Galeyana geldim
1224 Okunma, 3 Yorum
Ahmet Hakan - Hürriyet
Lütfi Hocaoğlu

20.10.2011

Bu zamana kadar hep...

 

Aman infiale kapılmayalım.

Aman galeyana gelmeyelim.

Aman hezeyan içine düşmeyelim.

Aman mantığı savuşturmayalım.

Deyip durdum.

Sonuç?

Şehit sayısı önce ikiye, sonra üçe katlandı.

Yani...

Ben “mantık” dedikçe, terörist el yükseltti.

 

Dün sabahtan beri...

Herkes gibi bende de ne soğukkanlılık kaldı, ne metanet.

Herkes gibi beni de “bir infial hali” esir aldı.

“Bir galeyan hali”, herkes gibi benim de dört tarafımı sardı.

Herkes gibi beni de “bir hezeyan sayıklaması” kuşattı.

 

Galeyan halinde sürekli haykırıyorum:

Canice katliamlar yaparak mı elde edeceksiniz haklarınızı?

Bebek öldürerek elde edeceğiniz “Kürtçe eğitim” hakkıyla ilk önce hangi Kürtçe kelimeyi öğreneceksiniz ya da öğreteceksiniz?

Kanla mı getireceksiniz barışı?

Askerleri pusuya düşürüp katlederek elde edeceğiniz “statü” ile hiçbir şey olmamış gibi mutlu/mesut yaşamayı içinize sindirebilecek misiniz?

Kan, gözyaşı ve yitip giden canlar, “yerel yönetimlerin güçlenmesi”   ile elde edeceğiniz mutluluğu karşılamaya yetecek mi?

Masaya daha güçlü oturmak için daha ne kadar kan dökeceksiniz?

Devletin size yaptığı haksızlıkların acısını daha fazla katliam yaparak mı çıkaracaksınız?

Hak aramanın, haksızlıklara başkaldırmanın, direnmenin en soylu yöntemlerinin yeryüzünde revaçta olduğu şu dönemde, siz hâlâ bu işi en gaddar ve en vahşi yöntemlerle mi sürdüreceksiniz?

 

Soruyoruz:

“Niye öldürüyorsunuz, niye bomba atıyorsunuz, niye katlediyorsunuz?”

Cevap veriyorlar:

Öldürüyoruz çünkü devlet müzakere masasına oturmuyor...

Katlediyoruz çünkü alayımızı tutukluyorlar...  

Bombalıyoruz çünkü bize statü vermiyorlar...

 

Ben artık şu noktadayım:

Öldürerek oturulacak müzakere masasının da...

Katlederek gösterilen tutuklama tepkisinin de...

Bombalayarak elde edilecek statünün de...

Canı cehenneme!

 

Yazının tamamı için tıklayınız.

 

Yorum:

Birbirine düşürme

Terör örgütlerinin hedefi üçtür. Bunlar aşama aşama gerçekleşir.

  1. Varlığı kabullendirmek
  2. Devlet otoritesinin yerine kendi otoritesini geçirmek
  3. Halkı ayrıştırmak, kendi tarafına çektiği halkı diğerleri ile çatıştırmak

PKK bu adımlardan ilkini geçekleştirdi. İkinci adımı kısmen gerçekleştirdi. Ancak bir türlü üçüncü adımı gerçekleştiremiyordu. Bunun için büyük bir gayret içindeydi. Son saldırısından sonra bunu gerçekleştirmek üzere. Bunu başarmasını önlemenin tek yolu vardır. Bu da PKK’nın askeri olarak ezilmesidir. Bunun için başlayan operasyonlar çok önemli. PKK’ya çok ciddi kayıplar verdirme başarılamazsa halk ayrışmaya başlayacaktır. Bunun psikolojik nedenleri vardır. Eğer halk devleti güçsüz görmeye başlarsa otoritesini zayıf olarak görürse hemen otoritesini güçlü hissettiği PKK’ya meyledecektir. Bu hareket bilinçaltı etkisi ile gerçekleşir.

Peki ne yapılmalıdır? PKK ile çok ciddi silahlı mücadele en profesyonel şekilde verilmeli, kafası ezilmeli, sindirilmelidir. Bunu takiben zaten insan kaynağı sıkıntısı çekecektir. Mevcut üyeleri korkarak örgütü terk edecekler, yeni üye bulmakta ciddi sıkıntı çekecektir. PKK’ya destek veren dış ülkelerdeki uzantıları yok edilmeli veya etkisiz bırakılmalıdır.

Irkçılık son derece kötüdür. O kadar kötüdür ki kelimelerle anlatılamaz. Bugün Türk ırkçılığı yapmak ne kadar kötü ise Kürt ırkçılığı yapmak da o kadar kötüdür. Bugün PKK ve onun uzantısı olan BDP açık bir şekilde Kürt ırkçılığı yapmaktadırlar. Neymiş efendim, Kürtlerin alması gereken hakları varmış? Neymiş bunlar? Söyleyemiyorlar. Çünkü söyleyecek bir şeyleri yok. Kürtçe eğitim miymiş? O zaman bunu savunanlara soralım. Kendi çocuklarını Kürtçe eğitim veren okullarda mı eğitecekler yoksa Türkçe mi? Cevabı çok net. Kürtçe olmayacağı kesin. Neymiş efendim, özerklik istiyorlarmış. Niçin bağımsızlık istemiyorlar? Çünkü Türkiye’nin nimetlerinden ayrılmak istemiyorlar. Başka? Başkası yok. Hepsi bu. Eeee... Gerisi yok. Çünkü hedef yok. Hedef kendi varlıklarını sürdürecek olan bu beyaz Kürtlerin çocuklarının lüks içinde yaşaması için PKK’nın varlığını sürdürmesinin gerekliliğidir. Askerlerin ölmesinin gerekliliğidir. Bu nedenle hiç bir mantıklı gerekçe ileri süremeyeceklerdir.

Asıl komik olan ırkçı, menfaatçi, ateist bu Kürtlerin peşine takılan, onları destekleyen namazlı, abdestli Kürtler. Onların bunları desteklemesi içlerindeki ırkçılık tohumlarının canlanmasından mı ileri geliyor yoksa İslamiyet’i anlamamalarından mı ileri geliyor yoksa ırkçılık dinine inanıp da kendilerini Müslüman sanmalarından mı ileri geliyor?

Ne diyelim Allah ıslah etsin.

 

 

Lütfi Hocaoğlu


YorumcuYorum
ziya küçük
24.10.2011
17:27

Adil Düzeni araştırırken ekonomik yönlerine eleştiriler olan sosyalist bir siteye rastladım. Bu eleştirilere cevap verilebilirse daha iyi anlaşılma imkanı olabilir.

ADİL DÜZEN ELEŞTİRİSİ   Millî Görüş ‘Yeniden Büyük Türkiye’yi kurmak için, bugünkü... köle düzenini ortadan kaldıracak, yerine... herkese refah getiren, herkese hakkını veren ve herkese fırsat eşitliği tanıyan [bir düzen kuracaktır.] Millî Görüş’ün kuracağı yeni düzende faiz olmayacak, haksız vergiler kalkacak, paranın değeri hak ölçüsü olarak kabul edilecek, sağlam paraya geçilecek... krediler adil ölçüler içinde faydalı iş yapacak herkese verilecek” (s. 10). “Adil Düzen’de... ekonomi çok hızla [hızlı] döndüğü ve geliştiği için asıl mesele işsiz insan bulmaktır... Adil Düzen’e geçilir geçilmez bugün kahvehanelerde boş oturan işsizler bir anda yüksek ücret alma potansiyeline ve imkânına kavuşacaklardır. Onlar iş arayacaklarına müteşebbisler kredi alabilmek için onları arayacaktır” (s. 22). Ayrıca, Adil Düzen (AD) enflasyonu önleyecek, üretimi arttıracak, işsizliği önleyecek, ihracatı hayalî değil gerçek anlamda arttıracak, gelir dağılımının bozulmasını önleyecek ve herkesi müreffeh yapacak bir düzendir (s. 46-49).   Özet olarak, AD şu anda içinde bulunduğumuz “köle düzeni”nin alternatifi ve onun fakirlik, açlık, ahlâkî değerlerin erimesi, azgelişmişlik gibi birçok sorununun da çözümüdür. Yukarıdaki alıntıların da gösterdiği gibi popülist vurgularla dolu AD kitapçıklarının teşhisine göre sorunların kaynağında dört mikrop vardır: Faiz, adaletsiz vergilendirme, karşılıksız para basma ve kambiyo ve kredi mekanizması. AD de komünizm ve kapitalizmin iyi yönlerini alıp, kötü yönlerini bırakan bir düzendir. Serbest piyasa, kâr, özel mülkiyet hakkı vardır, sosyal sorunlar önceliklidir, ama tekelleşme yoktur, faiz yoktur. AD’nin para, kredi, vergi ve sosyal güvenlik için yedişer prensibi vardır. Üç genel prensibi ise şahısların ekonomik faaliyetleri yürüttüğü düzende devletin görevlerini belirler. Buna göre devlet, genel tanzim hizmetlerine ek olarak, yatırım projelerini yapar ve destekler, ancak bu faaliyetleri şahıslar yürütür. Fakat, toprağın, madenlerin, ormanların (kısaca doğal kaynakların) sahibi devlettir, ve devlet ‘şu veya bu’ nedenle bazı işletmelerin de sahibi olabilir. Paranın üretimin bir aracı değil sadece sembolik bir değeri olduğu Düzen’de, bankacılık da devlet tarafından yapılacaktır (fakat, bu genel prensiplerde belirtilmemiştir).   PARA=MAL PRENSİBİ   AD tüketici toplumun bir eleştirisiyle başlar: İnsanlar “tabiatı itibarıyla sadece tüketmek istiyorlar”, oysa sadece cennette insanlar üretmeden tüketebileceklerdir (s. 16). Bütün sorunlar da bu tüketici yapıdan kaynaklansa gerek ki, AD’nin temel şartı, herkesin ürettiği kadar tükete(bil)ecek olmasıdır. Böylece, kimse başkasının hakkını yememiş olacaktır. Herkesin ürettiği (daha doğrusu üretebildiği) kadar tüketmesi ise bir tüketim senedi olarak paranın sadece ve sadece üretim (mal) karşılığında olması ile sağlanacaktır. Dolayısıyla Adil Düzen’de para=mal prensibi vardır. AD’de para arzı fazlası olmadığı için fiyatlar da yükselmeyecektir. Burada, enflasyon karşılıksız para basmanın bir sonucu olarak görülmüştür. Dolayısıyla, para=mal prensibi bir yandan herkesin ürettiği kadar tüketmesini (adaleti) sağlarken, diğer yandan para fazlalığının sebep olacağı talep fazlalığından kaynaklanan enflasyon da önlenmiş olacaktır. Bu, bazı İslâmcı çevrelerin eleştirdiği monetarist anlayıştan çok farklı değildir. Monetarist anlayış ise doğru veya yanlış olabilir, ancak kendi içinde tutarlı bir savdır. Fakat, tedavi kitapçığının ilerleyen sayfalarında, selem senedinden bahsedilirken, piyasalarımızda ne kadar para dolaşacağına IMF’nin karar verdiği söylenmekte ve IMF’nın bu miktarı bilinçli olarak insanlar daha fazla senet ve faizli kredi kullansın diye gerekenden az saptadığı belirtilmektedir (s. 26). Dolayısıyla, fiyat artışlarının (enflasyonun) nedeni artık para fazlalığı değil, azlığı ve onun sonucu olan faizli kredi ve senet kullanımının çokluğu olmuştur. Çünkü, AD’ye göre piyasada ne kadar çok senet varsa o kadar çok pahalılık vardır.   ADİL DÜZEN’DE PİYASA   “Ne kadar tüketeceksen o kadar kendin üreteceksin” şartı aslında, laissez faire anlayışına yakındır, ve belirleyici olan çalışma değil, üretim ve onun AD’de oldukça ilginç bir yöntemle belirlenen “piyasa” değeridir. Daha çok üretime giden yollardan ise sadece birisi daha çok çalışmaktır. Üretim, üretim süreçlerinde teknoloji kullanılarak da arttırılabilir. Bu ikinci yolda Türkiye gibi sermaye kıt ülkelerin karşılaşacağı engeller vardır. Dahası, üretim sermaye yolu ile arttırıldığında, emek-sermaye arasındaki paylaşım sorunları/çatışmaları olmayacak mıdır? AD bu tür olası çatışmaların çözümünü, aşağıda görüleceği gibi “piyasa” kavramına değil, içinde devletin “ağırlığını hissettireceği” korporatist bir sisteme bırakmaktadır. Kredi alacak atölyelerin kaç işçi ile çalışacağının “Ahlâk Topluluk”larınca belirlendiği bir ekonomide daha çok çalışmak/üretmek izine bağlı olabilir. Bu da serbest piyasadan çok, devletin ağırlığının olduğu bir düzenin daha yakın bir olasılık olacağına işarettir. Dolayısıyla, herkesin ne kadar üreteceği ve tüketeceği birileri tarafından belirlenebilecektir. Dahası, bu ‘Ahlâk toplulukları’yla bir tekelleşme süreci başlayacaktır ki İslâm buna karşıdır.   Tam değişim serbestîsinin olduğu AD’de “ülkenin her yerinde herkese aynı fiyat uygulanır”. Bu aslında sadece serbest piyasadan vazgeçilmesi halinde mümkün gözüküyor. Fakat, Düzen aynı zamanda bir serbest piyasa düzeni olma iddiasındadır. Aslında teorik tam rekabet piyasası hariç hiçbir ‘piyasa’da fiyatlar her yerde aynı olmamıştır. Fazla kâr etmek isteyenleri, spekülatörleri vb. bir kenara bırakırsak, ki İslâm bunları önlemeyi ‘Müslüman adam’ (Homo İslamicus) kavramına bırakmıştır, bir malın arzı talebini karşılamaya yeterli olsa dahi her mal her talep edilen yerde üretilmediği için ve taşıma maliyeti diye malın fiyatına eklenmesi gereken bir ek maliyet olacağı için bütün fiyatların her yerde aynı olmasını beklemek doğru olmayacaktır. Aslında bütün fiyatlar her yerde aynı olabilir - eğer ki devlet, örneğin taşıma maliyetini, sübvanse ederse. Fakat, bu pek adaletli olmayabilir, çünkü kimin parasıyla kimin sübvanse edildiği ve bunun İslâma göre ne kadar adaletli olduğu gibi bir soru çıkacaktır ortaya. Kaldı ki bu, aslında serbest piyasadan bir sapmadır. Başka bir alternatif ise her yerde fiyatları en yüksek olacak bölge fiyatlarına göre ayarlamaktır, ki bu da daha düşük fiyatlarla alabileceklere haksızlıktır. Fakat, kitapçıkta verilen örnekte bunlardan hiç bahsedilmiyor. Verilen buğday örneğinden anlaşıldığı kadarıyla, fiyatların her yerde aynı olması için önce belli bir kalem maldan ülkenin toplam ihtiyacının ne olduğu saptanacaktır. Fakat, benim X malından gelecek yılki, hattâ yarınki, talebimin ne olacağını nasıl saptanacak? Piyasa eğer serbest olacak ise böyle bir şey mümkün değil. Böyle bir saptama yapıldığı zaman en iyi ihtimalle insanların hangi maldan ne kadar tüketeceğine devlet tarafından karar verilmesine yolaçacaktır. Bu da her fırsatta eleştirilen sosyalist sistemin yıkılmasına sebep olduğu iddia edilen serbest-olmayan piyasanın ta kendisidir.   Gelecekteki (!) toplam talep saptandıktan sonra bütün depoları birbirine bağlayan ve düğmeye bir basışla depolarda ne kadar X malı olduğunu görebileceğimiz bir bilgisayar ağı gerekmektedir ki fiyatlar her yerde aynı olsun. Bu mekanizmaya göre bir kişi malını satmak istediği vakfa götürecek, stoklara bağlı olan fiyat hakkında bilgi alacak ve işine gelirse satacak, işine gelirse alacaktır. Ancak, AD fiyatlar düşükken bolca alıp fiyat yükselince satacaklara karşı her türlü tedbiri almıştır (ancak hiçbirisi kitapçıkta belirtilmemiştir). Burada, stokçu olmayan Homo İslamicus’un bir reddi vardır ve devlet gerekeni yapacaktır. Açıktır ki, böyle bir piyasanın her yerinde devlet olacaktır. Oysa üretici-satıcının hem kendisinin, hem de ürettiği malın dayanma gücü var mıdır, malların bekletilebileceği mekânlar var mıdır/yeterli midir gibi sorular AD’de pek gözönüne alınmamıştır. Gerçi, kredi bahsinde rehin karşılığı krediden bahsediliyor ki bu üreticinin dayanma gücünü arttırabilir. Ancak, burada da kredi karşılığında rehin verilen ürünün fiyatının ileride artacağı varsayılmıştır. Böyle bir varsayımı yapmak piyasanın serbest olduğu bir yerde, enflasyonun da olmayacağını iddia ediyorsanız, pek tutarlı değildir. Dolayısıyla, AD’nin ya piyasası ‘serbest’ değil ya da bu enflasyonsuz bir ekonomi değil. Fakat, AD her ikisinde de iddialı. M.Özel’in belirttiği gibi, AD yaklaşımındaki temel hata, piyasanın basit bir mekanizma olduğu varsayımından kaynaklanmaktadır. Oysa piyasalar, içinde milyonlarca tarafın milyonlarca malı milyonlarca kez değiştiği bir keşif sürecidir. Böyle bir süreci hiçbir aygıt kontrol edemez. (bkz. Özel 1993;75-85).   Ayrıca, AD’nin serbest mülkiyet esasına dayanan serbest piyasasında üretim de ilmî esaslara uygun olarak saptanmış oranlarda paylaşılacaktır. Dahası bu üretimden alınacak pay, anayasa ile belirlenecektir! Böylece, herkes üretim sürecine girmeden payının ne olacağını bilecektir. Bu nedenle AD, iddiaya göre, menfaat çatışmalarının olmadığı bir ortaklık düzenidir. Çünkü, taraflar üretim sürecine girmeden paylarının ne olacağını bileceklerdir. Dolayısıyla, örneğin bir işçi daha çok kazanmak istiyorsa daha çok çalışmak zorunda kalacaktır. Böylece hem tembellik önlenmiş olacaktır, hem de bütün çıkarlar uyum içinde olacaktır. Bu “ilmî esas”ların neler olacağı ve bunlar üzerindeki muhtemel uyumsuzlukları bir yana bırakırsak, üretimden alınacak pay oranlarının ‘ilmî’ esaslara göre anayasada belirtilmesinin bilinen serbest piyasa kavramı ile hiç alâkasının olmadığı açıktır. Bu, aslında, AD’nin devletçiliğinin en büyük işaretidir. Böyle bir iddianın gerçekleşmesi Türkiye gibi çok geniş ve ‘sınıflı’ bir toplum için, ancak, AD’nin işaretlerini verdiği korporatizm yoluyla mümkün olacaktır. Korporatizm ise piyasaların/üretim süreçlerinin/çıkar temsilinin “serbestî”sinden çok “kontrol”ünü içeren bir sistemdir.   SOSYAL ADALET?   Sosyal güvenlik ise sosyal huzursuzlukları önlemekten çok, bir toplumsal görev olarak anlaşılmıştır. Amaç vatandaşların aç-açık kalmaması ve herkesin insan onuruna yaraşır bir biçimde yaşama imkânı bulmasıdır. AD manevî eğitimi esas aldığından, AD’de zenginler fakirlere içlerinden gelen gayretle ve ibadet aşkıyla her türlü yardım ve destekte bulunurlar (homo İslamicus), ancak sosyal adalet asıl devletin görevidir. AD’de herkes bütçeden finanse edilen ve katkı payı gerektirmeyen bir sosyal güvenlik kurumuna tâbi olacaktır. İşsizlik sigortası uygulamasına geçilecektir. (Oysa, başlangıçta yaptığım alıntıya göre AD’de işsizlik olamayacaktı!) AD aynı zamanda isteyene istediği zaman emekli olma ve bu kararından vazgeçip tekrar çalışabilme hakkını tanımaktadır. Bu gibi durumlarda yapılacak transfer ödemeleri ise yaş, tahsil, hizmet ve ehliyet esasına göre belirlenecektir. Burada ilgi çekici olan, sosyal güvenlik harcamalarının bütçeden yapılması ve hiçbir katkı gerektirmemesidir. Aşağıda belirtildiği gibi, vergisini aynî olarak toplayan devlet bu yardımları nakdî olarak nasıl yapacaktır? Yoksa, aynî olarak mı yapacaktır? Her iki halde de bütçe açıkları nasıl kapatılacaktır? Faiz ödemelerinin açığın büyük bir kısmını oluşturduğu günümüz bütçesinde, böyle bir sosyal güvenlik sistemini kurmak için, borçların ve faizlerinin bir kalemde silinmesi ve bunun sonuçları göze alınabilecek midir? Bazı temel ihtiyaçların karşılanamaması anlamına gelecek bu hareketle AD ta başından hedefinden sapmış olmayacak mıdır? Malî politikalar ise zenginliği değil, üretimi eşit dağıtmayı amaçlayan politikalardır. Dolayısıyla, en iyi ihtimalle mevcut farklılıkları donduracak politikalardır. Adil Düzen’de devlet genel hizmetleri sunduğu ve üretime katkıda bulunduğu için vergi (üretimden pay) alma hakkına sahiptir. Devlet, ayrıca, mevcut zenginlikleri koruduğu için çok cüz’i oranda da olsa payını alacaktır. Yani ürün-vergi tek gelir kaynağı olmayacaktır. Ancak, vergiler, kazanca göre artan oranlarda değil, tek oranda (takriben yüzde 20) (s. 33) ve sadece üretimden ürün cinsinden alınacaktır. Bu ürün-vergi’yi devlet de, tıpkı şahıslar gibi, istediği zaman o andaki piyasa fiyatı üzerinden paraya çevirebilir (s. 29). Yani, gelirler vergiye tâbi değildir, bu nedenle de net ve brüt gelir aynı şeydir. Verginin sadece üretimden alınmasının yeniden dağılımı sağlayacağına ve ucuzluk getireceğine inanılmaktadır.   Bugünkü sistemde de devlet genel hizmetleri yerine getirdiği için vergi alır. Ancak verginin tek oranda ve ürün cinsinden alınması ile ilgili sorunlar vardır. Birincisi, devlet ülkenin her yerinde, her sektörüne aynı derecede mi hizmet ediyor ki aynı oranda vergi alıyor? Bütün üretim süreçlerine katkısı aynı olmalıdır ki onları aynı oranda vergilendirmesi “sosyal adalet dini” olan İslâma ve hakkaniyet ilkelerine uygun olsun. Sadece ürün cinsinden vergi alınması ise nakdî (para) ekonomiden aynî ekonomiye geçişin en önemli işaretidir. Burada, muhtemelen gene, piyasa basit ve az taraflı küçük bir piyasa olarak algılanmıştır. Fakat, günümüzde böyle bir sistem son derece ciddi değişim darboğazları oluşturabilecek, hattâ ekonomiyi durdurabilecektir. Devlet, gelirleri aynî olduğunda, genel hizmet yatırımlarını nasıl yapacaktır? Kredileri nasıl verecektir? Belki devlet de piyasaya tüccar olarak topladığı ürün-vergileri satıp nakde çevirmek için girecektir. Ancak her mal ürün olarak vergilendirilecek kadar dayanıklı değildir. Zira, böyle bir sistem nakdî vergi toplamaktan daha etkin ve verimli bir sistem ol(a)mayacaktır. Bu sistemde, devlet Beymen ceketlerden Arnetta külotlara, Antep fıstığından yoğurda kadar bir dizi malın sahibi olacaktır. Bu, uygulanması absürd olacak kadar “basit” sistemde, değişik kalitede/fiyatta mallar üreten firmaların nasıl vergilendirileceği merak konusudur. Üreticinin yıl sonuna kadar satamadığı malı ve/veya çürük, bozuk, dayanıksız malı devlete vergi olarak “giydirmesi” tehlikesi mevcuttur. Bu halde devlet bunları paraya nasıl çevirecektir? AD’nin vergi sisteminde hizmet sektörü nasıl (angarya ile mi) vergilendirilecektir? Bir gazete veya televizyon kuruluşu nasıl vergilendirilecektir? Yoksa bunlar vergilendirilmeyecek midir?   AD’ye göre tüccar (aracı) vergi vermeyecektir, çünkü aslında vergiyi veren tüccar değil, ondan alışveriş yapan fakirler ve memurlar olmaktadır. Bu anlamda, tüccar Maliye’nin tahsildarıdır. Bu da pahalılığa yolaçmaktadır. Oysa, sadece üretimin vergilendirilmesi ucuzluk getirecektir. Çünkü, böylece vergi maliyete dahil olmamaktadır! Bu son iddia da ilgi çekicidir. Üretici ürettiği malın bir kısmını vergi olarak vermesine rağmen, bunun maliyeti etkilemeyeceğine inanılmıştır. Burada vergilendirilen kazanç değil, gerçekleşmiş üretimdir ve işletme sahibinin satacağı malın fiyatını saptarken bunu göze almamasına imkân yoktur. AD’de vergi kaçırma, vergi uyuşmazlığı gibi sorunlar da olmayacaktır, çünkü düzen adil olduğu için herkesin hakkına riayet edeceği varsayılmıştır. Artı, her işletme ödediği vergi oranında devlet tarafından sigorta edileceği için, işletmeler böyle çekici bir unsur karşısında dayanamayarak beyanını doğru yapacaktır! AD verginin beyana göre olacağını söylerken, aslında beyana ihtiyaç olmadığını da belirtmektedir. Çünkü, AD’ye göre yeminli ambarcılar ve muhasebeciler tarafından kontrol edilen bu süreçte, mal ambara girdiğinde vergi üretim cinsinden toplanmış olacaktır. Ambarlar ise ya devletin olacaktır, ya da onun kontrolü altında olacaktır. Yani, böyle bir sistemde aslında beyana gerek olmayabilir, çünkü devlet kimin ne ürettiğini ambara giren mallardan saptayacak durumdadır. Ancak, bütün mallar ambara girecek midir? AD hizmet üretimini ambara nasıl sokacaktır?   FAİZ VE “SELEM SENEDİ”   AD’de bankacılık hizmetleri de devlet tarafından yapılacaktır, ancak “şahısların banka kurmaları, faizsiz olarak çalışıp mudîlerine kâr temin etmeleri mümkündür” (s. 21). Hatırlanacağı gibi, AD’de para, üretimin bir unsuru sayılmamıştı. Oysa, kredi bahsinde üretim için ‘para’ (üretimin bir unsuru olarak sermaye) verilmesinden bahsedilmektedir. Böylece, AD başlangıçta paranın bir üretim unsuru olduğunu açıkça reddederken, daha sonra paranın üretim için gerekli olduğu gerçeğini ‘yan cebine koymaktadır’. Benzeri bir biçimde, AD’ye göre “Kapitalist düzende bu [tüketim hakkınızı gösteren] parayı bir bankaya koyuyorsunuz. Bir yıl sonra faizinin ilâvesi ile beraber bu parayı size iade ediyor. Siz bu bir yılda üretim yapmadınız. Buna mukabil size üretim yapmadan ilâve bir tüketim hakkı veriliyor” denilmektedir (s. 18). Fakat, AD’nin “mümkündür” dediği kâr ortaklığı sisteminde tararruf eden kişi bizzat üretim yapmakta mıdır ki kapitalist sistemden daha adil olduğu iddia ediliyor? Sonuç itibarıyla kâr ortaklığından elde edilen kâr da emeksiz bir kazançtır. Ama, tasarrufçunun parası çalışmıştır diyorsanız, o zamanda parayı bir üretim unsuru olarak görüyorsunuz demektir. Sanırım, RP’nin içi boş faiz vurgusunun kitleler önündeki inandırıcılığı aslında son on küsur yıldaki rant ekonomisine ‘kayış’ın bir sonucu olsa gerek.   Ne var ki, M.Özel’e göre AD’de de faiz vardır. Ancak, bu geriye işleyen bir faizdir. AD’nin “zorlama” bir mekanizması olan selem senedi karşılığı kredi, iddiaya göre mühim bir olaydır ve kurulu düzeni bu mekanizma ile yıkmak mümkündür. Sipariş kredisi de diyebileceğimiz bu mekanizmaya göre peşin para verip, belli bir zaman sonra teslim alacağınız malı (diyelim altı ay) önceden ucuza alıyorsunuz (“kapatıyorsunuz”). Böylece, üreticinin elinde üretim yapabilmesi için sermayesi oluyor. Bu sistemde malın altı ay sonraki fiyatını bugünden bilmek (saptamak) gerekmektedir ki bugün yapılacak ödemeler için iskonto yapılsın. Bu da, iddia edilenin aksine, altı ay sonraki fiyatların suni olarak artmasına yolaçabilir, çünkü fiyat piyasa şartlarında değil anlaşma bazında saptanmaktadır. Aksi takdirde altı ay sonra fiyatların ne olacağını bilmemiz mümkün değildir. Selem senedi tarihte paralı tüccarın köylünün malını kapatması sonucunu doğurmuştur. Ayrıca, daha önceden parası ödenen malın anlaşmadaki kalitede olması için ya çok sıkı bir kontrol mekanizması ya da üreticinin çok emin birisi olması gerekmektedir. Dahası selem senedinde vade azaldıkça, mal pahalanmaktadır ki bu faizin geriye doğru işletilmesinden başka bir şey değildir (bkz. Özel 1993;83-85).   AD’de kredi sisteminin sosyal mobilizasyonu sağlayacağı da iddia edilmektedir. Oysa verilecek olan rehin karşılığı kredide mal, emek karşılığı kredide atölye, (daha çok) ödenmiş vergi karşılığı (daha çok) kredide ise mevcut vergi ödeme (dolayısıyla varlık) kapasitesi kıstas olarak alınmaktadır. Bu tür kıstaslar şimdiki sistemde göze alınan kıstaslardan çok farklı değildir. Bu da, tıpkı selem senedi gibi, sosyal mobilizasyonu sağlamaktan çok sosyal farklılıkları en iyimser ihtimalle dondurma eğiliminde olan bir kredi sistemidir. Kredi bahsinde üzerinde durulan ve korporatist bir düzenin işaretlerini veren “Ahlâk Toplulukları” konusu da AD’nin getireceği bir “yenilik” olacaktır. Örneğin, emek karşılığı kredi alacak bir atölye sahibi dürüst bir insan olduğuna dair mensup olduğu Ahlâk Topluluğundan tezkiye belgesi getirmek zorundadır. Dahası, atölyede kaç usta ve işçi ile üretim yapılacağı “meslek kuruluşu, lonca” tarafından belirlenmiş olacaktır. Böylece, muhtemelen, üretimin, dolayısıyla tüketimin de, bu kuruluşlar tarafından kontrol edildiği ‘Ortaçağ piyasa ekonomisine’ bir geçiş yapılacaktır. Böyle bir düzende vurgu serbestîden çok kontrole olacaktır.   AD’ye geçişte ve onun başarısını sağlamada son, fakat belki de en önemli unsur “irfanlı insanlar ve inançlı kadrolar”dır. Bu, düzenin olmazsa olmazlarından biridir. Ancak, insanın, doğal olarak, burada çizilen tipe uygun olmadığı kabul edilmektedir. Dolayısıyla, böyle bir tip (eğitim yolu ile) yaratılmalıdır. Zaten bu nedenle parti programı en fazla eğitime yer ayırmıştır. Böyle bir eğitim ise Milli Görüşçü olacaktır. Burada dinî ve ahlâkî düzen topluma yararlı bir insan yetiştirmek için âdeta bir insan yetiştirme fabrikası gibi görev yapacaktır. Nefis terbiyesine büyük önem verilecektir, insanlar iyi ahlâk sahibi insanlar olarak yetiştirilecek, israf yapmayacak, herkese yardım etmekten manevî haz alacaklar ve ibadet aşkıyla çalışacaklardır (s. 53). Burada çizilen insan tipi ‘Müslüman adam’ ya da homo İslamicus tipidir. Fakat, bu tip insanın yaratılmasına yukarıda bahsettiğim sorunlar burada da geçerlidir. Adil Düzen’de Homo İslamicus olmayan tiplerin, Düzen’i baltalayacakları düşünülerek, “tercih” edilmeyecekleri, sanırım açıktır. Dolayısıyla, bu düzende Müslüman olmayanların ve dinsiz olanların eşit muamele görememesi ihtimali yüksektir. Bu anlamda Düzen’in ne kadar demokratik ve “herkesi kucaklayan” bir düzen olduğu tartışma konusudur. Oysa, iddiaya göre, AD toplumda herkesi kuşattığı için ideal bir sistemdir (s. 44). Allah’tan başka kimseye hesap vermeyi red edebilecek “inançlı kadroların” da ne kadar demokratik olacağı tartışma konusudur.   ‘LÂFZOLOJİ’   Adil Ekonomik Düzen genelde ulaşılacak amaçlar ile belirlenmiştir. Bu amaçlar ise kurulu “köle” düzeninin “ceza”sını çekenlere hitap etmektedir. Kurulu düzenin “tercih”ini mutlu azınlık yönünde kullandığını gözönüne alırsak, alternatif Adil Ekonomik Düzen otomatik olarak geniş kitlelere hitap edebilecek (popülist sayılabilecek) “değiniş”lerle (“tenkid”lerle) doludur. Hedefleri ise çekicidir. Ancak, AD sadece amaçları belirtmekle yetinmemiş, kullanacağı mekanizmalardan da bahsetmiştir. AD’nin radikalliği de halen mevcut mekanizmaları aşağı yukarı bütünüyle “yeni”leyeceğinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, her yenileşme bir iyileşme demek değildir. AD’nin hedeflerine ulaşması zordur, çünkü kullanacağı araçlar etkili olamayacak kadar basittir. Program yazılırken düşünülen toplum/piyasa/ekonomi, anlaşıldığı kadarı ile son derece basit ve günümüzde bu kavramların ifade ettiklerine oldukça uzak olan bir yapıdadır. Bu bağlamda, kullanılacak araçlardan bahsedilmesine rağmen, bu araçların etkinliği son derece sorgulanabilir olduğu için, AD’nin daha çok bir ‘lâfzoloji’ (vaatler ve umutlarla dolu ancak mekanizmaları/kavramları arasında bir tutarlılık olmayan kelimeler dizisi) olduğu kanısı uyanmaktadır. Bunun nedeni, sanırım, genelde İslâmî bir ekonominin, özelde ise AD’nin oturmuş bir teorik çerçevesinin olmamasıdır. Nitekim, AD bir yandan serbest piyasa düzeni olduğunu iddia ederken, diğer yandan bu serbest piyasada devlete oldukça önemli bir rol vermektedir. Para üretimin bir unsuru olarak hem kabul edilmiştir, hem de edilmemiştir. Bu yetersiz teorik çerçeve ve çelişkiler, sanırım, günümüzün sorunlarına çözüm ararken başka bir toplum yapısını düzenleyen ve aralarında çelişebilecek kadar değişik tercümelere açık “tarihî” ilham kaynaklarına bağlı kalabilme çabasından kaynaklanıyor. Kitapçıklardaki bütün “kargaşa”ya ve tutarlı bir şekilde anlatılmamasına rağmen, satır aralarından, bir AD kurma çabasının gayrı-demokratik ve devletçi-korporatist metoda dayanacağını söylemek sanırım yukarıdaki tartışmanın ışığında uygun olacaktır.   1 Burada Katolik Kilisesinin de bir ekonomik alternatif sunma çabasında olduğunu belirtmekte yarar var. Ne var ki, tekelleşme, özel teşebbüs, serbest piyasa, sağlam para, temel ihtiyaçların karşılanması, tüketimcilikten kaçınma, “normal” ücretler, ve ahlâkî değerlerin önemi gibi konularda Katolik prensiplerin hâkim olacağı bir ekonomi amaçlarında, prensiplerinde ve kavramlarının muğlaklığında İslâmi bir ekonomiden çok farklı gözükmemektedir. İkisinin farklılaştığı belki de tek konu faizdi. Ancak, bu iki yaklaşımın karşılaştırılması ayrı bir çalışmanın/yazının konusudur. (Hıristiyan ekonomi konusunda bakınız Pryor (1993) Journal Of Comparative Economics, 17, içinde sayfa 129-150, McKee (1993), Lenches (1993) International Journal of Social Economics, 20, No. 2 içinde sayfalar 27-50, 51-64, ve Scaperlanda (1993) IJSE, 20, No. 10 içinde sayfa 4-12.)   KAYNAKLAR   Ahmad, Ziauddin (1991) Islam, Poverty and Income Distribution, The Islamic Foundation, Liecester. Bannerman, Patrick (1988) Islam in Perspective: A Guide to Islamic Society, Politics and Law, Routledge, London. Behdad, Sohrab (1992) Property Rights and Islamic Economic Approaches, Jomo, K.S. (derleyen) Islamic Economic Alternatives, Macmillan, London içinde. Choudhury, Massidul A. (1992) Principals of Islamic Political Economy: A Methodological Enquiry, St. Martin’s Press, New York. (1986) Contributions to Islamic Economic Theory: A Study in Social Economics, St. Martins Press, New York. Engineer, Ali. A. (1992) Islamic Economics: A Progressive Perspective, Jomo K.S (Derleyen) içinde. Gülalp, H. (1993) “İslamcı Radikalizmin Toplumsal ve Tarihsel Kökleri”, Birikim, Ağustos, 52, s. 66-71. Hosseini, H. (1992) From Homo Economicus to Homo İslamicus: The Universality of Economic Science Reconsidered, Bina, C. ve Zageneh H (der) Modern Capitalism and Islamic Ideology in Iran, St. Martins Press, New York içinde. Jomo, K.S (1992) Islam and Capitalist Development: A Critique of Rodinson and Weber, Jomo, K.S (der) içinde. Mehmet, O (1990) Islamic Identity and Development: Studies of the Islamic Periphery, Routledge, London. Nakvi, S.N.H (1985) Ekonomi ve Ahlak, İnsan Yayınları, İstanbul. Nakvi, S.N.H vd. (1992) Principles of Islamic Reform, Jomo, K.S (der) içinde. Rodinson, Maxim (1973) Islam and Capitalism, [İslâm ve Kapitalizm, Hür Yayınları 1974] Panthenon, New York. Özel, Mustafa (1993) Piyasa Düşmanı Kapitalizm, İz Yayıncılık, İstanbul. Shagil, M (1989) Islamic Economics: A Global Perspectives, Ashish Publishing House, New Delhi.

Lütfi Hocaoğlu
27.10.2011
12:57

Ziya bey,

SÜleyman hocam bu yazıya cevap yazdı, ben şu anda düzenliyorum. Cevap bir yorumdan öte makale niteliği taşıdığı için cevabı yakında ilmi makaleler bölümünde görebilirsiniz.

ziya küçük
27.10.2011
15:22

Hakkınızı helal edin. Çok teşekkür ederim.





Sayı: 123 | Tarih: 23.10.2011
Mehmet Şevket Eygi
İyi Müslüman Cemaatçilik Yapmaz
Cemaat Bir Araçtır
1357 Okunma
Emine Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
iki bakış açısı
yeni problemler yeni düşünce yeni çözümler
1259 Okunma
2 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Galeyana geldim
Birbirine düşürme
1224 Okunma
3 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Kıvılcım
PKK sorunu
1142 Okunma
1 Yorum
Süleyman Karagülle
Ebubekir Sifil
İhtiras
Kontrol
1083 Okunma
Zafer Kafkas
Ruhat Mengi
Müge Anlı ‘ırkçı’ ise Demirtaş ne?
Haddini Blmek
1059 Okunma
Vahap Alma
Ruşen Çakır
Susmak değil, yeni şeyler söylemek zamanı
Ağzı şerliler için susma vakti
1004 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler