Son bir haftayı nasıl geçirdiğime bir baktım da; halimize acıdım:
Çarşamba günü Cumhuriyet’teydik. Sosyal medyadan örgütlenen bir nefret kampanyasıyla ve Başbakan’ın bu kampanyaya destek olmasıyla hedef haline getirilen gazetemizi savunmaya koştuk.
Perşembe gecesi, dünya çapında şairimiz Nâzım’ı anmak üzere bir aradaydık.
Cuma, gurur kaynağımız Yaşar Kemal’in yaşam savaşı verdiği hastanede, “Bir an önce ayağa kalksın” diye duadaydık.
Cumartesi, ustamız Mehmet Ali Birand’ın ikinci ölüm yıldönümünde mezarı başında toplandık.
Pazar, Adana Kitap Fuarı’nda Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını andık.
Pazartesi, Hrant Dink için Taksim’den Agos’a yürüyen dev kalabalığın arasındaydık.
Ve bu hafta sonu Almanya’da, Uğur Mumcu’nun anmasında olacağız.
İşte Türkiyeli bir gazetecinin, sıradan bir haftasındaki etkinlik listesi…
Ruh karartıcı değil mi?
***
Sürgünde ölüme mecbur edilmiş büyük bir şairden, ömrü mahkemelerde geçmiş dev bir yazara, darağacında ideallerini haykırarak son nefesini vermiş bir gençlik önderinden, sokak ortasında kurşunlanmış, bombalanmış cesur kalemlere ve onların demokratik, özgür toplum düşünü sürdürdüğü, savunduğu için hedef haline getirilmiş köklü bir gazeteye uzanan kanlı bir yolda yürüyoruz.
Takvim yapraklarının her sayfasında bir başka acının izi…
“Yaşatacağız” manşetleriyle, “Unutmayacağız” sloganlarıyla, anmalarla, kabaran dosyalarla, hesap sormalarla dolu, belalı bir tarih…
Ve zulüm, yasak, sansür, silah, hapsetme, hedef gösterme, katil gizleme, yok etme dışında yol bilmeyen bir devletin, her devirde yeni kostümlerle yeniden ortaya çıkan baskısı, şiddeti…
***
Nâzım’ı yıllarca hapiste tutup hapisten çıktığı gün askere çağıran, dünyanın gözbebeği Yaşar Kemal’i bölücülükten yargılayan, Deniz ve arkadaşlarını acımasızca astıran, Uğur Mumcu’nun, Hrant Dink’in katillerini önce teşvik edip sonra saklayan, aynı devlet değil mi?
Birbirini anca mahkeme kapılarında, cezaevlerinde, hastanelerde, mezarlıklarda gören, hep aynı isimler, aynı kesimler değil mi?
“Yeni Türkiye” bunun neresinde?
***
Asıl “Yeni Türkiye”yi başka bir yerde gördüm geçen hafta:
Çarşamba, Cumhuriyet’i savunmaya koşanlarda…
Perşembe, Sarıyer Belediyesi’nin etkinliğinde Nâzım şiirleriyle ayağa kalkanlarda…
Cuma, Yaşar Kemal’in yattığı hastanenin önünde “Yoldaşların burada” diye bağıranlarda…
Pazar, Adana’da Deniz Gezmiş ve 68’li yoldaşlarının coşkusuyla salonu dolduranlarda…
Ve dün “Hrant için, adalet için” yürüyen, “Faşizme inat, kardeşimsin Hrant” diyen, “Biz bitti demeden, bu dava bitmez” sloganıyla sokakları arşınlayanlarda…
Onlar, bu birlikteliği, bu dayanışmayı, bu direnişi daimi kılabilir, umutsuz, dağınık halde içten içe öfke biriktiren kitlelerin seslerini bir araya getirebilirse, “Yeni Türkiye” o zaman boy verecek.
Ancak o zaman biz, adliye yapıları yerine, saray kapılarında buluşacağız.
Hesap vermeyecek, hesap soracağız.
Yargılanmayacak, yargılayacağız.
Özgürlük Anlayışı
''Düşünce Özgürlüğü'' yuvarlatılmış genel bir tabir. Doğruluğu tartışılmaz. Varlık veya yokluğu tartışılabilir. Düşünce özgürlüğünün var olduğu yerlerde de yokluk isnad edilebilir. Hatta varlık ve yokluğu taraflara göre değişkenlik gösterebilir.
Düşünce özgürlüğünün varolduğunu iddia edenler genellikle iktidar tarafı, olmadığını iddia edenler ise iktidara karşı duranlardır. Yani adil söylemlere rastlamak biraz zordur. Herkes kendi fikrini empoze etme peşinde. Başka fikirlere tahammül noktasında ciddi sıkıntılar var. Savunucusu olunan fikirlerin dışında doğruluğu üzerinde tefekküre ihtiyaç duyulmaz.
Düşünce özgürlüğünün veya başka bir deyişle herhangi bir özgürlüğün yaşanılabilirliği tahammül noktasından geçer. Özgürlüklere ''sınırsız davranış'' anlayışı hakim olmadan, kendisi dışında başka canlıların da kainatta varlığını idrak edip, inanç, kültür ve ırkların farklılıklarının kabulü ve bunun bir zenginlik olduğunun benimsenmesi, özgürlük kavramının tanımlanmasına ve yaşanmasına yardımcı olabilir.
Kısaca her fikir dinlenmeye değerdir. Her inanç saygıya, her kültür hoşgörüye muhtaçtır. Ancak bu sayede özgürlükler yaşanılabilir ve bu sayede doğru-yanlış tasnifi yapılabilir...