıyordu gönüllere. Hiçbir karşılık beklemeksizin, belki de o eski İstanbul’a duyduğu sadakatten, onu hiç olmazsa gönüllerde yaşatmak için yapıyordu bunu. Allahu alem! Ökten Hoca küçük bir nükteyle konuyu medeniyete getirdi. Biz kimdik ve diğerlerinden ne farkımız vardı? Mesela ölüm bize ne ifade ediyordu? Hoca şehir dokusu üzerinden çok basit bir örnekle açıkladı bunu:
“İslam Medeniyeti’nin Osmanlı uygulamalarında mezarlıklar yaşayanlarla iç içedir. Bir şehrin kapısından çıktığınız zaman mutlaka mezarlıktan geçmek mecburiyetindesiniz. Daha evvel mahalle dokusunu anlatmıştım. Mahalle dokusunda mutlaka bir kaç türbe vardır. Oradan geçen insan bir adım atsa birinden birine kavuşur. İster beğenin ister beğenmeyin, ister ölümden korkun ister korkmayın, Osmanlı uygulamaları hayatla ölümü içiçe hoş görmüş. Neden? Çünkü hiçbir insanın bir dakika fazla yaşayacağının garantisi yoktur. Osmanlı ölümü adeta muhlis hale getirmiştir. Mezarlıkları şehirden kaldırdığınız anda şehrin altından büyük bir temeli çekip almış olursunuz.”
Kalmadı mı Batı’dan bir farkımız!
‘Galiba Batı’ya bir koz daha verdik.’ diye düşünüyorduk. Bir replik vardır ya: ‘Ben namaz kılmıyorum, sen de kılmıyorsun. Ben içki içiyorum, sen de içiyorsun. Benden farklı bir şey yapmıyorsun. Bu durumda ya sen Hristiyansın ya da ben Müslümanım.’ Artık bunu da çok rahat diyebilirler zannedersem: “Ben ölümden korkuyorum, en az benim kadar sen de korkuyorsun.”
Biz bunları düşüneduralım Ökten Hoca şehir dokusunun insan üzerindeki etkilerinden devam ediyordu: “Bu şehirde bir dünya görüşünün hayata yansımasıyla oluşan bir doku vardı ve kendi içinde işleyen bir dokuydu. Siz gelip bu dokuya Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Ordu Caddesi vs. açarsanız dokunun içinde gizli olan dünyevi emelleri teşhir eder, hırsı ortaya çıkarırsınız. Ve bu hırs çok farklı biçimlerde içten gelen nefsani, beşeri bir kaynamayla ortaya çıkar. İnsanlar ilk başlarda utanır. Toplumun bazı normları vardır, o normlar dahilinde davranırsanız utanılacak bir şey yapmazsınız. Normlar değişirse utanma biçimi de değişir. Toplumun normlarını değiştirirseniz utanılacak bir şey yapmış olmazsınız.”
Her şeyin temelindeki duygusallıktan uzaklaştık
Ökten Hoca’nın bu ‘norm’ bahsi hafife alınacak gibi değil. Gerçekten fazla uzağa gitmeye gerek yok. Son 20 yılımıza baksak nice normları yıkıp yerlerine yenilerini koyduk. Normallerimiz değişti ve biz kendimizi hala eski ‘biz’ zannediyoruz. İsterse soğan ekmekle akşam edelim, babalarımızın İstanbul’uyla kıyaslarsak bugün bolluk içerisinde yaşıyoruz. Bakın Ökten Hoca o yılların Türkiye’sinden ufak bir örnek veriyor:
“1950‘lerin ortalarında fakir bir Türkiye vardı ve ancak gıdasını temin edebiliyordu. Savaş bitmiş fakat etkileri hala devam ediyordu. 1909 doğumlu dayım geldi bir gün, ağlıyordu. “Abla!” diyordu anneme, “Ben yarım kilo baklava aldım, hadi birer tane yiyelim.”
Konferans salonu buz gibi oldu bir anda. Yarım kilo baklavaya gözyaşı döken bir insan tasavvuru akıllarımızı biraz zorlamıştı. Hoca bu anekdottan sonra belki de tarihçilerin ufkunda bir ışık çakmak için farklı bir yerden bahsederek medeniyet idrakinin önemine bir kez daha değindi:
“Belki duymuşsunuzdur. İskenderpaşa diye bir semt ve onun bir camisi var İstanbul’da. O camide bir hoca efendi vardı: Mehmet Zahid Efendi. Türkiye’nin bu mistik tarihi bildiğim kadarıyla henüz yazılmadı. Zahid Efendi bir Nakşi şeyhi. Onun etrafında ciddi halkalar oluşmuştur. İşte Erbakan Hoca’nın başlattığı siyasi hareket orada başladı. Numan Bey’in partisi vs. oradan zuhur etti. Yani Türkiye’nin son elli yılında büyük etkisi var. Bu cami 1999 depreminde müthiş bir hasar gördü. Biz de teknik olarak gittik, baktık. Caminin hasar görmesi için ne gerekiyorsa yapılmış, yapan kendi cemaati. Bunu yapan insanlar çok iyi niyetli ama Osmanlı Medeniyet duygusallığının arka planına inememiş insanlar.”
Parantez içinde Erbakan üzerine
Dersimiz geçen cuma günüydü ve Ökten Hoca farkında olmadan belki de son kez hayattayken Erbakan Hoca’dan bahsetti. Buraya ufak bir anekdot eklemek istiyorum. Dino Merlin olarak tanınan Bosna’nın ünlü sesi Derviş Halidzoviç’e “Sen olmasaydın karanlığı ışık bilirdim.” dedirten Aliya İzzetbegoviç bakın ne diyor: “Türkiye’deki bütün siyasetçilerin hayalini toplasanız, Sayın Erbakan’ın yaptıklarına erişemez.”
Ökten Hoca eski evler ve yaşayanlarıyla günümüzü kıyasladığında hiç beklenmedik bir tablo ile karşılaştık. Biz alışmıştık ve neye alıştığımızın farkında bile değildik. Hoca’nın yoruma hacet bırakmayan sözlerine dikkat buyrun:
“Zannederdik ki ahşap ev eşittir fukaralık, sefalet, köhneliktir. Çok sonra öğrendik ki eğer iyi kullanırsanız son derece güzel bir mimari kompozisyon çıkar ortaya.”
Ahşap evleri terk etmemeliydik!
“Altı metre sokağa 15 metre ev dikerseniz tünele girmiş gibi olursunuz. Bir de arabaları dizdiniz mi, geçmek mümkün değil. Hafakan basıyor insanı. Peki oturanlar? Onlar nasıl durabiliyorlar? Açıklayayım: Alıştılar bu yüklerine. Şişman bir adam düşünün, 70 kilo ama tıbbi olarak 60 kilo olması gerekir. Eline on kilo yük versen ‘Of of!’ der, taşıyamaz ama on kilonun hamallığını yapıyor, alıştığı için farkında değil.”
“Belki küçük yerel çözümlerle, oradaki dokuyu fazla bozmadan yaşayabilir miydi bilemiyorum fakat yaşasaydı çok güzel olurdu. Dünyada buna benzer başka bir şehir yok. Hele bu hayat tarzıyla...”
“Bir doku değişirken o dokunun barındırdığı insanlar da şüphesiz değişir. Yahut zaruret nedeniyle orada otururlar ve en ufak bir imkan ellerine geçtiği anda o dokudan firar ederler. Çünkü onların yapısıyla doku uyuşmazsa bu insan için büyük bir azap olur. Hele hele özgünü görmüş, o dokuyu yaşamış, çilesini çekmiş insanlar için farklı bir dokuda yaşamak çok zordur. Burada barınamayan insanların imkanı olanları, İstanbul’un birer sayfiyesi olan Göztepe, Erenköy, Kızıltoprak tarafına gittiler. Orada da apartmanlar vardı ama bahçeliydiler ve kat adeti azdı. İmkanı olmayanlar ise Avcılar, Büyükçekmece ve Küçükçekmece civarına gittiler ve böylece şehir boşaldı. Boşalan bu şehre yeni insanlar geldi ve bu insanlar para kazanmak istiyorlardı. Kapalıçarşı değişti, Tahtakale değişti, Mısır Çarşısı değişti ve yepyeni bir İstanbul’la karşı karşıya kaldık. Böylece daha çok üreten, daha çok satan, daha çok hareketli yaşayan ve hayata karşı hırsı olan bir İstanbul ortaya çıktı.”
“Kapitalizm kendi içinde tutarlı bir sistemdir. Bizim kodlarımız farklı.”
Osmanlı’ya ait kavramlar neden yükselişte?
“Neden şimdilerde giderek artan ‘Eski neymiş?’, ‘Osmanlı neymiş,?’, ‘Osmanlıca öğrenelim.’, ‘Osmanlı tarihine bakalım.’ sözleri dillendirilmeye başladı? Bu bir eksiklik, bir realite olmasa kimse bize bunu sormaz. Çünkü bir kimlik bunalımına doğru gidiyoruz. Modernitenin sunduğu kimliği biraz biraz tanımaya başladık, daha tam tanıyamadık. Biraz çerçevenin dışına çıkıp baktık ki bu kimlik bize uymuyor. ‘Biz kimiz?’ meselesi zor bir soru. Bir insanın buna cevap vermesi için oturup ciddi bir şekilde ilmi çalışmalar yapması lazım, yapamıyorsa yapanların sözünü dinlemesi lazım. Popülist akımlara papuç bırakmaması lazım.”
Kendimizi keşfeftmek zamanıdır!
“Bugün İstanbul’da mekanlar artık bize ait olmaktan çıktı. Mesela sokaklar hep Avrupa taklidi, oradaki sokağın birer karikatürü. Neden karikatür diyorum? Çünkü oradaki reel sokak, o toplumun, o kültürün ürünüdür. Halkın yaşadığı sosyal maceranın mimariye yansımasıdır. Bizimkiler oranın taklidi. Bizim özgünlüğümüz eski ahşap evlerdi. Bizim bugün böyle bir konseptimiz var mı? Yok. Ama bunun farkında olmamız çok önemli bir hadise. Bunun farkında olun. Benim lafıma kulak asmayın, bizzat deneyin. Şöyle düşünün: ‘Benim bugün bu kılık kıyafetimle, heavy metal dinleyen kulaklarımla ne dinlemeliyim? İsmail Dede’yi mi dinlemeliyim, Zeki Müren mi dinlemeliyim, Orhan Gencabay mı? Ben neredeyim?’ Bu muhasebeyi lütfen yapın. Hiç kimseye kulak asmadan birebir yapın. Göreceksiniz ki tutarlı olabilmek için, bir bütünlük arzetmesi için bir takım gereksinimler var.”
Ökten Hoca’nın bu sözlerinden sonra derse kısa bir ara verdik.
Abdullah Şahin bir dersin feyziyle yazdı
ÖKTEN HOCA NE GÜZELMİŞ
Ekmeği yiyorduk şimdi tüketiyoruz!
Sadettin Ökten Hoca Şehir Üniversitesinde "Yaşadığım Şehir" konulu ders verdi.
23 Şubat 2011 Çarşamba 18:22
İstanbul Şehir Üniversitesi’nde dört gözle beklediğimiz “Dersimiz İstanbul” Sadettin Ökten Hoca’nın “Yaşadığım Şehir” adlı semineriyle nihayet başladı. Dersten 20 dakika önce konferans salonunu önden yer kapmak için doldurduk ve hocayı beklemeye koyulduk. ‘Dersimiz İstanbul’un koordinatörü Yunus Uğur hocamızın giriş konuşmasının bitmesine yakın Sadettin Hoca salona girdi ve ders başladı.
Eski İstanbul’u yaşadım
Daha önce birçok kez farklı kaynaklardan okumuştuk eski İstanbul’u ama bu sefer farklıydı. O günleri yaşayan bir insanın ağzından dinleyecektik. Ve Saadettin Hoca öğrendiklerinin zekâtını fazlasıyla vererek farkı hissettirdi. O günleri anarkenki sesinin tonu, gözünün parlayışı, bize o eski İstanbul’da iki saatte de olsa yaşama fırsatı verdi.
“Doğma büyüme İstanbulluyum, nerede terk-i diyar ederim bilmiyorum” diye söze girdi hoca ve öznel İstanbul’u anlatacağını, kimsenin nesnel olarak İstanbul’u anlatamayacağını ekledi. Elde kalem, dizde defter bekliyorduk. Hoca damardan girdi mevzuya: “Şu an Beykoz’da bir köyde oturuyorum. Bakın! Zamanla dil ve ona bağlı olarak mantalite değişiyor. Eskiden ‘oturuyorum’ derdik, şimdi ‘yaşıyorum’ diyoruz. Ekmeği yiyor idik, şimdi tüketiyoruz.”
Edebin kalmadığı yerde İstanbul kalmaz!
İlk ısınma turundan sonra resti çekti hoca. Aslında restten daha çok bir temenni, bir rica idi: “Anlatırken kodlarımızın tutması biraz zor, ama tutmalı. Kodları tutturamazsanız ne Frenk olabilirsiniz ne yerli.” Hoca yaşadıklarını anlatıyordu samimi bir şekilde, dedenin kucağındaki torununu hayata hazırlaması gibi: “Bir şehirde, hele de İstanbul gibi müeddep bir şehirde oturmak edep ister. Edebin kalmadığı yerde İstanbul da kalmaz. Osmanlı bakiyyeleri edeplice yaşıyorlardı, o insanlardan kalmadı artık. O insanlar çoğulcuydu, farklılıkları kabullenmiş bir arada yaşayabiliyorlardı. Doğduğum(1942) yıllarda İstanbul’un nüfusu 700.000 idi ve 300.000’i Rum, Ermeni ve Yahudi’lerden oluşuyordu. Onlardan kaç kişi kaldı şimdi; hayata çoğulcu bakamaz olduk, gittikçe tektipleşiyoruz.”
Kendimizi kıyaslamalı sağlam bir dersin içinde bulduk. Hoca geçmişle günümüzü kıyaslıyor ve kaçırdığımız, daha doğru bir ifadeyle elde etmemiz gerekenleri bir bir önümüze döküyor, bizi heyecanlandırıyordu: “Çocukluğumda Atikali’de oturuyorduk. Atikali yavaş yaşayan bir yerdi. Oraya girince bir çocuk olarak farkı hissederdim. İnsanlar daha bir yavaş yaşar, daha bir güler yüzlü olurlardı. Uhrevi bir hava vardı. Bu seküler insanın sevmediği bir şeydir. İnsanların birbirine ilgisi menfaate değil muhabbete dayanırdı. Onlar yokluğun peşindeydi, bugünün insanı varlığın peşinde.”, “Evler ahşaptı. Ahşap ev insan gibidir, ses çıkarır; yağmurda farklı ses çıkarır rüzgârda farklı. Yazın kurur, çıtır çıtır seslerini duyarsınız. Bu sesler insanla direk ilişki kurabilirdi. Ahşap evde yaşayan insanlar evle bütünleşirlerdi. Eskiden şükür kavramı vardı. Aynı odada oturur, yemek yer, muhabbet eder, yatardık. Ne hikâyeler anlatılırdı o odalarda. Maddi sıkıntılar hiç üzmezdi onları.”
Ok Meydanına abdestli girilirdi
Bununla da kalmıyor, o engin bilgisinden damlaları üzerimize şifa niyetine serpiyordu Ökten Hoca: “Sizin mahrum olduğunuz güzel bir imkânımız vardı: Sayfiye evi. Yazın Kanlıca civarındaki ahşap bir köşke sayfiyeye giderdik... Eskiden Okmeydanı vardı şimdi kalmadı. Okmeydanı’na girilirken ayakkabı çıkarılır, takke takılır abdestli girilir. Ok atan son padişah Abdülaziz’di.” Çoğumuzun notlarının ekseriyetini oluşturan bu tür bilgilerdi zannedersem. Arda kalanları yazamazdık, sadece hissedebilirdik ve hissediyorduk da.
Konu geçmiş olunca önümüzde bir umman beliriyor, hele onu yetkin bir ağızdan dinliyorsak. Dikkat buyrun, Hoca ne güzel reçete veriyor: “İnsanlara küçük yaştan itibaren özgürlük ve sorumluluk verilirdi. 8-9 yaşlarında bir çocukken; yazın her sabah 7.30’da Boğazdan vapura biner, satılan yerden gazete alır, eve dönerdim. Şimdi “aman çocuğum yorulmasın, psikolojisi bozulmasın, aman çocuğum kaçırılır” deniliyor. Annem babam endişelenmiyor muydu? Endişeleniyorlardı elbette ama ‘hayatı öğrensin, alışsın’ diye yolluyorlardı.”
Sardunya saksısı Vita yağları…
“Seyyar esnaflar vardı. Simitçisi, sütçüsü, gazetecisi, şekerlemecisi edepli bağırırdı. Roman vatandaşlar müzik satardı. Darbuka, keman ve ufak bir oynayan kız. Biraz daha muhafazakâr yerlerde oynayan kız olmazdı. Pencereden para atarsınız, alırlardı. Sokaktan tamirciler geçerdi, muslukçu, tenekeci... Musluk mu bozuldu, nereden yeni musluk alıyorsun? Muslukçuyu çağırırsın, bir keçe sarar, tamir eder yeniden kullanılır hale getirirdi. Bakır kaplar ancak zengin evlerinde olurdu. Fakirler teneke kap kullanırdı; yemek kabı, su kabı vs. için. Sonra Vita Yağı çıktı. Kabına çok güzel sardunya dikilirdi. İhtiyarlar özellikle sardunya diker, kedi beslerlerdi.”
“Büyüklerle beraber oturulurdu. Anne babayla evi ayıranlara kötü gözle bakılırdı. Eskiden herkesin mizahi bir tarafı vardı. Bu iletişim araçları bizim mizahımızı köreltti, bizi pasifleştirdi. Küçük esprilerle kırmadan karşısındakini ti’ye almak bir İstanbul rengiydi.”
“Bizim civarda muhallebici olurdu. Pastaneler Beyoğlu taraflarındaydı ve Rumlar işletirlerdi. İlk pastaneyle 18 yaşımda tanıştım.”
İstanbul semalarında hoparlörsüz ezan sesleri
“Ezanlar klasik Türk musikisinin temel makamlarında (Hicaz, kemah, nihavent vs.) çıplak sesle okunurdu. Bir beşeriyet hissedilirdi. Ezan sesi sanki gaipten geliyor gibiydi. Hafızlar Kur’an’ı temsili okurdu. Azap ayetlerini vurgulu, rahmet ayetlerini yumuşak bir şekilde... İmam ve müezzinler görevlerinin dışında başka iş yapmazlardı.”
“Hademeler işlerinden dolayı aşağılanmaz, bir mühendisle aralarında bir fark gözetilmezdi. İnsansa hürmete layıktı. Rızkın Allah’tan olduğuna iman edildiğinden hiç kimse kimseye karşı eziklik hissetmezdi. Beraber yenilir, içilirdi.“
Hoca’nın “Bugünlük bu kadar, kalanını haftaya anlatırız artık.” demesiyle zaman yolculuğumuz sona erdi. Dinlediklerimizin etkisinde, o günlerin özlemini dimağımızda bir yük gibi taşıyarak salonu boşalttık.
Abdullah Şahin mest oldu, haber yaptı
BAKIN DEVLET KORUMAMIŞ
Fetih şehidleri kabirleri ne oldu?
Sadeddin Ökten Hocanın Şehir Üniversitesindeki seminerinin (daha doğrusu tatlı ve derin sohbetinin) notlarını sunmaya devam ediyoruz.
19 Mart 2011 Cumartesi 11:23
İstanbul’a kapital akmaya, fabrikalar kurulmaya başladığı zaman işçi sınıfı gelmeye başladı. Bu işçi sınıfının Batı’daki işçi sınıfı ile çok net bir alakası yok. Daha çok tarımdan kopup sanayiye gelen insanlar... İkinci ya da üçüncü nesil artık gerçek manasıyla işçi olmaya başladı. İngiltere sanayi devrimini yaptığı zaman gelen işçilerine iyi kötü lojman da inşa ediyordu. Bizde bu olmadığı için insanlar gecekondular yapıp onlara sığındılar. İlk gecekondular şehrin içindeki boş arazilere yapılmaya başlandı.
Teknoloji sizde yoksa Batı’nın tekniğine hayran olursunuz. Fakat sizde varsa mukayese etme imkanı doğar.
Türkiye’ye özgü bir Sanayi Devrimi
Bu farklardan bir problem meydana geldi. Türkiye bu problemi o zaman göremedi. Çünkü Türkiye Sanayi Devrimini, sanayileşmeyi kendi bünyesinden çıkarmamıştır. Batı’da Sanayi Devrimi belli sosyal aşamalardan sonra ortaya çıkan bir olgudur. Batı toplumları o aşamaları geçirmiş, Sanayi Devrimi ondan sonra ortaya çıkmıştır. Türkiye o aşamaları yaşamadan, tarım toplumunda mutlu, huzurlu bir şekilde yaşarken baktı ki aradaki fark çok açıldı, dolayısıyla bir sanayi kurulması gerek. Sanayi kurmak demek fabrika yapmak demek değildir. Bir mantaliteyi almak gerek fakat o mantaliteyi biz hala alamadık. Bana sorarsanız Sanayi Devrimi yapmış bir memleket gibi çok rasyonel ve çok maddi olmayalım. Mümkün mü? Deneyeceğiz, onun sancılarını çekiyoruz.
Osmanlı bakiyesi İstanbul halkı bu yeni yapılanmadan hiçbir şey anlamadı. Mesela benim anneannem hiç akıl erdiremedi bu yeni düzene. Yeni gelen müteahhitler binalar dikmişlerdi. “Ben ne yapacağım katlı daireyi! Halimden memnunum; işte bir evim var, oturuyorum, bir de kedim ve sardunyalarım var. Ben böyle çok mutluyum.” diyordu. Ama ondan sonraki nesil daha rahat, daha konforlu yaşayacağım diye bu zokayı yuttu. Yaşayamadı. Çünkü yeni yapılan binaların halkı görgü bakımından o İstanbullularla kesinkes uyuşmuyordu. Hayata bakışları farklıydı. Çünkü farklı bir görgü ile siz hayata yaklaşıyorsanız, daha doğrusu İslam medeniyetinin bütüncül yorumunu terk edip sadece şekilci bir takım şeyleri yerine getiriyorsunuz ama zihniniz ve görgünüz farklı bir istikametteyse o kırılma, o kopmayı yaşamak bir kaderdir. Böylece eski İstanbullular bu şehirden çekildi.
İstanbul’dan fetih şehitleri kayboldu!
Surlara yakın bölgelerde bir takım kabirler vardı. Bunlar fetih şehitleriydi ve yaklaşık 500 yıl orada muhafaza edilmişti. Dikkat edin! Devlet muhafaza etmiyor, bu çok enterasandır, insanlar muhafaza ediyor, mahalleli muhafaza ediyor fetih şehitlerini. Bugünkü insanın bunu anlaması biraz zor. Mahalleli fetih şehitlerine hürmet ediyor ve bu nesilden nesile böyle devam ediyor. Bu yazılı bir kültür değil, dille nakledilen bir kültürdür. Değerler değiştikçe, fetih şehitlerinin kabirleri yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Neden? Çünkü yeni inşaatlar yapıldıkça ‘üç metre oradan, iki metre buradan’ derken bu kabirler kayboldu. En hürmetlisi üzerine apartman yapıp kabri katın altında bıraktı. Bu tipik bir örnektir. Buna benzer evliya kabirleri ve yatırlar da kaybolmaya başladı.
Mahallenin moral değerleri
İstanbul tekkeleri kapatılmıştı ama o tekke şeyhlerinin civar mahallelerde hala çok ciddi bir itibarı ve saygınlığı söz konusuydu. O tekke şeyhleri hayata maddi gözle kesinlikle bakmıyorlar ve sizin problemlerinizi her zaman çözmeye, en azından dinlemeye hazırlardı. Bir insanın problemini dinleyecek birisini bulması kadar güzel bir şey yoktur hayatta. Probleminizi dinler, ciddi manada alaka duyar, çözebilirse çözer ya da en azından paylaşırdı. Ve çat kapı gidebilirdiniz. Kapıyı vurursunuz, ‘Kim o?’ der, ‘Efendim ben falanca’ dersiniz, ‘Gel!’ der, ipi çeker girersiniz. Odaya girdiğinizde farklı bir dünya... Neden böyleydi? Çünkü o insanlar bütün insanları kendilerine emanet edilmiş gibi görürlerdi. İnsan bu mutluluğu yaşıyor. Tabi, bu insanlar yeni dokuda yer almamaya, kaybolmaya başladılar.
Mahallenin büyükleri mutlaka ve mutlaka küçüklerle alakadar olurlardı. Tapuda memur, mektepte muallim ya da mahallede esnaf... Bütün büyükler mahallenin çocuklarıyla dosttular. Her zaman ceplerinde şekerleri vardı çocuklar için. Çocuklar olarak onlar tarafından adam yerine konulmamız bizi çok mutlu ederdi. İnsanın adam yerine koyulduğunu hissetmesi kadar büyük mutluluk yoktur, onu hissediyordunuz. Fikirlerinizi soruyor ve bir özgürlük tanıyorlardı, sizinle dostça konuşuyorlardı. Bu nasıl oluyor? Hayat temposu yavaştı ve insanların hayata karşı büyük istekleri, meydan okumaları yoktu. O maddi imkan onlara yetiyordu. Şimdi bizlere bu maddi imkan yetmiyor. Bunun sonu yok ama biz hala ihtiyaçlarımızı tatmin peşinde koşuyoruz.
Türk kültüründe çok şey değişti!
Eskiden İstanbul’a gelenler İstanbul’un havasına bürünürlerdi. Sonradan gelenler İstanbul’u kendi havalarına büründürmeye başladılar. Mesela, eski zamanlarda ayakta yemek yemek hem günah hem ayıp sayılırdı. Günah, Allah(c.c.) katında; ayıp da toplum katında. 1960‘ların başında sandviççiler açılmaya başladı. 1964’te Coca Cola geldi İstanbul’a. Amerika’da Coca Cola’nın icadı 1909 veya 1907. Aradan yaklaşık 50 sene geçtikten sonra bize geliyor. Amerikan kültürünün Türkiye’ye nüfuz etmesi o kadar kolay olmuyor. Çünkü Türkiye’de ciddi bir bariyer var. O günlerde halk meşrubat içiyor, şerbet yapıyordu. İstanbul’un şerbetçileri meşhurdu. Yine o yıllarda bir lahmacun kültürü hakim oldu. Sonra aşevleri vardı, Restaurantlar daha çok Beyoğlu civarında olurdu. Aşevleri sahipleri öyle bakarlardı ki hayata “Ben bu insanları doyuruyorum, helal kazanmalıyım.” derlerdi. Her gelen şey hayatımızdan bir boşluğun yerini doldurdu veya bir şey gitti, onun yerine geldi.
Çocukluğumun İstanbul’unda klasik Osmanlı sanatları o dünyanın içinden gelen insanlar tarafında yapılırdı ve o muhitlerde itibar görürdü. Toplumun genelinde, o yıllarda bu sanatlara genel bir itibar söz konusu değildi. Eski yazı gericiliğin sembolü olarak görülüyordu. Sonra insanlar yavaş yavaş bir kimlik arayışına girmeye başladılar. Fakat o kimlik arayışının sorusunu soruyorlar, cevabını arayacak, bulacak kadar sabır ve tahammülleri yok. ‘Dün mektebe gittim/ Bugün üstadım.’ diyor şair. Böylece klasik sanatlarda bir başka boyuta doğru kaymaya başladık. Bunun içinde musiki de var, hat da var, tezhip de var, edebiyat da var. Eski insanlar mutlaka şöyle ya da böyle bir iki şarkı bilir, bir iki deyiş söyler, bir iki fıkra anlatırlardı. O zamanlar beyit okumak, bir kıssa, bir fıkra anlatmak, yeri geldiğinde bir ilahi mırıldanmak, bir şarkıdan sözler söylemek bir insan tipini tanımlıyordu. O insan tipi değişti. Eskiden insanın ibadet ettiğini görmezdiniz, çok merak ederseniz görürdünüz. Çünkü o, ibadetini Allah’la (c.c.) olan bir ilişki olarak görürdü.
Modern insan, hastalıklarına çözüm bulabilecek mi?
Şimdilerde ‘ben’ var. Eski insanlarda (Size çok reel gelmeyebilir.) ‘ben’ yerine ‘O’ vardı. Çünkü "‘O’ bütün varlığın kaynağıdır. Aklımı, fikrimi, imkanımı, imanımı ona borçluyum.” derlerdi. Bu bir kulluk, bir akliyet bilinciydi. Şimdi Kıztaşı’nda sekiz katlı apartmanda 130m2 bir evde oturan bir insanın, aynı yerde bir asır evvel iki katlı ahşap bir evde, bahçesiyle, kuyusuyla, yazıyla, kışıyla oturan insandan çok farklı olduğunu görüyoruz. İnd-i ilahideki durumu ben bilemem, Allah(c.c.) bilir. Ama hayata yaklaşım ve hayatı sahiplenme olarak arada çok büyük farklar ortaya çıktı. Böylece bu şehir bütün mistik, manevi, kendine özgü ruh halini mazide saklı tutarak (Kitaplarda, sanat eserlerinde, kıssalarda, menkıbelerde hatta el vurulmamış bakir mezarlarda saklı tutarak) kendi üstüne büyük bir örtü çekti.
2000’li yıllarda insanımız dünya ile tanışmaya başladı, bu Özal sayesinde oldu. Dünyayla tanışmaya başlayınca o dünyaya bir anlam yükledi ve bu anlamla beraber ‘Ben kimim?’ sorusu gündeme geldi. Şu anda ‘Ben kimim?’ sorusu yavaş yavaş netlik kazanıyor ama tam netlik kazanamadı. Fakat herkesin zihninde ‘Ben kimim?’ sorusu var. Çünkü Tanzimat’tan beri ‘Sen şusun!’ şeklindeki hitaplara muhatap olmuştuk ve bu hitapları şu veya bu şekilde kabul etmiştik. O tanımların çok geçerli olmadığını dünyayı tanıdıkça farkına vardık ve o eski İstanbul’un üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırıp ‘Acaba kimliğimiz burada mıdır?’ diye bakmaya başladık. Erzurum’un, Edirne’nin, Konya’nın, Tokat’ın örtülerinin altında da aynı şeyleri aradık. Şu anda daha yeni bakıyoruz. Çünkü görüyoruz ve hissediyoruz ki bize öğretilen şipşak ruhlarla bu kimliği yakalamak mümkün değil. Bu kimlik çok uzakta gibi görünüyor, bizim de bu pragmatik, çile çekmeden elde edilmiş servetlerle ve bu zihin yapısıyla bu kimliğe vakıf olmamız çok kolay görünmüyor. Kendi kimliğinizi, kendinize ait olan insani kimliği inşa etmek istiyorsanız bu çileye katlanmak zorundasınız. Bu uzun bir yolculuktur. İnşallah uzun adımlarla, sabırla, iyi niyetle ve ’inayet-i Hak’ ile bu kimliği tekrar ortaya koymak mecburiyetindeyiz. Tarih ve olayların akışı bizi buna mecbur ediyor.
Abdullah Şahin barekallah, ne güzel not almış, haber yapmış
Hayalleri olan adam
• 10 MART 2011 PER
Dört kuşaktan insanlar buradaydı. Bir kadın dört aylık bebeğini uyuttuğu çocuk arabasını sürmeye çalışırken "Neden geldin bu küçücük çocukla?" uyarılarına hiç aldırmıyordu bile. "Bizi savunan, sahip çıkan adamın gidişine tanık olsun istedim, alışsın bu ülkenin hallerine" diyordu.
Fırtınaları harekete geçiren, bir kelebeğin kanadının titremesidir’ Necmettin Erbakan" yazıyordu büyük bez afişlerden birinde. Bu sözü onun toplumsal karşılığının da işareti sayılır. Yok sayılmak istenen, varoluşunu oluşturan değerleri aşağılanmış susturulmuş bir halkın derin hissiyatına dokunmaya çalışmıştı siyaset yaparken.
Ölüm haberi her zaman ölenin zaaflarını, eksik yanlarını siler ve zihinlerde farklı bir işleyişe yol açar. Bir insanın bu dünyadaki varlığının sona ermesi hiçbir şeye benzemez. Cemal Süreya’nın dizesindeki gibi "her ölüm erken ölümdür" bir bakıma. Erbakan hoca da bu yönüyle kimi gerçekleşmiş kimi ise kalpten kalbe yol bulmuş sevdalarla bu dünyadan ayrıldı...
Başında takke olan çok yaşlı bir adam ağlıyordu yanımda. Tek gözü bantlıydı. Muhtemelen katarakt ameliyatı olmuş, bantları çıkmadan kendini yollara vurmuştu. Neden ağladığını sorunca, "Bunu anlatamam, içimdekini birden izah edemem." dedi bastonuna dayanarak. Gebze’den sabah ezanı çıkıp gelmiş. Böyle bir durumda ağlamanın gözüne ne kadar zarar verebileceğini hatırlattığımda, tek gözümle ağlıyorum diyordu bu mümkünmüş gibi. Çok farklı görünümlerde uzun saçlı kısa saçlı kimileri küpeli gençler, kravatlı adamlar, başörtülü ve başı açık kadınlar, yaşlı amcalar ve özellikle de büyük bir kararlılıkla kalabalıkları yararak ilerleyen yaşlı kadınlar. Dört kuşaktan insanlar buradaydı. Bir kadın dört aylık bebeğini uyuttuğu çocuk arabasını sürmeye çalışırken "Neden geldin bu küçücük çocukla?" uyarılarına hiç aldırmıyordu bile. "Bizi savunan, sahip çıkan adamın gidişine tanık olsun istedim, alışsın bu ülkenin hallerine." diyordu...
Karikatürler geçiyordu gözümün önünden insan seline katılmış giderken. Ayağında takunya başında takke, elinde abartılı bir tesbih, dört karısı arkada karakargalar gibi simsiyah dizili. Bu, daha en güzeli. Nice çirkin betimlemeler aklımızda. Hayatta biricik eşi olmuş, ona "ölüm onları ayırana dek" sadakatle bağlanmış, her zaman nezih bir şekilde muamele etmiş biri olarak, yaratılmak istenen imajlardan inciniyordu elbette. Fakat nüktedanlığı ile atlatıyordu bu karalamaları. Gün gelecek herkes milli görüşçü olacak, derken ölümünde bir günlüğüne gerçekleşti bu. Erbakan İslamcılığı üzerine birçok çalışma yapıldı ve elbette daha çok tartışılacak ve ideolojik olarak üzerinde yükseldiği paradigmalar konuşulacak ama bu onun İslami uyanışın ilk sembol ismi olması gerçeğini değiştirmez.
Bir arkadaşımın Akdeniz Caddesi’yle Fevzi Paşa Caddesi’ni gören üçüncü kattaki işyerine çıktığımızda öğle ezanı okunuyordu. İnsanlar keskin soğuğa aldırmadan gelirken ihtiyaten tedarik ettikleri kartonları, kalın kâğıtları hatta gazeteleri yerlere sermiş namaza durmuşlardı. Yüz binlerce insanın aynı anda secdede rükûda olması olağanüstü bir manzara. Eli bastonlu dedeler, Afrikalı delikanlılar, Özbek takkeli adamlar, koltuk değneğiyle ayakta durmaya çalışan engelli gençler, bebekli kadınlar ne arıyor olabilirdi bu zor koşullarda? Bir pankart: "Adaletin direnişin kimliğimizle varoluşun mücadelesini senden öğrendik..."
Hava soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Bir hikâyeye başlar gibi oldu cümle ama esaslı ve hakiki bir hikâyenin kahramanıydı Erbakan hoca. Yaşarken benim de yeterince anlayamadığım. Esas mesele şuydu: Bir hikâyemiz var mı bizim, yoksa çöpe atmamız istenilen bin yıllık geçmişimiz gerçekten yalan mıydı? Bir kadının, "Altın saçsalar çıkmazdım evden, benimki gönül işi." dediği gibi bu insanlar hikâyemizi bize geri vermeye çalışan bir adamın ayna tutmasıyla kendi varoluş ilkelerinin peşinden mi gelmişlerdi, kendileriyle mi karşılaşmak istiyorlardı cenazede?..
Bize Kurtuluş Savaşı’nı kazandırmış değerlerin küçümsenmesine karşı durmuş bir adamda kendi yansımalarına bir kez daha bakmak için. Binlerce insan asla cami avlusuna ulaşma ihtimali olmadığını bildikleri halde, ortak hikâyeye katılmak ve tanık olmak istiyorlardı. Dünyevileşmenin bizi küçük hesaplara boğduğu bir zamanda ortak bir aşkın hedef olabilir miydi, müptezelliğe kafa tutulabilir miydi, bunu nezaketini hiç bozmadan yapan namaz kılan adama bunun için gelmişlerdi.
Hayal kuran, Türkiye’nin ilk motor fabrikasını yapan adama saygıları sevgileri bakiydi demek. Yönetmenliğini Tolga Örnek’in yaptığı en güzel Türk filmlerinden biri olan Devrim Arabaları’ndaki mühendis aslında Erbakan’dan başkası değildi. Büyük Türkiye, İslam birliği, D-8 projeleri de yürekten kabul görmüştü. Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya gibi her birisi kendi bölgesinde önemli bir yere sahip ülkelerin ekonomik ve kültürel dayanışmasını hayal etmişti ve bunu bütün engellemelere rağmen kısmen gerçekleştirmişti de.
Evlerinin en iç odalarından dışarı çıkmalarının haram olduğunu bildiren adamlara karşılık o dışarı çıkın ve üzerinize yapılan siyasete müdahil olun, inisiyatif alın, diyordu. Dindar kadınlar verilen roller yeterince birincil ve etkin olmasa da siyasette onunla adam yerine konulduklarını, birey olduklarını hissettiler. Sağ ve sol söylemler arasında sıkışıp kalan insanlar inançlı ve antiemperyalist söylemle bu mecrada buluştular. Cenazeye İslam dünyasından birçok liderin katılımı da bu dünyanın yaralarına içtenlikle değmiş olmasının, İslami birikime, ümmetin selametine esenliğine verdiği değerin bir karşılığı. Mescid-i Aksa’nın avlusunda karşılaşıp tanıştığım Filistin İslam Alimleri Birliği Başkanı, hemen Necmettin Erbakan’ın sıhhatini sormuştu bana. Türkiye’den geldiğimi duyunca aklına gelen ilk soruydu bu.
Hayal kuran, hiçbir koşulda vazgeçmeyen, inanç ve iman adamı Erbakan hoca şimdi cenaze törenindeki büyük gerçekliğiyle de bütün siyasilerin önünde engin bir tecrübe olarak duruyor.
Yıldız Ramazanoğlu ZAMAN
|