Yaşam tarzı
Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com
________________________________________
08.08.2011
Yıllar önce yolum Karayip adalarına düşmüştü.
Hemingway’in “İhtiyar Balıkçı” romanında harika bir şekilde anlattığı Karayip denizinin tuzlu rüzgârını içimize çekerek her gün başka bir adayı ziyaret ediyorduk.
(Bir yerde Karayip adının “garaip“ten geldiğini, Afrika’dan bu bölgelere kaçırılıp köle yapılan insanların yeni tanıştıkları bu gariplikler denizinden böyle söz ettiklerini okumuştum.)
Bu adaların hepsi Karayip bölgesinde bulunmasına rağmen aralarında büyük farklar göze çarpıyordu. Mesela Martinique adası, Barbados’tan çok farklıydı. Martinique’te azgelişmiş ülkelere özgü bir kargaşa hüküm sürerken, Barbados düzenli trafiği, temizliği, yolları, bahçeleri ve özenle yerleştirilmiş yol işaretleriyle, dikkat çekici bir medeniyet farkını yansıtıyordu.
Bu farkın nedenleri üzerinde düşünmüş ve sonunda adaların sömürge oldukları dönemdeki kültür ve yaşam biçimleri üzerinde durmuştum.
Martinique gibi adalar Fransız yaşam biçimini, Barbados gibileri ise İngiliz tarzını gelenek haline getirmişti.
İngilizlerin gittikleri yerlere kendi dillerini, edebiyatlarını, yaşam biçimlerini; polo, kriket gibi oyunlarını, beş çaylarını götürdüğü bilinir zaten.
Elbette Fransa da büyük bir kültür geleneğine sahip ama nedense İngiltere bunu daha da sistemleştirmiş ve katı kuralları olan bir yaşam tarzına dönüştürmüş.
Bu etkiyi Britanya İmparatorluğu’nun bir zamanlar bayrak açmış olduğu ama yıllar önce çekildiği bütün kıtalarda görebilirsiniz. Kendileri gitmiş ama kültürleri kalmış.
Elbette lafı nereye getireceğimi anladınız:
Bir büyük imparatorluk olarak bizim yaşam biçimimiz nedir?
Terk etmek zorunda kaldığımız Balkan, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Kafkasya topraklarında bu yaşam tarzının etkileri sürüp gidiyor mu, yoksa tamamen silinmiş mi?
Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevap veremiyorum.
Beş yüz yıl egemen olduğumuz topraklarda elbette bazı kelimeler, kahve, imam bayıldı gibi bazı yemekler kalmış ama bir “yaşam tarzı” bırakmamışız.
Bundan da acısı; kendimize anayurt edindiğimiz Türkiye’de bile bir yaşam tarzına sahip değiliz artık.
Ne kendimize özgü bir mimarimiz kalmış, ne musikimiz, ne mutfağımız, ne âdet ve alışkanlıklarımız.
Akdeniz’deki oteller “Türk Geceleri” düzenledikleri zaman turistlere, gelenek olarak gösterdikleri şey göbek dansı.
Oysa bu dansın bizim kültürümüzde yeri yok. Musahipzade Celal “Eski Türk Yaşayışı” adlı kitabında göbek dansından “Araplardan ithal edilen, geleneğimizde bulunmayan acayip bir raks” diye söz eder.
Adına ister Türk deyin, ister Osmanlı, ister Anadolu; hepimizi kapsayan, bizi diğer kültürlerden ayırt eden, medeni bir “yaşam tarzı”mız yok.
Belki eskiden vardı ama şimdi yok.
Bugünlerde sık sık tartışılan içki içenlerle içmeyenler, başını örtenlerle örtmeyenler gibi sahte “yaşam tarzı farkılıkları”ndan değil, daha temel bir olgudan söz ediyorum.
Artık hepimiz çarpık bir mimariye, kulak tırmalayıcı bir müziğe, kötü bir şehirleşmeye, yoksul bir dile ve bencil, köksüz, geleneksiz bir yaşama mahkûm olduk.
Hiç olmazsa bu çarpılmayı “gelenek” yerine koymasalar, “Halkımız böyle yaşamak istiyor” diyerek medeniyete susayan düzgün insanları düşman ilan etmeseler, koskoca Selçuklu, Osmanlı geleneğini ve bunun Cumhuriyet’in ilk döneminde devam eden izlerini varoş hoyratlığına indirgemeseler.
Buna bile razı olacak noktadayız.
Yorum;
Medeniyetler ve kültürler.
Büyük insanlık kitabının şirazesi kopmuş sayfaları dağılmış.
Artık büyük mücellitler de gelmeyecek.Fakat kitapların anasında her şey var.
önemli olan onları oradan çekip çıkarmak.Bu işte en büyük ustalık işi;müçtehit’lik.
Ve içtihat.Önce bunu usulü ortaya konmalı ve usuller.Ve ekoller.Akevler bu işin
Öncüsü.Nuh gibi,İbrahim gibi,Yakup gibi.Tarih gerçektende tekerrürdür bir açıdan.
Bir açıdan da yeniden doğuşlar ve oluşlardır.İkisi dengededir.Ve insanlık ilerlemede.
Görebilene ve takdir edip çalışan ve tevekkül edenlere ne mutlu.