Ruşen Çakır - rcakir@gazetevatan.com
10.09.2011
Cumhurbaşkanı Gül’ün PKK’nın son saldırıları hakkında yaptığı “akıl yoksunu ve akrebin kendi kendisini sokması gibi” değerlendirmesine ana hatlarıyla katılıyorum. Uzun yıllardan beri her vesileyle “artık silahlı mücadele dönemi bitti” diyen bir hareket ve örgütün, her başı sıkıştığında (veya birileri tarafından sıkıştırıldığında) hemen silaha başvurmasını makul gösterecek hiçbir şey olamaz. Hele sokak ortasında sivil kıyafetli astsubayları kafasına kurşun sıkarak öldürmek, halı sahada futbol oynayan polisleri, onları izleyen eşleriyle birlikte katletmek, bir yerden diğerine giden şahısları sırf devlet memuru oldukları için kaçırmak, kimin geçeceği belirsiz yerlere mayınlar döşemej gibi hareketler “yanlış”tan öte tiksindirici.
Biliyoruz, PKK’ya yakın çevreler son günlerde tımanan silahlı saldırıları meşrulaştırmak için geçmişte (veya hâlâ bugün) askerin, polisin, özel timlerin, diğer devlet memurlarının yaptıkları zulümleri gösteriyorlar.
Onlara “yanlışı yanlışla düzeltemezsiniz” dememiz ve düşmanının silahıyla silahlananın düşmanından hiçbir farkı kalmadığı uyarısında bulunmamız gerekiyor. Ve tabii ki tekrar tekrar “silah” ve “şiddet”in siyaset içindeki yerini tartışmamız.
PKK’nın değiştirdiği Türkiye
Türkiye’de resmi ideoloji yıllar boyunca Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkar temelinde şekillendi ve buna aykırı davrananlar baskı, zulüm ve işkenceyle susturulmak, bastırılmak istendi. Ülkemizde siyasi iktidarların Kürtlerin varlığını kabulünde ve adım adım ret, inkar ve asimilasyon politikalarından vazgeçmelerinde birinci faktör PKK’nın silahlı eylemleri, daha doğrusu devletin ne bu eylemleri bastırmada, ne de hatırı sayılır ölçüde vatandaşın örgüte yönelmesini engellemede başarısız olmasıdır. Diğer bir deyişle Kürt sorununun doğrudan bir sonucu olarak doğan PKK, bu sorunun ülke gündeminde birinci madde haline gelmesinin de öznesi olmuştur.
Tabii burada “keşke” ile başlayan bir cümle kurabiliriz, kurmamız şart: Keşke devlet, Kürt sorununun varlığını onca kayıptan sonra “mecburen” değil, daha yolun başında “gönüllü” olarak kabullenseydi. Ama olan oldu bir kere, artık önümüze bakmamız lazım. Önümüze baktığımızdaysa ilk gördüğümüz, artık Kürt sorununun varlığının ülkenin büyük bölümü ve hatta devlet tarafından kabul edildiği; sorunun kalıcı bir şekilde çözümü için pekçok inisiyatifin başlatıldığı ve başlatılabileceğidir. Gelinen bu olumlu aşamadan sonra silaha hiç ama hiçbir şekilde yer yoktur.
BDP’ye düşen rol
Devamı için TIKLAYINIZ.
Yorum:
Susuzluğunu dinle!
Nelson Mandela!
Dünyanın en ünlü mahkûmu.
Güney Afrika’nın ilk siyahî devlet başkanı.
1964-1990 yılları arasında hapis yatmış ve aslında müebbet olan cezası o dönemin devlet başkanı tarafından kaldırılmış. Güney Afrika’da siyahların beyazlarla aynı haklara sahip olması için tüm yaşamı boyunca çalışan, hatta hayatını buna adayan bu şahsiyet, ırkçılığa karşı akla gelen ilk isim, adeta bir markadır. Buraya kadar her şey gayet güzel, hatta tebrikler Sayın Mandela.
Sonra ne oluyor? 1992 yılında Türkiye “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” ne Mandela’yı layık görüyor ve ödülü kendisine sunuyor. Mandela ise ödülü geri çeviriyor. Hem de ne gerekçeyle. Türkiye’nin Kürtlere ayrımcılık yaptığını, bu sebeple bu ülkeden gelen bir ödülü kabul etmeyeceğini ve Türkiye’ye gelmeyi de düşünmediğini ifade eden Mandela, bu tavrıyla Türkiye’nin uluslararası imajına bir hayli zarar vermiş olmalı.
Bana kalırsa, temelde bu ve benzeri ödüllerin çok da önemi yoktur. Haksız yere bir adamı sorgusuz sualsiz asabilen bir zihniyet, bugün nükleer silahla milyonları katleden bir diktatörü yarın Nobel Barış ödülüyle onurlandırabilir. Bunlar siyasi oyunlardır. Müslüman Türk kızı Azra Akın’ın kainat güzeli seçilmesi, dünya güzellik kraliçelerinin başlarında taçlarıyla BM barış elçisi olarak saf saf dünyayı dolaşmaları ve benzeri şeyler size ne kadar anlamlı geliyor? Aynı BM milyonların ölümüne seyirci kalıp, gerilim duyuruları yapmaktan öteye gidemiyor. Halepçe’ye sessiz kalanlar, söz konusu şey petrol olunca demokrasi elçisi oluyor. Benzer dava şimdi de İran’ın başında. Neymiş efendim İran’ın biyolojik silahı varmış da BM bunları kontrol etmeliymiş de… Ne yapsın İran? Kuzu kuzu Coni’nin oraya da demokrasi götürmesini mi beklesin? Şimdi sorsanız dünyanın birçok yerinde Ahmedinejad savaş delisi bir çılgından öte bir şey değildir. Bana göre ise Adam gibi Lider.
İmaj zedeleme şahsi olunca belki buna sessiz kalınabilir ancak milli olunca gerçekten çok rahatsız ediyor. 90’lı yıllarda yurt içindeki siyasi süreç nasıldı bilemiyorum ancak yurt dışındaki imaj bir hayli kötüye benziyor(bu mesele açısından). Bu ödül Mandela’ya şimdi verilse alır mıydı acaba? Bu sorunun tek bir açıdan önemi var, o da sadece o yıllardan bu yıllara ülkedeki değişimin dışarıya nasıl yansıdığıyla ilgilidir. Üniversite yıllarımda kaldığım yurtta yabancı uyruklu bir hayli öğrenci vardı. İstanbul’u çok sevmelerini hep şehrin doğal güzelliğine bağlardım. Gerçeği öğrenince üzülmekle beraber çok da şaşırmıştım. Türkiye’ye okumaya gelince kafalarında İran varı bir ülke kurmuşlar ve başlarını kapatarak okuyacaklar diye bayağı telaşlanmışlar. Oysa dünyanın sayılı şehirleri arasında yer alan İstanbul, onlar için Türkiye’yi vazgeçilmez kılmıştı. Çoğu hala İstanbul’da. Kimisi çalışıyor, kimisi evlendi, kimisi Müslüman oldu. Gayet memnun olarak yaşıyorlar.
Adil Düzen çiçeğinin açacağı bu topraklar güzelleşti ve daha da güzelleşecek. Bunu da tüm dünya kerhen de olsa kabullenecek.