MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 37
(Yav EayYuHa elLaÜINa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
“Ey iman edenler” hitabı Kur’an’da 89 yerde geçmektedir. 89 maruf sayılardan değildir. Bunu tamamlayan başka kelime aramamız gerekir. O da “Ey nebi”dir, 13 defa geçer. Toplam 102 eder. 102 maruf sayıdır, 6*17=102’dir. 17 16’nın bir fazlasıdır. Atomun ilk 16 elektronu sekiz yüzlünün yüzlerinde yerleşmiştir. Merkezde bir elektron veya pozitron vardır. Bunun altısı küre yüzeyinin üç boylamına yerleşmiştir. Bunun 18’i bir hidrojen atomunu oluşturur. 1836 parçadan oluşur. Merkezde bir pozitron bulunur. Yani bir atom yapısına uygun olarak nebi ve iman edenler birbirine bağlanmıştır.
Başkanları olmayan topluluklar mü’min olamazlar. Ancak başkanın etrafında kenetlenmiş topluluklar siyasi güç oluştururlar. Dini cemaatler de başkanın çevresinde toplanırlar. Müslimlerden oluşan bu cemaatler sadece sevgiye dayanmaktadırlar. Siyaset ise güce dayanır. Güç oluşturma ancak başkanın emrinde canını vermedir. Böyle bir güç oluşturup “Adil Düzen”i koruma en büyük ibadet sayılmıştır. Şehit olanlar sorgusuz sualsiz cennete giderler.
Tekel sermaye buna karşıdır. O dünyayı sermaye ile idare etme hayalindedir. Askerlerle dünyanın dengesini sağlamayı hayal etmektedir. İdamları yasaklıyor, hapishaneleri lüks otellere çeviriyor.
Kur’an sermayenin dünyaya hakim olması sistemini benimsemiyor.
Önce laiklik vardır. Sermaye ekonomi işlerini yürütecektir.
Ekonomik işler paraya dayanmaktadır.
Parayı da siyasi güçler çıkarmayacaktır, parayı ekonomik kuruluşlar çıkaracaktır.
Semtlerde semt kooperatifleri kurulacak, kooperatifler semt senetleri çıkaracaklardır.
Bucaklarda işletme kooperatifleri kurulacak, buğday parasını çıkaracaklardır.
İllerde hizmet kooperatifleri kurulacak, onlar demir parasını çıkaracaklardır.
Ülkelerde çalışma kooperatifleri kurulacak, toprak parasını çıkaracaklardır.
İnsanlıkta kredileşme kooperatifi kurulacak, altın parasını çıkaracaktır.
Bunlar siyasi değil ekonomik kuruluşlardır.
Ekonomiye emek hakim olacaktır. Ancak emek üretime dönüşecek, üretim de para ile temsil edilecektir. Güvenlik bu para işlerine karışmayacaktır. O vergisini alacak ve kamu görevlerini görecektir. Ne ekonomi siyasete ne siyaset ekonomiye hükmedecektir. İlim ve din de bağımsız olacaktır. Başkanlar bunlar arasındaki dengeleri kuracaklardır.
Yeryüzü siyasi bakımdan ülkelere ayrılacak, illere ayrılacaktır. Ekonomik bakımdan da farklı paralarla farklı çevreler oluşturulacaktır. Ne var ki gidiş gelişler serbest olacak, gümrükler olmayacaktır. Doğal kaynaklardan yararlanma serbest olacaktır.
Bu sûre bunları düzenlemektedir.
Bu sûrenin özellikleri vardır.
“Ey iman edenler” bu sûrede 16 defa geçmektedir. Halbuki Bakara’da 11 defa, diğer sûrelerde en çok 9 defa geçmektedir. “Sayd” kelimesi de yalnız bu sûrede geçmektedir.
“Sayd” doğayı temsil etmektedir. Yani özel mülkiyet dışında doğadan yararlanma insanların hakkıdır. Bunların düzenlenmesi gerekir. Bunların düzenini ortaya koyma şeriatın görevidir. Şeriatın yürürlükte olmasını sağlama da mü’minlerin yani siyasetin görevidir. İşte, “Ey iman edenler” ile başlayan bu sûre aynı zamanda sayd ile başlamaktadır. Sayd kelimesini sadece av avlama şeklinde anlarsanız, modası geçmiş bir ifade olarak görürsünüz. Sayd doğanın kendisidir. Oradan tüm doğadan yararlanma ortaya çıkar.
Nelerdir bunlar?
- Yeryüzünün toprakları sınırlıdır. Özel mülkiyete intikal etmiş topraklar bile tüm insanların ortak malıdır. Bu sebepledir ki boş yerlerin özel mülkiyeti yoktur. Toprağı işlettiğin müddetçe ona sahipsin. “Evet, toprak işleyenin su kullananın olmaktadır.” Bu durum özel mülkiyeti durdurmaz. Toprak üzerinde emeğin varsa o emek senindir. Onu yani o toprağı kullanma hakkını vermektedir.
- Yeryüzündeki madenler de hava su gibi doğal kaynaktır. Sahibi insanlıktır. Bu toprak benimdir diye madenlerin çıkarılmasına mâni olamazsınız. Madenleri çıkaranlar beşte birini verirler, kalanı tüm insanlığındır. Üreten istediği yere götürüp satar. Hava ve suyun da hapsedilmesi veya kirletilmesi sözkonusu değildir.
- Yeryüzündeki otlar, bitkiler ve ormanlar da doğal kaynaklardır. Meralar doğal otlaklardır. Senindir benimdir denemez. Herkes şeriata göre ondan yararlanır.
- Nihayet yeryüzündeki av hayvanları da doğal kaynaktır. En zayıf doğal kaynak avdır. İşte bu sebepledir ki ava ait hükümler konulmuştur. Ava ait hükümler ağaçlara kıyas yoluyla teşmil edilmiştir. Sünnet bu kıyası yapmıştır. Biz de bunu madenlere ve topraklara teşmil ediyoruz. İşte çağımızın Kur’an şeriatı böyle oluşmaktadır.
Bu sûrenin başka bir hususiyeti, “Ey resul” ifadesi yalnız bu sûrede geçmektedir, “Ey nebi” geçmemektedir.
Hükümler daha çok dinler arası denge üzerinde oturtulmaktadır, yani daha çok merkez bucak yönetimleri üzerinde durulmaktadır.
Kur’an yorumları okunurken genel varsayımlar unutulmamalıdır.
- “Ey iman edenler” dendiği zaman, aynı zamanda resul olan nebinin arkasında Cuma namazı kılan topluluk anlaşılmaktadır.
- Bundan sonra insanlığın merkezi olan ve Arafat’ta namaz kıldıran insanlığın imamı anlaşılmaktadır, bu Mekke bucağının imamıdır.
- Bunların dışında her ülkenin Kurban Bayramı namazını kıldıran ülke merkez bucağı başkanı anlaşılır, Ramazan Bayramı namazını kıldıran il merkez bucağının başkanı anlaşılır.
Kur’an tüm insanlığı teşkilatlandırmaktadır. İnsanlığın başkanı yoktur, merkez bucağı vardır. Ülkelerin de başkanları yoktur, merkez bucakları vardır. İllerin de başkanları yoktur, merkez bucakları vardır. Bucakların siyasi başkanları vardır. Aşiretlerin ise siyasi olmayan başkanları vardır.
Tüm insanlar kendi seçtikleri hakemlerin kararları ile yönetilirler. Herkes hakem kararlarına uyar. Uymayanlar mü’minler tarafından yola getirilirler.
“Ey iman edenler” dendiği zaman, bu teşkilatın içindeki siyasi kuruluşları anlamamız gerekir.
(MaN YaRTadDa MinKuM GaN DIyNIyHı)
“Sizden kim dininden irtidat ederse.”
“Men” kelimesi âm bir kelimedir. Kim olursa olsun demektir. Erkek veya kadın, kişi veya topluluk sözkonusu değildir. İrtidat eden herkesi içine almaktadır.
O halde “irtidad”ı önce kişi olarak ele almamız gerekmektedir.
- Erkeklerin irtidadı askerliği yapmamaktır. 15 yaşına gelen her erkek ya “müslim” olup bedel verir, ya da “mü’min” olup askerlik yapar, yani “bedelli” veya “nöbetli” olur. Bedelli her zaman nöbetli olabilir. Oysa nöbetli bedelli olmaz. Bedelli olmak isterse irtidat etmiş olur, ülkeyi terk etmesi gerekir.
- Kadınlar mü’min olmak istiyorlarsa, kendilerine siyasi bir nöbetliyi siyasi veli olarak seçerlerse nöbetli olurlar, erkek nöbetlilerin bütün haklarına sahip olurlar. Ancak nöbet tutma görevleri yoktur. Dayanışmada diyet ödeme paylarına katılma zorunlulukları yoktur. Bunların irtidadı veliye tâbi olmaktan vazgeçmeleridir. Müminlerin kadınları da bedel ödemedikleri için müslim olsalar da bunlar ülkeyi terk etmek zorunda değildir.
- Toplulukların irtidadı ise bir askeri birliğin kendisini feshetmesidir, yahut yargı kararlarına uymamasıdır. Devletler için uluslararası yargı kararlarını dinlememesidir. Askeri gücünü yargı kararlarının yerine getirilmesi için kullanması gerekirken kendi çıkarları için kullanmaya başlamasıdır.
- Bir devletin başkanlara bağlı orduları olur. Ordular kolordulara, kolordular tümenlere, tümenler tugaylara, tugaylar alaylara, alaylar taburlara, taburlar bölüklere, bölükler takımlara, takımlar mangalara ayrılır. Her birinin komutanı vardır. Bir birliğin irtidadı ülke devlet başkanına karşı çıkmadır. Birliğini değiştirme irtidat değildir ama savaşta birliğini değiştirme irtidattır.
Yeryüzünde iki şeriat kitabı vardır. Biri Tevrat, diğeri de Kur’an’dır.
Kur’an’dan önce Tevrat yeryüzünün güvenliğini sağlıyordu. Tevrat İsrail oğullarına mahsus hükümleri de içerir. O düzende yalnız İsrail oğulları mü’min olmaktadırlar, diğerleri müslimdirler. İsrail oğullarına vaat edilmiş topraklar vardır. Orası onlarındır. Oradaki Tevrat hükümleri şimdi de geçerlidir.
Kur’an’dan sonra artık İsrail oğullarının dünyaya hükmetmesi sözkonusu değildir. Tevrat da dünyanın şeriatı değildir. Dünyanın şeriatı Kur’an’dır. Artık Kur’an’ın hükümlerine inanan herkes mü’min olabilmektedir. Bunlar da tek ordudur. Yani her mü’min ulusun birer orduları olacak, kendi ülkelerini savunacaklardır. Ama yeryüzündeki genel güvenlik mü’min devletlere ait olacaktır. Bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı karar verecek ve mü’min devletler bu kararı infaz edeceklerdir.
Hıristiyanlar Tevrat hükümlerini dünyaya götürdüler ve dünyanın süper gücü oldular. BM Güvenlik Konseyi’nin değişmez üyeleri vardır: ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin. Çin dışındakilerin hepsi Hıristiyandır. Yeryüzünün güvenliğini bunlar yüklenmişlerdir. Yani mü’min olanlar bunlardır. Ne var ki bunlar önce Tevrat’ı bile şeriat olarak görmüyorlar. Sonra da hakem kararlarına göre değil de, keyiflerine göre dünyayı idare ediyorlar. İsrail uluslararası sularda eğer Türk gemilerine saldırmış ve dokuz vatandaşımızı öldürmüşse, bundan en başta sorumlu olan Güvenlik Konseyi’dir, yukarıda saydığımız beş devlettir.
Tarihte böyle irtidatlar olmuştur. İslâmiyet gelmeden önce iki süper güç vardı: Bizanslılar ve Sasaniler. İslâmiyet’in gelmesi ile Bizans ve Abbasiler güvenliği korudular. Sonra Türkler ve Papalık geldi. Sonunda Osmanlılar ve Hıristiyan devletler güvenliği yüklendiler. Şimdi de Güvenlik Konseyi yüklenmiştir. Bunlar kendiliklerinden gelmemiştir. Allah getirmiştir. Şimdi de bunlar gidecek, “Adil Düzen”i benimseyen yönetimler gelecektir.
“Minküm” denmekte ve bize hitap etmektedir, yani Kur’an ehline hitap etmektedir.
Hıristiyanlara da başka âyetlerin delaletiyle şöyle demektedir: Hazreti İsa düzen getirmemiştir. Geçici olarak Tevrat’la amel edin, sonra yeni düzeni getirecek olan gelecektir, o zaman ona uyun denmiştir. Yani Hıristiyanlar ne yapacaklar? Hıristiyan kalacaklar ama Tevrat’a değil Kur’an’a tâbi olacaklardır. Böyle yapmaları gerekir.
Neden?
- Tevrat 3000 sene önceki hükümleri içerir. Kur’an ise içtihat ve icma müesseseleri ile kıyamete kadar olan hükümleri içerir.
- Tevrat İsrail oğullarına hitap eder. Kur’an ise tüm insanlara hitap eder. Kur’an’da ‘Ey Araplar’ diye bir ifade yoktur. Tevrat İsrail oğulları dışında kimseyi muhatap almaz. Oysa Kur’an tüm insanları muhatap alır.
- İncil’de Kur’an’ın geleceği bildirilmiştir ve Hıristiyanlara düzende ona uymaları emredilmiştir.
- Tarihî gelişmeye göre III. bin yıl uygarlığını ve belki de bundan sonraki bütün uygarlıkları Hazreti İsa’ya inanan cemaatler kuracaklardır. Bunlar da mü’minler ve Hıristiyanlardır.
Şimdi kendimize dönelim...
Yeni düzeni kurmakla “Adil Düzen Çalışanları” görevli kılınmışlardır; Türkiye’de görevli kılınmışlardır. Hıristiyan ve İslâm âlemi görevli kılınmıştır.
“İrtidat” ederlerse ne olacaktır?
“An diynihi” diyerek “düzeninden” denmektedir.
“Din” burada da marifedir. Zamirin işaret ettiği kimse de marifedir. Zamirin işret ettiği kimse “bizden” olup “irtidat” edendir. Din/düzen de bizim dinimizdir, yani Kur’an düzenidir.
Akevler’e, Saadetçilere, AK Partiye, ilâhiyatçılara ve diğerlerine hitap etmektedir.
Kur’an düzeninden, şeriat düzeninden kim irtidat ederse...
Tüm İslâm âlemine ve Hıristiyanlık âlemine hitap etmektedir. Çünkü bunlar Allah’ın şeriatını benimsemişler, binlerce sene onun için cihat etmişlerdir. Şimdi de “irtidat edip” sosyalizmin veya kapitalizmin dinine/düzenine geçmek istemektedirler.
(Fa SaVFa)
“İleride”
“Men” şart ismi olarak alınırsa, buradaki “Fa” da cevap “fa”sı olur.
“Sevfe” geldiğine göre, o halde cevap “Fe”lerde takip yoktur demektir.
Burada irtidat edenlerin arkasından hemen sonra değil, belli zaman geçecektir. İnsanlık bunların irtidatını görecek ki yeni kavim gelsin.
Batı bundan 500 sene önce Rönesans ile irtidat etmeye başlamıştır. İrtidatı yeni yapmamış, beş asır önce yapmış. Şimdi yeniden İslâmiyet’e yani Hıristiyanlığa dönmeye başlamıştır. Buna göre “Sevfe” 500 senedir.
Saadet Partisi de “Adil Düzen”i bırakarak irtidat etmeye başlamıştır. İrtidatı henüz tam olarak belli olmadığı için Adil Düzen Partisi kurulamamıştır. AK Parti zaten Millî Görüş partilerinin mürteddidir. Daha on seneler içindedir. İzmir Akevler ise uyku hâlindedir. İrtidat yerine fetret devrini yaşıyor. İstanbul Akevler’de ise çalışmalar devam ediyor...
Dünyada başka yerlerde de böyle çalışmalar var mıdır?
Bizim bilgimiz yoktur. Varsalar; www.akevler.org sitemize ulaşıp bizi haberdar etmeleri gerekir. Bilenlerle bizi tanıştırmaları gerekir.
Kur’an’ın yorumu üzerinde çalışacaklar.
- Kur’an ilimlerini yeniden baştan öğrenecekler.
- Batı ilimlerini de Kur’an’ı anlamak için öğrenecekler.
- Günümüzün sorunlarını müsbet ilmin aydınlatması içinde çözmek üzere Kur’an’ı anlayacaklar.
- Dünyada bu usulle çalışanlarla işbirliği içinde olacaklar. Hazreti İsa’nın “Men Ensârî İlellahi” hitabını unutmayacaklar.
Evet, “irtidat edenler” çok da, “yeni kavim”den şimdilik haber yok.
(YaETIy elLAHu)
“Allah gelir.”
Hitap yenilenince lafızların iadesi doğrudur. “Ey iman edenler” dendiğinde muhatap olanlar farklıdır. Bu sûrede “Ey iman edenler” 16 defa tekrarlanmıştır. Her birini ayrı ayrı muhatap olarak düşünebiliriz.
Baştan itibaren başlayıp bunlar kimlerdir üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
Ey iman edenler, akitleri ifa edin. (Her yerdeki bütün insanlar)
Ey iman edenler, Allah’ın şeairini ihlal etmeyin. (Özel yerlerdeki bütün insanlar)
Ey iman edenler, namaza kıyam ettiğinizde yüzünüzü yıkayın. (Beş vakit namaz kılanlar)
Ey iman edenler, kıst ile kıyam olunuz. (Hakemler)
Ey iman edenler, savaşta Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın. (Savaşan askeri birlikler)
Ey iman edenler, ittika edin, hırsızın ellerini kesin. (İç güvenliği sağlayanlar)
Ey iman edenler, Yahudi Ve Nasarayı veli ittihaz etmeyin. (Yöneticiler)
Ey iman edenler, kim Allah’ın dininden irtidat ederse. (Adil Düzen çalışanları)
Buradaki muhataplar yer ve zamana göre değişebilir. Siz de başka türlü tasnif edebilirsiniz. Dayanışma içine girip düzeni korumakla görevli her kuruluş mü’minlerdir.
Burada muhatap olan düzenin kurucuları ve koruyucularıdır.
İstanbul Adil Düzen çalışanlarıdır... İzmir Akevler kurucularıdır... Millî Görüş kurucularıdır... AK Partililerdir... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir... İslâm ve Hıristiyan âlemidir... Yeni hak düzeni arayan tüm insanlardır...
Samimi solcuları ele alalım. Bunlar dünyaya yeni düzen getirmek için ortaya çıktılar.
Hataları nelerdir?
- Yeni düzeni zorla getireceklerdi. Bu birinci hataları idi.
- Eski düzeni yıkarak yeni düzen getireceklerdi. Oysa yıkmakla yeni düzen gelmez. Yeni düzen getirirseniz eski düzen gider.
- Bunlar dinsiz düzen getireceklerdi, ailesiz düzen getireceklerdi, mülkiyetsiz düzen getireceklerdi, hattâ devletsiz düzen getireceklerdi. Oysa bunlar ütopik şeylerdir. Bu kâinat bunlarla var edilmiştir. Yani düzenleri tabii ve sosyal ilimlere uygun değildir.
- Bunlar inançsız laik düzen getireceklerdi. Oysa insanları Allah var etti. Kitapları O indirdi. O’nun öğretileriyle yeni düzen gelebilirdi.
Ne var ki solcular yeni dünya düzeninin mü’minleri olmaya soyunmuşlardı.
Başaramadılar.
Şimdi irtidat ediyorlar.
Onların yerine Allah yenilerini getirecektir. Yani yeni düzen gelmesi bakımından solcuların dediği olacaktır. Mevcut sömürücü düzen yıkılacaktır.
O halde samimi solcular bizim yanımızda yer almalıdırlar.
Nitekim CHP ile koalisyon yaptık (CHP-MSP koalisyonu). Rusya Başkanı Putin, İslâm Konferansı Örgütü’ne (yeni adıyla İİT) girmek için müracaat etti. Nasıl başlangıçta müşrikler İslâmiyet’i kabul ettilerse, nasıl Yahudiler ve Hıristiyanlar eski dinlerinde kaldılarsa, kapitalistler eski dinlerinde kalacaklardır. “Adil Düzen”e solcular katılacaklardır. Katılmayanlar da dinlerini/düzenlerini bırakmış olacaklardır.
Bunu şöyle izah edelim.
Biz İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları olarak önce ahşap evlere başladık; başaramadık, askıya aldık... Sonra bakkal işletmesine giriştik; başaramadık, askıya aldık… Sonra dolap işletmesine başladık; başaramadık, askıya almak üzereyiz…
Biz yapamıyoruz diye vazgeçersek irtidat etmiş oluruz.
Başarısızlığın sebeplerini başkalarında değil kendimizde arayıp devam etmek ve sabretmek gerekmektedir. Ya bunlara geri dönüp yeniden bunları diriltmemiz gerekir, ya da yeni bir şey yapmamız gerekir. Mesela, inşaat yapabiliriz. Yahut başka bir şey yaparız ama yapamadık diye vazgeçmek irtidattır.
Bu durum topluca bütün İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları için doğru olduğu gibi, tekrar ederek yazıyorum:
- Dergide yazıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
- Ahşap evde çalışıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
- Bakkalda bir müddet çalışıp vazgeçenler de irtidat ediyorlar.
- Askı dolabı üretim ve pazarlamasında çalışıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
“Adil Düzen”e gerçekten inanmış olan mü’minler bu çalışmalardan vazgeçmemelidir.
Evet, kim “ben mü’minim” diyorsa, açıkça benim gibi ilân etmeli ve demelidir ki; “Ben vazgeçmiyorum, varım, mü’minim.”
- Ahşap evden vazgeçmiyorum.
- Bakkal çalışmasından vazgeçmiyorum.
- Askı dolabı üretim ve pazarlamasından vazgeçmiyorum.
- Haftalık Akevler Dergisi’nde yazmaktan vazgeçmiyorum diyecektir.
Bunlar bizim İstanbul çalışmalarımızdaki denemelerdir. Asıl “Adil Düzen” hazırlığımızı yapabilmemiz için bu gibi deneme uygulamalarına ihtiyacımız vardır.
Asıl işimiz ise:
1- Kur’an’ın usul-ü fıkha göre yorumlanması sistemini çağımıza göre yapmamızdır. Bu hususta iki çalışmamız vardır.
A) Reşat Nuri Erol’un redakte ettiği ve 629 haftadan beri devam edip yayımlanmakta olan bu “SEMİNERLER” çalışması.
B) Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşlarının yıllardan beri hazırlamakta oldukları “RUHU’L-KUR’AN” çalışması.
2- Anayasanın ve fıkhın Kur’an’a göre tedvini. Yani Kur’an’a dayanarak usul-ü fıkıh kuralları içinde anayasa dahil tüm fıkıh yeniden tedvin edilmelidir. Bu husustaki çalışmalar yapılmıştır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” yıllar önce tamamlanmıştır. Yıllar önce Sema (Güneş) Hanım tarafından redakte edilmiştir. Şimdi de Akevler Adil Düzen Yenibosna Çalışanları tarafından haftada iki gün “delillerin tesbiti çalışmaları” üzerinde durulmaktadır. Fıkıh üzerinde Yasin Kılar çalışmış ama irtidat etmiş yani yarıda bırakmıştır.
3- Anayasa ve fıkhın muhasebeleştirilmesidir. Eski mevzuat insanların hafızası ile uygulanıyordu. Bugün ise bu mümkün değildir. Kanunlar yazılır ama uygulanmaz. Mevzuata canlılık kazandırmak için fıkhın ve anayasanın muhasebeleştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmalara henüz başlanamamıştır.
4- Bugün merkezi ekonomiye göre muhasebe düzenlenmiştir. “Adil (Ekonomik) Düzen”de “halk ekonomisi” vardır. Halk ekonomisine göre yeni muhasebenin geliştirilmesi zorunludur. Bunun üzerinde çalışılmaktadır. Lütfü Hocaoğlu ve Tayibet Erzen bunun programını hazırlıyorlar. Fıkhın muhasebesi bundan sonra, fıkhı da bilenler tarafından yapılacaktır.
“Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı” bunların üzerinde kurulacaktır.
Başlayıp bırakanlar irtidat etmiş olurlar.
Ben mürtet olmamak için Kırgızistan’a gittim...
Ben mürtet olmamak için yıllardan beri İstanbul’dayım...
Herkes kendisi “ben irtidat ettim” veya “hiç mü’min olmadım” desin.
Ben kimseye “sen mü’minsin”, “sen mürtetsin” demiyorum, sadece yapılan işin irtidat olup olmadığını ele alıyorum.
(Bi QaVMın)
“Kavm ile”
“Etâ” gelmektir. “Bi” ile gelirse taaddi etmiş olur, getirir anlamındadır. Yani kendisi de beraber gelir demektir.
Allah başka bir “kavmi” getirecektir. “Kavm” nekre gelmiştir. Bilmediğimiz bir kavm gelecektir. Allah yenilerini getirecektir.
Önce Yenibosna çalışmalarımızdan başlayalım ve İstanbul’daki Adil Düzen Çalışanlarını ele alalım. Allah gidenlerin yerine başkalarını getirir. Bırakanların yerine de yeni kavim çıkarır. Allah her şeyi yeterince yapar. İsraf yapmaz.
Ondan sonra İzmir Akevler, sonra Saadet Partililer, sonra AK Partililer, sonra Türkiye hep birer kavimdir. Görevlerini bırakırlarsa Allah başkalarını getirir.
Yenibosna Akevler çalışmasını esas alalım. Biz bunu bırakırsak, irtidat edersek Allah başkalarını getirir. Biz devam eder de İzmir Akevler bizim elde ettiğimiz sonuçları değerlendirmezse, Allah başka bir sermaye kuruluşunu bize gönderir, biz onlarla uygulama yaparız. Biz uygulama yapıp “Adil (Ekonomik) Düzen”i uygulayacak hâle getirdiğimiz zaman Saadet Partisi’ne iş düşer, o hazırladığımız “Adil Düzen”i Türkiye çapında tebliğ eder, dünya çapında tebliğ eder. O bunu yapmazsa Allah Adil Düzen Partisi’ni kurdurur, onlar uygular. Sonra sıra AK Parti’ye gelir. O artık siyasi tebliğ aşamasını geçerek siyasi uygulamaya koyar. Koymazsa, Allah başka parti getirir, onlar koyar. Türkiye bunu yapmazsa, Allah başka ulusu getirir ona yaptırır. III. bin yıl uygarlığının başlaması biraz gecikir.
(YuXıbBuHuM)
“Onları sever. Onları hubbeder.”
Sabahleyin kalkarsınız, işinize gidersiniz. İş size zevk verir. Hoşunuza gitmez ama yine de yapmak zorunda olduğunuz iştir. Namaz kılarsınız ama namaz kılmak aynı zamanda size zevk verir. İşte bu muhabbettir. Bu insanın elinde değildir. Onun için Allah insanlara muhabbet edin diye emretmemektedir. Eğer O’nun dediklerini yaparsak Allah bize onun muhabbetini verir. Bizde muhabbet yok diye Allah sormayacaktır.
Akevler dergisinde yazma muhabbeti vermemiş olabilir. Siz nefsinize hakim olarak istemeye istemeye onu yapmaya başlarsanız, bir gün Allah size onu sevdirir.
Burada Allah’ın o topluluğu seveceğini belirtmektedir.
Buradaki zamir bundan önceki Allah’a gitmektedir. O Allah kâinatın rabbi olan Allah’tır, O’nun halifesi olan topluluk değildir. “Allah kavm ile gelir” deyince, burada kavm mefuldür. Fail olamaz. Zaten bundan sonra da sebilullah denmektedir. Topluluğun yollarında anlamındadır. O halde burada muhabbet eden doğrudan âlemlerin rabbi Allah’tır.
Allah’ın muhabbeti ne demektir?
Allah’ın kalbinde duyduğu his değildir. Böyle bir hissi duyan insan mahbubuna ne yaparsa Allah da onu yapar demektir. Bizi ilgilendiren de budur.
Buna göre seven insanın özelliği nelerdir?
Ona karşı meyli vardır. O ne yaparsa yapsın, o ne kadar kötü olursa olsun, o ne kadar kötülük ederse etsin, ona karşı duyulan yakın olma hissi çözülmez. Sigaraya bağımlı olanların sigarayı bırakmaması gibi ona bağımlı olur.
Allah onlara muhabbet eder demek, artık onlar kötülük yaparlarsa bile onları görevlendirmiştir. Onların görevlerini yerine getirmeleri için Allah adeta onları zorlar.
Biz birinciler olduğumuz için Allah bizi serbest bırakmaktadır. Yaparsanız dereceniz yücelerin yücesidir. Ama yapmazsanız iradenizi zorlamayacağız demektir. Yedek olarak getireceğimizin derecesi sizin kadar yüksek olmaz ama onlar mutlaka istediğimizi yaparlar demektir.
Demek ki inkılaplarda iki kademe vardır. Biri talip olanların inkılap yapmasıdır. Bunlar başarırlarsa gönüllü inkılap olmuş olur. Başaramazlarsa o zaman tufan olur, gönülsüz inkılap olur. İkincilere de tebliğ vardır. Ama onların tebliği mütereddit değildir. Bırakmaları mümkün olmaz. Onları öyle bir kavim yapar ki onlar bırakmazlar.
(Va YuXıbBUvNaHUv)
“Ve onlar da onu severler.”
Sevgi iki taraflıdır. Evde kedi veya köpek olur, o sizi severse sen de ona sevgi duyarsın. Bazen tek taraflı sevgi olur, o da seven için işkence olur.
Allah severse Allah öyle sever ki karşı tarafa da sevdirir. İki taraflı sevgi doğduğu zaman artık hesaplaşma kalkar. “Nârın da hoştur, nûrun da hoştur” diyen derviş bunu demektedir. Sevdiği kimseden eziyet görse bile sevgilisini memnun ettiği için ondan hoşlanmaktadır. Allah’ı sevenler kendilerine gelen musibetlere bu gelen Allah’tandır derler ve sevinirler. Çünkü ya günahlarını affetmek için yahut derecesini yükseltmek için ona musibet vermiştir. Komutanlar astlarını korurlar. Kanunen yasak olduğu halde disipline göndermez, iki tokat atar ve suçu kapatırlar. Ast da dayak yediği halde üstünü daha çok sever.
Bu sebepledir ki Medineliler Mekke’de kalan ve sonradan Müslüman olan Kureyşlilerden daha faziletlidirler. Mekkeliler irtidat etmiş, kendilerine verilen görevi yerine getirmemişlerdir. Medineliler ise görevlerini yerine getirmişlerdir. Ne var ki onlar için yerine getirmeme diye bir şey sözkonusu olmadı. Allah onlardan da alıp başkalarına götürmezdi.
Allah İstanbul Yenibosna cemaatini bunlardan kılacaktır.
Allah onları sevmektedir, onlar da Allah’ı sevmektedirler.
İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları kendilerini birinci kabul edebilirler, kendilerini İzmir’den hicret edenler olarak anlamazlarsa. Ne var ki Reşat Nuri Erol, Hasan Özket, Süleyman Karagülle İzmir’den hicret etmişlerdir, muhacirdirler. Süleyman Akdemir İzmir’den hicret etmiştir. Bunların dışında Hasan Hacıbektaşoğlu ve Gürsoy Erol da İzmir cemaatini uzaktan desteklemişlerdir. Bu durumda İstanbul Adil Düzen Çalışmalarını Medine değil de Mekke aşaması olarak görebiliriz. O zaman Allah’ın bu vaadine mazhar olmuş kimseleriz demektir. Bizim için irtidat mümkün değildir.
İstanbul’da olup da; “biz henüz katılmadık, sadece uzaktan destekliyoruz” diyenler hariç, diğerleri için dönme şansları yoktur, isteseler de irtidat edemezler.
(EaÜilLaTin GaLay eL MuEMiNiyNa
“Mü’minler üzerinde ezilledirler.”
“Zelle” yumuşak demektir. Toprağın yumuşağı, bastığınızda iz bırakan topraktır. Dalın yumuşağı kolay eğilir demektir. Salkımları ile ağacın eğilmesi alçalış eğilmesi değildir. İsm-i illettir. Zelilin cemidir. Söz dinleyen anlamındadır. Kesre ile okunur, kavmin sıfatıdır. Fetha ile okunur, kavmin hâlidir. “Kavm” kelimesi ism-i cem geldiği için burada sıfat müennes olmuştur. “Ezilliyn” de gelebilirdi. O zaman birlikte zelil olurlardı.
Bu şekilde her biri ayrı ayrı böyledir Her mü’min başka mü’mini dinlerken ona saygılı olacaktır. Onun isteklerini anlayacak ve ona yardımcı olacaktır. Çünkü mü’minler dayanışma içindedirler, onlar anlaşmışlardır. Birinin derdi diğerinin derdidir.
“Mü’minler” burada kâfirlere karşı getirilmiştir. Dolayısıyla müslimler de dahildir. Yani müslimlere karşı da ezilledirler. Müslimler de cizye vererek hükmen korunma bakımından mü’minlerin sahip oldukları haklara sahip olmuşlardır. Kâfirlere de müşrikler dahildir. “Mü’minler” kurallı çoğul getirilmiştir. Ayrı ayrı mü’minlere değil de bütün mü’minlere birden ezille olacaklardır. Bir de burada “Li” getirilmesi gerekirken “Alâ” getirilmiştir. Oysa hem zelil olma hem de âli olma çelişkidir. Araplar kullanmazlar. Ama Kur’an kullanmakta ve hiç de gayr-i fasih olmamaktadır.
“Alâ” neden gelmektedir?
Gelmektedir çünkü kendisi zelildir ama makamı zelil değildir.
Burada emredilen üstlerin astlara davranışlarıdır. Yöneticilerin yönetilenlere karşı davranışlarıdır. Yani bir komutan astın hakimi değil hâdimidir. Hazreti Muhammed bunun için “kavmin seyyidleri onlara hizmet edenlerdir” diyor.
İşte buradaki “Alâ” o hâdim olan seyyidleri ifade etmektedir. Kendisi seyyid olduğu için “Alâ” getirilmiştir ama hizmet ettiği için de zelil olmuştur.
Bu Arapça kurallara uygun mudur?
“Eizzetin Ala’l-Kâfirîn”deki “Alâ” ile geldiği için harfler birbirine etki eder ve birlikte geldiği harfi kendisine benzetir. Eğer “Li” gelseydi kâfirlerin mü’minler üzerindeki ezil ve eizz olması tartışılırdı. Burada ise bir mü’minin kâfire eizz olması ve mü’mine ezil olmasıdır. Tek başına kullanılmayan bazı kalıplar benzerleri ile yan yana gelince kullanımları beliğ olur.
Burada kastedilen üstün emrinde olan mü’minlerdir. Yani bucak başkanı bucak halkı için, il başkanı il halkı için, ülke başkanı ülke halkı için, insanlık başkanı insanlık halkı için ezilledir. Merkez bucak başkanları merkez bucaklarının başkanlarıdır, taşra bucaklarındaki halkın başkanı değildirler demiştik. Şimdi herkesin başkanıdır diyoruz. Asker olmaları dolayısıyla tüm askerlerin başkanıdır. Bedellilerin de tebaen başkanıdır.
O halde devlet başkanı ne yapacak?
Yetmiş milyon insanın dertlerini dinleyecek ve çözecektir. Benzer emir onlarla istişarede de vardır. Bu hususta ne yapacağımızı Tevrat’tan öğreniyoruz.
Hz. Musa peygamber denizi geçip Sina’da devletini kurunca, herkesin derdini kendisi dinliyordu. Kayınpederi gelip bu durumu görünce; bu böyle olmaz, sen kavmini sıbtlara ayır diyor. Başlarına birer halefini koy, halk sana gelmeden onlara gitsin, önce sorunlarını onlar çözsün, çözemezlerse size gelinsin diyor.
Biz de buna göre teşkilat oluşturuyoruz.
- Her aşiretin bir başkanı vardır. Aşiret mensuplarının sayıları yüzün altındadır. Başkan doğrudan sorunlarını çözer. Çözemezse, ben çözmeyim bucağa gidin der.
- Her bucakta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları vardır. Kişiler konularına göre meseleleri bu dayanışma ortaklık sorumlularına götürürler. Onlar da bucak başkanlarına götürür. Semt yöneticileri sorunlarını çözebilirlerse çözerler, çözemezse çözemediğini beyan eder.
- Her ilde de benzer dayanışma ortaklıkları vardır. Bu sefer bucak dayanışma sorumlusu il dayanışma sorumlusuna götürür. O da il başkanına götürür. O da ilçe yöneticilerine çözdürür. Çözdüremezse çözemediğini beyan eder.
- Her ülkede de ülke dayanışma ortaklıkları ve sorumluları vardır. İl sorumluları ülke sorumlularına götürür. Onlar da başkana götürürler, başkan bölge sorumlularına çözdürür.
- Sonunda ülkede çözülemiyorsa insanlıktaki dayanışma sorumlusuna gider. O da insanlık başkanına gider. O da kıta yöneticilerine çözdürür.
Dayanışma ortaklıkları bucak, il, ülke merkez bucaklarında vardır. Hizmetliler ise kıta merkezlerinde, bölge merkezlerinde, ilçe merkezlerinde ve semtlerde vardır. Dolayısıyla yukarıdan gelecek yardımla sorunlar çözülecektir.
İşte buradaki “mü’minler” kelimesinin kurallı çoğul olması nedeniyle bu yolla sorunu çözen kişi yetmiş milyon insan arasından bulunacak, telefonla irtibat kurulacak ve hizmet veren ücret alacak. Hizmet alan ortaklıktan hizmet alacaktır. Böylece tüm insanlar bir tek bedenin birer hücresi olurlar.
“Adil Düzen”in oluşması işte budur.
İşte şimdi bizim yaptığımız bu çalışma insanlığı bu organizasyona götürecektir.
(EGızZaTin GaLay elKAvFiRIyNa)
“Kâfirler üzerinde azizdirler.”
“Aziz” sert demektir. Ayağını bastığın zaman sana batıyorsa azizdir. Elması demire sürtersen elmas demiri çizer. Şimdiye kadar bilinen en sert cisim elmastır. Elmastan daha sert cisim yoktur, bilmediğimiz de yoktur. Çünkü organik olmayan cisimlerin sertlikleri periyodik cetvelden bilinmektedir. Organik cisimler daha yumuşaktır. Onun için kemiğin yapısı kalsiyum karbonattır. Yani organik değildir. Demirin çelikleşmesi için de kömür katılır.
Sosyal manâda “aziz” demek sözü dinlenir, sözü geçerli demektir. Yukarıda ezille ondan üstün olan ama onun sözünü yerine getiren anlamındadır. Annenin çocuğun isteğini yerine getirmesi ezilletün alâdır. Aziz olan da sözü dinleten demektir. Ne var ki bu söz çoğu zaman istekle olur. Yani söz dinleyen de isteyerek sözü kabul etmiş olur.
Halk “sözü dinlenir, sözü geçerli, söz sahibi” gibi deyimler kullanır. Yöneticiler mü’minlerin emrinde ve hizmetindedirler. Kâfirlere ise söz dinletirler demektir. Söz dinletme her zaman zorla ve savaşla olmaz. Öyle davranırsınız ki onlar size itaat ederler. Sen onları dinlemezsin, onlar seni dinlerler.
Bunun için yöneticilerde şu vasıflar bulunmalıdır.
- Yönetici güçlü olmalıdır. Karşı gelindiğinde hallerinin perişan olduğunu bilmelidir.
- Yönetici kararlı olmalıdır. Bir defa karar verdi mi yanlış da olsa kararından dönmemelidir. Karar icra edilir. Sonra başka kararla kararın zararları giderilir. Kâfirler bilirler ki bu bir şey dedi mi o olur. O zaman kimse kararlarınızdan sizi vazgeçirmek istemez. Karara önce uyarlar, sonra itiraz ederler. Çek ve bonolarda bu kurallar uygulanmaktadır.
- Yönetici merhametli olmalıdır. Kâfir olsalar da onlara iyilik etmeye çalışmalısın. Sizden yararlanmalıdır. Sizinle beraber olmak, sözünü dinlemek onun çıkarına olmalıdır. O zaman siz ne derseniz onu yapar.
- Yönetici adil olmalıdır. Kâfir de olsa mü’minlerin ona zulmetmelerine imkan verilmemelidir. Biz onları cizye vermedikleri için başkalarına karşı korumayız ama biz onlara yine insan olarak onların haklarını veririz. Biz inanırız ki kâfir de olsa âhirette bizden hakkını isteyecektir. Hakem kararlarını kabul ettikleri için biz onların davalarına meccanen (karşılıksız) bakarız.
Fetih Sûresi’nde “ruhemau beynehum eşiddau ala’l-küffari” denmiştir. Burada “eizettin ala’l-kâfirîn” denmektedir. Orada ayrı ayrı şiddetli anlamındadır. Savaş hâli ifade edilmiştir. Burada ise barışta onların toplulukları birlikte zikredilmektedir.
Bu âyetten anlaşıldığına göre, bize cizye vermeyen kâfirler de bizim topraklarımızın içinde ocaklarını, bucaklarını, illerini kurabilirler demektir. Çünkü yeryüzü tüm insanlığındır. Onların toprak hakları vardır demektir. Devlet de kurabilirler. Ülkelerine giriş çıkışlara izin veriyorlarsa ve giren çıkanlara güvenlik sağlıyorlarsa o ülke “dâr-ı İslâm”dır. Giriş izne tâbi, çıkış serbestse burası “dâr-ı terk”tir. Çıkış da vizeye ve izne tâbi ise burası “dâr-ı harp”tir, savaşla girer oradaki esirleri kurtarırız.
(YüCAvHiDUvNa FIy SaBİyLiElLAHi)
“Allah yolunda mücahede ederler.”
Yani topluluk yollarının açık olması için mücadele ederler.
Kişinin yattığı odası vardır. Orası onun öz mülküdür. İzni olmadan kimse giremez.
Ocak vardır. Ocakta ocaktakiler için dolaşma serbesttir.
Sonra bucaklar vardır. Merkez semtlerinde bucaktakiler serbestçe dolaşırlar. Ama ocaklara oradakilerin izni olmazsa giremezler.
İller vardır. İl içinde o ildeki halk serbestçe dolaşabilir. Ama taşra ocaklarına giremez.
Ülkeler vardır. Bir ülke halkı merkez illerde serbestçe dolaşabilir ama o ilin izni olmadıkça yabancı o ile giremez.
İnsanlık içinde merkez bölgelerde dolaşmak herkes için serbesttir. Başka ülkelere o ülke halkının izni olmadıkça girilemez.
İşte, kıtaları birbirine bağlayan yollar ve merkez bölgelerinin, ülke içinde merkez illeri bağlayan yollar, il içine merkez bucakları bağlayan yollar sebilullahtır. Bu yolların yapımı ve bu yolların güvenliğini sağlama görevi mü’minlere aittir. Bu Allah’ın sebilinde cihat etmedir. Yani yeryüzünün güvenliğini sağlamak amacıyla canını bile vermeyi göze alan kimseler mü’mindirler. Burada bu vasıflar zikredilmektedir.
Burada iki türlü mü’minlerden bahsedilmektedir. Bir, İslâm düzeni kurulmadan İslâm düzeni getirmek için cihat edenler vardır. Bunlar için savaş ve silah kullanma meşru değildir. Zulümlere ya dayanacaksın ya da o ülkeyi terk edip gideceksin. İktidar olduktan sonra ise savaş meşru olur, farz olur. O zaman güvenliği biz sağlarız, bize karşı çıkanları emrimize alırız. Şimdi bugün biz birinci dönem mü’minleriyiz. “Adil Düzen”i getirmek için gayret ediyoruz. Zor kullanmamız sözkonusu değildir. Oysa AK Parti iktidardır. Terörü yok etmek, sözü geçirmek onun görevidir.
İslâmiyet’i sosyalizme benzetir aynı hukuku onlar da uygulamaya çalışırlar. 163 ile 144’üncü maddeleri bir yaparlar. Oysa Marks işçileri organize edip iktidarı devirmeyi önermektedir.
Bizde ise tebliğ yapacaksın, iktidar devrilmeyecek, iktidar düzelecektir. Saddam indirilmeyecek, Kaddafi indirilmeyecektir; Saddam düzeltilecektir, Kaddafi ve Esed düzeltilecektir. Sokak hareketleri ile değil, oluşan ve sabreden cemaatle düzeltilecektir.
İhvan-ı Müslimin’in hatası budur. İktidarla mücadele etmiştir. Oysa iktidar desteklenip onun salih olmasına çalışılmalı idi.
Biz Akevler olarak bunu böyle yaptık. N. Erbakan ve F. Gülen de bizim görüşümüzde olmuştur. Bugün ne kadar başarılı olduğumuz ortaya çıkmıştır. Bugün de AK Parti’ye karşı olmamalıyız. Onu ıslah etmeye çalışmalıyız. AK Parti de kendini bu yönde göstermelidir. Hâlâ başörtüsü sorununu bile halledememiş, güya orduyu düzeltiyor.
(Va Lav YaPAFUvNa LaVMaTa LAEiMin)
“Ve levm edenin levminden havf etmezler.”
İki türlü insan vardır. Biri halk onlardan korkar, diğeri ise onlar halktan korkarlar.
Hayatı boyunca hep çevreye kendisini beğendirmeye çalışır. İçerde ve dışarıda kulağı halktadır. Onların istediği gibi giyinir, onların istediği gibi yapar, onların istediği gibi konuşur. Yaptıklarının çoğunu halktan gizler. Bunlar mü’min değil müslimdirler, yöneten değil yönetilendirler.
İkinci grup insan ise kendisine göre doğru ne ise onu yapar. Kendisini üstün görür. O halka uymaz, halkın kendisine uymasını sağlar. Bunlar yöneticilerdir. Onlar ne yaparlarsa halk da onu yapar, onlar ne söylerlerse halk da onu söylemeye başlar, halk onların giyindikleri gibi giyinir. Bunlar yöneticidirler, mü’mindirler, hak yolunun yöneticileridirler. İşte mü’minler bunlardır.
Başlangıçta bu şekilde davrananlar çok büyük mukavemet görürler. Çünkü yenilik eski iktidarları sarsmaya başlar. İşte “Millî Görüş”e ve “Adil Düzen”e karşı olmalarının sebebi budur. Ama çare yok, ister istemez yenilikçiler galip gelir. Onların iktidarları gider.
Direnenler hep iktidardan oldular.
Bugün AK Partililer belki onların dediklerini yapıyorlar ama onlar iktidarda değildirler, biz iktidardayız.
“Adil Düzen”in iktidar olmasına ramak kalmıştır.
Evet, Adil Düzen Çalışanları halkın levminden korkmayacaklardır. Yapmak istediklerini halka değil Allah’a beğendireceklerdir. Görüşürken böyle yaparsak zarar ederiz, böyle yaparsak okuyucuyu kaybederiz, böyle yaparsak oy alamayız, böyle yaparsak görevimizden oluruz diyenler mü’min değildirler. Böyle yaparsak Kur’an’ın âyetine aykırı olur, böyle yaparsak şeriata uymaz diye korkmalıdırlar. İşte hakiki mü’minler bunlardır.
(ÜAvLiKa FaWLu elLAHi)
“Bu Allah’ın faziletidir.”
Evet…
Müslimler Allah’ın halifesi olan topluluktan havf ederler.
Mü’minler ise Allah’ın kendisinden havf ederler.
Mü’minlerle müslimleri ayıran temel fark budur.
Mevcut düzeni yürütmek için müslim olmak yeterlidir. Ama yeni düzen getirmek için mü’min olmak gerekir. Kendinizi mü’min kabul ediyorsanız, kim ne derse desin aldırmazsınız. Siz hak bildiğiniz yolda canınızı verircesine yürürsünüz.
Rabbime hamd ederim ki ben iman ettim.
Haydi siz de mü’min olduğunuzu ilan edin.
(YüETIyHi MaN YaŞAvEu)
“Meşiet edene verir.”
Buradaki “Yeşau”nun faili Allah da olabilir, verilen kimse de olabilir. Yani Allah imanı istediğine verir ve onu mü’min yapar anlamı çıkar. O zaman biz mü’minler Allah’tan vazifeli kılındığımızı bilmemiz gerekmektedir. Ona göre hareket etmeliyiz.
Görevi yerine getirmeyenin cezası çok ağır olacaktır. Şah damarı koparılacaktır.
Yahut “şae”nin faili mü’mindir. İsteyen kişi mü’min olur. Ama yine de onu mü’min yapacak olan Allah’tır. Yani Allah yolunda cihat edenlere Allah yollarını gösterecektir.
Demek ki her iki halde de iki tarafın, Allah’ın ve mü’minin meşieti olacaktır.
Buradaki zamir nereye gidiyor?
Fazla/fazilete gitmektedir. O da imandır. İslâm’ın üstündeki imandır.
Kimileri mü’min olmadan mü’min olmak istemektedir.
Evet, AK Partililer ve çevremizdekiler müslimdir ama mü’min değildirler. Çünkü onlar halktan ve insanlardan korkmaktadırlar. Biz de mü’miniz desinler. Haktan başkasından korkmuyoruz desinler de biz de sevinelim. Yalnız dilleri ile deyip münafık olmasınlar.
(Va elLAHu VASiGun GaLIyMun)
“Ve Allah vasidir alimdir.”
Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’ın halifesidir. Çünkü haberler nekredir. Bir de âlemlerin rabbi Allah’tan sonra gelmiştir. Yukarıda “yeni bir kavm ile gelir” denmiştir. İşte o kavim yeryüzüne “Adil Düzen”i getirir. Sonra da tüm insanlık “Adil Düzen” içinde hakka inanır, artık onlar şeriat üzerinde olurlar.
“Vasi” geniş anlamındadır. Aynı zamanda imkan sahibi demektir.
Bugünkü insanlık “Adil Düzen”i getirecek güne gelmiştir.
Bugün insanlığın bilgi seviyesi de “Adil Düzen”i uygulayacak durumdadır. Çok yakında insanlık bu tefsirlerimizi okuyacak, kendileri artık ilâhi kitaplardan istidlâl metotlarını öğrenecektir. Buradaki bu ifade şartların hazır olduğunu ifade etmektedir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92