Medrese ve tekke olmadan asla!
YUSUF KAPLAN
03 ARALIK 2012
Türkiye'de, kendi ülkesine, insanlarına, kültürüne oryantalist gözlüklerle ve şaşı bakan, hâlâ zihnî körleşme ve sömürgeleşme yaşadığından haberi bile olmayan ama her şeye bu 'hastalıklı' hâliyle çeki düzen vermeye kalkışmaktan geri durmayan 'hilkat garibesi' bir entelijansiya var: Türü yok bu entelijansiyanın dünyada. Türünün ilk ve son örneği burada! Yalnızca burada!
TÜRK ENTELİJANSİYASI: UFUK, UMUT VE RUH KAYNAĞI MI?
Oysa 'entelijansiya', bir ülkenin, bir toplumun öncü koludur. Ufkudur. Umududur. Ruhudur.
Fikir, oluş ve varoluş çilesiyle gerçekleştirilen, herkese hayat bahşeden, piyasa'yı ve siyasa'yı elinin tersiyle itmesini bilen, derinlikli ve varedici yolculuğun, kısacası fikir ve sanat, ruh ve hayat atılımının temel-koyucu, büyük bir 'kıskançlıkla' / özenle ve duyarlıkla temelleri-koruyucu temel kaynağı.
Ancak Türkiye'nin böyle bir entelijansiyası, böylesine hayat bahşeden, umut veren, farklı medeniyetlerin -Gadamer'in deyişiyle- 'ufuklarını buluşturabilecek' çapta bir entelektüel ve kültürel kaynağı yok. Çoktan kurumuş, donmuş, mumyalaşmış durumda.
O yüzden 'kelaynağı' andıran bu tuhaf 'kaynak', ayartıcı kaygan zeminlerde patinaj yapmakla, sürgit yalpalamakla ve 'kaytarmakla' meşgul yalnızca.
KENDİ DE YOK, KENDİ OLMADIĞINDAN HABERİ DE!
Türkiye'deki entelijansiya, bu ülkenin ve insanlarının meselelerini mesele edinen, varoluşsal sorunlarıyla hemdert ve hemhâl olan bir entelijansiya değil, ne yazık ki.
Bu ülkenin entelijansiyası, 'burada', ama burada değil; bu ülkenin insana ruh üfleyen, insanı aziz kılan, yücelten, her fırsatta tutup kaldıran ve kanatlandıran asil hayat damarlarından beslenmiyor, beslenemiyor. Bu ülkede yaşıyor ama bu ülkenin ruh kaynaklarından, insanı ve hayatı derinlemesine kavrayan düşünce, sanat ve hayat menbalarından içemiyor doya doya: Haberi de, bilgisi de yok bütün bu hayat, ruh ve fikir kaynaklarından!
'Kendi'nden bîhaber çünkü bu ülkenin entelijansiyası. Bir 'kendi' yok çünkü. Ayağını muhkem bir şekilde basabileceği bir 'yer'den mahrum olduğunu da, bu muhkem yeri yerle bir ettiğini de bilmiyor (?) çünkü. Arşimet noktasını yitirmiş çünkü. Pergelini şaşırmış, gulyabanîleri andırıyor çünkü.
…………………………..
YABANCI VE YABANCILAŞTIRICI
Burada bir yabancı gibi yaşıyor bu ülkenin entelijansiyası. Burayı kendine yabancılaştırıcı, 'kendinden' uzaklaştırıcı; hayat ve ruh üfleyecek aziz ve leziz kaynaklarından koparıcı; buranın ruhunu yaralayıcı, zihnini paralayıcı, paralize edici, felçleştirici; buranın hayatını parçalayıcı, varoluş yolculuğunu sekteye uğratıcı; burayı çölleştirici, kaynaklarını kurutucu başka dünyaların, ithal dünyaların, burada hiçbir karşılığı olmayan ve olmayacak, buraya hiçbir hayrı dokunmayan ve dokunmayacak, sadece buranın ve kendi sürgününü sürgit uzatacak içi-boş hülyaların, ruhsuz hayallerin, anlamsız düşlerin peşinde sürükleniyor sürüne sürüne -hâlâ!
Beslendiği kaynaklar, gördüğü rüyalar, izini sürdüğü hayatlar, banal ve bayat, dayanaksız, dayanaksız olduğu için de dayanıksız; burada bir hayatı ve karşılığı yok; köklü, gürül gürül akan, herkesi sulayan bir kaynaktan ve ırmaktan yoksun.
O yüzden bütün bunlar, onun sadece gönüllü acentalık yapmasına yol açıyor. İstese de, istemese de, fark etse de, fark edemese de, yaptığı şey, yalnızca 'acentalık'tan ibaret!
Buysa, burayı da, kendini de kendi elleriyle içeriden, içten içe bitirmesine, yok etmesine neden oluyor. Buranın da, kendi'nin de kendine gelmesini, toparlanmasını, dünyaya, insanlığa hakikatin hayat bahşeden sesini ve sözünü, ruhunu ve neşve'sini sunma imkânlarını iptal etmesini, bitirmesini ve yok etmesini sağlıyor sadece.
TEK MARİFETİ YIKMAK, YAPMAK DEĞİL!
Böyle yapmakla, bu ülkenin entelijansiyası, kendi ölümünün yapı taşlarını döşüyor, kendi 'mezar'ını kazıyor aslında. Buranın çölleşmesinin, kuraklaşmasının tohumlarını ekiyor aynı zamanda.
Said Halim Paşa'nın deyişiyle, tek becerebildiği şey, yıkmak bu entelijansiyanın. Tanzimat'tan bu yana! Yapmak değil, yıkmak.
O yüzden siz modernleşme tarihimiz boyunca, bu sarsak ve savruk entelijansiyanın dünya çapında bir şey yaptığına tanık oldunuz mu hiç? Dünyaya bir fikir veya sanat akımı, bir bilim ya da ruh atılımı armağan ettiğini duydunuz mu?
Hâl böyle olunca, böylesi bir entelijansiyanın yapabileceği 'en iyi' şey, siyasa'nın ve piyasa'nın kapıkulluğunu yapmak olacak/tı elbette.
Ülke içindeki siyasa'nın ve piyasanın değil yalnızca. Küresel siyasa'nın ve piyasa'nın kapıkulluğunu yapmak, çarklarını çalıştırmak, paslanan, kirlenen ve insanlığı da kirleten insansız, insafsız ve ruhsuz düzenlerine ve düzeneklerine su taşımak…
Ama gelin görün ki, ülkenin kültür hayatına da, medya hayatına da, sanat hayatına da, hatta -kaynaksız ve dayanaksız olduğu için- düşünemeyen, sürekli olarak yalpalayıp duran, sürgit düşen, düştükçe yerlerde sürünen sözümona düşünce hayatına da bu sarsak ve savruk entelijansiya çeki düzen veriyor. Hâlâ!
TEOMAN HOCA GİBİ BİR DÜŞÜNÜRE SALDIRMAK HA!
Bütün bunları şunun için yazdım: Türkiye'nin en yetenekli ve parlak felsefecilerinden, en derinlikli ve çaplı düşünürlerinden Kırklareli Üniversitesi'nin dekanlarından Teoman Duralı Hoca, Türkiye'deki eğitim sisteminin 'medrese gibi', liselerin de 'İHL'ler gibi' olması gerektiğini söylemiş.
Ve, 'vay, sen misin bunu söyleyen!' diye medyadaki vandallar ve barbarlar saldırıya geçmişler hemen! Türkiye'nin beyni sulanan, zihni körleşen, zihnî sömürgecilik yaşadığını ve yaptığını, bu yüzden de aslında küresel siyasa'nın ve piyasa'nın 'sözcü'lüğünü ve 'gözcü'lüğünü yapmaktan başka bir şey yapamadığını bile farkedemeyen, yersiz-'yurt'suz medya organları, Teoman Hoca'yı linç etmeye kalkışmışlar!
Gazeteleri-mazeteleri takip etmediğim için, Teoman Hoca'ya yapılan bu vandallıktan -Alev Erkilet ve Tahsin Görgün'le Mardin'de düzenlenen 'Ortadoğu Sempozyumu'ndan dönerken- bir öğrenci arkadaşın, 'Hocam, Teoman Hoca'yı hedef tahtasına yatırmışlar!' şeklindeki mesajından sonra haberdar oldum.
Ahmet Dağ kardeşim, daha sonra, konuyla ilgili haberlerin bir dökümünü geçti. Yapılan şey, habercilik filan değil/di. Düpedüz, bir linç girişimi/ydi.
MEDYADAKİ VANDALLIĞIN FELSEFÎ KAYNAĞI
Vandallığın, ahmaklığın ve akıl tutulmasının bu kadarına da pes doğrusu!
Kime, neye ve niçin saldırdığını biliyor mu bu 'hastalıklı' kişiler acaba?
İki anlamda bir hastalıklılık durumu var burada: Birincisi, medyanın kendisiyle, doğasıyla, diliyle; ikincisi de, bizim entelijansiyamızın medyada da hükmünü icra eden marazî zihniyet dünyasıyla ilgili iki patolojik vaka.
Medyadaki patolojiyi başka bir yazıda tartışmak istiyorum. Burada sadece şu kadarını söylemekle yetineyim: Medya, Batılı insanın 'tanrısallaşma' sürecinde yaşadığı ontolojik güvensizlik sorununu aşmak için epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmekte, insanın yaşadığı bu varoluşsal sorunu bastırmakta inanılmaz etkili ve ayartıcı bir rol oynuyor.
Bu durum, Batılı insanın hâkim olma, kontrol ve kolonize etme güçlerini ve güdülerini kamçılamaya yarıyor çünkü.
Bu yüzden, medyanın dili, çatışmaya dayalı bir dil. Dünyada da, Türkiye'de de bu çatışma dili geçerli.
Medyanın dilindeki 'çatışmacılık', Batı uygarlığının doğasında mündemiç çatışmacı ruh'un yansıması. Batı uygarlığının Batılı toplumlara yaşattığı ontolojik güvensizlik sorunu, sözkonusu çatışmanın kaynağını oluşturur.
Bizim iletişim araştırmalarının pirlerinden Roger Silverstone, bu ontolojik evsizlik sorununun bastırılmasında televizyonun nasıl epistemolojik güvenlik alanlarını genişletici, teskin edici ve ayartıcı bir işlev gördüğünü, Television and Everyday Life başlıklı öncü çalışmasında bütün yönleriyle gözler önüne serer.
'YANDAŞ'LAR DA, 'YOLDAŞLAR' DA AYNI ZİHNİN ÜRÜNÜ!
Batı medyasında gözlenen 'çatışma', daha felsefî / ontolojik temelleri olan bir çatışma; Türk medyasındaki 'çatışma' ise daha siyasî veya ideolojik temellere sahip bir 'kapışma'.
İşte bu nedenle, Türk entelijansiyası, yanısıra da siyasa'nın ve piyasa'nın kapıkulu gibi çalışan Türk medyası, medyayı -tam da Heidegger'in dikkat çektiği anlamda- 'izleyiciye yöneltilen [ilkel] bir silah' gibi kullanmakta bir sorun görmüyor.
Türk medyasının zihin yapısı aynı şekilde işlediği için, bu vandallık, istisnasız bütün medyanın kanına da, ruhuna da işlemiş durumda: 'Yandaş'ı da, 'yoldaş'ı da bu hastalıklı zihin hâlinin kurbanı, ne yazık ki.
Biri, sözgelişi, Ergenekon soruşturmaları nedeniyle, henüz suçu ispatlanmamış sanıkları 'canavar' diye resmederken; diğeri, Teoman Hoca örneğinde gördüğümüz üzere, ne olduğunu, niçin söylendiğini bilmediği aslında yakıcı bir 'mesele'den ötürü, Teoman Duralı gibi bir düşünürü bile linç etmeye kalkışmaktan çekinmiyor!
MEDRESENİN ÇÖKMESİ: MEDENİYETİN ÇÖKMESİ
Türkiye'deki -özellikle zihin-özürlü entelijansiya tarafından- çarpık anlaşılan konulardan biri medrese konusu. O yüzden bu kadar çarpık anlaşılan, çarpıtılan ve inanılmaz (örneğin, 'vay! örümcek kafalılar, ortaçağ özlemcileri sizi! türünden 'pornografik') fobiler geliştirilen medrese meselesini biraz yakından irdelemek istiyorum.
Medrese, yaklaşık bin küsur yıl İslâm medeniyetinin temellerini atan bir eğitim kurumunun adı. Ve İslâm medeniyetinin geliştirdiği, medeniyeti yeşerten, filizlendiren ve geliştirerek yeni ufuklara eriştiren özgün bir eğitim modeli.
Bugün medrese'nin -özellikle de Türkiye'de- yaşamıyor -hatta izlerinin bile silinmiş- olmasının nedeni, İslâm medeniyetinin çökmesidir. Türkiye'nin dışında İslâm dünyasında medrese -şu ya da bu şekilde de olsa- varlığını sürdürüyor ama hiçbir yaratıcı atılıma, öncü açılıma öncülük edebilecek, önayak olabilecek, kaynaklık yapabilecek bir niteliğe sahip değil.
Medeniyetin çökmesi, medresenin de çökmesini beraberinde getirdi kaçınılmaz olarak. Ya da tersi daha doğru galiba: Medresenin çökmesi, medeniyetin temellerini sarstı ve çökmesiyle sonuçlandı.
Asıl yakıcı mesele şu, burada: Müslüman toplumlar, medreseye yeniden diriltici bir ruh üfleyemezlerse, yeniden esaslı bir medeniyet hamlesi gerçekleştiremezler.
CEMAATLER, NEDEN İSLÂMÎ BİR EĞİTİM MODELİ GELİŞTİRMİYORLAR?
Medrese çökmeseydi, İslâm medeniyeti de çökmezdi kolay kolay. Medrese neden çöktü, nasıl çözüldü, sorusu apayrı bir tartışmanın konusu. Bu tartışmayı başka bir yazıda konu edinmek isterim.
Burada sorulması gereken soru şu öncelikle: Türkiye'de bunca cemaat, yığınla özel okul, kolej, üniversite vesaire açıyor. Ama İslâmî bir eğitim modelinin ne olduğu, nasıl geliştirilebileceği, medrese'ye yeniden nasıl yaratıcı bir ruh üfleyerek hayat ve hayatiyet kazandırabileceği yakıcı meselesi üzerinde neden kafa patlatmıyor hiç biri?
İşte size can yakıcı bir soru/n.
***
Teoman Duralı Hoca'nın dikkat çekmek istediği asıl mesele, bu mesele oysa. Hoca, bu meseleyi kendisinin kurduğu, başında bulunduğu Türkiye'nin en düzeyli düşünce dergilerinden Kutadgubilig'te yazdığı bir makalede enine boyuna tartışıyor/du. Okuyucular, Hoca'nın bu yazısını bulup okumalı mutlaka.
MEDRESE RUHU VE UFKU, BATI'DA YAŞIYOR!
Şimdi sıkı durun: Bugün Türkiye'de de, İslâm dünyasında da medrese ölü ama medresenin ruhu Batı'da yaşıyor aslında. Bir komplekse sahip olduğum için 'medrese'nin Batı'da yaşadığını söylüyor değilim elbette ki. Ama Türkiye'deki entelijansiyanın ve uzantısı kapıkulu medyanın ezberini bozacak bir gerçeğe dikkat çekmek istiyorum burada.
Bugün medrese ruhu, bir şekilde, Batı'daki en yüksek eğitim kurumlarının da başvurduğu ve yaşattığı bir eğitim biçimi ve ruhu.
Medrese'de yüksek fikir, alanında zirve'yi temsil eden âlimin dizinin dibine oturarak geliştirilir.
Bir meseleye yoğunlaşan 'talebe', o meselede zirve noktayı temsil eden âlimin izini sürer ve örneğin Kurtuba'da yaşayan bu 'talebe', sözkonusu zirve âlim Bağdat'ta, Kahire'de, Basra'da ya da Tus'da bile olsa o âlimi bulur ve onun rahle-i tedrisinden geçer.
Tabii bunun için, bir dolu imtihanı aşması, zorunlu icazetleri alması zarûrîdir.
HABITUS, KÜLTÜREL EKOLOJİ YA DA MUHİT
Ayrıca Lapidus'un -İletişim Yayınları'ndan ne yazık ki nedendir bilinmez yalnızca birinci cildi yayımlanan- İslâm Toplumları Tarihi başlıklı özgün çalışmasında da enfes bir şekilde gösterdiği gibi, talebe-hoca ilişkisi, yalnızca bir bilgi alma ve bilgi aktarma ilişkisi değil; kendi terimlerimle ifade edecek olursam, bir geleneği tevarüs etme (öğrenme ve alma), temellük etme (özümseme ve kendine maletme) ve temessül etme (başkalarına sunma) ilişkisidir.
Başka bir deyişle, zirve bir âlimin dizinin dibine oturan parlak bir talebe, medresede, sadece ilim tahsil etmez; o ilmi vareden ruh âlemini, hayat iklimini, zihin, davranış ve yaşayış biçimlerini de tahsil, tevarüs, temellük ve temessül eder.
Medrese, ille de Bourdieu'nun ünlü terimini kullanmam gerekirse, tastamam bir habitus'tur: Bir kültürel ekoloji kaynağıdır. Talebenin, bir medeniyetin hayatının ve hakikatinin, hassasiyet ve dikkatlerinin, idrak ve varoluş biçimlerinin geliştirdiği ve yaydığı havayı da, bu havanın ürettiği ritimleri de öğrendiği, soluduğu, duyduğu ve başkalarına da duyurma coşkusu ve heyecanıyla dolduğu bir habitus, bir ilim, irfan ve hikmet muhit'idir.
Medresede, talebe, ilim öğrenmez sadece. Karakterini, kişiliğini, duyarlıklarını da tahkim eder. Bir geleneği yaşar ve yaşatacak bir ruhla, idealle ve vecdle dolar ve kendini aşar.
MEDRESE MODELİ VE POSTSTRUCTURALISM
Bu mesele, Marshall Hodgson'ın üç ciltlik devâsâ çalışması The Venture of Islam başlıklı öncü kitapta da gözlenen ve özenle hatırlatılan bir noktadır: Doktora öğrencisi, ilgilendiği alanda özgün olabilecek bir çalışmakla mükelleftir. Bunun için özgün bir çalışma ortaya koyabilmek amacıyla ilgilendiği alanda en yetkin hocayı bulmaya çalışır ve gider onun 'dizinin dibine' oturur.
Ayrıca medresede hem multi-disipliner, hem de inter-disipliner bir eğitim modeli, geçişken ve disiplinlerin birbirini karşılıklı olarak besleyen imajinatif bir eğitim programı geliştirilmiştir.
İşte bu medrese modeli, bugün Batı'da özellikle de Amerika'da doktora programlarında bir şekilde uygulanan ya da uygulanmaya çalışılan bir modeldir. Lapidus, biraz önce zikrettiğim çalışmasında bu meseleyi etraflıca anlatır. Böyle bir şeyin olması doğaldır. Çünkü Batı'daki -modern Batı'yı kuran- Paris, Oxford, Padua, Bologna, Palermo, Marburg üniversitelerinin modeli, Bağdat, Kurtuba, Ezher ve Mağrip'teki medrese modelidir.
Batı'da medresedeki eğitim modeli, ancak poststructuralism'den sonra tam anlamıyla kavranabilmiş ve geliştirilerek uygulanabilmiştir.
CHICAGO ÜNİVERSİTESİ VE MEDRESE MODELİ
Size medrese modelinin daha somut olarak anlaşılması açısından sadece bir üniversiteyi anlatacağım burada kısaca: Chicago Üniversitesi'ni.
Chicago Üniversitesi'ne ilk kez gittiğimde, gördüklerim beni şaşırtmadı. Kampüs'te pek fazla öğrenci göremeyince biraz şaşırmıştım başlangıçta ve 'burası nasıl bir üniversite böyle?' diye sormuştum beraberimdeki -Cicago'da doktora yapan- arkadaşa. Ama arkadaş, 'burası esas itibariyle, doktora öğrenimi veren bir üniversite' diye sorumu cevaplayınca, 'resim' oturmuştu zihnimde.
Üniversite, sanki yüzlerce yıllık bir üniversiteymiş gibi bir görünüme sahip/ti: Kampüs'ün merkezinde, eğitim binalarının orta yerinde, üç Hıristiyanlık anlayışını temsilen üç büyük kilise, bir havra ve bir de Arapların -Kral Fahd'ın- yaptırdığı şirin ama görece büyükçe bir cami var/dı!
Geçen hafta Bilkent Üniversitesi'ndeydim; güç belâ büyükçe ama 'çadırvârî bir yer' yaptırmış rektörlük 'cami' niyetine!
Mesele budur!
Türkiye'de olsa, sarsak ve savruk laik entelijansiya, 'üç kilise, bir havra ve bir cami'nin üniversitede, üstelik de tam orta yerinde ne işi var, burası ibadethane mi?' diye adamı sigaya çeker ukala ukala, öyle değil mi?
Ama Batılıların böyle 'karın ağrıları' ve 'dertleri' yok! Yok; çünkü kendi dünyalarında yaşıyorlar. Uygarlık sürüyor. Sürdüğü için de varlıklarını da sürdürebiliyorlar.
Biz ise, bizim medeniyetimizin temellerini atan, fikir, sanat ve hayat atılımının kaynağını oluşturan medrese ya da tekke deyince 'deli dana'lar gibi saldırıyoruz!
Oysa kurucu kaynaklarını yitiren bir toplum, yarı yolda kalmaktan ve başkalarına kul-köle olmaktan kurtulamaz. İşte bizim entelijansiyamızın hâl-i pür melâli bunun en çarpıcı örneği.
***
Chicago Üniversitesi'nde büyük adamlar yetişmiş, pek çok alanda 'Chicago okulu' olarak anılan akımlar filizlenmiştir. Şerif Mardin'in 'merkez-çevre' kavramlaştırmasını ödünç aldığı Edward Shils'ten, sosyolojik düşünce geleneğinin parlak çağdaş isimlerinden Robert Nisbet'e, şehir sosyolojisinin ve antropolojisinin kurucusu James Park'a ve arkadaşlarına, İslâm medeniyeti üzerine yapılmış en yetkin ve henüz aşılamayan Marshall Hodgson'ın biraz önce zikrettiğim çalışmasına kadar pek çok öncü atılımın ve ismin yetiştiği yerdir Chicago Üniversitesi.
Ve yukarıda anlattığım medrese sisteminin en gelişkin şekilde 'uyarlandığı' ve 'uygulandığı' yerlerden biridir aynı zamanda. Hem eğitim biçimi ve felsefesi, hem de kültürel ekolojisi ya da habitus'u açısından.
MEDRESE-TEKKE ÇATIŞMASI BİR HURAFEDEN İBARETTİR!
Burada mutlaka dikkat çekilmesi gereken bir başka önemli mesele de medrese ile tekke arasında varolduğu zannedilen ayrışma ya da çatışma konusudur. Medrese ile tekke arasında çatışma olduğu iddiası modern zihnin iğdiş ettiği zihinlerin ürettikleri boş bir hurafeden başka bir şey değildir.
Zira medrese ile tekke, İslâm medeniyetinin biri ilim kapısına, diğeri irfan kapısına açılan iki ayrı kutbunu ve ufkunu temsil eder.
Medrese, hakikat sarayının yapı taşlarını döşemekle, temelini ve zeminini muhkemleştirmekle yükümlü sayar kendini; tekke ise hakikat sarayının semaya yönelen ufkunu, hayallerini ve rüyalarını gerçeğe dönüştürme yolculuğuyla mükellef olduğunun bilinciyle nefes alır ve ruh üfler herkese.
Tarihte medrese ile tekke omuz omuza yürümüş, İslâm medeniyetinin hakikatini insanlığın ufkuna birlikte taşıma mücahedesi ve mücadelesi içinde olmuştur. İşte bu ruhtur ki, Fatih'e, Fatih medreselerini kurarken, karşısına tekkeyi de kurdurma şuuru vermiştir.
Tarihte yaşanan medrese-tekke gerilimi, aslî değil, arızî ve sonuç itibariyle de aslında münbit, besleyici, birbirlerini varoluşa kışkırtıcı bir gerilimdir.
YENİ GAZALî'LER, İBN ARABî'LER VE ITRÎ'LER OLMADAN ASLA!
Sonuç olarak, bizim tarihte geliştirdiğimiz eğitim modeli, esas itibariyle medrese ve tekke modelidir.
Müslüman toplumlar, eğer yeniden toparlanacaklarsa ve tarihe tarihi yapacak bir aktör olarak gireceklerse, bunun öncelikli yolunun, 'entelektüel' tipinden değil, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinin, yeni Gazâlî'lerin, İbn Sina'ların, Mevlânâ'ların, İbn Arabî'lerin, İbn Teymiye'lerin, Ebu Hanife'lerin, Itrî'lerin, Şeyh Galiplerin, Bediüzzaman'ların yetiştirilmesinden geçtiğini iyi bilmeliler.
Ve Teoman Duralı gibi, Türkiye'nin en parlak düşünürlerinden birine olur olmaz, körkütük saldırıya geçmeden önce, 'Teoman Hoca gibi biri ne demiş acaba?' diyerek söylediklerine kulak kesilmekten bir de.
Başka türlü bir arpa bile yol alamayacağımızı, yalnızca bu ülkenin enerjisini su gibi harcamış olacağımızı, sürgünümüzü uzatacağımızı iyi bilelim, aklımızı başımıza devşirelim, kendimize gelelim; sözün özü, 'evimiz'e dönelim önce, 'kendi'mize, diyorum.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/medrese-ve-tekke-olmadan-asla/35224
YORUM;
CEMAATLER NEDEN İSLAMİ BİR EĞİTİM MODELİ GELİŞTİRMİYORLAR?
Bilmiyorlar!...
Evet evet hayrete gerek yok.
Bilmiyorlar çünkü “tarikat metodu”ile çalışıyorlar.
Tarikat olanları da,fikir cemaatiyiz diyenleri de.
Zaten Müslümanların en büyük problemi bu;
Din’in anlamını kavrayamamak.
İslamiyetin “düzen yönünü”yok saymak.
İslamiyet’in düzen yönünü/şeriatini bilmeyenler
Türkiye’de de dünyadada duvara toslar ve ümitleri parçalarlar.
Yusuf kaplan’da bildiğim kadarıyla onların içinden
çıkmış “bir imalat hatası”.
Bakalım kelebek kozadan çıkabilecek mi?
Yoksa ipek elde etmek için diri diri haşlanacak/yakılacak mı?