Milli Gazete 2005 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2005 1.Baskı
1116 Okunma
2005 Aralık

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

ARALIK 2005

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Neler oluyor?..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.12.2005

‘Antitröst yasaları’ nedeniyle…

Antitröst yasalarınedeniyle İtalya’da daha fazla büyüyemeyen 45 milyar Euro’luk ENEL şirketi, böyle ‘antitröst yasalar’ın olmadığı Türkiye’ye geliyor!.. ENEL İstanbul ve Ankara gibi bölgelerde “enerji dağıtımı”na talip… Kim bilir, belki de çok kısa bir süre sonra elektriğimizi de ‘yabancılar’ dağıtacak! Artık bu AKP iktidarından her şey beklenir oldu; bu da olursa hiç de sürpriz olmayacak...

Geçtiğimiz günlerde, bu konuda Türk işadamları ve yetkilileri ile görüşmeler yapmak üzere, diğer yüzlerce İtalyan iş adamları ile birlikte, Enel Başkanı Gnudi de ülkemize gelmişti. Evet, yanlış okumadınız. İtalya’da pazarın yüzde 40’ını elinde tutan, İtalya’nın ve dünyanın en büyük elektrik üretim ve dağıtım şirketlerinden biri olan Enel, Türkiye’de ihaleye çıkarılması öngörülen ‘elektrik dağıtımı’na talip.

45 milyar Euro’luk Enel’in başkanı Piero Gnudi, İstanbul Çırağan Sarayı’nda yapılan Türkiye-İtalya İş Forumu’unu değerlendirdiğinde, antitröst yasalarınedeniyle İtalya’da daha fazla yatırım yapamayan Enel’in, yurtdışındaki yatırımlar için 15 milyar Euro kaynak ayırdıklarını belirtti!

Gnudi, yatırım stratejilerinde Bulgaristan, Romanya, Slovakya gibi Yeni Avrupa ülkelerinin yer aldığını, bu kapsamda ‘Türkiye’yi de’ hedeflerine aldıklarını belirtiyor... İtalyan Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi ve yüzlerce iş adamı ile birlikte Türkiye-İtalya İş Forumu’na katılan Gnudi, İstanbul ve Ankara civarındaki dağıtım şebekelerini kapsayacak ilk ihaleye de girmek istediklerini ifade etmiş.

Enerji sektörümüz önce doğalgaza yani dışarıya bağımlı hâle getirildi... Şimdi de dağıtımı bile yabancılara peşkeş çekilecek!.. Bu peşkeşin çağdaş adı da ‘özelleştirme’ oluyor!..

ENEL’in Başkanı Gnudi’ye sorulan soru ve alınan cevabı aynen aktarıyorum.

-Enel'in önümüzdeki yıllardaki yatırım stratejisi içinde Türkiye'nin yeri ne olabilir?

-İtalya’daki özelleştirme süreci sonunda, elimizdeki bazı ürünleri çıkardık. Transmisyon (üretim) yanında, dağıtımın bir kısmını sattık. İtalya’da büyümemiz mümkün değil. (Ama Türkiye’de büyüyebiliriz! Şimdi bu açığımızı ‘Türkiye’deki özelleştirme’ ile kapatacağız demeye getiriyor. RNE) Bu konuda (İtalya’da) antitröst yasalar’ın koyduğu sınırlar var. Ama (Türkiye’de böyle antitröst yasalar yok ve) şirketler büyümek zorunda... Dolayısıyla biz de “liberalizasyon” sonunda elde ettiğimiz kaynakları dışarıda kullanmaya karar verdik. Yatırımlarımız için “Yeni Avrupa”yı seçtik, bunun içine Türkiye de dahil... Türkiye, AB ile müzakerelere başladı, bu bizim için önemli sinyal...

İtalya’da ‘antitröst yasaları’ var, ama AKP iktidarı sayesinde Türkiye’de yok! O zaman kendi ülkelerinde tröst olamayanlar, toslamak ve sömürmek üzere bizim ülkemize teşrif edebilirler.

Türkiye’de, hem de açıkça ifade edilerk neler oluyor, görüyor musunuz?

*

“Mortgage” yani “faiz” için yeni isim siparişi

Şeytan ayrıntıda gerek. Günlerdir gazetelerin ekonomi sayfalarında minik bir haber dikkatimi çekiyor. Her halde, -mesela aynen “faizli kredi kartları” gibi- “faizli mortgage”nin, ya da “ipotekli konut kredisi”nin de sonunda kendilerini morartacağını anlamış olacaklar ki, AKP’li yetkililer hiç olmazsa kelime oyunu yapmak istiyorlar! Aynen Osmanlılar gibi. Osmanlılar döneminde hile-i şer’iye, daha doğrusu kelime oyunu yapılarak “riba” kelimesi yerine “faiz” kelimesi kullanılmaya başlanıyor ve bu kelimenin Kur’an’da geçmediği, dolayısıyla faizin güya haram olmadığı bazı aklı evvellerce söyleniyor! Şimdi de “faiz”in adı önce “mortgage” oldu.

Şimdilik durum böyle.

Bir müddet sonra ne olur, bilinmez.

Bekleyeceğiz…

Devlet Bakanı Abdüllatif Şener beyefendi, “mortgage” olarak anılan ‘faizli ve de ipotekli konut kredisi’ sistemine isim arayışında olduklarını söyledi. Türk Dil Kurumu’nun önerdiği ‘tutulu satış’ önerisinin halk arasında kabul görmeyeceği için değerlendirmediğini vurgulayan Şener, Türkçeye ‘bilgisayar’ ismini kazandıran bilim adamından bir talepte bulunduğunu, hocanın da kendisinden 15 gün süre istediğini kaydetti. Halktan da bu konuda öneri beklediğini vurgulayan Şener, “İstanbul Ticaret Üniversitesi’ndeki bir toplantıda ‘uzun dönemli konut edindirme’ önerisi geldi. Ama bu da tam ifade etmeyecek gibi geldi bana. İlgi duyanlar öneride bulunsun. Tutacağından emin olduğum bir kelime, bir kavramlaştırma arıyorum. Bunu yakaladığımız an “mortgage” demekten vazgeçeceğiz.” dedi.

Sayın bakan böyle diyor, ama ‘faiz’ ve de ‘ipotek’ yani ‘haciz’ uygulamasından vazgeçilmeyecek, aynen devam edecek! Bu ülke bir zamanlar ‘faizli bankerzede faciaları’ yaşadı… Sonra ‘faizli bankaların hortumlandığı’ bir dönemi hep birlikte gördük… Şimdi de ‘faizli kredi kartı krizleri’ yaşıyoruz; insanlar kredi kartı faiz borçlarını ödeyemeyince intihar ediyorlar… Sırada yine ‘faizli mortgage’ ya da ismi her ne meret olacaksa o, yani ‘faizli ve de ipotekli -yani hacizli- konut kredisi’ krizleri var!..

Evet, ‘riba’nın yani ‘faiz’in en son adı ‘mortgage’ oldu; ve ona da yeni isim aranıyor... Dileğim ve ümidim, bu ‘son faiz oyunu’nun ömrünün, ismi gibi kısa olması ve öncekiler gibi felaketlere sebebiyet vermemesi. Yukarıda, şeytan ayrıntıda gerek dedim. Görüyor musunuz, Türkiye’de neler oluyor. Aman, dikkat!

 

 

***

 

 

 

 

 

ANAYASA arayışları…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.12.2005

Ortadoğu” insanlığın merkezi, medeniyetlerin beşiğidir. İnsanlığın bir bedeni varsa, bu bedenin başı yani beyni ve kalbi bu bölgededir. Bilinen insanlık tarihinde durum böyleydi; bugün de böyledir. İnsanlık çeşitli dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal sancılar çekiyor...

Bütün bu sancıların merkezinde “Ortadoğu” var. Bütün dünya sancı çekiyor ama bu sancı en fazla dünyanın ortasındaki bu bölgede çekiliyor; hâlen de çekilmeye devam ediyor…

Ortadoğu” bölgeye son olarak Osmanlılar hükümran oldukları sürece rahat, huzur, istikrar ve denge içinde bulunuyordu. ‘Adalet’ üzerine bina edilen bu düzen sona erdikten sonra, bölgede ‘zulüm’ her çeşidi ile görülmeye ve hükümran olmaya başladı. Rejimlerin isimleri her ne kadar farklı olsa da, ‘zulüm’ hâlen her çeşidiyle bölge ülkelerine hükmetmeye devam ediyor…

Ortadoğu ülkelerinde zulmedenler kök ve köken itibariyle Batılı yani Avrupalı; kısaca AB veya ABD’li. Geçtiğimiz yüzyılın başında Batılılar BB/Büyük Britanya yani İngiltere’nin önderliğinde yapacaklarını yaptılar… Batan BB’den sonra şimdi AB ve ABD devrede. AB, ABD, İngiltere, İsrail ve onların gizli veya açık müttefikleri sayesinde zulmün her çeşidi insanlığın kalbi mesabesindeki bölgede ‘terör’ boyutlarında devam ediyor…

Dünya zulmün girdabında…

İnsanlık kurtuluş için arayışta…

Arayışın merkezinde “Ortadoğu” var.

AB, ABD, İsrail ve müttefikleri devrede!..

Peki, bölgenin asıl sahipleri olanlar nerede?!.

*

Ortadoğu”nun merkezinde yer alan Arap Yarımadası’nda, son vahyi yani Kur’an’ı hayat düsturu edinen küçük bir topluluk, 14 yüzyıl önce Medine denen şehirde bir ‘model devlet’ kurdu.

Arap Yarımadası var olduğundan beri ilk defa ‘devlet’ aşamasına geçiyor, yüzyıllardan beri birbirleriyle sadece savaşan kabileler ‘İslâm/barış’ bayrağı altında birleşiyordu.

Bu arada dünyada da bir ilk gerçekleşiyor ve sadece Müslümanlardan değil, ayrıca müşrik Araplar ile Medine’deki Hıristiyan ve Yahudi kabileleri de bu devlet kuruluşuna katılıyorlardı.

Bölgede bütün bu ilklerin başarılabilmesinin sırrı ve kaynağı neydi?

Son Peygamber, son vahiy kaynağı Kur’an, bir araya gelen değişik kabilelere ve dinlere mensup insanlar ve başlarında ‘Medine Modeli’ ile onları bir araya getiren ‘devlet başkanı’ Hazreti Muhammed aleyhisselâm…

Düzen ‘barış’ düzeni...

Model ‘Medine Devleti’ modeli...

Ana-Yasa da ‘Medine Anayasası’...

*

Bugün “Ortadoğu”ya sözde demokrasi, barış, istikrar, düzen ve ‘Ana-Yasa’ getirme iddiasında olanlara şöyle bir bakalım.

AB’nin kendisinin bile hâlâ bir anayasası yok! Avrupa Birliği ülkelerinin her biri bu konuda ayrı telden çalıyor. Bir tarafta ana konuda yani ‘Ana-Yasa’da bile birlik sağlayamayan, bu arada Türkiye’ye AB’ye alma konusunda ne diyeceklerini bilemeyenler, “Ortadoğu”ya ne verebilirler?!.

BB/Büyük Britanya, hiç doğru dürüst bir düzeni yani ana-yasası olsaydı batar mıydı? BB battı ama ‘alışmış kudurmuştan beterdir’ fehvasınca İngiltere bölgede zulmetmek ve fitne konusunda bildiklerini yapmaktan bir türlü vazgeçmiyor! Tarihî birikimiyle ABD’ye akıl hocalığı yapıyor!..

ABD’nin bizzat kendisinde ‘demokrasi’ olmadığını birkaç yazımda daha önce yazdım. Hiç sadece iki parti yani sadece Cumhuriyetçiler ve Demokratlar ile demokrasi olur mu? ABD’de olana sadece ‘demokrasi komedyası’ denebilir. Başkan Bush’un sözde seçildiği son iki seçim ABD’deki seçim ve demokrasi komedyasının en açık delilidir. ABD en iddialı olduğu ‘demokrasi’ konusunda böylesine âciz olunca, burada diğer ‘insanlık değerleri’nden söz etmeye bile hâcet yok. ABD; kendisi muhtâcı himmet bir dede, nerde kaldı kendinden başkalarına himmet ede!..

İsrail ise tarihte ne zaman ‘devlet’ olabilmiş ki, şimdi devlet olsun, bir de kalkıp dünya düzenine nizamat verebilsin? Daha 3-5 milyonluk İsrail’de bile bir düzen ve istikrar kuramıyor; nerde kaldı Osmanlı gibi bütün Ortadoğu bölgesine hükümran olsun! Hangi düzen, hangi nüfus ve en önemli hangi ‘Ana-Yasa’ ile?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

Cari açık 2005 ve 2006

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.12.2005

Ekonomi ağırlıklı yazılar yazdığımdan dolayı, her gün ekonomi yazarlarını ve ekonomi haberlerini biraz daha dikkatle takip ediyorum. Bazen çok önemli ve özellikle ilgili yetkililerin dikkate alması gereken yazılara rastlıyorum. Ekonomi yazarı İbrahim Kıbrızlı’nın yazısı bunlardan biri. Sayın Başbakan ve yakın çevresi, bildiğimiz kadarıyla Millî Gazete’yi sadece muhalif görüyor ve yazılarımızdaki iyi niyetli uyarılardan nasiplerini almayıp sadece rahatsızlık duyuyorlarsa; o zaman kendilerini AKP politikalarını destekleyen Zaman gazetesi yazarının ‘baş ağrıtacak’ yazısının özeti ile baş başa bırakıyorum. Beyler, buyurun oradan okuyun:

*

Cari açık 2006’da da baş ağrıtacak

2005 programında cari işlemlerin 11,1 milyar dolar düzeyinde açık vereceği tahmin ediliyordu. Bu rakam daha sonra revize edilerek 16 milyar dolar olarak değiştirildi. Şu günlerde yetkili ağızlar tarafından 2005 sonunda cari işlemler açığının 21,3 milyar dolar olarak gerçekleşeceği ifade ediliyor. Uzmanların yıl sonu cari açık tahmini ise 24 milyar dolar sınırının zorlanacağı etrafında yoğunlaşıyor. Cari işlemler dengesinin son üç yıldaki seyri (milyar ABD Doları, 2004 gerçekleşme, 2005 gerçekleşme tahmini, 2006 program hedefi) şöyle: [Rakamların hep hedeflerin ve programların ötesinde aşırı şekilde arttığına dikkat! RNE]

 

Cari

denge

Değişim*

GSMH

Açık/

GSMH*

2004

- 15,7

-

301,7

5,2

2005

- 21,3

35,7

357,0

6,0

2006

- 22,0

3,3

380,0

5,8

(*)Yüzde

Açıklanan 2006 yılı programına göre, yabancı para cinsinden gelirlerle giderler arasındaki fark olan cari işlemler dengesinin yıl sonunda 2005 yılı düzeyinde açık vereceği ortaya konuluyor. Çünkü, özel sektörün yatırım ve tüketim harcamaları önceki yıllara kıyasla hızla artıyor…

Makro ekonomik politika uygulamalarında farklılık olmaması aynı eğilimin 2006 yılında da devam edeceğinin kanıtı. Bir diğer ifade ile 2006 yılında açığın finansmanı için Türkiye, milli gelirinin yüzde 7’si oranında dış tasarrufu kendisine çekmeli. Uluslararası piyasalarda hakim olan mevcut konjonktür Türkiye’nin lehine bir durum yaratıyor. Dolayısıyla cari açığın finansmanında bir zorluk yaşanmıyor. Uluslararası piyasalarda esen bu uygun havanın bozulması kuşkusuz Türkiye için hiç de hoş olmayacak sonuçlar yaratabilir. ABD ve AB ekonomilerinin pozisyon değiştirmesi kaynaklı, böyle bir tehlikenin gelmekte olduğunun sinyalleri alınıyor. Kuşkusuz, Türkiye ekonomisi bu riski yapısal olarak karşılamaya hazır değil...

Diğer taraftan bilinmeli ki, cari açığın finansmanı için dış piyasalardan özel sektör ağırlıklı bir kaynak girişi söz konusu. Özel sektör bu kaynağı ancak kısa vadeli dış borçlanma suretiyle buluyor. Yani, kısa vadeli dış borç stoku kabaran özel sektör yabancı para cinsinden açık pozisyon içerisine giriyor. Bu noktada, cari açığın finansmanı noktasında korkulacak bir durum yok derken, ekonominin öncekilerden yeni ve farklı bir riske açıldığı gerçeği gözden kaçıyor. Özel sektör dışarıdan sağladığı bu kaynağı yatırımlarının finansmanında kullandı ise şüphesiz herhangi bir riskten bahsedilemez. Ancak, özel sektörün dışarıdan kaynak transferine yönelme gerekçesi tüketim harcamalarının finansmanı gereği ise ciddi risk aldığı bir gerçek. Bilinen ise özel kesimde tasarruf-yatırım açığını ortaya çıkartan faktörlerin ilk sırasında yatırım artışından çok tasarruf azalışının etkili olduğu. Bu da geliri yavaş artan özel sektörün tüketim harcamalarını, geri ödenmesi zamanında zorlanacağı açık olan ‘dış borçlanma’ yolu ile sağladığı anlamına geliyor.

Cari açığın finansmanında, doğrudan yabancı sermaye girişlerinin ‘sıcak para’ olarak tanımlanan portföy yatırımlarının çok gerisinde kalması ikinci bir riski oluşturuyor. Uluslararası konjonktürde yaşanacak bir olumsuzluk ile sıcak para girişinin durması ve hatta tersine bir kaçış yaşanması ekonomiyi, geçmiş örneklerinde olduğu gibi, hiç de arzu edilmeyen tehlikelere sürükleyebilir.

Riskler belli. Aynı şekilde cari işlemlerin açık vermesine sebebiyet veren hususlar da hemen herkes tarafından çok iyi biliniyor. Demek ki, meselenin çözümü noktasında ekonomiyi yöneten uygulamacılar neler yapılması gerektiğinin de farkında. Ancak her nedense, uyguladıkları ekonomi politikalarının dışına çıkma esnekliğini göstermek bir yana, ısrarla sürdürmekten yana bir tavır sergiliyorlar...” (Zaman, 01.12.2005)

*

Evet; geçen hafta ve diğer zamanlardaki yazılarımda, Türkiye’nin nereye doğru götürülmekte olduğunu hep yazdım; hâlen de yazmaya devam ediyorum... İbrahim Kıbrızlı’nın da açıklıkla belirttiği üzere, riskler belli. ‘Meselenin çözümü noktasında ekonomiyi yöneten uygulamacılar neler yapılması gerektiğinin de farkında. Ancak her nedense, uyguladıkları ekonomi politikalarının dışına çıkma esnekliğini göstermek bir yana, ısrarla sürdürmekten yana bir tavır sergiliyorlar...’

-Acaba NEDEN?..

Evet, -tekrar soruyoruz-;

NEDEN?.. NEDEN?.. NEDEN?..

 

 

***

 

 

 

 

 

Faizli, ipotekli, rehinli, hacizli…

Tasarılar Meclis’te - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.12.2005

Nihayet, son zamanların revaçta olan bazı önemli tasarılar Meclis’te görüşülme aşamasına girdi. ‘Mortgage’, yani ‘faize, ipoteğe, rehine, hacize, vs. dayanan krediyle emlak alımı sistemi’ artık kanuni hâle geliyor. Adı ‘Uzun Dönemli Konut Edindirme Kanun Tasarısı’ olan yasa tasarısı geçen, hafta Meclis Genel Kurulu’na indi. Ancak, eleştirilerin bir hayli yoğun olduğu gözleniyor…

Sistemi kısaca özetleyelim

‘Faizli kredi’ ile emlak alacak kişi emlaki seçer. Ancak, bu emlak belli koşullarda olmalıdır. Niteliği çok düşük, ya da amortismanı dolmuş bir binanın kredilendirilmesi uygun görülmez. Faizli krediyi veren, karşılığında ipotek kullandığı için risk almak istemez. Çünkü mülkün ipotek değeri ileride piyasa değerinin altında kalabilir ve banka zarar edebilir... Kullanılan ‘faizli kredi’nin yapısı ise kişinin gelirine, daha doğrusu gelecekteki kazancına göre ayarlanır. Nasıl kira ödeniyorsa, aynı biçimde, borç bitene kadar, ‘faizli, ipotekli -ve gerektiğinde hacizli- kredi’ ödenir. Krediyi alan kişi parayı doğrudan emlak sahibine öder ve bu tarihten sonra emlakini satan devre dışıdır. Borçlu, bankayla karşı karşıyadır ve borçlu borcunu ödeyemezse mülk satılır. Borç tamamlanmadan mülk satıldığında, mülkün değeri bakiye borcu tamamlar, geriye para kalıyorsa bu da evi satın alanındır.

*

Faiz’ mutlaka olacak

‘Faizsiz’ olmuyor!.. ‘Faiz’ mutlaka olacak ki insanlar sömürülebilsin… ‘Uzun Dönemli Konut Edindirme Kanun Tasarısı’na göre, kredilerde faiz oranı, sabit, değişken ya da her iki yöntem esas alınmak suretiyle belirlenecek.

Faiz oranının sabit olarak belirlenmesi hâlinde, sözleşmede yer verilmek suretiyle, bir ya da birden fazla ödemenin vadesinden önce yapılması durumunda kredi veren kuruluş tarafından tüketiciden erken ödeme ücreti talep edebilecek.

Faizli konut kredisi alan şahıs, borcun tamamını değil de bir bölümünü ödemesi durumunda, kalan miktar üzerinden bir ödeme daha yapacak. Bu ödeme, kalan miktara en fazla yüzde 2 oranında yansıtılabilecek. Oranların değişken olarak belirlenmesi hâlinde erken ödeme ücreti talep edilemeyecek…

Borçlunun temerrüde düşmesi hâlinde (ki çok düşülecek), konut finansmanı kuruluşu, borçluya temerrüt tarihinden itibaren 5 iş günü içinde iadeli taahhütlü posta yoluyla bildirimde bulunmakla yükümlü olacak. Banka, geri ödemelerin yapılmaması hâlinde kalan borcun tümünün ödenmesi talep hakkını saklı tutmuşsa bu hak, ancak birbirini izleyen en az iki ödemede temerrüde düşme hâlinde kullanılabilecek…

*

Faizli kredi sözleşmesi ‘ayrıntılı’ hazırlanacak

Sözleşmeler ‘ayrıntılı’ hazırlanacak, -çünkü şeytanlıklar ayrıntılarda gizlidir- ve bu sözleşmelerde kredi tutarı, ipotek tesis edilen konuta ilişkin bilgiler, yıllık ‘faiz’ oranı, toplam borcun ana para, ‘faiz’ ve diğer giderler itibariyle dağılımı, değişken ‘faiz’ ödemeli olan sözleşmelerde baz alınacak endeks gibi bilgiler yer alacak.

Ayrıca, ödeme planı, istenecek teminatlar, temerrüde düşülmesi durumunda kredi sözleşmeleri için akdî ‘faiz’ oranının yüzde 30 fazlasını geçmeyecek şekilde gecikme ‘faiz’i ve varsa konuta ait sigorta bilgileri gibi bilgiler de sözleşmelerde yer bulacak.

Kanun tasarısı ile Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunda konut finansmanı kullanan tüketicileri korumak amacıyla tanımlar arasına Konut Finansmanı Kuruluşu eklendi. Böylelikle konut finansmanı faaliyetini yürüten kuruluşlar, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunla ilgili hükümlere de tâbi hale geliyor…

‘Uzun Dönemli Konut Edindirme Kanun Tasarısı’ gayet ayrıntılı hazırlanmış; ‘faizli konut kredisi’nden kaynaklanan ‘rehin’le temin edilen alacakların takibinde, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapılmasını ve ‘haciz’ yoluna başvurulmasını öngörüyor… Sözleşmeler, aynen ilaç prospektüsleri gibi ayrıntılı hazırlanacak... Benim saf vatandaşım da o sözleşmelerin altına anlamadan ‘imza’ atacak… Sonra neler olacak, biliyoruz; bu filmi daha önce defalarca seyretmiştik…

Yarın konuya devam edelim…

 

 

***

 

 

 

 

 

Faizli, ipotekli, rehinli, hacizli…

Tasarılar Meclis’te - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Şeytanlıklar ayrıntılarda gizli

Yazıyı hazırlarken üşenmedim, saydım. Neyi saydım? Özellikle ‘bir kelime’nin yazılı olduğu küçük bir metinde bile kaç defa ayrıntılı şekilde geçtiğini saydım. Nedir bu kelime? Bu kelimenin adı faiz! Evet, konu ile ilgili bir metni ayrıntılı bir şekilde incelerken, sadece faiz kelimesinin sekiz defa tekrar ettiğini müşahede ettim. Bu ayrıntıda şunu apaçık sezdim. Demek ki, kredi verenlerin asıl hedefi ‘kredi’ vermek değil, kredi alanlardan bir şekilde punduna getirip normal veya fahiş ‘faiz’ almak! Ana hedef bundan başka bir şey değil! Nedense, bu krediler bir türlü ‘faizsiz’ olmuyor, olamıyor; kanun tasarısını AKP’liler hazırlasa da ol[a]mıyor!.. Neden olmuyor, olamıyor?..

-Efendim, ‘faizsiz’ olamazmış!.. -Zaten AKP’nin parti programında da ‘faizsizlik’ yokmuş!.. -AKP’nin seçim vaatlerinde de böyle bir şeye, zinhar söz verilmemiş!.. -Öyleyse; ‘faize’ devam…

Bu ülkede yakın geçmişte ‘faiz’ yüzünden ‘bankerzede faciaları’ yaşanmış olabilir; kimin umurunda!.. Bu ülkede daha dün gibi yakın ve yine ‘faiz’ sebebiyle gerçekleşen ‘banka hortumlamaları’ olmuş olabilir; kime ne!.. Yine bugünlerde -her hafta ortalama biri intihar edecek seviyede- 600 000 (altıyüzbin) ‘faizli kredi kartı mağduru’ bulunabilir ama; kart alırken AKP’ye mi sordular!.. Ve; bütün bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi de ‘faiz’ sebebiyle mortu çekenler çoğalsın diye ‘mortgage’ yani ‘Uzun Dönemli Konut Edindirme Kanun Tasarısı’, bizzat AKP tarafından hazırlanıyor!.. Geçen hafta Meclis’e sunuldu bile… Yakında piyasada olacak ve; diğer ‘faiz mağdurları’ yetmiyormuş gibi bundan sonra bir de ‘mortgage mağdurları’ olacak…

*

Banka Kartları Tasarısı Meclis’te

Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu Tasarısı da bu arada geçen hafta TBMM Başkanlığı’na sunuldu. Tasarıya göre, gecikme ‘faiz’ oranı, akdî ‘faiz’ oranının yüzde 30 fazlasını geçemeyecek. Yani, ‘faiz’ mutlaka bulunacak; ‘faizsiz’ olmaz!..

Kredi kartı limiti belirlenirken esas alınacak kartın imza hanesi, kart hamili tarafından imzalanacak. Kart hamilinin yaptığı işlemler sebebiyle sözleşmede yer almayan ‘faiz’, komisyon veya masraf gibi adlar altında hiçbir şekilde ve surette ödeme talep edilemeyecek ve kart hamilinin hesabından kesinti yapılamayacak. Temerrüt hâli de dahil olmak üzere, kart uygulamasından doğan borçlarda ‘bileşik faiz’ uygulanmayacak. Gerçeğe aykırı olarak harcama belgesi, nakit ödeme belgesi ya da alacak belgesi düzenlemek veya bu belgelerde ne suretle olursa olsun tahrifat yapmak suretiyle kendisine veya başkasına yarar sağlayanlar, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5 bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılacak. Kredi kartı ile yapılan işlemlere, son ödeme tarihinden itibaren 10 gün içinde, kart çıkaran kuruluşa başvurmak suretiyle itiraz edilebilecek. Kredi kartını veya şifresini kaybeden kişi, kartın kullanılması halinde yapılan harcamanın 150 YTL’sinden sorumlu olacak…

*

Faiz ‘olmazsa olmaz’ şart

Kredi kartı borcunun asgari tutarı, dönem borcunun yüzde 10’undan aşağı olamayacak. Kart sahibinin işlemlerinde faiz, komisyon veya masraf gibi adlar altında hiçbir şekil ve suretle ödeme talep edilmeyecek ve kart hamilinin hesabından kesinti yapılmayacak. Kartın limitinin yükseltilmesine ilişkin olarak kefilin yazılı onayı alınacak. Kart uygulamasından doğan borçlarda, bileşik faiz uygulanmayacak. Kişinin aylık gelirinin iki katından fazla limitte kart veren kuruma, 5 bin YTL’den az olmamak üzere, aykırılık oluşturan tutarın yüzde 1’i tutarında ceza verilecek.

Kredi kartını kaybettiği ya da çaldırdığı yönünde gerçeğe aykırı beyanda bulunarak, kartı bizzat kullanan veya kullandıranlara üç yıla kadar hapis cezası verilecek. Parasal tutar ve sınırlardan her biri, her yıl Devlet İstatistik Enstitüsü fiyatları endeksindeki artış oranının gerektirdiği miktarı geçmemek üzere BDDK kararıyla artırılabilecek. Tasarının kanunlaşması halinde faiz’ hesaplamasına ilişkin hükümler bir ay, diğer hükümler ise bir yıl içinde kanun hükümlerine uygun hâle getirilecek. İşte bu ‘faiz hesaplaması meselesi’ çok çok önemli; ‘faiz’ bu tasarıda ‘olmazsa olmaz’ şartların başında geliyor… Yine de, gecikme faizi, aktif faizin yüzde 30’u ile sınırlandırılıyor.. En fazla mağduriyete yol açan ‘değişen faiz’ geriye işlemeyecek…

Allah ülkemizi ve halkımızı yeni ‘faiz mağduriyetlerinden ve belalarından’ korusun.

 

 

***

 

 

 

 

 

 

AKP = ‘fakirden al zengine ver’

veya ‘halktan al sermayeye ver’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.12.2005

AKP üç yıldır iktidarda...

İstihdam değil işsizlik artıyor... Dış borçlar azalacağına, üç yılda 100 milyar dolardan fazla arttı; her gün daha da artmaya devam ediyor… ‘Özelleştirme’ adı altında, fakir halkın malları birer birer zengin sömürü sermayesine peşkeş çekilmeye devam ediyor… Cari açık ve bütçe açıkları dev boyutlara ulaşıyor… ‘Faiz’ politikalarından en ufak bir taviz bile yok… Üstüne üstlük, fakirin vergisi artıyor, zenginin vergisi azalıyor…

AKP üç yıldır iktidarda…

AKP iktidarda ve ‘fakirden al - zengine ver’ veya ‘halktan al - sermayeye ver’ ekonomi politikaları aynen devam ediyor… 2005 bitiyor, 2006 yılına girmek üzereyiz, ama AKP’nin ekonomi politikalarında ‘fakir halk’ lehine değil, hep aleyhine olan; ama ne hikmetse hep ‘sömüren sermaye’ lehine kanunlar çıkarma ve uygulamalar yapma bitmemecesine sürüyor… Türkiye de, kim bilir, belki de Cumhuriyet tarihinde görülmemiş felâketlere doğru sürükleniyor…

AKP üç yıldır iktidarda… 2005 bitiyor… 2006’ya giriyoruz… Yeni yıla yeni AKP kanunlarıyla giriyoruz… Vergide ‘fakirden al zengine ver’ dönemi başlıyor…

Bunun böyle olduğunu biz değil; AKP politikalarını ve uygulamalarını -her nedense- cansiperane destekleyen Doğan Grubu gazetesi Milliyet’in ekonomi yazarı Güngör Uras söylüyor. Aynen sunuyorum:

*

Vergide ‘fakirden al zengine ver’ dönemi

Hükümet vergiyi indiriyor ama, fakirin değil, zenginin vergisini indiriyor. Hükümet zenginin vergisini indiriyor ama, bir yıl içinde belli miktarda vergi toplamaya mecbur. Onun içindir ki, zenginin vergisini indirirken, fakire bindirecek.

Başbakan, “çevre ülkelerle rekabet etmek ve yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmek amacıyla, 2006 başından itibaren yatırım indirimi istisnasını kaldıracaklarını ve hâlen yüzde 30 olan kurumlar vergisi oranını yüzde 20’ye indireceklerini” açıkladı. “Gelir vergisinde de en yüksek yüzde 40 olan oranın yüzde 35’e çekileceğini” söyledi. ‘Bu indirimden kimler yararlanacak?’ diyerek, vergi hocası Şükrü Kızılot’a sual eyledim. Şükrü Hoca’dan aldığım bilgiye göre vergi indirimi esas itibariyle: -600 bin büyük yerli ve yabancı sermaye şirketini, -Vergi beyannamesi vererek vergi ödeyen 1 milyon 700 bin gelir vergisi mükellefini mutlu edecek.

Defter tutmayan, basit usulde gelir vergisi ödeyen 800 bin dolayındaki küçük mükellef (küçük esnaf, taksici, minibüsçü) de bu indirimlerden ufak miktarda yararlanacak.

“Ya bordro mahkûmlarının durumu ne olacak? Memur, işçi, emekli de vergi indiriminden yararlanabilecek mi?” diye sordum... -Onların maaş ve ücretleri zaten en düşük vergileme dilimine girdiğinden indirimden yararlanamayacaklarmış.

Şimdi gelelim, bu “operasyonunAyşe Hanım Teyzemi, Ali Rıza Bey Amcamı ve de İşçi Memed Kardeşimi nasıl etkileyeceğine. Hükümet iki yoldan vergi toplar: 1) Şirketler, kişiler gelirlerini bir kâğıda yazar. Beyan eder. Gelirlerinin büyüklüğüne göre belli oranda vergi verir. Az geliri olan az, çok geliri olan çok vergi verir. Bu tür vergilemeye doğrudan vergileme denilir. En adil vergileme yolu budur. Bu tür vergilere “doğrudan vergi” denilir. 2) Hükümet, “doğrudan vergi” toplayamayınca, “dolaylı vergiler” yüklenir. Her türlü harcamayı vergiler. Harcamalara Katma Değer Vergisi (KDV) veya Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gibi isimlerle vergiler ekler. Bu tür vergiler adaletsiz, kötü vergilerdir.

*

Yük fakire binecek

Çünkü, en varlıklı kişi de en fakir kişi de aynı vergiyi öder. En varlıklı Mücteba Beyefendi de, Ayşe Hanım Teyzem de bir demet maydanoz alırken aynı vergiyi öder.

Türkiye’de bu konuda büyük dengesizlik ortaya çıktı. Toplanan 100 YTL verginin sadece 30 YTL’si beyannamelilerin ödediği (doğrudan vergiden) geliyor. 70 YTL’si, Ayşe Hanım Teyzemin maydanoz alırken, tüpgaz kullanırken, dolmuşa binerken ödediği (dolaylı vergiden) oluşuyor...

Hükümetimiz şimdi zenginin vergisini (doğrudan vergiyi, kurumlar vergisi ile gelir vergisini) indiriyor. Bunu dengelemek için Ayşe Hanım Teyzemin ödediği dolaylı vergileri (maydanoz, tüpgaz, dolmuş üzerindeki vergiyi) artıracak. Bunu yapmaya mahkûm. Çünkü almadan vermek sadece ve sadece Tanrı’ya mahsustur. Hükümet de fakirden alacak ki, zengine verebilsin.

(Türkiye’de işsizlik var. Çok sayıda insan da kayıt dışı çalışıyor. İstihdamın artmamasının, kayıt dışılığın önemli bir nedeni “istihdam vergisi”. Bu vergi, işverenin her bir kayıtlı çalışan için ödemek zorunda olduğu vergi... Hükümet vergi işine el atacak idi ise, yabancı sermayeyi düşünmeden, benim İşçi Memed Kardeşimi düşünebilse idi, istihdamın önünü açardı.)” [Güngör Uras, Milliyet, 30.11.05]

 

 

***

 

 

 

 

 

İyi ki Millî Gazete var

REŞAT NURİ EROL

13.12.2005

Zalimlerin zulmü varsa…

Sabah gazeteleri okumaya başladım. Ekonomi sayfalarına dikkatle baktım. Millî Gazete hariç, diğer gazetelerde sinsi ve zoraki bir ‘gizli iyimserlik’ hakim. Bu gazeteler ve genel olarak medya neden böyle yapıyor diye araştırdığınızda, bilinen malum ‘medya-iktidar işbirliği’ veya kimi medyanın kendileri için önemli olan ‘malum istikrar hesapları’ çıkıyor. Halka rağmen ve “halkın bazı haklarının ‘ham’ edilmesi” ile gerçekleşen bu durum çok acı, ama maalesef gerçek. Bir kısım medya bu işbirliği sayesinde semirirken, halkımız mağdur ve mazlum olmaya devam ediyor…

Bu ‘zulüm’ ve ‘adaletsizlik’ karşısında ne diyelim?

“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var;

Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”

“İyi ki Millî Gazete var” başlığını yazmamın sebebi var. Yukarıdaki paragrafta açıkça yazdığım üzere, ‘malum medya’ ekonomideki sözde iyilikleri büyüterek verirken, kötülükleri ya gizleyip hiç vermiyor veya iyice küçülterek kenarda-köşede bir yerlerde yer veriyor. “Millî Gazete” ise her gün ‘ekonomi sayfaları’ ile gerçekleri bütün çarpıcılığı ile göz önüne seriyor. Bu yazıyı yazdığım gün, -diğer gazetelerde göremeyeceğiniz- gazetemizin ekonomi haber, değerlendirme ve yorumlarının sadece başlıkları ve vurguları, her şeyi gün ışığı gibi gösteriyor:

*

Yabancıya farklı, yerliye farklı ekonomi

Sıcak paraya kaçış zemini hazırlanıyor/ Son üç yılda [yani AKP iktidarında] Türkiye’de büyük kârlar elde ederek doyum noktasına gelen ‘sıcak para’nın ülkeyi terk etmek için fırsat kolladığı bir dönemde ‘enflasyon hedeflemesine’ geçilecek olması dikkat çekiyor… Merkez Bankası, ani bir döviz şokunda enflasyon hedeflerine zarar vermemek için ya ‘faizleri yükseltecek’ ya da yabancının istediği dövizi düşük fiyattan vermek zorunda kalacak

Vergi indirimi yabancılar için yapıldı/ Ege bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Aydın Şube Başkanı Ercan Çerçioğlu, hükümet tarafından uygulamaya konulan vergi indiriminin daha çok yabancılar için yapıldığını ileri sürdü…

İnşaat maliyetlerinde artış devam ediyor/ İnşaat metrekare maliyetleri, bu yılın ilk 9 ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 11.6 oranında arttı…

Sanayici: Ekonomide durgunluk sürüyor/ Sanayici geleceğe kötümser bakıyor/ Kayseri Sanayici ve İşadamları Derneği (KAYSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı İdris Demirel; Kayseri’de yaptıkları anket sonuçlarına göre tüccar, sanayici ve işadamlarının, ekonomideki durgunluğun sürdüğü görüşünde olduğunu belirtti…

İşsizlik trajediye dönüşüyor/ Ankara Giyim Sanayicileri Derneği (AGSD) Başkanı Canip Karakuş, “İşsizliğin yol açtığı yoksulluk ve açlık sorunu toplumsal bir trajediye dönüşmek üzere” uyarısında bulundu… “İnsanların karnını doyurmayan ekonomik göstergelerin bir anlamı yok” dedi.

Üzerimize benzin döküp kendimizi mi yakalım? / Krize hazırlıklı olmakta fayda var / İhracat bağımsızlık kadar önemli / Hükümetle iletişim sorunumuz var / KDV oranları başa bela / Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği (TGSD) eski Başkanı Umut Oran, yıllardır reel sektörün sorunlarını, dertlerini ve çözüm önerilerini raporlar hazırlayarak hükümetlere anlatmaya çalıştıklarını, (yabancılardan size sıra gelmiyor RNE) ancak bir türlü sonuca ulaşamadıklarını söylüyor…

Yukarıdaki en son detaylı haber-yorum, Ekonomi Müdürümüz Necmettin Çakmak tarafından hazırlanmış. Ve, hepsinin üzerine ‘tuz-biber’ kabilinden, bendenizin Faizli, ipotekli, rehinli, hacizli… Tasarılar Meclis’te – 2” makalem… Ne diyordum; “İyi ki Millî Gazete var”…

*

Maliye Bakanımız yine konuşuyor ama…

Aynı gün gazeteleri okuduktan sonra, bir de televizyonlara bakayım dedim. Ne göreyim; bütün haber kanallarında Maliye Bakanımız ‘canlı’ yayında. 2005 Ocak-Kasım ayları, yani 11 aylık bütçe uygulama sonuçlarını değerlendiriyor… Tam birbuçuk saat izledim... Bir şey dikkatimi çekti. Hani o sempatik olmaya çalışırken zaman zaman ‘cıvıtan’ Maliye Bakanı gitmiş, yerine ciddi olayım derken ‘somurtan’ biri gelmiş! Sadece ‘medya’ ve özellikle ‘yazarlar’ derken gülebilmeye gayret etti, ama… Eee, kolay değil, ‘erken seçim’ yani ‘halka hesap verme günleri’ geliyor…

Aynen bakanın dediğini aktarıyorum: İŞSİZLİK Türkiye’nin en büyük sıkıntısı… İSTİHDAM konusunda istenen noktalara gelemedik…” Ayrıca; ‘İç ve dış borçlar’… ‘Cari açık’… ‘Tüketici kredileri’… ‘FAİZ dışı gider, FAİZ dışı fazla’… konuları üzerinde durmaya çalıştı; ama…

Evet, Maliye Bakanımız yine konuşuyor; ama…

 

 

***

 

 

 

 

 

Çalışan kadınlar… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.12.2005

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınmasının 71. yıldönümü dolayısıyla verdiği mesajda; “…başarılı kadınlarımızın sayısını artırmak, onların gücünden yararlanmak ülkemizin gelişmesini de hızlandıracaktır… Kadınların kendilerine yasalarla tanınan [ama YÖK ve benzeri kafalı kurumlar tarafından engellenen] hakları kullanmaları, [Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları gibi] baskıcı yaklaşımlar nedeniyle engellenmektedir. Erkek kardeşleri okutulurken eğitim olanağından yoksun bırakılan kız çocuklarına [AKP sahip çık(a)masa da] sahip çıkmalıyız… Yaşamın her alanında büyük sorumluluklar yüklenen kadınlarımızın sorunlarını çözmede ve hak ettikleri düzeye ulaşmasında [her ne kadar bizler samimi olmasak da] sahip oldukları hakların bilincine varmaları ve onun için savaşım vermeleri [onlar mücadele ediyor ama dinleyen var mı?] önemlidir.” dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, aynı konudaki mesajında; Kadınların, kendilerine tanınan hakları istenilen düzeyde kullanabilmeleri için [AKP olarak biz her ne kadar beceremediysek de,] öncelikle kız çocuklarına yüksek seviyede eğitim ve öğretim imkânının sağlanması gerektiğini… Hükümetin, kız çocuklarının eğitim imkânlarından azami oranda yararlanabilmesi için [YÖK ve malum çevreler izin vermeyince] her türlü imkânı seferber et(eme)tiğini…” dedi.

*

Evlenmiş ama muhtaç veya evlenmemiş kadınlar var; bunlar erkekler gibi çalışma haklarına talipler... Zengin hanımlar var, evlerinde kadın işçi çalıştırıyorlar; bunlar da lüks kamu hizmetlerine tâbidir ama... Ayrıca kocasız, çocukları olan kadınlar vardır; bunlar çalışmak zorundadır… Bir de kocaları çalışmayan kadınlar vardır; bunlar çalışmak zorundadırlar... Kocalarının gelirleri ile geçinemeyen kadınlar vardır; bunlar da çalışmak istiyorlar...

Çalışan bu kadınlar nasıl yaşıyorlar?

Sabah erkenden iş yerlerine gider, akşama dönerler. Eve gelir gelmez, hemen akşam yemeklerini yapmak durumundadırlar. Onun arkasından bulaşık, çamaşır ve ev temizliği yapacaklardır. Bütün bu işler bittikten sonra bitkin bir halde yatacaklar, sabah erkenden henüz uykularını almadan kalkacaklar, çocuklarına sabah kahvaltısını hazırlayacaklar ve apar topar işe gideceklerdir. Pazar günleri ise işleri daha da ağırdır. Çünkü, başta çamaşır olmak üzere bir haftadır yapılamayan ve biriken ev işlerini yapmak zorundadırlar…

Çalışan kadınlar iş bulsalar buna da şükrederler.

Neden şükrederler? Çünkü işyerleri, kadınlara ağır iş yaptıramadıkları için kadın işçi almamaktadır. Ev işleri de kendilerine yüklenmiş olduğu için çalışan kadınlar işlerine zamanında gelememekte, işyerinde de yeterli verim verememektedirler. Ayrıca ‘sosyal hak’ diye kadınlara ayrıcalıklı masraflar yüklenmiştir. İşte bu gibi sebeplerle kadınlar iş bulamıyor. Diğer taraftan, bütün bunlar yetmiyormuşçasına, bir de işyerlerinde onların kadınlığından yararlanmak isteyen ve bu yönde rahatsız eden ahlâksızlar var.

İşte bu gibi sebeplerle Türkiye’de kadınlar çalışamıyor.

Çalışan kadınlarımızın yarısı yani 7 (yedi) milyonu işsizdir ve evinde oturmaktadır.

*

Bugünkü yazımın başlangıcında, ülkemizdeki en etkili ve yetkili makamlarında oturan Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’ın, bir vesileyle ‘kadınlar’ ile ilgili söylediklerini okudunuz.

Şimdi, bir de benim gibi gazeteci ve yazar olan bir kalem sahibinin bugünlerde yazdıklarından bir bölümü okuyun: “Ne kadar çokturlar [nüfusun yarısı] ve işte o kadar çok kadın, her sabah yalnızlığa uyanır. Erkenden uyanır ve kalabalıklar arasında yalnızlığa ve kabalığa karışır. Belki ezilmesini, o yalnızlığı mukadder görecek kadar güçsüzdür... Ülkenin “kadına dair” kültürü de, “kadın kültürü” de, mozaik kültürü esasında “duvar” gibidir. “Kadının özgürlüğü”ne dair çoğu tartışma, safi ikiyüzlü, sahtekârca ve dandiktir. “Ezilen kadın”a dair arada bir bulunan tekil semboller, genel olarak “kadının ezilmesi” ve daha genel biçimde “insanın ezilmesi” meselesini unutturan komprime haplar olur. Yiğidim [hani şu ‘borç yiğidin kamçısıdır’ diyen] erkekler ile onlara yapışmış kimi kadınlar, hep “öteki kadın”ın özgürlüğü üstüne mangalda kül bırakmaz. Elbette, en genel biçimde insanın özgürlük ve haklarını, en yaygın biçimde kadının özgürlük ufkunu mesele yapanları saygıyla selamlarım. Ama çoğu zaman onların samimiyetle didindiği mecralarda, ilkesizliğin, ruhsuzluğun iki yüzlü süvarileri de dört nala koşturur…” (Sabah, Umur Talu, 04.12.2005)

Bu konu, aynen kadınlarımızın mücadelesi gibi bitmiyor… Yarın da devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Çalışan kadınlar… - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.12.2005

-Çalışan bir kadın ne ister? -Evimde yapabileceğim iş olsun... Önce çocuklarımı yetiştireyim, ev işlerimi yapayım... Artan zamanlarımı da değerlendirerek ek gelir sağlayayım… Her gün çıkan işlere göre kendimi ayarlayayım ve ev işlerinden artırabildiğim zamanlarımı işe ayırayım... Böylece hem kendi aslî ev hanımı ve annelik görevlerimi ihmal etmemiş, hem de kimse tarafından rahatsız edilmemiş olurum... Ne kadar masum ve ne kadar iyi çözümler, değil mi? Ama, işte bu imkanlara Türkiye’de YASAKLAR getirilmiştir!..

Kadın evinde ürettiği malı satamamaktadır. Çünkü kendisinden ‘fatura’ istenmektedir. Fatura kesebilmesi için de Bağ-Kur üyesi olması gerekir. Oysa Bağ-Kur’un yükü o kadar fazladır ki, zaten o kadıncağızın artırıp yaptığı iş sadece Bağ-Kur giderlerini bile karşılamamaktadır.

İşte bu gibi sebeplerle 7 (yedi) milyon kadın işsiz olarak evlerinde oturuyor. Be akılsızlar! Kadın işsiz kalınca ülke ekonomisine bir katkısı oluyor mu, Bağ-Kur’a bir şey ödüyor mu, emekli oluyor mu? Çalışana, çalışabilene, çalışmak isteyene bu ceza nedir ve nedendir? Bunu bir bilen veya açıklayabilen varsa, beri gelsin.

Kapitalist ülkelerde bunun makul izahı vardır. Kapitalist sömürü sermayesinin işçiye ihtiyacı var. Orada işsizlik yok, aksine işçi açığa vardır. İnsanları çalışmaya zorlamak için bunu yapmakta ve teşvik edici unsurlar sunmaktadır. Oysa Türkiye’de işsizlik var. Adam/ kadın açlıktan ölecek veya ölüyor; Bağ-Kur veya sigorta belası ile insanlar yolsuzluklara sürükleniyor!..

Türk Milleti bunun çözümünü bulmuş. Nasıl bulmuş? Faturasız satışla bulmuş. Gidin, herhangi bir mağazadan bir mal alın. Size sorarlar, ‘fatura istiyor musunuz?’ Cevaben ‘evet’ derseniz, sizden ‘KDV’ isterler. Siz de vazgeçersiniz. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor. Ama hayat devam ediyor ve ‘halk’ kendi kendine ara çözümler üretiyor. Ne oluyor. Üretilen mallar faturasız alınıyor ve satılıyor, bu sayede diğer kadınlara da yani 7 milyon işsiz kadının hiç olmasa bir kısmına da iş bulunmaya çalışılıyor. Bulunuyor da. Yoksa, bu ülke nasıl ayakta kalıyor, zannediyorsunuz… Ama bu durumun kötü tarafları ve sonuçları vardır. Nedir bunlar?

Kaçakçılık yapmayanlar, vergi kaçırmayanlar, kayıt dışına kaymayanlar işsiz kalmakta, aç kalmakta; veya bu gibi insanların bir kısmına zoraki olarak kapkaç veya hırsızlık yaptırılmaktadır. Son yıllarda artan kapkaç olayları ile hırsızlıkların, aile facialarının ve intihara varan bunalımların ana sebeplerinden biri de budur.

*

İşte; biz bunların olacağını ve gidişatın bu yönde olduğunu 40 sene önce görmüş, çareyi siyasette aramış ve Millî Görüş partilerini kurmuştuk. Ama Millî Görüş gömleğini çıkaran AKP, hem de Anayasa ekseriyeti ile şimdi iktidardadır... Ve iktidardakiler bize, bizim millî çözümlerimize kulak vereceklerine; maalesef düşmanlarımıza kulak vermekte, AB, ABD ve IMF reçetelerine bel bağlamakta, halkımızın ekonomik açıdan iyice mortu çekmesi için ‘morgage’ gibi ucube ‘faizli’ uygulamaları aktarmaya uğraşmaktadırlar!

Halk olarak iyi bilmeliyiz ki; bu durumda iş başa kalmıştır. Yapacağımız iş ‘halk kuruluşları’ ile organize olmak, ‘kooperatifler kurmak’tır. Bu kooperatiflere evlerinde iş yapan kadınlar ortak olmalıdırlar. Kooperatif çalışmak isteyen bu kadınlara makine ve malzeme verecektir. Evlerinde yaptıkları üretime karşılık onlara işçilik hakkı verecektir. Kadın ne kadar iş yaparsa, o nisbette sigorta yapacak, kısmî sigorta yapacaktır. Böylece çalışan kadınlarımız Bağ-Kur’lu olma külfetinden ve muhasip ücretinden kurtulacaklardır. Kooperatif işverenlere işçilik faturasını keser, ondan sonrasına karışmaz. Ayrıca, asgari ücretle kısmî sigorta yapılır. Kooperatif daha fazla işçilik faturası kesebilir. Bu kooperatifin geliri olur ve kurumlar vergisini öder. Diğer meblağ ile bir arsa alınır, çalışan kadınlar maliyetle ortak edilir. Arsa zamanla değerlenir, arsayı satar ve ücretlerini taşınmaz olarak alacakları için ağır vergilerden kurtulmuş olurlar.

Hâsılı; Batı dünyası yani AB, ABD, IMF, Dünya Bankası vs ile topyekün seferberlik ilân etmiş, Türkiye’yi yıkacak kanunları dayatmakta ve zorla uygulatmaktadır. AKP iktidarı da, işsizlik ve istihdam başta olmak üzere, ülkemizin sorunlarına çare ve çözümler bulmak bir yana, Batı dünyasının bu kurumlarına tam bir teslimiyet içindedir. Çünkü, sorunlara çözüm bulursa orada oturamamakta, kısa zamanda indirilmektedir. Nasıl indirilmektedir? Efendim; ‘komünistsin, faşistin, gericisin…’ adları ile kan kusturulmakta ve alaşağı edilmektedir. Biz “halk” olarak da bu oyunlara karşı çözümler üretmek zorundayız. Kanunların imkânlarından yararlanarak işler yapma yollarını aramalıyız. “Kayıt dışı ekonomi”den, acil olarak “kayıt içi ekonomi”ye dönmek zorundayız. Yoksa, ülke olarak ayakta kalma ve halk olarak yaşama imkanımız kalmaz.

*

Dün de alıntı yaptığım başka bir yazarın yazısından arta kalan kısa bir bölüm ile şimdilik bu önemli konuya son veriyorum: “Başı örtülü nice kız, kendi dini, kültürel tercihi yüzünden “özgürlükçü hukuk” marifetiyle hak ettiği üniversiteye sokulmazken, birçok genç kıza, başını örtme-örtmeme tercihine mahal bırakmadan “özgürlükçü gelenek ve aile”ce buyruk verilmiştir. Başı açık (ve örtülü) kimileri ise, ailenin, piyasanın, tüketimin, iş hayatının, ev kadınlığının, paranın, parasızlığın, korkunun, yalnızlığın esiri olarak hayata ilişip durur. Duruma göre özgürlük isteyen çoğu erkek ile birçok kadın, hayatın bir sürü alanında birer acımasız despot veya gönüllü köledir.” (Sabah, Umur Talu, 04.12.2005)

 

 

***

 

 

 

 

 

Avrupa Quo Vadis?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

“Avrupa quo vadis?”, yani “Avrupa nereye?”

Ya da; “Avrupa’yı kim yönetecek?”

Geçen akşam televizyonda Büyük İskender filmini dikkatle izledim. Aristo’nun öğrencisi İskender, bilinen insanlık tarihinin ilk büyük hamlesini yapmış. Doğu seferinden döndükten sonra, filmde anlatıldığı kadarıyla, en yakın arkadaşı ölüm döşeğindeyken Büyük İskender ona batıya yönelme ve Avrupa birliğini gerçekleştirme hayallerini anlatıyor. Film, kısa bir zaman sonra Büyük İskender’in 33 yaşında ölümü ile son buluyor. M.Ö. Avrupa birliği gerçekleşmiyor…

Sonra Romalılar tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlar…

İki bin yıl önce ortaya çıkan Hazreti İsa’yı Yahudilerin fitneleri ile Romalılar asmaya kalkışmışlardı. Romalılar Hıristiyanlara, siz imparatorluğa talipsiniz diyerek üç-dört asır görülmemiş zulümler yapmışlardı. Hıristiyanlara zulüm edildikçe sayıları artıyor, imanları de kökleşiyordu… Bu arada Avrupa’yı tehdit eden bir kavim ortaya çıkmıştı: Hunlar

*

Bizans imparatorları tedbir olmak üzere Hıristiyanlığı kabul etmişler, güvenlik gerekçesi ile imparatorluğu da ikiye bölmüşlerdi. “Doğu Roma İmparatorluğu” kendisini korumuş ve devlete bağlı bir kilise yönetimi oluşmuştu.

Batı Roma İmparatorluğu” ise Cermenler karşısında yenilmişti. Galip Cermenleri tehdit eden doğudan gelmekte olan İslâmiyet’ti. Çünkü o tarihlerde Türkler Müslüman olmuş ve o zamanki Avrupa için tehdit olmaya başlamışlardı…

İslâmiyet’e karşı bâtıl dinleri ile dayanamayacaklarını anlayan Slavlar ve Cermenler, kendi istekleri ile Hıristiyan olmaya başlamışlardı. Böylece Batı Roma İmparatorluğu yıkılmış ama imparatorluğu yıkanların kendileri Hıristiyan olmuşlardı. Batıda imparator olmadığı için boşluk Papa tarafından doldurulmuştu. Böylece “kiliseye bağlı krallar sistemi” ortaya çıkmıştı. İktidarın zorunlu aracı olan güç, Hıristiyanlığı kuvvet kullanan bir kuruluş hâline getirmişti.

*

Yahudi sermayesi Papa’nın gücünü yıkmak için önce Protestanlığı ve krallığı desteklemiş, ondan sonra da krallıkları yıkarak “ateizm” ile kiliseyi çökertmiş, onun yerine de sermaye ile Avrupa’yı yönetmek istemiş ve bunda başarılı olmuştu. Bunun için çoktan unutulmuş bulunan “ekseriyet sistemi”ni -hem de “temsili sistem” içinde- ortaya koyarak kiliseyi yıkmaya çalışmıştı. Sömürü sermayesi kapitalizmde para ile, sosyalizmde silah zoru ile ekseriyeti temin etmiş, hep dine karşı olan yöneticilerle Hıristiyanlığı devre dışı bırakmıştı. Kilise bu dönemde kendi kabuğuna çekilmiş ve sinmiş bir şekilde beklemişti. Bu arada Avrupa’ya ‘ekseriyet demokrasisi’ gelmişti. Artık Avrupa’daki hemen hemen her ülke kendisini ekseriyet demokrasisi ile yönetmektedir. Dinsiz Avrupa ya paradan, ya da silahtan korkarak Yahudi sermayesinin ajanları ile idare edilmekte idi.

Ne var ki, XX. yüzyılın son yarısında Avrupa’da sosyalist yönetimler fiilen ortadan kalkmıştır. Artık silah zoru ile ekseriyet temin edip iktidar olma Avrupa için tarih olmuştur. Diğer taraftan kapitalizmde de büyük değişiklikler olmaya başlamıştır. Bilgisayar, standartlaşma, ulaşım, iletişim, üniversiteler gibi etkenler üçüncü bir sektör doğurmaktadır; bu sektör de “halk sektörü”dür, “küçük esnaf”tır, “halk”tır. Sermaye artık eskisi gibi para gücü ile halka hakim olmayı başaramamaktadır. Böylece iktidarı Yahudi sermayesinin tayin etmesi ya da ataması mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla Avrupa’yı yönlendirecek ne sermaye, ne de silah gücü kalmıştır.

İşte; “Avrupa quo vadis?”, yani “Avrupa nereye?” Ya da; “Avrupa’yı kim yönetecek?” diye sorarken, işte bunu kastediyorum.

*

Avrupa’da Hıristiyanlara tarihte ikinci kez yönetim boşluğunu doldurma fırsatı geçmektedir.

Avrupa’da sermayenin geliştirdiği ‘ekseriyet sistemi’ni şimdi kilise kullanacaktır. Avrupalı Hıristiyanlara istediklerini iktidardan indirecek, istediklerini iktidar edecek ve Avrupa’yı yarım yüzyıl yöneteceklerdir. Sermayenin kurduğu tezgahı şimdi kilise kullanacaktır. Avrupa’nın gelecek beş yüz yılını yönetecek olan Hıristiyanlar, geçmişte yani tarihte işledikleri hataları işlememelidirler.

İyi bilinmelidir ki, tarih ikinci defa şaibeli olarak bir yarım bin yılı daha yaşatmaz.

Kur’an’da, onlar mekr yaparlar, biz de mekr yaparız, mekrde biz galip geliriz denmektedir.

 

 

***

 

 

 

 

 

AİHM, AB, AKP ve ‘adalet

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Adalet yönetimin temelidir

Geçen hafta, 5 Aralık Pazartesi günü bu köşede “ANAYASA arayışları…” makalem çıktı. Özetle demek istedim ki, dünyadaki bütün ülkelerde yasaların anası mesabesinde olan ‘anayasa’ bile, doğru dürüst yok ki, ‘adalet’ diye inleyen insanlığın diğer yasaları düzgün ve mütekâmil olsun.

Hâlbuki meşhur sözdür; “Adalet mülkün esasıdır/ Adalet yönetimin temelidir.”

Bir yerde, hele bir ülke yönetiminde ‘adalet’ yoksa, geriye kalanların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Elbette varolan şeyler hoştur, ama ‘adalet’ yoksa gerisi boştur.

Önce Türkiye’den başlayalım. İktidardaki partinin adı AKP/Adalet ve Kalkınma Partisi ama…

Siz tam üç yıldır, hem de anayasa ekseriyeti ile iktidarda olan AKP’nin ‘kalkınma’ bir yana, adalet yönünde tek bir olumlu kanun çıkardığını biliyor musunuz? Anayasal çoğunluk fırsatı ise heba oldu gitti, gidiyor... Sayın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bizzat makamında ‘adalet’ gerçekleştirme önerileri götürmüş olmamıza rağmen; ‘biz seçmene böyle sözler vermedik’ demez mi?!. O zaman adama sormazlar mı; -Sizin partinizin isminde neden ‘adalet’ kelimesi var?.. -Ayrıca, bir parti ‘adil düzen’ değil de, ‘zulüm düzeni’ uygulamaları yapmak için mi iktidara gelir?.. -Siz seçmene özgürlük ve adalet değil de, zulmetme sözleri mi verdiniz?... Soruları siz çoğaltın…

ABD’ye gelince. Bu ülke işgal ettiği Afganistan ve Irak’a ‘demokrasi’ getirme iddiasında. Sanki kendi ülkesinde demokrasi varmış gibi. Oysa, bu ülkelerin demokrasiden önce ‘adil bir düzen’ ile yönetilme ihtiyaçları var. ABD ise bu ülkelerdeki eski yönetimlere rahmet okutacak seviyede ‘zulüm düzeni’ ile hükümran olmaya çabalıyor… Çabalıyor dedim ama, beceremiyor ve debelendikçe zulüm bataklığında daha da batıyor… Çıkıp gitmedikçe, daha çok batmaya devam edecek…

*

AİHM, âh AİHM!..

AİHM, dikkatle araştırıldığında Müslümanlar sözkonusu olunca başka, diğer din müntesipleri olunca başka şekilde karar verebiliyor! Bakınız, yazar Ali Bulaç’ın 6 Aralık tarihli yazısında gayet güzel derleyip özetlediği üzere, Yahudi ve Hıristiyan din müntesipleri konusunda AİHM nasıl karar veriyor?

1) AİHM’nin din bilginlerine sorarak verdiği iki karar:

a) 6 Aralık 1982 tarihli kararda, karısını boşayan bir Yahudi, karısına boşanma belgesi (guet) vermez. Bu belge olmadan başkasıyla evlenemeyecek olan kadın Fransız medeni hukukuna göre dava açar ve kazanır. Ancak koca, AİHM’ye başvurarak, kendisinin mensup olduğu Kohen kabilesinin dinî geleneklerine göre boşanmış bir kadınla ebediyen evlenilmeyeceğini belirtir. AİHM, Fransa’daki hahambaşından görüş alır ve bu çerçevede karar verir. b) AİHM, 27 Haziran 2000 tarihli davada, dindar Yahudilerin bütün Fransa’da koşer (helal gıda) kurallarına göre kesim yapma taleplerinin dinî değerini öğrenmek için Fransa Hahambaşı J. Struk ve Paris Fetva Kurulu’ndan (ACİP) görüş ister. Verdikleri cevaba göre karar verir, ayrıca karar metninde Yahudi Fetva Kurulu’nun katkılarından övgüyle söz eder.

2) AİHM’in din özgürlüğü lehine verdiği dört karar:

a) AİHM, 1999’da Prais isimli bir Yahudi’nin, kutsal gün olan cumartesi günü sınav yapılması itirazını haklı bulmuş ve verdiği kararda ‘devletin kamusal alan düzenlemelerinin kişilerin inancının gereğini yerine getirmesine engel olmaması icap ettiğini’ belirtmişti. b) 25 Mayıs 1993 tarihli Kokkinakis kararı. Yunanistan’da Yehova Şahitleri’nin başka dine mensup kişilere dinî tebliğ yapmalarının engellenmesiyle ilgili davada AİHM, başvurunun din özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermişti. c) AİHM, Yehova Şahidi Thlimmenos’un açtığı davada da, dinî inancı gereği askere gitmek istemeyen davacının talebini reddeden Yunanistan’ı mahkum etmişti. d) 20 Eylül 1994 tarihli Otto Preminger Istitut/Avusturya kararı: Bu ülkede Hıristiyanlık dinine hakaretler içeren bir filmin yasaklanması üzerine AİHM’de dava açıldı. AİHM, bölgede çoğunluğun mensup olduğu din aleyhindeki filmin yasaklanabileceğine karar verdi.

Aynı AİHM bu sefer Müslümanlar ile ilgili üç kararda farklı bir tutum takınmıştır: Din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve inançlara aykırı davranışlara zorlanmak çerçevesinde Leyla Şahin, Türkiye’deki üniversitelerdeki başörtüsü yasağını, İsviçre’de anaokulu öğretmeni Dahlab başörtülü olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmasını, X müstearlı Müslüman öğretmen de cuma namazına izin verilmediği için İngiltere’yi AİHM’ye şikayet ettiler. Her üç davada da AİHM, Müslüman davacıların aleyhine karar verdi.

Bundan çıkarılacak bir ders var: Daha önce RP aleyhinde de karar veren AİHM, belli ki Müslümanlar veya İslâm dini söz konusu olduğunda bir anda AİHS’yi yasakçı bir zihniyetle yorumluyor, diğer din müntesipleriyle ilgili verdiği kararları unutup çifte standart bir tutum izleyebiliyor.

Bu çerçevede FP davasının geri çekilmesi son derece yerinde olmuştur… (Ali Bulaç, Zaman, 06.12.2005)

 

 

***

 

 

 

 

 

Osmanlı adaleti ve Ortadoğu

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.12.2005

AKP’liler, yönlerini şaşırmış, Doğu’daki ışık ve aydınlığı görmüyor, Batı dünyasının karanlıklarında kurtuluş arıyorlar. Mesela, AKP’lilerin karasevdalısı oldukları Avrupa bambaşka bir âlem. Her şeyden önce, adamların mahkemelerinin ismi bile sakat: AİHM/ [Avrupa] İnsan Hakları Mahkemesi!

Bu ne demek? Dünyada sadece [Avrupa] için yani [Avrupalılar] için ‘insan hakları’ var! Dünyanın diğer yerlerindeki insanların hakları yok! Deveye, ‘boynun neden eğri’ diye sormuşlar. Deve de, ‘nerem doğru ki’ diye cevap vermiş. Aynen deve misali, Avrupa’nın yani asırlardır dünyayı sömüren emperyalist Avrupa ülkelerinin neresi doğru ki, mahkemeleri doğru olsun.

Hadi, birleri kırk yıldır, işte bu zalim AB’nin peşinde kuyruk olma peşinde! Peki, daha dün birlikte olduğumuz ‘bizimkilere’ ne oluyor da, daha önce defalarca pespayeliğini ortaya koyduğumuz bu faizci ve zinacı zalim AB kapılarında ne arıyorlar?!. Tarihteki ‘Osmanlı adaleti’ veya kırk yıllık ‘Adil Düzen Çalışmaları’ neyinize yetmedi? Demek ki, Millî Görüş ve Adil Düzen gömleği çıkarılınca böyle oluyormuş…

*

Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, 8 Aralık tarihli “Irak seçimleri ve Osmanlı barışı” isimli yorumunun son bölümünde, meseleye “Adil Düzen” açısından bakıldığında, -dikkate alınası ve yapılası- ilginç ve önemli şeyler söylüyor:

Osmanlı idaresinden manda yönetimlerine, oradan bağımsızlığa ve yaşanan tecrübelerden bugüne Ortadoğu halkları yaşayabilecekleri tarihleri tükettiler. Filistin sorunu 1967’de Arap dünyasını ağır bir hezimete uğratarak, her şeyin sorgulanmasına sebep oldu. Irak’ın ABD tarafından işgali, büyük umutlarla yaşanan kısa tarihi, tekrar başladığı yere geri döndürdü. Bu başlangıç noktası, aynı zamanda bizimle Ortadoğu halklarının yollarının ayrıldığı yıllara, I. Dünya Savaşı sonrasına geri dönüşü ifade ediyor. Arap milliyetçiliği, Arap toplumlarını Osmanlı’dan kurtulmak adına Batılıların himayesine verdi. Batı ise, teslim aldığı bu coğrafyayı küçük parçalara ayırıp, düşmanlıklar yaratarak aradaki çatlaklara yerleşmeyi denedi. Osmanlı’nın otoritesi, barışı ve huzuru temin etmekteki becerisine dayanıyordu. Batılılar ise, halklar arasındaki düşmanlıkları kışkırtarak zayıf ve kolay boyun eğen yerel iktidarlar oluşturmayı tercih ettiler. Fransız manda yönetiminde altı parçaya bölünen Suriye, hâlâ o dönemde oluşturulmuş dengelerle yaşıyor. Emperyalist güçlerin bölge politikası hiç değişmediği için aynı tarih ABD işgali ile kendini tekrarlıyor... Irak’tan en az üç devlet çıkartmak Amerika’nın kısa vadede işine gelir; uzun vadeyi hesaplayanlar ise çok farklı bir gelecek görecektir.

*

Osmanlı adaleti ve demokrasi

Bölgede dört asır süren Osmanlı hakimiyetinin sona erişinin üzerinden, henüz bir tam yüzyıl bile geçmedi. Ancak aradaki dönemde bölge halkları, hemen her türlü alternatifin denendiği ve tüketildiği bir tarihi yaşadı. Kevâkîbî’nin iddialı Arap milliyetçiliğinden geriye, 1967 rezaleti, Arap dünyasına ihanet eden bir Mısır ve bütün projeleri ile birlikte iflas eden Baas partileri kaldı. Osmanlı’ya başkaldıran Araplar, emperyalizmin bütün farklı yüzleri ile tanıştı ve birlikte yaşadı. Osmanlı himayesini ve barışını kaybetmenin bedelini çok ağır ödediler; daha sonraki nesillere de ödetecekler. Bugün Iraklılar için ABD Hollywood filmlerinden ziyade işkencehaneleri ile tanınan işgalci bir güç olarak görüldüğü gibi, Osmanlı geçmişi Baas ideolojisinin çarpıttığı sahtelikten uzak, sıcak bir geçmiş olarak hatırlanıyor. Bizler de “Araplar bize ihanet ettiler; Mekke Emiri Şerif Hüseyin İngiliz altınları ile bizi arkamızdan bıçakladı…” türü önyargılar yerine, işgal altındaki insanlara üzülmekle meşgulüz. Öbür yandan Ortadoğu’da olmayan, bulunduğu coğrafyaya müdahale etmeyen bir Türkiye her adımında tehlikelerle karşı karşıya. Emperyalistlerin çizdiği haritalara göre varlıklarını sürdüren parçalı Ortadoğu’nun, bir düzenleyici ve uzlaştırıcı güç olmadan yaşayabilmesi, huzur bulması ve çevreye de huzur vermesi imkansız. Doğrudan yerli halkların rızasına dayanan, meşruiyetini adil ve barışçı hegemonyasından alan bir güce ihtiyaç var.

Türkiye’nin Osmanlı’dan tevarüs edeceği emperyal bir vizyonla bölgeyi derleyip toparlayan, tanzim eden, anlaşmazlıkları çözen ve barışı kurup yaşatan bir güç olarak yerini alması gerekiyor. Çözülemeyen problemler Osmanlı coğrafyasına özgü problemler olarak beliriyor. Yaşanan tarih, Osmanlı’dan boşalan yeri ne bölge ülkelerinin ne de dışardan gelen işgalci güçlerin dolduramadığını gösteriyor. Ne ABD’nin ne de bölge halklarının, özellikle barış ve huzur arayanların bulabileceği kalıcı bir çözüm yok. Aşikar ki, bölgenin tanzim eden ve uzlaştıran bir güce ihtiyacı var. Türkiye’den başka bir güç, sağımızda solumuzda görünmüyor. Kuralları biz koyacağız, adaleti biz dağıtacağız, dengeleri biz kuracağız. Bölge ülkelerinin terör batağında, kurda kuşa yem olmalarını engelleyecek, onurlu ve huzurlu bir gelecek için başka alternatifi yok; çıkış yolu arayan ABD’nin de. Türkiye’ye düşen, tarihin önüne koyduğu ve kaçamayacağı bu sorumluluğu üstlenmek. İçerideki sorunları aşmanın ve bir bölge gücü haline gelmenin yolu da bundan ibaret. Türkiye büyük ülke gibi davranmaya mahkum.” (Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Zaman, 08.12.2005)

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2005 Yazıları
1-2005 Ocak
1354 Okunma
2-2005 Şubat
1292 Okunma
3-2005 Mart
1405 Okunma
4-2005 Nisan
1159 Okunma
5-2005 Mayıs
1095 Okunma
6-2005 Haziran
1122 Okunma
7-2005 Temmuz
1347 Okunma
8-2005 Ağustos
1281 Okunma
9-2005 Eylül
1220 Okunma
10-2005 Ekim
1183 Okunma
11-2005 Kasım
1207 Okunma
12-2005 Aralık
1116 Okunma