Ekonomik kriz
2129 Okunma, 20 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

http://stargazete.com/guncel/yazar/mahir-kaynak/cin-in-stratejisi-haber-428366.htm

25 Şubat 2012 Cumartesi

 

Çinin izlediği politikaları belirlemek için önce şartları tespit etmek gerekir. Çinin ucuz işçilik kaynağı olarak özellikle ABDli müteşebbisler tarafından kullanılması şu sonuçları doğurdu. Çin ekonomisi ucuz işçilik ve devletin sübvansiyonlarının desteğiyle dış ticaret fazlası veren bir numaralı ülke oldu. Ancak Çin ihracat gelirlerini ithalatı finanse etmek için kullanmadı ve malını alan ülkelerden alacaklı hale geldi. Yıllarca devam eden bu süreç, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeleri borç batağına sürükledi. Bu paraları küresel sermaye kontrol ediyordu ve büyük bir güce ulaştıkları için dünyada yeni bir düzenin kurucusu ve yöneticisi olmak istediler. Ancak yerli sermaye giderek onların kontrolüne gireceği endişesiyle küresel sermayeye savaş açtı. Şimdi bu büyük savaşın içerisindeyiz. Yani ne İran ne Suriye ne de ABDnin yenildiği söylenen Irak ve Afganistan önemli sorundur. Zaten gösterilen doğru olsa büyük güç olmanın bir anlamı kalmaz ve manevi güç herkesi yenerdi.

***

- Sermaye Çini ucuz işçi olarak kullandı. Çin alacaklı dünya borçlu ülke oldu. Sermaye Çindeki dolara da hâkimdir. Ne var ki dünya dolara direniyor.

- Sermaye Çinde ürettiklerini dünyaya satıyor. Dünyanın sanayisini ve tarımını çökertiyor. Çin iflas edecek boş kâğıda koşuyor. Çin doları altına çevirirse ve kendi parasıyla piyasa ilişkisini kurarsa Sermaye Çine taşınır.

 

Şu anda ekonomik yapı yeniden düzenlenirken bu yapının üzerine siyasi dengeler oturtulacak. Bu konudaki öngörüm şöyle: ABD ve Rusya Çini ve Avrupayı kendilerine rakip olarak görüyor ve bunları kontrol etmek istiyor. Geçmişte esas belirleyici konumda olan askeri güçte hala onlar öndeler. Ancak ekonomik gücü de kontrol etmeleri gerekiyor. Çin ve Avrupa ise Afrika ve Ortadoğuda  etkin  olmak  istiyorlar. ABD ve Rusya bunu engelleyecek politikalar izliyorlar. Kuzey Afrika ve Arap bölgesindeki ayaklanmaların gerçek amacı budur ve dış dinamikler daha belirleyicidir.

- ABD ve Rusya ekonomik kontrolü elde etmeye, AB ve Çin Orta Doğuya ve Afrikaya hâkim olmaya çalışıyor.

- Sermaye dünyayı dörtlü olarak bölmüş: Çin, AB, Rusya ve ABD. Bunlar arasında denge kurmaya çalışıyor: Dörtlü denge denemesi.

 

Çin büyük ölçüde alacaklıdır ve bunları ilişkileri geliştireceği ülkelere transfer etmek istemektedir. Mesela ABDdeki alacağını bize transfer edebilir. Bugünlerde Çin Başkan Yardımcısının seyahatleri ekonomik amaçlı gözükse de arka planda siyasi hesaplar vardır. Mesela İranla iyi ilişkiler içindedir ve Türkiyenin bu ülkeyle iyi ilişkiler içinde olmasını istemektedir. Böylece Ortadoğuda etkili olacaktır ve Afrikaya açılan kapıda dostları bulunacaktır. Ziyaret sadece ekonomik olsaydı çok daha önceleri yapılabilirdi. Şu sıralarda ülkemizin cari açığı sorun olmak üzeredir ve Çin bu konuya yardımcı olarak siyasi konumunu güçlendirmek istemektedir.

- Çin başkan yardımcısı ABDdeki alacağını Türkiyeye çevirebilir.

- Sermaye ABDye gözdağı vermek için Türkiyeyi ve Orta Doğuyu büyütüyor.  Obamayı devirirse Türkiyenin canına okur.

 

Çin ile yakınlaşma bir seçenek olabilir. Ama bu durumda ABD ve Rusya ile karşı karşıya kalmayı göze almak gerekir. Rusya zannedildiği gibi Çine yakın değildir hatta en büyük tehlike olarak onu görmektedir. Aynı coğrafyada olan bu iki ülkeden Rusyanın nüfusu azdır ve kontrol ettiği alan hem geniş hem de zengin doğal kaynaklara sahiptir. Bu topraklar Çinin rüyası olabilir.

- Rusya zengin topraklara, Çin büyük emeğe sahiptir. Aralarında hasımlık var.

- Rusya Çin halkına topraklarını açsa, Çin halkı da buralarda çalışsa iki dünya onların olur. Enternasyonal ülkelere neden bunu yapmasınlar. Sermaye izin vermez.

 

ABDnin en büyük rakibi Çindir. Afrikayı ve Orta Doğuyu kontrol ederse en büyük güç o olacaktır. Zaten bu konu çok tartışılmaktadır. Ancak bunu bir kader saymayan ABD gücünü korumak için tedbirler almaktadır.

- ABDnin rakibi Çindir. ABD tedbir almaktadır.

- Sermaye dört gücü de dengede tutmak ister.

 

Türkiye bu büyük mücadelede kilit ülke konumundadır ve ülkemize yönelik operasyonlar yapılması normaldir ve bunları yaşamaktayız. Önümüzdeki dönemde siyasette büyük değişiklikler beklenmektedir. Bunları bu büyük mücadelenin  bir parçası olarak görmek abartılı sayılamaz. Muhalefetin kişisel yıpratmayı ön plana çıkarması ve Erdoğan’ı hedef almasının sebebi açıklanmalıdır.

- Türkiye dört güç arasında denge ülkesidir. Tarihi ve coğrafi özelliği ile güçlüdür. Ne tarafta olursa orası galip gelir. Türkiye Adil Düzeni getirirse kendisi denge unsuru olur ve III. bin yıl barış yılı olur.

 

 

http://stargazete.com/guncel/yazar/mahir-kaynak/ekonomik-kriz-haber-426442.htm

19 Şubat 2012 Pazar

 

Günümüzde en çok konuşulan ve tedirginlik yaratan konulardan biri de ekonomik kriz. Bu durum beklenmedik bir olay değil. Yıllar önceden başlayan bu süreçte, bazılarına göre, ortaya çıkan olumsuzluklar düzeltilmek isteniyor. Başka bir ihtimal de bu şartları kullanarak dünyaya verilmek istenen yeni şekle ulaşılmak istenmesidir.

- Ekonomik kriz yeni düzenleme aracıdır diyorlar.

- Ekonomik krizi siyasi gücünü kaybeden Sermaye yeniden elde etmek için çıkarmaktadır.

 

1993te üniversiteden ayrıldım. Bu tarihe kadar derslerde ABDnin borçlanmasını şu basit örnekle anlatırdım: Çin ABDye bin dolarlık mal satsa halk bunları satın alır ve bin dolar Çinin alacağı olur. Paranın yatırıldığı finans kurumu bin dolarlık hazine bonosu alırsa dış ticaret açığı bütçe açığını kapatır. İşi şakaya vurur ve denizlerde gördüğünüz ABD filolarını Çin finanse ediyor derdim.

- Çin ABDye mal satsa dolar alsa Çin ABD filosunu beslemiş olur.

- Dolar dünyayı emeksiz sömürme aracıdır. Dolarla mal satan aptal insanları hayvanları Tanrı'nın seçkin kulları olan İsrail oğulları yönetip duruyor.

 

Bu durum tüm dünyaya yayıldı ve birçok ülke gayri safi milli hâsılasını aşan miktarlarda borçlandı. Bu borçların hepsine finans kurumları aracılık ediyor ve bunlar her devletin kontrol edebileceğinden daha büyük miktarları yönlendiriyorlardı. Buna küresel sermaye deniyordu ve bu sermaye gurubunun siyasal projeleri vardı. Üretimi gerçekleştiren yerli sermaye küresel sermayenin egemenliğine karşı idi. Dünyadaki çatışmanın yerli sermaye ile küresel sermaye arasında olduğunu ve bu çatışmada küresel sermayenin yenileceği söyledim ama birçok kişi bunu bir hayal saydı.

***

- Devletler borçlandı. Küresel sermayeye karşı direnç başladı. Global sermaye yenilecek dedim.

- Doları baz alan faizli paradan vazgeçmedikçe yenemezler. Para ortak ambara giren alınan belgelerin rehini karşılığı piyasaya çıkmalıdır. Para mal karşılığı olmalıdır.

 

ABD iki aşamalı bir plan yaptı. Devlet önce bütçe açığını kapatacak ve kendisinin sebep olduğu dış ticaret açığını kapatacak daha sonra halkın borçlanması sonucu oluşan cari açığı engelleyecekti. Bugüne kadar biriken dış borçların ödenmesi yerine, ödeme halkın refahında büyük azalma yaratacağı için, finans oyunlarıyla sıfırlanması sağlanacaktı.

- ABD bütçeyi dengeliyor. Dış borçlarını enflasyonla kapatacaktır.

- Sermaye izin verirse doları basar da hükümetin emrine verirse bunu yapabilir. Seçimden sonra yeni siyaset izlenecek.

 

Avrupada birçok ülke aynı durumdaydı ve ödemeleri mümkün olmayan miktarda borçlanmışlardı. Ancak ABDnin ekonomik yapısıyla bu ülkelerin arasında büyük fark vardı. ABD tarım ürünleri de ihraç eden bir ülkeydi yani herhangi olumsuz bir süreçte halkı aç kalmazdı. Petrol ve hammadde ihtiyacının önemli bölümünü kendisi karşılıyor, geri kalanını da politik olarak egemen olduğu yerlerden sağlıyordu.

- Avrupa krizlerde çöker, ABD kapalı ekonomisini sürdürebilir.

- ABD federe devletleri yerel para çıkarabilir ve doların hâkimiyetinden kurtulabilirler. ABDdeki kriz federe devletlerini güçlendirir. ABD halkını sıkıntıya sokmaz.

 

Avrupanın borçlu ülkelerinde ekonomik yapı ABDden farklıydı. Onlar gıda ve enerji ithal ediyordu ve bundan mahrum kalırlarsa bir savaşın yaratacağından daha büyük bir sıkıntıya düşmeleri kaçınılmazdı. Onlar da iki aşamalı bir planı uygulamaya koydular. İlk aşamada bütçelerini denkleştirecek, halkın daha fazla borçlanmasını engelleyecek, borçların geri ödenmesi söz konusu olmayacaktı. Ancak borçlanmanın durması bile halkın refahını olumsuz etkiliyor, memurlar düşük maaş alıyor, emekli aylıkları azalıyordu. Emekli fonları, finans kurumlarında değerlendirildiği için, borçların ödenmemesi bunları tehlikeye atıyor ve ileride devletin bu fonlarda kaybedilenleri telafi etmesi gerekiyordu.

- Avrupa borçlanmayı durduruyor. Yurtta da enflasyonu düşünmüyordu.

- Sermaye doları batırıp yeni para çıkarabilir. Euroyu ve altını geçiş olarak kullanabilir. ABD merkez bankası batar, ABD dağılır ama Sermayeye bir şey olmaz.

 

Geçmişte borçlanan ülkelerin vereceği tek şey kalmıştı. Halkının ayaklanıp ülkenin kaosa sürüklenmesini engellemek için siyasi tavizler vereceklerdi. Şimdi dünya bu şartlara bağlı olarak  şekilleniyor. Dışa en az bağımlı ülkeler olan ABD ve Rusya yeniden birer güç odağı olacak, diğer ülkeler onların aracılığı ile gıda ve enerji sağlayacak. Zaten Rusya dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sahip ülke ve Avrupa ona ve çevresine bağımlı durumda. Çözülmesi gereken sorun İkinci büyük doğalgaz rezervine sahip İran’ı da bu yapıya bağlamak. Yani İran’ın nükleer çalışmalarından kimse korkmuyor ama onun yerini belirlemek için bu bir araç olarak kullanılıyor. ABD petrol bölgelerini kontrol edecek ve böylece dünyada yeni güç odaklarının oluşması engellenecek. Olaylara bir de bu açıdan bakmak gerekir diye düşünüyorum.

- ABD ve Rusya İran’ı da yanlarına alarak dünya petrolü ile hâkimiyetini sağlamak istemektedir.

- Sermaye siyasi gücünü kaybetti. Ekonomik gücünü de karşılıksız para ile koruyor. Siyasi dengesini kaybedecektir.

 

 

 

Yorum:  Yeni düzen

 

III. bin yıl uygarlığı Adil Düzen uygarlığı olacaktır.  Adil Düzen üzerinde yalnız Türkiyede Akevlerde çalışılmaktadır. Yeni düzenin esasları ortaya konmaktadır. Adil Düzene göre insanlık anayasası hazırlanmıştır. Şimdi Kur’ânla delillendirilmektedir.  Yeryüzünün her tarafında Kur’ân artık önemli kitap halindedir, herkes ilgileniyor. Adil Düzen yakında tüm insanlığın konusu olacaktır.

 

Adil Düzene göre dört güç vardır: İlmî, dinî, meslekî ve siyasî güç. Gelecekte yasama erkini ilmî güç, yürütmeyi meslekî güç, yargılamayı dinî güç, yönetmeyi siyasî güç yüklenecektir. Yönetim yargı kararlarını infaz eden bir güç olacaktır. Dört güç eşit güç olacak, biri diğerine hâkim olmayacaktır. Başkan dengeyi sağlayacak. Hakemlerden oluşan yargı herkesin üstünde olacaktır. Hakemler de hakemlerin denetiminde olacaktır.

 

Yeryüzü yüze yakın ulusal devletlere ayrılacak. Silahlı güç ulusal güçlerden oluşacaktır. Uluslararası yargı kararlarına uymayanları ulusal ordular savaşla tenkil edeceklerdir. Devletler yüze yakın illere bölünecek ve iç güvenliği iller sağlayacaktır. Her il yüze yakın bucaklara ayrılacaktır.  Esas sosyal hayat bucaklarda oluşacak. Hukuk düzeni her bucakta kurulacak. Bucaklar tamamen bağımsız olacaklardır.

 

Bucaklarını beğenmeyenler istedikleri bucağa gidebilecektir. Oradaki taşınmazların bedelini devlet peşin ödeyecektir. Ekseriyet demokrasisinin yerine hicret demokrasisi olacaktır. Siyasi denge devletlerarası kurulacaktır. Bloklar arası çatışma ile oluşmayacaktır.

 

Ekonomi ise halkın kuracağı semt kooperatifleriyle üretim yapılacak. Bucak kooperatifleri buğday parasını çıkaracak ve üretimi planlayacaktır. İl kooperatifi genel hizmet verecek ve ilde demir para çıkaracaktır. Ülke kooperatifi toprak parasını çıkaracak çalışmayı imarı dengeleyecektir.  İstanbulda kurulacak kredileşme kooperatifi altın para çıkaracak ve ticareti organize edecektir.

 

İlim genel hizmeti yapacak, din ise eğitimi gerçekleştirecektir. Üretimden paylarını alacaklardır.  İşte bu Adil Düzendir. Kim bunu önce benimser katkıda bulunursa III. bin yıl uygarlığının hakimi onlar olacaktır. Sermaye de bu katkıda bulunma şansına sahiptir.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
26.02.2012
06:46

TYB (Türkiye Yazarlar Birliği) İstanbul Şubesi üyesiyim...

Geçenlerde "YENİ YÖNETİM" göreve başladı...

*

Yeni yönetimden şöyle bir talep geldi:

Saygıdeğer üyelerimiz, yazar dostlarımız; TYB-İstanbul olarak yeni dönemde gerçekleştireceğimiz çalışmalarda siz dostlarımızı da yanımızda ve faal olarak görmek istiyoruz. Sadece misafir değil, katılımcı olarak faaliyetlerde bulunmanızın hem sivil toplum hareketlerinin tabiatına uygunluğu, hem de fikir ve düşünce insanı olmanın gereği olduğu açıktır. Ancak; üyelerimizle ilgili arşiv birikimimizin güncellenme ihtiyacı bulunmaktadır. Birçoğumuz basın-yayın faaliyetlerinden tanınmakla birlikte yeterince birbirimizin çalışmalarının künhüne vakıf olmadığımız gerçeğiyle karşı karşıyayız. Öncelikle siz yazar dostlarımızdan çalışma alanları, eser ve birikimlerini ifade eden bir biyografinizi bizimle paylaşmanızı rica ediyoruz. Yeni yapılandırma sürecinde TYB’nin aslî husûsiyetlerine ulaşması çerçevesince: Branşa dayalı belirli altyapıda ilgililerin katılacağı akademiler; Birikim geliştirmeye yönelik kurslar; Atölye, icraat, araştırma maksatlı çalışma grupları ve Sohbet halkaları oluşturulacaktır. Bu dört kategorinin alt başlıkları konusunda teklif vermeniz ve alabileceğiniz görevler hususunda da bizleri bilgilendirmeniz gerekmektedir. Bu bilgilendirme yeni yapılandırma çalışmalarımızda bizim için belirleyici olacaktır. Yukarıdaki hususların dışında da tekliflerinize açık olduğumuzu bildirir, ilgi ve paylaşımınız için şimdiden teşekkürlerimizi sunarız. Bünyamin Yılmaz TYB İstanbul Yönetim Kurulu Üyesi Not: Güncel bilgilerinizi bu adrese ulaştırmanızı rica ediyoruz.

***

Şöyle bir cevap verdim; bilgilerinize:

Muhterem TYB Çalışanları; Biyografimiz Milli Gazete'deki köşemizin yanında olabildiğince geniş olarak mevcuttur, oradan tedarik edilebilir... Ek Öneriler: - Kur'an ve İlim (TEFSİR) Çalışmaları (www.akevler.org sitemizin "SEMİNERLER" bölümünde 650 Haftalık örnekleri mevcuttur; seminerler haftalık olarak devam etmektedir... Ayrıca her akşam farklı konularda [ANAYASA ÇALIŞMALARI GİBİ] çalışmalar yapılmaktadır...) - KUR'AN MUCİZELERİ (250 Kur'an mucizesi çalışmamızın önemli bir kısmı www.ehabir.com sitesinde yayımlanmıştır; talep olursa "kitaplaşacaktır" inşaallah... Bu konuda ayrıca "KUR'AN'I ANLAMA METODU" ve "KUR'AN'I UYGULAMA METODU" çalışmalarımız vardır...) - ADİL (EKONOMİK) DÜZEN ÇALIŞMALARI (Erbakan'ın "YENİ BİR DÜNYA VE ADİL DÜZEN" kitabı... Bu kitap üzerinde 22 haftadan beri Süleyman Karagülle Hocam ile çalışıyoruz; çalışmalar www.akevler.org sitemizin "İLMİ MAKALELER" bölümünde yayımlanıyor... Bu konuda çalışmalar yapılabilir...) - GENEL ÇALIŞMALAR... (www.akevler.org sitemizdeki konu başlıklarına bakılırsa, ihtiyaca göre daha başka çalışma alanları seçilebilir... Çalışmalarınızda başarılar dilerim... Selam, sevgi, saygı ve dua ile... Reşat Nuri EROL Milli Gazete Yazarı Adil Düzen Çalışanı 0532 246 68 92

Reşat Nuri Erol
26.02.2012
08:27

ilginç bir hatıramı anlatayım...

seksenli yıllar... benim Arabistan yılları...

İzmir'de izindeyim, Akevler'e 32. gün ekibi geldi...

başlarında RIDVAN AKAR var... iki gün çekim yaptılar...

bu arada rıdvan bey ile "özel" görüşmelerim de oldu...

iki günlük çekimler sadece 20 dakika yayımlandı.!!!

*

oysa..

rıdvan akar Üstad Karagülle'nin sesinin, duruşunun, anlattıklarının çok medyatik ve tam televizyonluk olduğunu söyledi; onların yayınlarından sonra bütün kanalların peşimizde olacağını söyledi...

ve...

yayından sonra hiç de öyle bir şey olmadı...

ambargo aynen devam ediyor, aradan geçen yıllara rağmen...

medya dünyası ÜSTAD'ın hep hatırlattığı üzere işte böylesine musibet ve sermayeye satılmış bir dünya...

***

rıdvan akar ile yeni şafak bir röportaj yapmış...

benim ilgimi aşağıdaki bölüm çekti, aktarıyorum:

ERBAKAN SON NEFESİNİ VERENE DEK BEYEFENDİLİĞİNİ BOZMADI Belgeselin büyük bir bölümü hakkında bilgi sahibisiniz. Sizce 28 Şubat bitti yoksa devam ediyor mu? 28 Şubat askeri bir darbe. 27 Mayıs ve 12 Eylül'de asker doğrudan rejime müdehale etmiş ve rejimi bütünüyle değiştirmişti. 28 Şubat'ta da çeşitli partilerden oluşan konsensus ile kendisine yakın bir iktidar yapısının oluşmasını sağladı. 28 Şubat askeri ve sivil bürokrasinin askeri vesayet rejimi oluşturmaya dönük bir tasarrufudur. Demokrasiye vurulmuş son bir darbedir. İnsanlar 28 Şubat sürecinde çok büyük mağduriyetler yaşadılar. 28 Şubat bize neyi gösterdi? 28 Şubat ve benzeri askeri müdahaleler Türkiye'nin demokratik tahammüllerine ve demokrasinin işleyiş mekanizmalarına ne kadar radikal müdahaleler de olsa halkın tercihlerini manipüle etme konusunda hiç bir zaman başarılı olamıyorlar. 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart'ta ve 28 Şubat'ta o askeri vesayet rejimini kuranların tercih ettiği siyasi partilerin hiç biri iktidara gelemedi. Tam tersi ona muhalif olanları halk destekledi. 28 Şubat'ın mimarları bu sürecin bin yıl süreceğine inanıyorlardı. 15 yıl geçti ama 28 Şubat diye bir şey kalmadı. 28 Şubat sürecinin çökmesinin ötesinde askeri vesayet sürecinin de çok büyük darbe aldığını ve bir daha o eski gücünü elde edemeyeceğini düşünüyorum. 28 Şubat'ın mağduru kim? Hiç kuşkusuz demokrasi. Muhafazakar ve dindar kesime dönük bir tasarruftu. Düşünün ki 40 bin civarında insanın öldüğü bir Kürt sorunu bütün sıcaklığı ile devam ederken bu ikinci plana atılıp birinci tehlikenin irtica olduğu tespiti yapılmıştı. Kürt sorunu başlı başına bir asayiş sorunu değil. Milli Güvenlik kurullarında Kürt sorunu sadece bir asayiş ve güvenlik sorunu olarak algılandığı ve ellerinde çekiç olduğu için Kürt sorununa da çivi gözüyle baktılar. Benzer bir algı "İrtica" söyleminde de vardı. Askeri vesayet Türkiye'nin toplumsal gelişimi ve değişiminin aktörlerini algılamaktan çok onları bir düşman görüp, yok etmeye dönük bir algıyla hareket etti. Darbe gazeteciliği hala devam ediyor mu? İnsanların değişimine inanmak lazım. 28 Şubat sürecinde Genel Kurmay'da basına brifingler verildi. Ve o dönem tüm medya hazırol vaziyetinde Genel Kurmay Başkanı geldiğinde ayağa kalkarak o birifingte Türkiye'de nasıl bir irtica tehlikesi olduğu konusunda bilgilendirildiler. Bugün o brifinglere giden meslektaşlarımızın bir bölümü 28 Şubat'ın aslında ne kadar olumsuz bir süreç olduğuna dair yazılar yazıp farklı bir görüş sergileyebiliyorlar. Samimi bulmuyor musunuz? Ben o insanları tamamen olumsuz bir tarafa koymak istemiyorum. Aradan geçen zaman dilimi içinde orada brifing alıp irtica tehlikesinin bilincine varan gazeteci ve yazar aradan geçen zaman içinde aslında aldatıldığını düşünmüş olabilir. Peki, bu değişim size inandırıcı geliyor mu? Bence inanmalıyız. Mesela Oktay Ekşi, Mehmet Ali Birand'ın andıçlandığı dönemde içimizdeki alçakları tanıyalım mealinde bir köşe yazısı yazmış ve Mehmet Ali Birand'ın PKK'dan para aldığı iddalarını veri kabul etmişti. Yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röportajda aslında aldatıldığını, manipüle edildiğini ve böyle bir yazıyı yazdığını ifade etti. 15 yıllık bir periyottan söz ediyoruz. İnsanlar hata yapabilir, bunu yaptığını kabul edebilir, ya da bu 15 yıl içerisinde fetiş olarak dayatılan irtica tehlikesinin çok da gerçek olmadığını anlayabilir. Burada önemli olan nokta; entellektüel birikimine karşın irtica tehlikesi birifingini alıp Genel Kurmay Başkanı karşısında ayağa kalkan o gazetecilerin, o brifingle ilgili anılarını kaleme almak zorunda olmaları. Siz Süleyman Demirel ile röportaj yaptığınızı söylüyorsunuz. Sizi şaşırttı mı? Evet. Birincisi, Demirel'in, bir gece Türk Silahlı Kuvvetleri'nden darbe için tankların yola çıktığını ve kendisinin Genel Kurmay Başkanı'yla yaptığı telefon konuşmasında belli taahhütler vererek tankların geri döşünü sağladığına dair bir açıklama yaptı. İkincisi, yıllar içinde Demirel'in, Erbakan'a karşı algısında bir değişiklik olduğunu gözledim. Erbakan'ın başbakan olmasına rağmen yaşadığı kabalıklar karşısında beyefendi duruşunu hiç terk etmemesi Demirel'i şaşırtıyordu. Erbakan o dönemle ilgili ne anlattı? Erbakan ile yaptığım röportaj inanılmazdı. Düşünün bir 28 Şubat süreci var ve bunun en önemli aktörü Necmettin Erbakan, o süreci destekleyen siyasi aktörler de içinde olmak üzere herkes 28 Şubat sürecinde olumsuz bir görüşe sahip. Erbakan istese o dönem ve aktörleri hakkında birçok olumsuz şey söyleyebilirdi. Ama o kimse hakkında tek kelime olumsuz bir laf etmedi. Hiç kırgın değil miydi? Hayır. Sınıf arkadaşı Süleyman Demirel'e de mi? Hayır. Hiç kuşkusuz orada en çok kırılabileceği kişi Süleyman Demirel'di. Ama o "Ben Süleyman Demirel'i çok severim, okuldan arkadaşımdır, çok değerli bir siyasetçidir" dedi. Bu duruş beni çok şaşırttı. Çünkü istese bu sürecin tadını çıkarabilirdi. O dönemin muarızları ve aktörleriyle ilgili istediği kelamı edebilirdi. Hiç kimse "sen niye böyle konuşuyorsun" diyemezdi. Ama yapmadı. Askerlerle görüşme fırsatınız oldu mu? Hayır. Çünkü topluca konuşmama kararı aldılar. Çok ısrar etmemize rağmen fikirlerini değiştirmediler. Onlar içinde bir pişmanlık söz konusuysa bizim haberimiz olmadı. Fakat Fikret Bila'nın eski komutanlarla yaptığı söyleşilerde ben 28 Şubat ve tüm askeri darbelerin aslında Türk Silahlı Kuvvetleri'ne zarar verdiği konusundaki değerlendirmelerini okudum. Ama bu ekrana yansımadı.

Reşat Nuri Erol
26.02.2012
09:08

ÜSTAD elbette MAHİR KAYNAK'ın bugünkü yazısını gelecek hafta değerlendirecektir...

Ama mahir kaynak'ın bugünkü yazısı/konusu "gündem" sebebiyle önemli...

bugünkü köşe yazımda (Milli Gazete) konuya kısaca temas ettim...

MK'ın yazısında daha fazlası var; ilginize sunuyorum...

selam ve dua ile..

reşad

*

Mahir KAYNAK mkaynak@stargazete.com CHP Kurultayı

26 Şubat 2012 Pazar

İç politikadaki analizlerde dış etkiler çoğu zaman göz ardı edilir. Oysa dünyadaki gelişmeler her ülkenin iç politikasını etkiler. Şu anda CHP Kurultayında rakip taraflardan söz ediliyor ama bu tarafların dış politikada nasıl yol izlemek istediği tartışılmıyor. CHP’deki lider değişimi parti tarafından gerçekleştirilmedi. Henüz tespit edilemeyen bir odak Baykal’ı tasfiye etti ve Kılıçdaroğlu, önceden belirlenip belirlenmediği bilinmeden, genel başkan oldu. İlk işim eski ve yeni genel başkanları dünya güçleri açısından değerlendirmek oldu. Baykal Avrupa’ya yakın değildi ama dünyadaki değişmelere uyum sağlamasını engelleyen bir faktör vardı o da resmi ideolojinin simgesinin CHP olmasıydı. Bu ideoloji geçmişte çok iyi olabilirdi ama zamanımızda engelleyici bir rolü oluyordu. Bu nedenle Baykal’ın değişmesini etkili güçlerin hepsi istediler. Baykal’ın kişiliğinden bir şikayetleri yoktu ama onun bu ideolojiyi değiştirmesi imkansız görünüyordu. CHP’nin yanında olan kitle çağdaş bir dünya görüşünü savunmalıydı. Bu durum Baykal’ın tasfiyesini kolaylaştırdı ama yerine yeni bir lider getirmek yerine var olan düşünceyi ortadan kaldıracak birinin gelmesini tercih ettiler. Bu nedenle CHP’deki yeni yönetimi buldozere benzettim ve görevlerinin yeni bir yapı kurulacak alanı düzeltmek olduğunu yazdım. CHP’nin sosyal demokrat bir parti olduğu sadece söylem düzeyinde kalıyor. Bu düzenin nasıl kurulacağına dair bir projeden haberimiz yok. Geçmişte Ecevit köykentten söz ediyordu ama bu proje anlamsızdı. Köylü nüfusun çokluğu nedeniyle şehirlere göç etmeleri zaruri iken onları köylerde mutlu kılmanın bir anlamı yoktu. CHP’de, hatta bazen diğer partilerde, lider değişimi ideolojik nedenlerle değil dış politikadaki tercihlerinden kaynaklanıyor. Mesela Ecevit ile İnönü arasında ideolojik fark yoktu. Ancak İnönü Avrupa ile işbirliğine yakın iken Ecevit ABD’yi tercih ediyordu. İnönü 1963’te AB’ye ilk adımı attı, Ecevit Kıbrıs’a çıktı. ABD daha önce yapılmak istenen müdahalelere Johnson mektubuyla engel olmuştu ama Ecevit Kıbrıs fatihi oldu. İnönü gibi tarihi bir şahsiyet Ecevit’e yenildi ve kendisiyle özdeşleşen partisinden istifa etmek zorunda kaldı. Şu anda CHP içinde iki dış politika modeli tartışılıyor ve bunların birbiriyle uzlaşması imkanı yok. Bu yüzden ya taraflardan biri yenecek ya da bölünecekler. Bugün muhalefet olarak tanınan bölüm eski CHP gibi aydın kitlelere hitap edecek ama geçmişteki resmi ideoloji ile sınırlı kalmayacaklar. Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgimizin bizi mecbur ettiklerini artık sürdürmek zorunda değiliz. Onlar da bölgesel bir güç olmayı kolaylaştıracak ve çevremizdeki halkların da benimseyeceği bir dünya görüşü yaratacaklardır. Resmi ideolojimiz varlığımızı korumak için benimsenmişti. Şimdi bölge için ortak bir dünya görüşüne ihtiyaç var ve eğer bu konuda kendileri de bir yenilik yaratamazlarsa bugünkü iktidar, görünür gelecekte, iktidarını sürdürür. Çünkü dünya görüşü çağımızla uyuşuyor. Birçoklarının gericilikle suçladığı bir iktidarı çağdaş saymanın zorluğunun farkındayım. Amacım ülkemizdeki herkesin çağdaş olmasıdır. Ayrıca dünyada çatışan iki taraftan şanslı olanı desteklemek gerekir.

Reşat Nuri Erol
27.02.2012
10:23

Yarınki köşe yazımdan bir paragraf:

Açıklama yeni; şu kadarını aktarayım da tarihe not düşelim. Star’da yayımlanan röportajda Recai Kutan bir soruya şu cevabı veriyor: “İlhan Kılınç (MGK Genel Sekreteri) gidip geliyordu. Hatta Hoca ona bir nasihatte de bulundu. Dedi ki; ‘Otur şu karşıma, ben senin abin yaşındayım. Bak sen gidip geliyorsun. Sana git şunları şunları söyle diyorlar. Sen de gidip geliyorsun. Bu işin dünyası var âhireti var. Bırak bu maddeleri, onları çöpe at âhiretini kurtarmaya bak. Elbette görevin, yapacağını yap da, ancak bu işin doğru olduğuna inanma. Aksi halde bu senin imanını büyük ölçüde zedeler. Bunu da sana tevsiye ediyorum’ diye nasihatte de bulunmuştu Hoca.” Yani, ‘o maddeleri çöpe at’ ya da cehennemin dibine!..

Reşat Nuri Erol
28.02.2012
19:25

bu yazıya dikkat..!

bazı yerlerine daha çok dikkat..!

***

Hem cemaate hem de AK Parti’ye bir çift sözüm var

Bugün Salı Gülen cemaati ile AK Parti arasındaki kavganın veyahut tartışmanın geldiği aşamadaki enteresanlığın sanırım siz de farkındasınız. Mesele tümüyle dünyevi kazanımların korunması ve çoğaltılması etrafında yoğunlaşırken, tartışmanın dini argümanlarla, dini şahsiyetler üzerinden sürdürülmesinden fena halde rahatsızım. Bu kavganın yaklaştığını, aşağı yukarı bir yıldır yazıyorum. Benim gibi, her iki kesimi de yakından tanıyanlar neler olduğunun, ne tür hesaplar yapıldığının farkındaydı. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber cemaat Türkiye’deki ‘hizmet’ alanlarında daha rahat hareket eder oldu. Her geçen gün daha çok büyüdü. Büyüdükçe daha çok alan kapladı. Kapladığı alanda kendi mensuplarından başka kimseye hayat hakkı tanımadı. Öyle ki başka cemaatlerden dindar bürokratlar bile Gülen cemaatinin hedefi olmaktan kendini kurtaramadı. AK Parti oy kaybetmemek, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlık planının tehlikeye düşmemesi için cemaate karşı açıktan tavır almaktan hep imtina etti. Fakat önceleri derinde de olsa bu durum cemaat mensubu bürokratlara karşı üstü kapalı bir şekilde negatif ayrımcılığı da beraberinde getirdi. Cemaate yakın gazete ve TV’lerde artık sert eleştiriler başlamış, haberlerde hükümete geniş yer vermeler son bulmuştu. Cemaate yakın gazeteciler de hükümetle aralarına mesafe koydular. Cemaatin emniyet ve yargıda belirgin bir üstünlük kazanması ve bu üstünlüğü hükümeti de sıkıntıya sokacak şekilde kullanması, AK Parti çevrelerinde artık kabul edilemez bir durum olarak görülmeye başladı. Açıktan ilk restleşme, İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanma kararı üzerine gerçekleşti. Hükümet tutuklu yargılama kararından ve “terör örgütü lideri” tanımlamasından rahatsızlığını açıkça belirtince, cemaate yakın yayın organları hükumetin bu tutumunu eleştiri yağmuruna tuttular. Başbakanın “Bizim arzumuz Başbuğ’un tutuksuz yargılanmasıydı” çıkışı üzerine, yargının ertesi gün 6 aydır tutuksuz yargılanan Hurşit Tolon’u tutuklayarak başbakana rest çekmesi, kavganın su yüzüne çıktığının en keskin işaretiydi. İşte bu artık gizlisi saklısı kalmayan çekişme, MİT tartışması ile iyice harlandı. Kılıçlar çekildi. Cemaate yakın gazeteciler MİT üzerinden hükumet ve başbakanı hedefe koyarken, AK Parti’ye yakın gazeteciler ise emniyet ve yargı üzerinden cemaati hedef aldılar. Birkaç gün açıktan, adı da koyularak yapılan münakaşa, nasıl olduysa şimdi yeniden alttan alta yapılır hale geldi. Yüksek sesle “Hayır, AK Parti ile cemaat arasında herhangi bir çatışma yok” diyenler, alçak sesle neredeyse bir birlerine ağzına geleni söylemekten çekinmiyorlar. Öyle bayağı, öyle belden aşağı, öyle gayri ahlaki tutumları görüyoruz ki, hayretimiz katbekat artıyor. Hükümet “Cemaatle bir kavgamız yok” diyerek cemaatin devletteki gücünü sınırlandırmaya çalışırken; cemaate yakın yayın organları, hükümetin her açığını bir kampanyaya döndürmek için olağanüstü çaba gösteriyorlar. Köşelere, sosyal medyaya, ağza alınmayacak hakaretlere bakıyoruz, ortada ciddi bir kavganın olduğunu açık. Cemaate yakın medyanın bir kısmı ‘Sözcü’ gazetesi, bazı gazetecileri ise Emin Çölaşan pozisyonunda açıktan hükümet aleyhtarlığı yapıyor. Diğer taraftan da MİT operasyonu üzerinden cemaat ‘İsrail işbirlikçisi’, ‘ABD’nin piyonu’ olarak gösteriliyor. Tüm bunlara rağmen hâlâ “Biz aynı davanın neferiyiz aramızda kavga yok” deniliyor. Bunu söyleyenler bir de herkesin buna inanmasını bekliyor. Kavganın ortaya çıkmasından, büyümesinde, derinleşmesinden, sürdürülmesinden medet umanlardan; el ovuşturup keyif alanlardan değilim. Beni üzen, kavganın adaba uygun bir şekilde yürütülmemesi, belden aşağıya inmiş olması, bu da yetmezmiş gibi dini argümanlarla sürdürülüyor olmasıdır. Benim anlamadığım eğer kavga yok ise niçin bir birinize düşmanlık ediyorsunuz. Eğer kavga yok ise tasfiye dedikoduları niçin ortalıktan kaldırılmıyor. Eğer bir kavga yok ise cemaat geçtiğimiz hafta kendi mensuplarına “Siyaset için hazır olun” mesajını gönderip niçin “Herkes en az 4 kişi ile ekip olsun” talimatı yayınladı? Cemaatin siyasi hesabı yoksa siyasete girme hazırlığı niçin başlatıldı? Her şey bu kadar açıkken, her şey herkesin gözü önünde oluyorken böyle bir kavga yokmuş numarası çekip gizliden gizliye düşmanlık etmek ayıp değil mi? Bütün insanlar size bakıyor. Sizin hem Müslümanlığı kimseye bırakmayan tutumunuzu, hem de bel altı kavgalarınızı görünce utanan başı öne eğilen, yüzü kızaran milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. Aynen birbirinden nefret eden gelin kaynana durumundasınız: Halk içinde yüksek sesle birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi söyleyip, eve döndüğünüzde de birbirinize var gücünüzle hücum ediyorsunuz. Böylesine hesapçı, yüze gülmeci, arkadan konuşmalı tavırları; Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla sürdürüyor olmak fazlasıyla abuk sabuk, küçültücü, utandırıcı değil mi? Açıkça görülüyor ki bu kavganın asıl nedeni dünyevi kazançları korumak ve daha fazlasını elde etmek. Bu tartışmanın dinle, İslam’la, Hz Peygamberle, sahabelerle ne alakası var? Menfaat çatışmanızı ne diye ulvi bir ideal birliği gibi göstermeye uğraşıyorsunuz? Çıkar, imtiyaz, makam, mevki, güç peşinde koşarken; bunun davasını güderken bunun yarışı, mücadelesi içindeyken, ne diye ulvi, ilahi, mukaddes efektler yapma gereği duyuyorsunuz? ‘Bir dava için yol arkadaşlığı’ yapanların, gün gelip de iktidar için bu kadar küçülmesinden biz utanıyoruz. Siz utanmıyor musunuz? Sanıyorsunuz ki “Aramızda kavga yok” deyip ardından da ağzınıza geleni söylediğinizin kimse farkında değil. Herkes her şeyi görüyor. Dostlarınız üzülürken düşmanlarınız bayram ediyor. Görmeyen sizsiniz. Hatta açıktan “ Yiyin birbirinizi” manşeti atıyorlar. Bu tablo bile sizi utandırıp kendinize getirmiyorsa ne diyebiliriz? Biz biliyoruz ki meselenin ‘din kardeşliği’ ile ‘ülkeye hizmet yarışı’ ile, ‘Müslümanlığa hizmet’ ile bir alakası yok. Bunlar sahte kılıflar, safsatalar, karşılıksız lakırdılardan ibaret. Ekrem Dumanlı’nın Pazartesi günleri yazdığı vaaz havasındaki köşe yazılarına, Ali Ünal beyefendinin köşe yazılarında bu tartışmayı konu ederken anlattığı sahabe hikayelerine bakılırsa, cemaat ile AK Parti arasında çağımızın Sıffin Savaşı başlamış. Şimdiden herkesi kendi saflarına çağırıyorlar. Açıkça ganimet savaşı veriyorsunuz. Ve ne yazık ki bunu dinle alakalı bir mücadeleymiş gibi satmaya kalkıyorsunuz. Sanıyorsunuz ki hâlâ o eski genç mücahitlersiniz. Hâlâ yüzünüzden nur akıyor. Hâlâ masumiyetinizi koruyorsunuz. İmanınız taptaze. Tevazunun, cömertliğin, kulluğun şifreleri sizin kalplerinizde kilitli. Halbuki insanlar size bakınca agresifliğinizden, hırsınızdan, somurtkanlığınızdan, dehşete düşüyorlar. Dinden imandan habersiz, uzak kimseleri fersah fersah geride bırakan iştahınız, iktidar hırsınız şoka sebep oluyor. Gerçeği çarpıtırken dinî kalıplar, kelimeler kullanmanız toplumun gururunu incitiyor, kalbini yoruyor, tadını kaçırıyor. Lütfen bu sefil duruma bir son verin. Bu bel altı kavgayı daha fazla uzatmayın. Her şeyin geçici olduğunu unutmayın. 20-30 yıl önce hazırladığınız afişlere dönüp bir bakın: “Dünyevi rütbeler kabir kapısına kadardır.” Sizin sözünüz, inancınız, hayatınız, rotanız, üslubunuz bu değildi. Milletin itimadını suiistimal etmeyin. İlle kavga edecekseniz lütfen İslam’ı, dini argümanları, sahabe hikayelerini bu dandik kavganıza malzeme etmeyin. Bilin ki sizden olmayan milyonlarca Müslüman daha yaşıyor bu ülkede. Din sizin malınız değil. Cemaatinizin, partinizin kazanımlarını sağlama almak için dini pazara sürmekten, sos veya ambalaj olarak kullanmaktan vazgeçin. Çocuklarımıza sizin Müslüman olduğunuzu söyleyemiyoruz. Bunu bir düşünün. Böyle bir yazıyı yazmak bana düşmezdi, bunun farkındayım. Böyle bir yazı dindar, muhafazakar, yaşı kemale ermiş aydın, yazar, akademisyen bir zat tarafından yazılmalıydı. Eminim ki daha güzel, esaslı, etkili bir metin çıkardı ortaya. Ne yazık ki mahallenin yaşlıları da ganimet peşinde. Ömürlerini “Bir lokma bir hırka” diye sürdüren aydınlarımız yaşlandıkça, ölüme yaklaştıkça “rızık endişesiyle” yanıp tutuşur oldular. Pazara sürülen Müslümanlığın, kavganın malzemesi yapılmaması gerektiğini söylemek de bana düştü. Peki bu bayağı tablo benden başka kimseyi rahatsız etmiyor mu? Gerçekten çok şaşkınım. www.twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
29.02.2012
06:59

haydi...

bir de bu pencereden bakalım...

ben -bizzat kendim- böyle bir çocukluğu yaşadım, böyle bir ailede büyüdüm...

elhamdülillah ki böyle bir ailede büyüdüm...

anlatmak öyle zor ki!..

yaşamak gerek...

anlamak için...

*

gününüz hayırlı olsun...

hayırlı bir ömür dilerim...

selam, sevgi, saygı, dua ile...

reşad

***

Mustafa Kutlu mkutlu@yenisafak.com.tr

29 Şubat 2012 Çarşamba

Yoksulluk ne ki? Orta mektebi bitirinceye kadar pantolonumun iki dizinde ve affedersiniz kıçımın iki yakasında yama vardı. Yün çorap giyerdik kışın. Naylon henüz bize ulaşmamıştı. Uçları ve tabanları delinir, ninem onları onarır, yine giyerdik. Bir çorabı ne kadar giyerdik? Üstelik biz bir küçük emekli memur ailesi idik. Yer sofrasında yerdik, sandalyede değil minderde otururduk. Çorba yoksa, tek yemek yanında ayran, salata veya turşu. Şehirdeydik ama sanki köy hayatı yaşıyorduk, ekmeğimiz hâlâ tandırda pişiyordu. Lastik ayakkabı, kışın lastik çizme, örme kazak giyerdik. Kimsenin evinde mobilya yoktu. Kimse aç ve açıkta değildi. Ayağı yalın bir çocuğu gören ona eski de olsa bir ayakkabı bulur verirdi. Eskiler atılmazdı, hiçbir şey atılmazdı. Çöp yoktu. Sofra bezini silkeledin mi dökülenleri kurt kuş yerdi. Biz yoksul muyduk acaba? Türkiye'nin yaşayan en önemli Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç diyor ki; 19. yüzyıla kadar Osmanlı ülkesini gezen Batılı seyyahlar şunu görmüş: Bu ülkede dilenci yok. Yani Paris'teki yüz dilenciye karşılık Konya'da üç dilenci var. Neden? Çünkü iktisat nizamı fakir ile zenginin arasının açılmasına imkân vermiyor. Adalet öncelikle burada tecelli ediyor. Yöneticilere çok geniş imkânlar sağlanıyor ki, rüşvet yemesinler. Ama öldüklerinde veya görevden alındıklarında miras ailesine, çocuklarına kalmıyor. Devlet el koyuyor, aileye ve çocuklara "geçinecek kadar" mal-para veriyor. Osmanlı iktisat nizamını öğrenmek isteyenler hocanın ömrünü verdiği bu küçük eseri defalarca okumalı (Ötüken Yay.). Zaten tek kitabı var. Çeşitli kuruluşlar kendi usullerine göre yaptıkları hesaplamalar sonucu "yoksulluk sınırını" 1500 TL-2000 TL.ye kadar çıkarıyor. Nerede bu pırasanın bolluğu. Kim bu kadar para alıyor ki? Yoksulluk göreceli bir şeydir. İhtiyaca göre üretim yapılan dönemde böyle bir durum görülmez. Biz yazın koyar, kışın yerdik. Türkiye makro düzeyde cari açığa rağmen, krizlere rağmen gemisini yürütüyor, ama yukarıda pembe olan tablonun getirisi aşağıya damlamıyor. Sanayi Devrimi ve ardından "tüketim toplumu" her şeyi allak-bullak etti. Dünyayı kapitalizmin kulu yaptı. Biz de bu katara son vagon olarak eklendik. Şimdilerde "Çocuk Yoksulluğu" diye bir şeyden bahsediliyor. Tabir yanlış. "Fakir ailelerin yoksul çocukları" olabilir. OECD raporuna göre (2011 sonu) Türkiye'de çocuk yoksulluğu oranı yaklaşık %23,5 düzeyinde imiş. Bu demektir ki Türkiye'de her dört çocuktan biri yoksul. Yani yoksul bir ailede yetişiyor. Yukarıda değindiğim gibi meseleyi böyle koymamak lazım. Açlık sınırı, yoksulluk sınırı, orta seviye, yüksek seviye ayrımı daha aydınlatıcıdır. Yoksa şu neticeye varırız. Yoksul çocuklar tinerci olur. Varlıklı çocuklar esrar-eroin kullanır. Bu bakış açısını ailelerin fazla çocuk yapıp yapmamalarına da bağlamak yanlış. Doğru bakış açısı bölgelerarası gelir dağılımında görülen dengesizliktir. Türkiye belki de coğrafi şartların, iklimin, denize ve limanlara yakın olmanın, ulaşımın dayatmaları ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerine, hatta İç Anadolu'ya yatırım yapmadı. O bölge insanları iş bulmak için Batı'ya göçtü, hâlâ göçüyor. İkincisi bilhassa 1950'den sonra tarımın ihmal edilmesi, köylünün horlanması, sanayinin baş tacı olması sonucu, esasen o yıllarda yüzde sekseni köylü olan ülkeyi yoksullaştırmıştır. Biz sanayileşmeyi de uzun yıllar yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Devlet eli ile zengin yetiştirmeye çalıştık, montaj sanayiine razı olduk. Ama ülke değişti artık hatırı sayılır zenginler de var, önemli oranda yoksul da var. Dünya tarımın kıymetini yeni yeni anlıyor. Birkaç yıl önce vukubulan kuraklık dünyada panik yarattı. Öyle ya aç kaldığınızda ne çelik yiyebilirsiniz ne de altın. Bunları vereyim yiyecek alayım derseniz avucunuzu yalarsınız. Bu bakımdan bir ülkenin kendine yeterli tarımsal üretim yapması son derece önemli, stratejik bir husustur. Karnı tok, sırtı pek toplumun lükse ihtiyacı yoktur. Son moda mobilyalar, beyaz eşyalar ile döşenmiş bir rezidansta oturmasa da yoksul sayılmaz. İşte Osmanlı buna çok dikkat ediyordu. Ülkede aç ve açıkta kimse kalmasın diye ihracatı bile yasaklamıştı. Biz şimdi tatile çıkamayan, arabası olmayan insanlara yoksul diyoruz. Yoksullukla konforu ayırmalı. At izi, it izine karışmamalı. Yanıbaşımızdaki Yunanistan bize örnek olmalı. Yirmi yıl önce onların fert başına düşen milli gelirine imreniyorduk. Bunlar boş şeyler. Dolu olan nedir peki. Şu: Kanaat en tükenmez hazinedir. Kanaat sahibi olan sabrı ve şükrü bilir. Bu ölçüleri, değerleri benimsersek yoksulluğun ne olduğunu anlarız. Tüketim toplumu bize naylon dolmalar yutturamaz. "Başka bir dünya mümkün" sloganının altı ancak bu zihniyet ile dolar.

Reşat Nuri Erol
29.02.2012
07:10

dünkü köşe yazımın başlığı neydi?

28 Şubat'ın canı cehenneme!

neden?

nedenini HÜSEYİN GÜLERCE bugünkü yazısında güzel sıralamış

***

Hüseyin Gülerce Bir başka açıdan 28 Şubat... 28 Şubat deyip duruyoruz. Bugünkü gençler için bir özet gerekiyor. 1990'a gelindiğinde, 12 Eylül darbesinin üzerinden on yıl geçtiği halde cuntacılar hâlâ darbe yapamamıştı. Gelenek, on yılda bir darbe ile Meclis'e, hükümete el koymaktı. Evet, on yıl geçmiş ama darbe yapılamıyordu. İhtiyaç belliydi. Her darbeden önce bir kaos ortamı hazırlanıyor, darbe zemini oluşturuluyordu. Bu defa terör ve irtica tehdidi, birlikte gündeme getirilecekti. 12 Eylül'den sonra kontrole alınan PKK marifetiyle 1990'ların başında terör azdırıldı. Buradan yılların biriktirdiği Kürt Meselesi alevlendi. Bir Türk-Kürt iç savaşı tehlikesi; komşu ülkelerin ve Türkiye'nin büyümesinden rahatsız olan güçlerin yakın ilgi alanına girdi. Asker içinde tehlikenin farkında olan, cuntacılardan uzak duran insanlar vardı. Bunlar Kürt Meselesi'nin barış yoluyla, kardeşlik esasıyla çözümünden yanaydılar. 1991-1995 arasındaki şüpheli subay ve general ölümlerini bir de bu açıdan değerlendirmeli. Söz konusu ölümlerin arasında şunlar var: Jandarma Korgeneral Hulusi Sayın, devletin Kürt politikasını sert bir dille eleştiren komutanların başında geliyordu. 30 Ocak 1991 tarihinde kurşunlanarak öldürüldü, suikastı taşeron terör örgütü Dev-Sol üstlendi. PKK'yla mücadele konusunda dönemin yöneticileriyle ters düştüğü bilinen Jandarma Korgeneral İsmail Selen, emekli olduktan sonra, 23 Mayıs 1991'de öldürüldü. En önemlisi, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis,17 Şubat 1993'te, şüpheli bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Sonraki aylarda, kendisiyle birlikte çalıştığı yedi üst rütbeli subay da öldürüldü. Terör ve Kürt Meselesi'nde inisiyatif artık vesayetçilerin kontrolüne geçmişti. 28 Şubat'a gelene kadar, yani kurt kuzuyu yemeye kararlı ya, on yılda bir darbe yapılacak ya, "bölücü terör" tehlikesi ile birlikte darbe ortamını koyulaştırma adına "irtica" tehlikesi için de düğmeye basılmıştı. Bunun için bir laik-dindar kutuplaşması gerekiyordu. Laik kesim iyice ürkütülmeli, korkutulmalıydı. Bunun için önce 1990'da, bir yıl içinde yapılanları sıralayalım: 5 Ocak 1990'da Hava Kuvvetleri'ne bağlı 15 subay-astsubay, "irticai faaliyetler" sebebiyle ordudan uzaklaştırıldı. 31 Ocak'ta Türk Hukuk Kurumu Başkanı Muammer Aksoy, suikast sonucu hayatını kaybetti. 7 Mart'ta Hürriyet Gazetesi yazarı Çetin Emeç silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Yazar Turan Dursun 4 Eylül'de, SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok 6 Ekim'de katledildi. 24 Ocak 1993'te Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu, arabasına konulan bomba ile öldürüldü. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Madımak Otel'i emniyet güçlerinin ve jandarma birliğinin gözü önünde ateşe verildi. Katliamda 37 kişi can verdi. Üç gün sonra 5 Temmuz 1993'te, Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 vatandaşımız kurşuna dizildi. 12 Mart-15 Mart 1995'te İstanbul'da Gazi Mahallesi'nde çok açık provokasyonlar sonucu 17 kişi hayatını kaybetti. Kısacası, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısına kadar "post modern darbe" için her şey hazırdı. Aczimendiler, Müslüm Gündüzler, Ali Kalkancılar, Fadime Şahinler, Sisi'ler; psikolojik harbin her türlüsünü bilen cuntacılar için sıradan elemanlardı. "Demokrasiye balans ayarı" diyerek kurt, kuzuyu yedi. 28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu'ndaki kararlarla, Refahyol iktidarı bitirildi. Sonra da Refah Partisi kapatıldı. 28 Şubat, bu ülkede aslında kendisine "laik kesim", "ulusalcı" diyenlerin yüz karasıdır. Cuntacılar tamam, darbe hastasıydılar. Ama onlara destek veren, onur ve demokrasi sınavında yerlerde sürünen siyasetçilere, medya mensuplarına, rant derdine düşen büyük sermayeye, üniversite rektörlerine, YÖK başkanlarına, Genelkurmay Karargâhı'nda ayakta alkış tutan yüksek yargı mensuplarına, sözüm ona sivil toplum kuruluşlarına, barolara, sessiz kalıp darbecileri cesaretlendirenlere, destek verenlere ne demeli? Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'e bir şey demiyorum... h.gulerce@zaman.com.tr 29 Şubat 2012, Çarşamba

Reşat Nuri Erol
29.02.2012
07:23

28 şubat'a bir de böyle bakabilirsiniz...

*

Sibel ERASLAN sibeleraslan@stargazete.com 28 Şubat’ta imha olan ‘biz’

29 Şubat 2012 Çarşamba

28 Şubat 1997’deki sürecin muhafazakar kesimde nelere mal olduğunu, henüz yeterince konuşamadık. Daha çok dış yüzeydeki kaba ve hoyrat kalıpların üzerinde dolanıyoruz; Medya’nın darbe taraftarlığını, dar ve seçkin sermaye guruplarının marifetlerini, başta YÖK ve HSYK gibi kurumların brifingler çerçevesinde yüklendiği rolleri konuşuyoruz... Bunların hepsi, dışarıdan gelenlerdir, henüz içerisini konuşmadık biz... ‘İçerisi’ ve ‘Dışarısı’ kavramlarının taşıdığı hayli genelleyici ve tartışmaya açık tüm bagajlarını da hesaba katarak soruyorum: 28 Şubat öncesi ‘biz’iyle, 28 Şubat sonrası ‘biz’i arasında neler değişmiştir? Daha da önemlisi, iç sivil hareketlerin, modası geçmiş ve nerdeyse obsesif bulduğu ‘biz’e gerek var mıdır? Oysa, İslamcı düşünceyi salt refleks olmaktan çıkaran en önemli argüman ‘medeniyet tasavvuru’dur. ‘Biz’i olmayanın, ‘medeniyet tasavvuru’ olur mu? 28 Şubat’ın İslami kesimde yol açtığı atomizasyonu ne zaman konuşacağız? *** 28 Şubat sürecinin daha evvelki darbe birikimlerini de üstlenerek mütedeyyin kesimlerdeki en derin yaralarındandır, ‘biz kimiz’ sorusu... Dışarıdan bakıldığında; yerli ve dindar halk kesimlerinin ‘birinci tehlike’ ilan edilerek tedhiş edildiği bu süreç, itiraf edelim/etmeyelim, bir tür içe kapanış, özeleştiri yolu açmıştır. Milli Nizam’dan itibaren üst üste kapatılan partilerin yol açtığı yorgunluk, kitleleri, partileşme dışında sivil siyaset imkanları aramaya yönlendirmiştir. 2000’lerde yaşanan sivil toplum örgütlenmesine dair sosyal patlamayı, sadece küresel modlarla açıklayamayız. Evet, dünyada böylesi sivil bir gidişat vardı, lakin ülkemizde de siyasetin, vesayetçi zihniyetler aracılığıyla kesilen yolları, bu artışı hızlandırmıştı... 28 Şubat’ta siyasetten kesilen umut, sivil hareketliliğe yöneliyordu... Hemen her mahalle ve sokakta açılan yardım dernekleri, hemşehri dayanışma gurupları, mesleki lokaller, vakıflar, çatılar, elbette rastlantı değildir... Peki, aynı süreçte, siyaset için ‘deniz bitmiş miydi?’ AK Parti’nin ‘gömlek’ üzerinden klişe edilen değişim kararı, hatta Bahçeli siyaseti bağlamında ‘salon’a çekilen MHP ve onun öncesinde dini vurgu ile ‘eksen’ saptayan Muhsin Yazıcıoğlu faktörlerini de bir arada görürsek... Önce kimlik kaybedip ardından eriyen ANAP/DYP zeminlerini de buna eklediğimizde... Türkiye Sağı’nın, 28 Şubat sonrası yeni bir paylaşım ve dönüşüm içine girdiğini görürüz... 28 Şubat’ın yol açtığı paradoksal iki sonuç olarak; aynı anda hem global hem yerli duyarlılıkların hız kazanması meselesi dikkate değer. Daha evvel ‘ahlak ve maneviyat’ gibi genel bir duyarlılıktan neşet eden ‘biz’ tasavvuru, 28 Şubat’tan sonra sanki kapatılmış bir sayfadır. 1- Etnik duyarlılıkları fark ediş ve öne çıkarışla... 2- Evrensel hukuk ve demokrasi söylemleriyle gerçekleşen küresel eklemlenmeyle... Artık, daha ilişkisel, daha geçici ‘biz’ler vardır... Son dönemde; Gülen Hareketi’nin ‘diyalog ve gönüllülük’ esaslarına dayalı önerisi, evrensel vurgusuyla temayüz ediyor. Keza; darbe sonraları artan mistik/tasavvuf eğilimleri de sayabiliriz. Lakin; 28 Şubat sonrasında ‘Kürt Sorunu’ ve ‘Azınlık Hakları’ gibi iki önemli performansın ötesinde üretilmiş herhangi başka bir fikriyat var mıdır, İslamcı Düşünce galerisinde? Pınar, İktibas ve Akabe çevrelerinin Kuran ve Tevhid eksenli müdavim söylemleri, Kocav’ın Türkiye sosyolojisini kurma/devam ettirme çabaları gibi birkaç sabırlı sözün dışında, dönemlik performans ve polemiklerle oyalanan halimizin farkında mıyız? Protesto var ama manifesto yok! İslamcı düşüncenin ‘biz’ üzerinden yaşadığı durağanlık, etnik içe kapanışa eşlik eden global söylem hayranlığıyla kendini katmerlendirirken... AK Parti ve Muhafazakarlık söylemi, her ne kadar muğlak ve pragmatik bulunsa da ‘biz’ üzerinden düşülmüş boşlukta makes buluyor. İslamcı Düşünce, güya ‘muhalif’ şovlardan ibaret olmasa gerek...

Ali Bülent Dilek
29.02.2012
11:07

bir yazık da bize!Refah Partisi İstanbul il başkanı Tayyip erdoğan'dan başka,o'nun hanımlar kolu başkanı Sayın Sibel Eraslan'ı bile Adil Düzenci

yapamamışız.baksanıza herkesi her kurumu sayarlar da Akevler'den ve Süleyman Karagülle'den hiç

bahsetmez ve yok sayarlar.

öyleyse inadına AKEVLER,inadına Süleyman Karagülle,inadına ADİL DÜZEN...

BU İNAT FARZ I AYN İNATTIR YANLIŞ ANLAŞILMAYA...

Tayibet Erzen
29.02.2012
15:13

Tuttum bu inadı, bana uyar.

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
06:38

Ali Bülent kardeş, Tayibet kardeş;

duygu ve düşünceleriniz ne kadar da güzel ve etkileyici...

ALLAH RAZI OLSUN...

bu inat bana da uyduğu için 40 kusur yıldır ÜSTAD ile beraberiz...

ELHAMDÜLİLLAH...

ne diyeyim...

ALLAH BU BERABERLİĞİMİZİ VE KARDEŞLİĞİMİZİ DÜNYADA OLDUĞU GİBİ AHİRETTE DE DEVAM ETTİRSİN...

AMİİİN...

selam, sevgi, saygı ve dua, dua, dua ile...

kardeşiniz reşad

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
06:42

ALİ BULAÇ'ın bugünkü yazısı öylesine güzel ki;

kendisine gönderdiğim çok kısa mesajda da dediğim gibi; sadece

ALLAH RAZI OLSUN...

diyor...

ve

sizleri yazı ile baş başa bırakıyorum...

***

Ali Bulaç 28 Şubat, Erbakan ve cemaatler Bundan 15 sene önce 28 Şubat günü bürokratik merkezi elinde tutan sert çekirdek yönetime el koymuştu. Bu seferki yöntem 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerindeki gibi "kanlı", 12 Mart muhtırasındaki gibi "uyarı" değildi; askerlerin merkezde yer aldığı yüksek yargı, üniversiteler, bir kısım medya, merkez sağ ve merkez sol partiler, büyük sermaye ve sivil devlet kuruluşları aktör olarak rol oynuyorlardı. Askerleri ön cepheye sürenler halkın cebinden doğrudan 74, dolaylı olarak 250 milyar dolar parayı alıp ceplerine doldurdular. Çok az asker "nasıl bir oyunda kullanıldıkları"nı fark etti. Gerçek şu ki, 28 Şubat bin yıl sürmedi, 5 sene sonra büyük bir toplumsal dalganın desteğinde darbenin mağdurlarını 3 Kasım 2002'de iktidara taşıdı. O iktidar hâlâ ayakta, lideri R.Tayyip Erdoğan ve partisinin oy oranı yüzde 54,5. O darbenin mağduru Fethullah Hocaefendi hâlâ hicretin gurbet diyarında, ama dünyanın neredeyse her ülkesinde "iyi Müslüman iyi insandır" idealini pratikte yaşayan ve yaşatan okullarıyla hizmet veriyor. "Postmodern darbe"nin "post"u uygunsuz bir niteleme, zira Sincan'da tanklar yürüdü ve askerlerin ağzından Hürriyet gazetesi manşetten "Gerekirse silah kullanırız" tehdidinde bulundu. Umarız, 28 Şubat darbesini soruşturan savcıların dosyalarında bu suçlar da yer almaktadır. Zulmen iktidardan düşürülmek istenen rahmetli Erbakan, imkânlarını son noktasına kadar kullandı, sonra "bu tehdit, şantaj ve hukuk dışı müdahalenin tarihsel yürüyüşümüzde ancak bir virgül" olabileceğini söyleyerek istifasını verdi. Bu ülke, siyaset yapan Müslümanlara, cemaatlere, tarikatlara, bağımsız gruplarına ve Müslüman entelektüellerine çok şey borçludur. Hepimizin Fethullah Gülen Hocaefendi'ye, Mahmut Hocaefendi'ye, rahmetli Zahid Kotku Hazretleri'ne, Es'ad Coşan Hoca'ya, rahmetli Erbakan Hoca'ya, Muhammed Raşid Erol'a, Hüseyin Hilmi Işık'a, Sami Efendi'ye, Said Çekmegil'e, Ercüment Özkan ve burada isimlerini zikremediklerime şükran borcumuz var. Her biri büyük bir nehre birer ırmak gibi su taşıdılar, el'an taşımaya devam ediyorlar. Meşrep ve üslupları, içtihat ve usulleri farklı olsa da; yol üstünde nahoş olaylar yaşansa, kazalar vuku bulsa da; Hüseyin için ağlayıp Yezid'le iş tutanları çıksa da, son tahlilde akışın mecrası, yönelimi ve akacağı büyük derya değişmez. Kim meşrep ve üslup, içtihat ve usul farkını kutuplaşma, çatışma sebebi haline getirirse "katilden beter fitne" ateşine odun taşımış olur. Geçen sene bu günlerde Hakk'ın rahmetine uğurladığımız Erbakan Hoca, geniş dindar bir kitleyi kanuni siyasete soktu. 19. yüzyıl ikinci yarısında başlayan İslamcı siyasi geleneği "Milli Görüş" adı altında devam ettirdi; Mısır, Suriye, Cezayir vb. bölgelerde Müslümanların acı yaşamasına sebebiyet veren şiddet ve terör dışında "temkin yolu"yla da toplumsal değişimin mümkün olduğunu göstermiş oldu. Bunun önemi şudur. Devlet, bürokratik iktidarının devamını "güvenlik" konseptine oturtmuştur, bu 1925'ten beri öyledir. Bu yüzden Kürt isyanları ve PKK'nin kullandığı şiddet ve silahlı mücadele yöntemi; 1970-1980 arası 5 bin insanın hayatına mal olan sağ-sol çatışması bu iktidarın devamını sağlayan enstrümanlar olarak fonksiyon gördü, el'an görmeye devam etmektedir. Milli Görüş, Nur cemaatlerinin tümü, Akıncılar, MGV, tarikatlere mensup gençler bu yöntemlere tevessül etmediler, basiret sahibi liderleri buna cevaz vermediler ve daima kazançlı çıktılar. Metin Yüksel ve Sedat Yenigün'ün şehadeti tesadüfi değildi, hamdolsun provokasyonlara teenniyle cevap verildi. Erbakan Hoca, "Adil düzen"i, "İslam kardeşliği"ni, kendi köklerinden beslenen bir kimlik tanımını, "ahlak ve manevi değerlerin önemi"ni ve büyük bir bölgesel entegrasyon olup Abdülhamit'ten beri ölmeyen bir ideal olan "İslam Birliği"ni siyasete soktu. "Bu iş Erbakan'ın kafasıyla olmaz" diye eleştirenler, onun "ideal politiği, reel politiğin önüne koyan" büyük siyasi ve ahlaki tutumunu anlamadılar, reel politiğe göre siyaset yapmanın ve yönetmenin insanı ilkesiz pragmatizme ve hatta oportünizme götüreceği gerçeğini göremediler. Erbakan Hoca, hiçbir zaman İslami referanslarını unutmadı. Onu rahmetle anıyoruz. a.bulac@zaman.com.tr 01 Mart 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
06:49

farklı bir 28 ŞUBAT değerlendirmesi...

***

Mümtaz'er Türköne 28 Şubat'ın rövanşı 28 Şubat 1997'de MGK toplantısını ile yapılan darbenin rövanşı, tam altı yıl sonra 30 Nisan 2003'te yine MGK'da alındı. Bugün ortalığı saran 28 Şubat kahramanları arasından sıyrılıp, gelecek kuşaklara gerçekleri emanet edebilmek için bu rövanşı hatırlatmamız ve bir mukayese yapmamız lâzım. Necmettin Erbakan, artık hayırla ve rahmetle yâd edilmeyi hak eden bir tarihî figür. Kılıçdaroğlu bile artık onu "28 Şubat'ın gerçek mağduru" ilan ettiğine göre, hak sahibine teslim edilmiş olmalı. Tarihin hesabı bir kişinin ömrüne sığmıyor. Erbakan Hoca'nın izleri kendi hayatı ile sınırlı değil. Erbakan bir okuldu. Bugün Türkiye'yi yöneten kadro o okuldan yetişti. Özellikle Erbakan'ın tecrübelerini tevarüs ederek. 28 Şubat'ın 15. yıldönümü ile Hoca'nın Hakk'a yürüyüşünün sene-i devriyesi çakışınca ister istemez "28 Şubat'ın Erbakan'ı" ön plana çıktı. Politikacıları içinde bulundukları şartlara göre değerlendirmek lâzım. 28 Şubat'ın gerçek mağduru milletin bizatihi kendisi oldu. Galiba tarih nihaî hükmünü verirken, dönemin politikacılarını milletin hukukunu muhafaza etme becerisine göre yargılayacak. Bugünlere nasıl geldiğimizi anlamak için 30 Nisan 2003 tarihli MGK toplantısını 28 Şubat'ın rövanşı olarak hatırlamalıyız. Birinde Başbakan Erbakan'dı. İkincisinde ise Erdoğan. Benzerlikler çok. İkisi de "laiklik ve irtica" gerilimi ile şekillendi. 28 Şubat'ın meşhur 406 sayılı 18 maddelik kararları, 30 Nisan'ın da gündemindeydi. İkisi de MGK'nın aynı anayasal statüye sahip olduğu şartlarda yapıldı. MGK'nın yapısı daha sonra 2004'te değiştirildi. Birincisi 9 saat ile tarihin en uzun MGK toplantısıydı. İkincisi ise 7,5 saat ile ikinci sıraya yerleşti. Hafızalarımızı tazeleyelim. Abdullah Gül'ün Dışişleri bakanı sıfatıyla büyükelçiliklere gönderdiği ve Türk okullarının himaye edilmesini tavsiye eden genelgesi bir irtica tartışması başlattı. Bu genelge "Gülen okullarının ve Milli Görüş teşkilatlarının desteklenmesi" olarak takdim edildi. Hemen öncesinde 23 Nisan resepsiyonu askerlerin boykotu ile karşılaştı. Ortalık medya desteği ile tıpkı 28 Şubat öncesi gibi gerildi. 30 Nisan tarihli MGK toplantısı, Erdoğan'ın başbakan olarak katıldığı ikinci toplantıydı. Birincisi, Irak savaşına odaklandığı için, irtica gündemi bu toplantıya bırakılmıştı. Askerler 28 Şubat'ın gündemini oluşturan 406 sayılı kararları ısıtıp masaya koymuştu. Aynı yer, aynı kanunî yapı, aynı konu ve aynı taktikler. 30 Nisan 2003 tarihinde askerî kanat MGK vasıtasıyla askerî vesayet düzenini, altı yıl öncesinin araçlarını ve kalıbını kullanarak tesviye etmeye teşebbüs ettiler. Başaramadılar. Şartlar aynı değildi. Erbakan bir koalisyon hükümetinin başbakanı idi. Psikolojik harekât üzerine inşa edilmiş postmodern darbe ile Türkiye ilk defa karşılaşıyordu. Bu kadar Bizans oyununu üretecek sermaye o günün siyasetçilerinde bile yoktu. Erbakan Hoca askerlerle uzlaşmayı, onları yatıştırmayı denedi. Sabır zırhını kuşandı. Soğuk Savaş döneminin politikacıları, dehşet dengesi yüzünden savaşmayı göze almazlar, nihayetinde uzlaşırlardı. Erdoğan ise tek partili bir hükümetin başbakanıydı ve 28 Şubat'ın gadrine uğramış ve yaşadıklarından dersler çıkarmış bir politikacıydı. Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda Hilmi Özkök oturuyordu. Erdoğan dik durdu. Geri adım atmadı. Sunum yaparken haddini aşan bir tuğgenerali hizaya çekti. Muhtemelen "Hop bir dakika ne oluyor, Başbakan'la konuşuyorsun" lafıyla çektiği ayar, kuvvet komutanlarını da susturmaya yetti. Rövanş bu sözle alındı. Erdoğan'ın dik duruşu, basit bir meydan okuma değildi. Öncesinde ve sonrasında ortamı yumuşatmak için büyük çaba harcadı. MGK toplantısı öncesi grup toplantısında "bürokrat" kelimesi ile askerleri kastederek "sadece siyasîler yolsuzluk yapmadı" sözüyle yönelttiği tehdidi; "gerilimin tarafı olmayız" sözüyle dengeledi. Uzlaşmaya açık ama direnmeye de kararlı olduğunu gösteren bir tavır ve üslup sergiledi. "Dik durmak, ama diklenmemek" formülü 30 Nisan MGK toplantısından çıkmıştır. Erbakan da, Erdoğan gibi dursaydı 28 Şubat süreci olur muydu? Ben bu soruya "olmazdı" cevabını veriyorum. Hükümet dağılırdı, kaos büyürdü, belki daha da kötü şeyler yaşanırdı. Ama tarihe "postmodern" sıfatıyla geçen bu darbe hayat bulamazdı. Peki bugün dile getirilen "28 Şubat kararlarını Erbakan hoca imzalamadı" iddiası doğru mu? Yarın da bu sorunun cevabını verelim. m.turkone@zaman.com.tr 01 Mart 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
06:57

meselenin bir de bu yönü var ve çok önemli...

***

İbrahim Öztürk Meslek eğitimi ve yeni sistem üzerine CHP başkanı eğitimdeki 4+4+4 sistemi nedeniyle 'Üniversite neden susuyor?' diye soruyor. Ne münasebet efendim, ben bir eğitimciyim, işte konuşuyorum. 28 Şubat'ın seri cinayetlerinin en acımasızı kuşkusuz 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Millete yutturulan bu çatallı kazık, tam 15 sene sonra, bir başka 28 Şubat'ta şimdi geri çıkartılıyor. Ancak bu uygulamanın millete, ekonomiye, nesle verdiği zarar telafi edilebilecek türden gözükmüyor. 1990'lı yılları milletin ufuklarından söküp götürenler yüzünden, neredeyse her alanda önde olduğumuz Kore'den bu on senede fark yedik. 28 Şubat da benzer bir şekilde Türkiye'yi sadece 2001 krizine götüren soygun ekonomisinin yolunu açmadı. Aynı zamanda sonrasındaki reformları da topal ördeğe döndüren kesintisiz 8 yıllık eğitim ile hançerin saplandığı yerde kalmasına sebep oldu. Kin ve nefretleri o kadar derin ki; pire için yorgan yakmayı her zaman göze alacak bir psikolojideler. Suriye'de Bay Esed gibi, bunlar da 'ya benimsin ya da ölüsün' diye bizi marabaları olarak görüyorlar. İHL'lerin bütün sistemdeki payı sadece yüzde 2 olmasına rağmen onlardan bu kadar korkmalarının sebebi ne ola? Bilmiyorum ki, yaptıkları hesaplara göre bunların gözünde bir İHL öğrencisi kaç tane diğer öğrenciye bedelmiş? Sahi, sokakta yürüyen bir İHL talebesini acaba kader onlara aşılmaz yüce dağlar, eğilmez büyük omuzlar olarak mı göstermiştir de, bu kadar tırsmışlardır? Tayyip Erdoğan örneği, haklı olduklarını gösteriyor! Evet, sayısı az, etkisi fazla bu kesimi silip atmak için, bütün meslek eğitimini kökten budadılar. Kimse çocuğunu üniversiteye girme şansı olmayan meslek liselerine göndermedi. Meslek liseleri hiçbir umut taşımayan çocukların, mahalleye, eve musallat olmasınlar diye içine tıkıldıkları bir çeşit gönüllü hapishaneye döndü. Kılıçdaroğlu da çıkmış 'annelere sesleniyor'. Kimin anasına sesleniyorsun, on beş senedir çığlık atıyorlar, duyamadın. O gözyaşları sel olup oligarşiyi boğdu, farkında bile değil.

...

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
11:07

Fethullah Gülen 28 Şubat'ta ne yaptı? Bugün 10:01 Perşembe "28 Şubat'ta karşı destan yazan Gülen Hareketi'ne mensup kalemlerin, önce sağlam bir 28 Şubat muhasebesi yapmaları..." GAZETECİLER.COM - "Fethullah Gülen 28 Şubat'ta ne yaptı?" sorusuna yanıt arayan isim Hürriyet'in öteki mahalleden transfer ettiği Ahmet Hakan'dan başkası değil. Hürriyet'teki köşesinde "Şunları yaptı" diyor Ahmet Hakan ve sıralıyor: - Ordunun dönemin hükümetinden daha demokrat olduğunu söyledi. - Refah Partisi'nden ayrışmaya çalıştı. - "Ben Erbakan gibi değilim, daha hoşgörülüyüm" mesajı verdi. - En kritik günlerde Erbakan'a "istifa et" çağrısı yaptı. - 28 Şubat'ın egemenleriyle diyalog yollarını aradı. - Bu arada Refahyol hükümeti devrilip yerine yeni hükümet kurulduğunda Zaman gazetesi 9 sütuna "Hayırlı olsun. İşte kardeş kavgasına son verecek hükümet" manşetini attı. FETHULLAH GÜLEN 28 ŞUBAT'TA DİRENMEDİ Yani? Fethullah Gülen direnmedi. Direnmediği gibi işbirliğine de açık durdu. Yeni Türkiye'de... - Ortalık 28 Şubat diye inlerken... - Zalimler deşifre edilirken... - Mazlumlar anılarını anlatırken... - Herkeslere "sen 28 Şubat'ta neredeydin" sorusu sorulurken... - Sincan'da tankların geçtiği caddede eylemler yapılırken... - 28 Şubat belgeselleri ekranları kuşatırken... Fethullah Gülen'in 28 Şubat'ta nerede durduğu sorusu hiç sorulmuyor. HER ŞEYİ KONUŞUYORUZ AMA SÖZÜ GÜLEN'E GETİREMİYORUZ 28 Şubat'a dair her şeyi açıkça konuşuyoruz, tartışıyoruz, hiçbir eksik bırakmıyoruz, her türlü anımsatmayı yapıyoruz ama nedense sözü bir türlü Fethullah Gülen'in duruşuna getirmiyoruz. Anlayışsız değilim. Fethullah Gülen... - 28 Şubat'ta kaybedeceği çok şey olduğunu düşünmüş olabilir. - Okulların kapılarına kilit vurma tehlikesini hissetmiş olabilir. - Refah'ın yanlış stratejilerle kendisini de hedef haline getirdiğini düşünmüş olabilir. - "Hizmet"in büyük darbe alacağına inanmış olabilir. Bütün bunları anlayabilirim. 28 ŞUBAT'A KARŞI DESTAN YAZAN KALEMLER... Ama bu anlayışım, ancak bunların ifade edilmesi halinde söz konusu olur. Ortalığın "28 Şubat" diye inlediği, "28 Şubat'a itiraz etmeyenin dövüldüğü" bir günde... 28 Şubat'ta karşı destan yazan Gülen Hareketi'ne mensup kalemlerin, önce sağlam bir 28 Şubat muhasebesi yapmaları, ancak ondan sonra 28 Şubat'a karşı kalem sallamaları gerekir. Gülen Hareketi, bu konuda "hiçbir şey olmamış gibi" yapma lüksüne sahip değildir. Çünkü "demokrasi" biraz da hiç kimseye hiçbir zaman hiçbir şey olmamış gibi yapma fırsatı sunulmayan rejimin adıdır.

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
11:14

Muhafazakar medya 33 - Merkez medya 12 28 Şubat 2012 14:00 Salı Bu neyin rakamı mı?

Malumunuz bugün 28 Şubat! 28 Şubat Postmodern darbenin üzerinden tam 15 yıl geçmiş ve medyamızda bu malum gün için tamı tamına 45 yazı çıkmış. Bu yazılardan 33'ü muhafazakar medyadan 12'si merkez medyadan... İktidarı destekleyen medya ayrımı ile bakacak olursak da Sabah'taki 5 yazıyı muhafazakar medyanın yanına eklemek gerekiyor. Sizce bu kadar çok yazı çıkması biraz sorunlu değil mi? Daha doğrusu, 15 yıl geçmiş ve biz hala tanksız-tüfeksiz çakma bir darbeyi konuşuyorsak; o çakma darbe ile hesabımızı görememişsez; hala alacak defterleri açıksa ortada ters bir şeyler yok mu? Hele de 15 yılın 10 yılı düşünülecek olursa... Öyle ya... 15 yıl önce bugün Sincan'da yürüyen tanklar muhafazakar düşünceye, inanca, türbana, malum deyim ile "ince ayar" çekmişti. Ama hesaplar tutmamış, o "ince ayar" kalın bir damara dönüşüp iktidara yürümüştü. Ve 10 yıldır da iktidarda postmodern darbenin ezip yoketmek istediği o düşünce oturuyor. Bakın rakam verelim sizlere; MUHAFAZAKAR MEDYADAKİ YAZILAR Yeni Şafak Gazetesi : 11 yazıdan 9 yazı Star Gazetesi : 12 yazıdan 9 yazı Yeni Akit Gazetesi : 12 yazıdan 7 yazı Milli Gazete : 10 yazıdan 7 yazı Zaman Gazetesi : 9 yazıdan 1 yazı 28 Şubat'a dair... Muhafazakar medyada 28 Şubat ile ilgili en az yazının Zaman Gazetesi'nde çıkması mı enteresan olan, iktidarın medyası olarak anılan gazetelerdeki yazı çokluğu mu? Ya da şöyle soralım iktidarda olanın, yönetimi elinde bulunduranın 28 Şubat ile ilgili bu kadar şikayetçi olması evla mı? Eskiden TSK bahanesi vardı, şimdi asker kışlasından başını bile çıkaramıyor, yani korku da kalmadı. O zaman niye 28 Şubat'ın hesabı sorulmuyor? Neden alacak defteri kapatılıp, bu utanç günü tarihe havale edilmiyor? 28 Şubat'ın hesabını soracak olan iktidarken, neden hala iktidar medyası mağdur rolü oynuyor? Bizce "sorunlu" bir tablo bu... Noktayı koyarken meraklısı için diğer gazetelerde çıkan 28 Şubat yazı raporunu da sunalım: MERKEZ MEDYADAKİ YAZILAR Hürriyet Gazetesi : 16 - 2 (Ahmet Hakan/Taha Akyol) Radikal Gazetesi : 11 - 2 Milliyet Gazetesi : 13 - 0 Vatan Gazetesi : 17 - 1 (Can Ataklı) Sabah Gazetesi : 15 - 5 Habertürk : 14 - 0 Taraf Gazetesi : 11 - 2

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
12:28

Ertuğrul Özkök mü yoksa Can Ataklı mı doğru söylüyor?

Birçok DYP'li milletvekili daha Süleyman Demirel - Aydın Doğan ortaklığında kurdurulmuş hükümete "güvenoyu" vermeleri için "tehditle istifa" ettirildiler...

01.03.2012 10:09 » Ertuğrul Özkök mü yoksa Can Ataklı mı doğru söylüyor? » Özkök'ten patronunu kurtaracak şartlı istifa Can Ataklı CNNTURK'de katıldığı Tarafsız Bölge programında diyor ki: " (Bahattin Yücel) İstifa etmezse hakkında büyük bir karalama kampanyasıyla asılsız bir yolsuzluk dosyasını yayınlayacaklarını anlattım. Ailesini topladı durumu anlattı istifa kararı aldı" . Aydın Doğan programa bağlanıyor ve Topkapılı eski çığırtkanları andıran sesiyle.her zamanki "inandırıcı olmayan" nutuklarından birini atıyor... "Ertuğrul Özkök öyle bir şey yapmışsa şerefsizdir" diyor... Ve... Ertuğul da gecenin bir yarısında "açık istifa mektubu" yazıp editörüne gönderiyor... Hürriyet'in İstanbul baskısıyla internet nüshasında var... Ne diyor Özkök: "Ben dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel'i Zafer Mutlu ile birlikte tehdit etmedim. Bahattin Yücel 'etti' diyorsa istifa mektubum yürürlüğe girsin"... O dönemin en "canlı" tanıklarından biri olarak diyorum ki Aydın Bey o istifa mektubunu hemen yürürlüğe koysun... Zira "Can Ataklı doğru söylüyor"... Nereden mi biliyorum?.. Bahattin Yücel'den bizzat dinledim... Nereden mi biliyorum?.. Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök'ün "Rodos adası arkadaşları" olan Özer Çiller'den bizzat dinledim... Nereden mi biliyorum?.. Bahattin Yücel'in, Genel Başkan Tansu Çiller'e DYP'den o gerekçeyle istifa ettiğini açıkladığını biliyorum... O kadar da değil... Dönemin iki ekonomi bakanına (Yaman Törüner, Ufuk Söylemez) da aynı baskı yapıldı da oradan biliyorum... Yaman kısa bir süre önesine kadar Aydın Bey'in olan Milliyet'te yazıyor uzun yıllardır... Ufuk da keza 28 Şubat' sürecinde DYP'den istifa ettikten sonra uzun süre Milliyet'te yazdı... Yani... Hem milletvekilliğinden hem de Aydın Doğan'dan maaş aldı... Ama... Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu'dan baskı yiyen tek DYP milletvekili sadece Bahattin Yücel değil ki... Birçok DYP'li milletvekili daha Süleyman Demirel - Aydın Doğan ortaklığında kurdurulmuş hükümete "güvenoyu" vermeleri için "tehditle istifa" ettirildiler... Örnek mi?.. Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna... Uğur Dündar ve Ertuğrul Özkök'le konuştuktan sonra neden istifa etmesi gerektiğini aynen şöyle izah etti: "Bu yaştan sonra oğlumun ve kamuoyunun benim eşcinsel olduğumu zannetmelerini göze alamazdım"... Peki... Rahmetli gerçekten de "eşcinsel" miydi?.. Tabii ki hayır... Ama... O günün medyasında bir siyasetçinin üzerine yapıştırılabilecek en kolay "sıfat" eşcinsellikti... Magazincilerin elinde öyle bir yalanı inandırıcı kılabilecek çok sayıda "sözde sanatçı" vardı... Yani... Çok sayıda DYP milletvekiline istifa etmez ve Mesut Yılmaz'ın azınlık hükümetine güvenoyu vermezlerse sokağa çıkacak yüzlerinin kalmayacağını söylediler... Soruyorum... RefahYol döneminin ekonomi bakanlarından biri olan Yaman Törüner istifa etmeden önce Özkök ve Mutlu ile neden ve ne görüştü?.. Dönemin ekonomiden sorumlu bir diğer bakanı Ufuk Söylemez, DYP'den istifa etmeden önce hem Aydın Doğan, hem Ertuğrul Özkök, hem Zafer Mutlu ve hem de Fatih Çekirge ile neden ve ne görüştü?.. İstifa ettiği gün, kendisine DYP'nin Kızılcahamam kampına neden katılmadığını soran AKŞAM Gazetesi köşe yazarı Memduh Bayraktaroğlu'na "TELEFONDA" neler söyledi?.. İstifa etmekten başka çaresinin kalmadığına inanmasını isterken hangi "haklı"(!) gerekçelerini sıraladı... Bu tartışmanın konusu tabii ki o günlerde DYP'den istifa eden milletvekilleri değil... Sadece Bahattin Yücel... Çünkü Özkök, Bahattin Yücel'in uykularını kaçırdı... "Korkacak bir şeyin yoksa istifa etme" denildiğindeyse "korkacağı hiçbir şey olmadığını ama ellerindeki medya gücü ile kendisini ömür boyu zan altında bırakacak bir suçlamayı kolayca yapabileceklerini" söyledi... Yani... Bahattin Yücel "hayır ben öyle bir baskı görmedim" demez, diyemez... Derse ne olur?.. "Şerefsizlik" sıfatını kabullenmiş olur... Can Ataklı'nın ekmeğiyle ve itibarıyla oynayacak kadar "kişilik zaafiyeti" olduğu anlaşılır... adnanberkokan@gmail.com

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
17:02

Medya

meydan muharebesi başladı Tevfik DİKER Rotahaber Ok yaydan çıktı. Jet hızıyla itiraflar yapılacak. Sürpriz isimler sırada. 27 Nisan E- Muhtıra ve 28 Şubat Post Modern Darbe soruşturma konjonktüründe bir çok belge ve isim ortaya serpilecek. Hazır olun. Geliyor!... Ne mi geliyor?

01.03.2012 13:33 “50 gazeteci deşifre olacak!...” başlıklı 5.02.2012 tarihinde Rotahaber’de yayınlanan yazımda; “Hangi gazeteci MİT’ten beslenmiş, hangi gazeteci muhalif görünüp iktidarla iç içe olmuş, hangi gazeteci patronunu satmış, hangi gazeteci derin ilişkilerle olan ilişkilerini saklamış, hangi gazeteci ABD Büyükelçiliğinde özel konumdaymış, hangi gazeteci neden ve nereden nemalanmış v.s bütün bunları çok yakında öğrenecekmişiz. Ergenekon ve balyoz davalarında sıra derin medyaya ve bazı medya patronlarına gelmiş. ve; “Gündemdeki deşifre edilecek ve geceleri uyuyamayan medya mensupları isimler arasında Aydın Doğan’ın da adı kulislerde sık sık geçiyor. Başka kimler mi konuşuluyor? Bazı ipuçları verebilirim. * Ekranlarda çok sık karşımıza çıkan bir kadın yazar. * TSK haberlerinin vazgeçilmezi bir erkek yazar. * En çok tıklanan bir İnternet sitesinin sahibi olan yazar * Bir zamanların güçlü emniyetçisi ile yakın dost olan bir medya patronu sıranın başında konuşuluyor. Dört ipucu verdim geriye 46 kaldı” demiştim. *** Aradan 25 gün geçti medya meydan muharebesi başladı. Önce Dinç Bilgin sonra Nail Keçili ve şimdi de Can Ataklı konuştu. Yer yerinden oynadı. Ertuğrul Özkök ve Emin Çölaşan’ın, Nazlı Ilıcak ve Şamil Tayyar’ın birbirlerine demedikleri kalmadı. İlk yazımda da söyledim tekrar ediyorum. Ok yaydan çıktı. Jet hızıyla itiraflar yapılacak. Sürpriz isimler sırada. 27 Nisan E- Muhtıra ve 28 Şubat Post Modern Darbe soruşturma konjonktüründe bir çok belge ve isim ortaya serpilecek. Hazır olun. Geliyor!... Ne mi geliyor? Medya pislikleri geliyor. “Temiz Türkiye” için medya pislikleri de deşifre edilmelidir. Yazımda 50 gazeteci deşifre olacak demiştim. Aşağıda 40 gazeteci deşifre oldu. Geriye 10 kaldı. Deşifre olacak 10 aday gazeteciler arasında şu an Sözcü’de etkin konumda olan bir gazeteci yazar da var. *** İşte 40 gazEteciyi deşifre eden haber; '28 ŞUBAT'TA KULLANILAN 40 GAZETECİ!' Başlıklı Yeni Akit’ teki haberden iki bölümü aşağıda sunuyorum. EMİRLERİ YERİNE GETİRENLERE TAKDİR VE TEŞEKKÜR Erol Özkasnak yaptığı hukuksuzluklara alkış tutan gazeteciler için, “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” diyor. İşte 28 Şubat darbesine alkış tuttukları için ödüllendirilmesi istenen gazeteciler: Yücel Yener (TRT Gn. Md.), Güntaç Aktan (TRT), Ertürk Yöndem (TRT), Ertuğrul Özkök ve Sedat Ergin (Hürriyet), Derya Sazak ve Fikret Bila (Milliyet), Mehmet Yılmaz, İsmet Berkan (Posta), Zafer Mutlu, Fatih Çekirge (Sabah), Bilal Çetin ve Okay Gönensin (Yeni Yüzyıl), Orhan Erinç ve Mustafa Balbay (Cumhuriyet), Sebahattin Önkibar ve Kenan Akın (Türkiye), Ali Kırca ve Baki Şehiroğlu (ATV), Uğur Dündar ve Mehmet Akarca (Kanal D), Murat Saygı ve Mithat Sirmen (SHOW TV), Ufuk Güldemir ve Ümit Aslanbey (STAR TV), Murat Yetkin ve Nuri Çolakoğlu (NTV), Hulki Cevizoğlu ve Ardan Zentürk (Kanal 6), Bülent Öztürkmen ve Zafer Ali Aytaç (HBB), Ceyhan Batur (C TV), Ferhan Şaylıman (FLAŞ TV), Ali Baransel ve Metin Özer (TGRT), İlnur Çevik (TDN), Metin Yılmaz (AKŞAM), Mehmet Güler (AA), Elvan Baransel (AA) ve Mehmet Karaman (İHA) *** 28 ŞUBAT'TA KULLANILDILAR BALYOZ'DA DA KULLANILACAKLARDI 28 Şubat darbesinde TSK'dan gelen emirler doğrultusunda yazan ve darbeyi destekleyen gazeteciler, 2003 yılında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak yazarlar arasında bulunuyor. 28 Şubat'ta cuntacılarla işbirliğinden dolayı takdir edilen Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Ali Kırca, Sedat Ergin, Yücel Yener, Fikret Bila, Mehmet Yakup Yılmaz, Zafer Mutlu, Fatih Çekirge, Mustafa Balbay, Sebahattin Önkibar, Baki Şehirlioğlu, Nuri Çolakoğlu, Murat Yetkin, Hulki Cevizoğlu, Ali Baransel ve Mehmet Güler isimli yazarlar Org. Çetin Doğan başkanlığında hazırlanan Balyoz Darbe Planında da kullanılacak isimlerin başında yer alıyorlar. *** Özel not: www.rotahaber.com’da yazan Memduh Bayraktaroğlu medyayı deşifreye başladı. Yakın takip etmenizi ve okumanızı öneririm. Yarın Aydın Doğan’dan haftada bir kere yazdığı yazı karşılığı 10.000 dolar alan bir eski Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı kim onu yazacak!... Tevfik DİKER / Rotahaber tevfikdiker@gmail.com

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
18:59

28 ŞUBAT İHTİLALİNİN ARKASINDAKİ GERÇEKLER “İrtica” aldatmacasıyla inançlı insanları karalayarak 28 ŞUBAT askeri müdahalesine zemin hazırlamak üzere kurulan oyunlar yıllar deşifre olmuştur. Ergenekon soruşturmasında ifadesine başvurulan gizli tanık, bir dönemin uygulanan senaryolarını açıkladı. Yeni Şafak'taki habere göre, Ergenekon soruşturması kapsamında ifadesine başvurulan bir gizli tanık, 28 ŞUBAT döneminde yapılan tezgahların, Fadime ŞAHİN, Müslüm GÜNDÜZ ve Ali Emire KALKANCI skandallarının perde arkasını gözler önüne serdi. Verilen habere göre olaylar şu şekilde gerçekleşmiştir: Refah Partisi'nin giderek oylarını artırdığını ve bunun hiçbir şekilde önüne geçilemediğini gören darbeciler, büyük şehirlerde, toplumun nabzını en iyi tutan meslek grubu olan taksicilerle görüşüp tahlil yaptılar. Taksiye binip şoförlere, Refah Partililerin yaptığı iddia edilen yolsuzlukları anlattılar. “Bunlar TÜRKİYE'yi İRAN'a çevirecek” dediler. Gördüler ki bu iddiaları, taksiciler ciddiye almıyor. Sonra taksicilere, “Filanca tarikatın şeyhi, kadınlara kızlara tecavüz etmiş” şeklinde hayali hikayeler anlattılar. Taksiciler buna çok sinirlendi. “Vay namussuz, şerefsizler” diye tepkilerini gösterdiler. ABD destekli darbeciler Türk toplumunun en hassas tarafının namus, ahlaki mevzular olduğunu tespit ettiler. Hemen bu yönde senaryolar hazırlamak için çalışmalara başladılar. Senaryoları darbeciler adına Em.Tuğg. Veli KÜÇÜK organize ediyordu. “İhale”, Turgut Yağ Sanayi'nin sahibi Turgut BÜYÜKDAĞ'a verildi. Veli KÜÇÜK'le Turgut BÜYÜKDAĞ, bir akşam Harbiye Orduevi'nde buluşarak baş başa yemek yediler ve senaryonun ayrıntılarını konuştular. Senaryonun finansörü Turgut BÜYÜKDAĞ, organizatörleri, Strateji Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ümit OĞUZTAN, Sisi olarak bilinen transseksüel Seyhan SOYLU ve Polis Müdürü Ümit BAYBEK'ti. Bütün görüşmeler, BÜYÜKDAĞ'ın sahibi olduğu, Nişantaşı Akkirmanlı Sokak'taki Strateji Dergisi'nin ofisinde yapılıyordu. Önce işe iki tarikat şeyhi bulunarak başlandı. Birisi, sıra dışı kıyafetleriyle dikkat çeken Aczmendi Tarikatı'nın Lideri Müslüm GÜNDÜZ, diğeri de çevresinde cinci hoca olarak tanınan Ali KALKANCI idi. Sıra, tarikat şeyhlerine kadın bulmaya gelmişti. Ümit OĞUZTAN, Aksaray'da, sonradan Hanedan Restoran olarak değişen pavyonda çalışan Fadime ŞAHİN'i bu iş için ayarladı. ŞAHİN, iddialara göre konsomatrislik yapıyor, Sisi ve Ümit OĞUZTAN tarafından erkeklere pazarlanıyordu. Ümit OĞUZTAN ve basın danışmanı Sisi, Fadime ŞAHİN'e büyük paralar vaat ediyorlardı. Fadime ŞAHİN, hemen bir tesettür mağazasına götürüldü ve iki takım tesettür kıyafeti ve renk renk eşarplar alındı. Askeri müdahaleye zemin hazırlamak ve kamuoyunu yönlendirmek amacıyla birbiri ardına ortaya çıkartılan sözde skandallar, 28 ŞUBAT’çılar tarafından tek tek planlanmıştı. O günlerde TV ekranlarını uzun süre meşgul eden irtica haberlerinin başlıca konukları arasında yer alan sahte şeyh Ali KALKANCI ise bu skandal üretiminin tipik bir örneğiydi. Darbe tezgahının figüranlarından birisi olarak kamuoyuna sunulmak üzere hazırlanan Ali KALKANCI, ünlü bir işadamının kızı olan Emire ERSOY ile tanıştırıldı. Evlenmeleri için ortam hazırlandı. Ancak ünlü işadamı, işsiz güçsüz ve alkolik biri olarak bilinen Ali KALKANCI'ya kızını vermek istemiyordu. Kalkancı dini konularda eğitime tabi tutuldu, rolü ezberlettirildi. Sonra da hacca gönderildi. Dönüşte, KALKANCI'ya kız istemek için Emire'nin babasının kapısı çalındı. Kızını vermeye yanaşmayan babaya bu kez kendisi hakkında tutulmuş bazı dosyalar gösterildi. Baba, Sen bize yardımcı olursan biz de sana yardım ederiz, dosyaları yok ederiz. Ayrıca bu işin olmasını Peygamber efendimiz de istiyor denilerek ikna edildi. İktidarın büyük ortağı olan Refah Partisi'nin giderek oylarını arttırdığını gören ve gidişattan hoşnutsuz olan darbeciler, askeri müdahaleye zemin hazırlayabilmek amacıyla çalışmalara başladı. Büyük şehirlerde yapılan anketlerle halkı hangi konuların etkileyebileceğini tespit eden darbeciler hazırlanan senaryo gereği irtica geliyor yaygarasına başladı. TV kanallarına servis edilen dosyalar birer ikişer ortaya çıkarılıyordu. Tezgahın son halkası olarak Sincan'da tanklar yürütüldü ve Refahyol hükümeti çekilmek zorunda kaldı. Ismarlama skandal için bir pavyondan ayarlanan Fadime ŞAHİN'in, kısa sürede İslami konulara adapte edilmesi gerekiyordu. İslami kesimin önde gelen bazı isimleriyle tanıştırıldı. Bu sırada, tanıştığı isimlerden biri de Aczmendi Tarikatı'nın Lideri Müslüm GÜNDÜZ'dü. Sonra Fatih'te staja tabi tutuldu. Zaten Sultanbeyli'de yaşayan muhafazakar bir aileden geliyordu. Kısa sürede belli konularda bilgi sahibi olması sağlandı. Senaryo gereği skandalların patlatılması için toplumun dini duygularının yoğun yaşandığı Ramazan ayı seçilmişti. 29 ARALIK 1996 tarihinde aylardır gazete sayfaları ve televizyon ekranlarında ilginç kıyafet ve bastonlarıyla haberlere konu olan tarikatın lideri ile başka bir tarikatın çevresinde büyük saygı gören liderinin gayri meşru ilişkileri art arda toplumun gözünün önüne seriliyordu. Müslüm GÜNDÜZ, bir gazete yazarı olan arkadaşının evinde Fadime ŞAHİN'le basılıyor, ünlü işadamının güzel kızının, bir tarikat şeyhi tarafından nasıl kandırılarak tuzağa düşürüldüğü manşetlere taşınıyordu. Senaryoyu yazanlar, istedikleri sonucu almakta gecikmiyorlar. Bir yandan Sincan'da tanklar yürütülüyor, diğer yandan da Türk basınının etkin gazete ve televizyonları, irtica kampanyaları başlatıyor. Aylardır süren “Bırakın” baskısı, art arda patlayan skandallar sayesinde sonuç veriyor. Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin koalisyonundaki Refah Yol Hükümeti'nin Başbakanı Prof.Dr. Necmettin ERBAKAN, 18 HAZİRAN 1997 tarihinde istifa ediyor. Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL, hükümet kurma görevini, DYP Lideri Tansu ÇİLLER'e değil, ANAP Lideri Mesut YILMAZ'a veriyor. 28 ŞUBAT 1997'de MGK, hükümetin uygulamalarını eleştiren ve irtica ile mücadele çağrısı yapan 18 maddelik bildiri yayınladı. Refah Partisi (RP) ve Doğruyol Partisi'nin (DYP) oluşturduğu koalisyon hükümetinin başkanı, Başbakan Necmettin ERBAKAN 18 HAZİRAN'da istifa etti. Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL, iki parti arasındaki protokolü dikkate almadı ve yeni hükümeti kurma görevini DYP lideri Tansu ÇİLLER yerine ANAP lideri Mesut YILMAZ'a verdi. 12 TEMMUZ'da ANAP, DSP ve MHP koalisyonu kuruldu. MGK bildirisi uyarınca zorunlu temel eğitim 8 yıla çıkarıldı. İmam hatip liseleri de dahil, meslek liselerinin orta bölümleri kapatıldı. (Dönemin Başbakanı Mesut YILMAZ siyaset hayatıma malolsada İmam Hatip Liselerinin orta bölümlerini kapatacağını söylemiştir. Y.M.) 21 MAYIS'ta RP aleyhine kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi 18 OCAK 1998'de RP'yi kapadı, ERBAKAN ve 6 kişiye 5 yıl siyaset yasağı konuldu. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı olan Çevik BİR'in, yasadışı "Batı çalışma Grubu"nun kurucularından olduğu ortaya çıkarıldı. Grup, vatandaşları fişliyordu. 25 NİSAN 1998'de Hürriyet ve Sabah gazetelerinde PKK itirafçısı Şemdin SAKIK'ın ifadelerine dayanılarak aralarında gazetecilerin de bulunduğu bir grup tanınmış kişinin "PKK destekçisi" olduğu iddiası yayınlandı. SAKIK'ın ifadesinin sahte olduğu, Genelkurmay'ca psikolojik harekat çerçevesinde sızdırıldığı ortaya çıktı. "Post-modern darbe" deyimini ilk kullanan Genelkurmay Genel Sekreteri Erol ÖZKASNAK, Refahyol'u nasıl düşürdüklerini şu sözlerle övünerek anlatıyordu: "Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı NATO'nun Varşova Paktı'nı teslim alması gibi." Malum 28 ŞUBAT darbesinin ve şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm darbelerin arkasında ABD bulunmaktadır. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL, ERBAKAN’a eğer istifa ederseniz seçime gider seçimle daha da güçlenerek iktidara gelirsiniz diye konuşma yaptığı fakat istifanın ardından seçime gitmeyip hükümet kurma görevini Mesut YILMAZ’a vermesi ise son derece büyük bir oyun oynandığının kanıtıdır. Refahyol Hükümeti döneminde her bakımdan iyiye giden ekonomi ve siyaset ABD ve rantı bozulan yerli işbirlikçi kesimin işine gelmemiştir. Şimdi 28 ŞUBAT aleyhine konuşan ve yazan tüm kesimler zamanında yapılan ihtilali desteklemişlerdir. İhtilal karşıtı Fethullah hoca, ERBAKAN hocaya çekilmesi yönünde gazetesine yazılar yazdırmış, 28 ŞUBAT’a biatlarını sunmuştu. Şimdilerde ihtilal karşıtı yayın organlarında yayınlar yaptırması hiç inandırıcı değildir. Gerçek olan o zaman yapılan ihtilali bütün parti, sivil toplum kuruluşları, yazılı ve görsel basın herkes desteklemişti. Gerçekleştirilen ihtilal ile ülkemiz büyük bir ekonomik sıkıntıya girmiş, iyiye giden ekonomi ters dönmüştü. Şaşırtıcı olan o zaman ihtilal destekçileri şimdi ihtilal karşıtlığına dökülmüştür. Rüzgar gülü gibi rüzgar estiği yöne dönmektedirler. (Y.M.) Selam, saygı ve dualarımla. Yakup MUSA 01.03.2012

Reşat Nuri Erol
01.03.2012
19:07

Asiltürk: Kavakçı için ne beni ne Erbakan'ı dinlediler

Refahyol döneminin önemli isimlerinden Asiltürk, Merve Kavakçı'nın yemin olayıyla ilgili bomba gibi bir iddia ortaya attı. Asiltürk, kendilerinin Kavakçı'nın sakin bir zamanda yemin etmesi konusunda Meclis başkanı ile anlaştığını ancak, Kavakçı'nın Erbakan'dan habersiz bir şekilde salona sokulduğunu ileri sürdü. Kavakçı'yı o dönem milletvekili olan Nazlı Ilıcak salona sokmuştu. 01.03.2012 16:57 Refahyol döneminin önemli isimlerinden Oğuzhan Asiltürk, Merve Kavakçı'nın yemin olayıyla ilgili bomba gibi bir iddia ortaya attı. Asiltürk, kendilerinin Kavakçı'nın sakin bir zamanda yemin etmesi konusunda Meclis başkanı ile anlaştığını ancak Erbakan'dan habersiz bir şekilde Kavakçı'nın salona sokulduğunu ileri sürdü. Kavakçı'yı salona sokan isim olan Nazlı Ilıcak, Kavakçı'nın salona sokulmasını, 'Milletime söz vermiştim. O yüzden Merve Kavakçı'nın yanında oldum' diyerek açıklamıştı. Asiltürk, Merve Kavakçı'nın yemin için TBMM'ye girmesi Erbakan ve benim bilgimin dışındaydı. Meclis'i yöneten geçici başkan Ali Rıza Septioğlu ile anlaşmıştık. Kendisi, 'Başörtülü birinin yeminini engelletmem. Sizden isteğim tenha bir zamanda getirin' dedi. Bir de baktık ki Merve Hanım salona girmiş, nasıl girmiş bilmiyorum. Kavakçı'yı salona AK Parti'yi kuracak isimler götürdü Radikal Ankara Haber Müdürü Ömer Şahin’in Kanal A'daki Görüş Farkı programına katılan SP’li Oğuzhan Asiltürk, çarpıcı açıklamalar yaptı. 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın tavrına yönelik eleştirilere cevap veren Asiltürk, “Erbakan tanka çıktı ta haber mi yapmadık?” diyen gazeteci Fikret Bila’ya yüklendi. Asiltürk, “Tankın üstüne Fikret Bila çıksın. Biz tankın mankın üzerine çıkmayız ama tankı yürütenlere ‘bu iş yanlış’ deriz” dedi. 28 Şubat’ın 1 numarası Demirel Milli Görüş Hareketi’nin önemli isimlerinden Oğuzhan Asiltürk, 28 Şubat’ın 1 numarası olarak dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i gösterdi. Erbakan Hoca’nın 18 maddelik MGK bildirisini görünce, “Bunu asker yazmış olamaz. İnancı olan bunu yazmaz” dediğini söyleyen Asiltürk, daha sonra bu kararların ABD tarafından hazırlandığının ortaya çıktığını iddia etti. Asiltürk, “Hoca kriptoyu görünce ‘ben yanılmamışım, bu askerlere kanaatim müsbetti’dedi. Yapılanlar suçtu ama onlar kendiliğinden bunu yapmadılar” diye konuştu. AKP, 28 Şubat’ta olsa korkup kaçardı Refahyol’un 28 Şubat’taki tavrı ile AK Parti’nin 27 Nisan bildirisine karşı duruşunu karşılaştıran Oğuzhan Asiltürk şöyle devam etti: “Bu iktidar o zaman olsaydı bırakıp kaçardı. Öyle yağma mı var. AKP’yi iktidara getiren ABD ve dünya siyonizmdir. Basın, haber ajansları ellerinde. ABD bütün desteğini askerden çekmiş. Bu şartlar altında kabadayılık çok kolay. O zaman “gerekirse silah kullanırız” diyor, ne yapacaksınız? Allah’a sığınmaktan başka bir şey yapamazsınız. Siz sertleşirseniz, tabanınız sertleşir. O zaman istenmeyen olaylar olur.” Asiltürk, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın Erbakan Hoca ile iyi anlaştığını, kuvvet komutanlarına, “Niçin onunla uğraşıyorsunuz, ben çok iyi anlaşıyorum” dediğini öne sürdü. Kavakçı için ne beni ne Hoca'yı dinlediler 28 Şubat’ın önemli olaylarından olan Merve Kavakçı’nın Meclis’teki yemin gününü de anlatan Oğuzhan Asiltürk, Kavakçı’nın yemin için salona girmesinin Erbakan ve kendisinin bilgisi dışında olduğunu anlattı. Kavakçı’yı daha sonra AK Parti’yi kuracak olan isimlerin salona götürdüğünü söyleyen Asiltürk şöyle konuştu: “Meclis’i yöneten Septioğlu ile anlaşmıştık. Kendisi,’ Başörtülü birinin yeminini engelletmem. Sizden isteğim tenha bir zamanda getirin’ dedi. Bizim arkadaşlara bunu söyledik. Hatta tahrik olmasınlar diye ben salona bile girmedim. Bir de baktık ki Merve Hanım salona girmiş, nasıl girmiş bilmiyorum. Ne Hoca’yı ne beni dinlemediler.” Kavakçı’nın “Bana sahip çıkmadılar” sitemine de cevap veren Asiltürk, “Merve Hanım’ın evinde milletvekillerine nöbet tutturduk. Bu nasıl sahip çıkmamak?” diye sordu. Erbakan, Erdoğan,Gül ve Kurtulmuş’a kırgın gitti Erbakan Hoca’nın ölmeden önce herkese hakkını helal ettiği, eski talebeleri Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Numan Kurtulmuş’u da affettiği söylenmişti. Oğuzhan Asiltürk’ten bu konuda farklı bir açıklama geldi. Asiltürk, “Ben dürüst hareket eden, dobra dobra konuşan bir insanım. Hoca kırgın gitti” dedi. Lavı Emniyet değil, CIA buluyor Ergenekon Operasyonunun ABD’nin İran’a saldırısına karşı çıkan 7 generalin tasfiyesi için yapıldığını vurgulayan Oğuzhan Asiltürk, toprak altından çıkan lav silahı ve mühimmatın da ABD tarafından bulunduğunu öne sürdü. Asiltürk, “ Dağ başına ihbar geliyor, kazılarda lav silahları bulunuyor. MİT, Emniyet biliyor da haber mi vermedi? Kim , kimi kandırıyor. Bütün bunlar uzaydan gözetlenir. ABD, CİA, MOSSAD biliyor uzaydan. Ben yüksek mühendisim, master yapmış insanım. Beni aldatacak değiller ya? 2 ayrı hükümette İçişleri Bakanlığı yaptım. Bunların başındaydım. Bunlar (MİT, Emniyet) kesinlikle bilmezler. Bunları bilseler el koyarlardı” diye konuştu. Fatih Erbakan aday değil Asiltürk, ismi SP’nin muhtemel lider adayı olarak geçen Fatih Erbakan’a ince dokundurmalarda bulundu. “Erbakan aday mı?” sorusuna, “Hayır” cevabını veren Asiltürk, “Tecrübe sahibi olur, gelir partiye teslim olur, çalışır, o zaman önce ben sahip çıkarım. Ayrı baş çekerse Allah selamet versin,derim” dedi.





Sayı: 141 | Tarih: 26.02.2012
Mahir Kaynak
Ekonomik kriz
Yeni düzen
2129 Okunma
20 Yorum
Süleyman Karagülle
Yusuf Kaplan
Küresel sistem çökerken Türkiye nereye?
Cemaat içinden Ak parti başından mı?
1471 Okunma
3 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
CHP’ye çağrı: Bölünün belki büyürsünüz
Bölünmenin faydaları
1427 Okunma
3 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ahmet Altan
4 + 4 + 4
İslam Denince...
1166 Okunma
Vahap Alma
Mehmet Şevket Eygi
Yeni Camiler Sadra Şifa Olmadı
İslam'da Camiler
1145 Okunma
Emine Hocaoğlu
Ruşen Çakır
İslami kesim içinde Cumhuriyet tarihinin en büyük
Safları Belirleme Zamanı
1066 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler