ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER
Süleyman Karagülle
2014 1.Baskı
1378 Okunma
YAYIN HİZMETİ

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER-XV

YAYIN HİZMETİ

                                                         بسم الله الرحمن الرحيم                              

يوم يخرجون من الأجداث سراعا  كأنهم ألى نصب يوفضون

(70/44) المعارجMEARİC43AYET

“Ol yevm nusuba ifade ediyorlarmış gibi ecsaddan huruc ederler.”

 

يوم YaVMa: “O gün” demektir. “Yavm” “el” ile tarif edildiği zaman “yaşadığımız gün, bugün” kastedilir. Tenvin ile getirildiği zaman da günlerden biri kastedilir. Tenvinsiz ve harf-i tarifsiz geldiğinde kastedilen, geçmişte kalan veya gelecekte olan belli gün kastedilir. Bu âyetten önce âhiret gününden bahsedilmiş, insanlara vâdedilmiş olduğu bildirilmiştir. Burada o günden bahsedilmektedir. Âhiret günü nedir? Kur’an’ın tanımları ile Kâinat on milyar yıl önce bir nokta idi. Patladı ve büyümeye başladı. Bu üç boyutlu uzayın dört boyutlu uzay içinde büyümesidir. Genişleyen Kâinat bir zaman sonra büzülecek ve tekrar kara delik olarak noktaya dönüşecektir. Tekrar patlayacak ve yeniden hayat başlayacaktır. İşte bahsedilen bu gün o gündür.

Âhiret dünyanın ilk yaratılışına benzer bir şekilde yaratılacaktır. Ancak tamamen aynı olmayacaktır. Bu bir arsanın üzerindeki bir binayı yıkıp yeniden inşa etmek demektir. İnşaat olarak birbirine benzer, ama ikinci inşaatı daha gelişmiş bir proje üzerinde yapılacaktır. Âhiret de yeniden inşa edilecektir, ama daha ileri bir teknikle inşa edilecektir. Zaten bulunduğumuz Kâinatın yaşlanmakta olması ve ölüme gitmesi de bundandır. Eski filozoflar Kâinatın başı ve sonunun olmadığını iddia ediyorlardı. Din kitapları ise Kâinatın yaratıldığını ve sonunun olduğunu bildiriyorlardı. Bugün müsbet ilim din kitaplarının söylediklerini kesin olarak ispatladı. Çünkü entropi yani bozulma çoğalmaktadır. Bu ölüme doğru gitme demektir. Şimdiye kadar ölmediğine göre sonsuz zaman geçmemiştir demektir.

Bugünkü matematik ve fizik ilimleri kâinatın beş boyutlu olduğunu, bütün imkânların beş boyutlu uzayda var olduğunu, hiçbir şey değişmiyor, biz yerlerimizi değiştiriyoruz. Trene binen kişilerin pencereden değişik şeyleri gördükleri gibi değiştiğini sanıyoruz. Bu itibarla dört boyutlu uzayda tasarladığımıza göre cennet ve cehennemin varlığı bugün ilimle bilinmektedir. Bugün bilinmeyen bizim oralara gidip gidemeyeceğimizdir. Onu da Allah’ın sözü olduğunu ispatladığımız Kur’an haber veriyor. Ondan daha iyisini kim bilecek? Demek ki doğrudur. İşte bu âyetteki bu kelime tekrar bu dünyaya benzer bir yere geleceğimizi ifade ediyor.

خرج PaRaC: Harç, çardakların dışına sürdükleri çamur demektir. Sonra harç anlamında kullanılmıştır. Dışarıya çıkarılan anlamında haraç olmuştur. Dışarı çıkmak da haraca olmuştur. Yerin altında iken yerin dışına çıkmak “haraca” kelimesi ile ifade edilmektedir. Bitkilerin tedrici suretle büyümesine “inbat” dendiği halde, bir de dışarıya çıkan varlıklar için “haraca” kelimesi kullanılır. Mesela, yumurtadan civciv huruç eder. İnsanın da yerden çıkışını Allah ‘inbat’ veya ‘ihya’ yerine ‘ihraç’ ile ifade etmektedir. İlk yaratılış için sizi topraktan halk ettik demektedir. İkinci yaratılışı halk yerine ihraç ile ifade etmektedir. Çünkü genetik yapıya sahip olacağız ve aynı hafıza ile geleceğiz. Beynimiz yeniden oluşsa bile diskete alınmış hafızamız ve benliğimiz aynen yerleştirilecektir. Bir videoyu seyrettiğimiz zaman nasıl resimler hep ileri gider geleceği yaşarız ama ters çalıştırırsak gerisin geriye gidebilirsek; âhirette hayat filmimizi gerisin geriye çevirecek ve istediğimiz yaşa varabileceğiz. O yaşı, o tarihi başlangıç kabul ederek başka hayata devam edebiliriz. İnsan öldüğü zaman hangi halde idiyse o hal ile gelecek. Ama ondan sonra geri gidebilecek, gençleşebilecektir. Sür’atle istediği yaşa gelebilecektir. Değişebilecek ve o kıyafeti alabilecektir. Nasıl şimdi elbise değiştirebiliyoruz, o zaman da çehremizi değiştirecek, istediğimiz şekli bedenimize verebileceğiz. Bu son derece kolay bir iştir. Çünkü beş boyutlu uzayda şimdi onlar zaten vardır. Çocuk da ileri yaşta olmak isteyecek ve kendisine istediği yapıyı benimseyerek, ileri yaşlara gidebilecektir.

من MiN: “Haraca” fiilinin “min” ile gelmesi çıktığı yeri göstermesi nedeniyledir. Başlangıcı ifade eder. Ne çıktığı yerin çıkmaya, ne de çımanın çıktığı yere etkisi olmayacaktır. Yerin altında bulunan insanın öldüğü zamanki hâlin dışarıya çıkması demektir.

جدث CDS: Kuşların yumurtlayıp civciv çıkardığı yer demektir. Tünek demektir. Yumurtadan nasıl yavrular çıkıp büyürlerse insanlar da mezarlardan böyle çıkacaklardır. Sorun şudur. Buradaki yumurta var. Orada yumurtanın yeri ne olacaktır? Nasıl bir gelişme bunu sağlayacaktır? Yine bu dünyanın kalıp gittiği dördüncü uzayın her tarafını saran beş boyutlu uzay vardır. Kâinatımız o kılıfın içindedir. Bir boru üç boyutlu uzayda uzanan boşluktur. Şimdi bizim Kâinatımızı borunun boşluğu olarak kabul edin. Onun dört boyutlu uzay içinde bir üç boyutlu olduğunu kabul edin. İşte bizim geçmişimiz ve geleceğimiz o boruyu dolduran su demektir. Borunun çevresi ise demir kılıfla kaplı olduğu gibi bizim çevremiz de böyle kılıfla kaplıdır. O kılıf dışına çıkıp başka kılıfa girebiliriz. Orada istenen hayat başlar. İşte “cedese” dediğimiz, yani insanın oluşmasını sağlayan tünek beş boyutlu uzay içindedir. CDS, fidanların dikildiği çukur demektir de. Çukur yapar, hazırlarlar. Sonra oraya tohum atarlar. Sonra filizlenip büyür. ECDAS, çoğuldur. Herkesin kendi çukuru, kendi mezarı olacaktır.

İnsan ölür ölmez konduğu mezar orada kalır. Sonra mezarına vardığımız zaman artık o mezar değildir. Başka mezardır. İşte o mezar CDS olmuştur. Gömülen yer kabirdir. Orada dirilmesi için hazırlanan yer ise CDS’dir. Burada bütün bunları anlatırken, insan gibi başka görevli varlıkların olmadığını kabul ediyoruz. Oysa melek, ruh ve cin olmak üzere şuurlu görevli başka varlıklar da vardır. İnsanı ölüm meleği öldürür. Sonra dirilmesi için gereken folluğu veya fideliği de melekler hazırlarlar.

Yalnız meleklerin işleri bizim gibidir. Yani biz ancak fizik kanunlarına uyarak bir şey yapabilirsek onlar da öyledir. Fizik - kimya kanunları içinde yaparlar. Ama biz nasıl civcivi istediğimiz folluğa taşıyabilirsek onlar da insanı uygun yere götürebilirler. Geldiğimiz Kâinat bugün bu yaşadığımız Kâinat olmayacaktır, ama öldüğümüz Kâinata bitişik başka Kâinat olacaktır. Hayata burada ölünen yerden başlanacak, geri gidilebilecektir. İstediği yerden âhiret dünyasına geçilip devam edilecektir.

سراع SIRA’: “Sar’a”nın çoğuludur. Saraa, sürgün demektir. Çok süratle büyüdüğü için sürat hız kelimesi için kullanılmıştır. Arapçada çabuk anlamında acele vardır. İnsanların âhirette tohumun birden filizlenip büyümesi yahut asma kütüğünün sürgün vermesi gibi insanların yerden çıkacaklarını bildirmektedir. Bunun ecdasdan olduğunu anlatmaktadır.

كأنهم KeENNeHuM: Sanki onlar demektir. Yani gerçekten sırtlara tutunmamaktadırlar, asılmamaktadırlar, ama sanki asılıyor da büyüyorlar gibi kısa zamanda dirilmiş olacaklardır. Yaratılışı inkâr etmek için hiçbir şey yoktan var olmaz, var olsa da yok olmaz kuralını alıp sarılanlar, aynı kuralı nedense ruh için, insan için kullanmıyorlar. Odadan ayrılan insan için yok oldu diyorlar. Müsbet ilimler Kur’an’ın her söylediğini doğrulamakta, anlaşılmayanları da anlaşılır hâle getirmektedir.

ألى İ: Son sınırı ifade eder. Sadece hedefi gösterir. Ne fiil ne de sınır birbirine etki etmezler. Şu mânâyı ifade etmektedir. Yerde yatmış olarak sürgün gibi çıkmışlardır. Sürgünler sağa-sola yönelip tutulacak bir şeyi bulunca ona doğru yönelirler ve ona tutulurlar. İnsanlar da henüz kemikleri sertleşmediği için tutunmak üzere tutunacak ve bir tarafa sürüklenmektedirler. Yahut sürgün sırık üzerine nasıl sarılmaya başlarsa o şekilde de insanlar âhirette sürgünler gibi süratle gelişeceklerdir. Sırık üzerine sarılma anlamında “ilâ” kullanılmıştır. “Alâ” denmemiştir, çünkü “alâ”da üstten konma anlamı vardır.

نصب Nusub, çöllerde veya yaylalarda yolları şaşırmamak için dikilen taşlar veya ağaç kazıklardır. Asmaların sarılıp tutundukları sırıklara da “nasb” denir. Nusub, çoğuldur. Yavaş büyüyen bitkiler kendi gövdelerini kendileri oluşturup büyüdükleri için tutunacak bir yere ihtiyaçları olmaz. Oysa çabuk büyüyen bitkiler kendi kendilerini taşıyamaz ve bir dala tutunmak zorundadırlar. Kur’an’dan anlıyoruz ki; âhirette insanlar ikinci sefer yaratılırken böyle dünyada olduğu gibi dokuz ay anne karnında bekleyip yirmi yıl da eğitim etabına tutulmayacaktır. Tam tersine ilkbaharda nasıl asma sürgünleri birden çıkıp büyürlerse, onun gibi sürgün olarak çıkacaklardır. Bedenleri zayıf olduğu için sanki asma sırıklarına tutunarak çıkacaklardır. Sanki demek suretiyle herhangi bir dal olmayacak ama süratle büyüme bakımından o dala benzetilmektedir. Sürgün kelimesinin başka mânâları anlaşılmasın diye bu sanki tâbirine bunu ekledi. Çoğul gelmiş olması, herkesin kendi sırığı olacağını ifade eder.

وفض VaFD: Çobanların omuzlarına astıkları çanta demektir. Sonra gövdesine sarılma anlamına gelmiştir. Fasulyenin veya sarmaşığın sırığa tutunması için kullanılır. İf’al bâbından gelmiştir. İvfada demektir. Vafada, sülasi bâba yüklendi, destek oldu anlamında; ifada, destek etti, nesebi kendisine destek yaptı anlamına gelmiş olur. Burada fiil çoğuldur. Ama buna karşılık mef’ul de çoğul olduğu için birebir tekabüllük vardır. Herkes kendi desteğine dayanırcasına sürgün olarak çıkarlar diyor.

Bu âyetin mânâsını tam olarak anlayabilmemiz için zâhir ve bâtın sayılar sistemi, dört ve beş boyutlu uzay, Kâinatın yaratılması ve diğer fizik kanunları ile biyoloji kanunlarını çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Mesela, filiz çok süratle büyür de sonra büyüme yavaşlar. Bunu ne ayarlıyor? Durdurucu güç olsaydı ne olurdu? 

 

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER – XIV

YAYIN HİZMETİ

İnsanda dört meleke vardır.

Fikirler, doğruyu yanlıştan ayırır. Doğru demek zihinde oluşan Kâinatın dışarıda oluşan Kâinatla çakışması demektir. Birbirinin etkisi altında kalmayan değişik kimselerin zihinlerinde oluşmuş Kâinatla ilgili bir görüşün birbirine uymasıdır, benzemesidir. Bir misal verelim. Bir taş aldım, ağırlığını ölçtüm ve yazdım. Başka birisi de aldı, ağırlığını ölçtü ve yazdı. Ben onun kaç ölçtüğünü bilmiyordum, o da benim kaç ölçtüğümü bilmiyordu. Baktık ki iki sayı arasında eşitlik var. Ben ne yazmışsam o da onu yazmış. O zaman diyoruz ki, bu doğrudur. Şimdi bu ölçenler çoğalır ve hepsi birbirine yakın değerleri bulursa bunlar doğrudur. Doğru olma ihtimali o kadar fazladır.

Biz bildiklerimizden bilmediklerimizi çıkarır buluruz. Mesela, bir dik üçgenin iki kenarını ölçer de karelerini alır, toplar ve kareköklerini bulursak, uzun kenarın uzunluğunu buluruz. Diyelim ki, bir kenarı 3 diğer kenarı 4 ise karelerinin toplamı 9+16=25 eder ve karekökünü alırsak 5 buluruz. Şimdi metremizi alıp uzun kenarını ölçersek görürüz ki gerçekten 25 metredir. Dik açıyı bulmak için de ikişer ikişer eşit çubuklar alırız. Bunları karşılıklı yerleştiririz. Bunları öyle ayarlarız ki karşılıklı köşeler arası uzunluk eşit olsun. Bu deneme de bize bildiklerimizin doğru olduğunu gösterir.

Bir diğeri de hislerdir. Hislerin tanımı fikirlerin tanımı kadar kolaydır. Çünkü tanımlar fikirlerdir. Fikirleri fikirlerle tanımlamak kolaydır. Fikirlerle diğer şeyleri tanımlamak zordur. Hisleri tanımlamadan önce dört melekenin tasnifine gitmemiz gerekir. Önce hisler ile fikirler bir grup, irade ile ünsiyet ikinci gruptur. Birinci gruplar dışarıdan gelen etkilerin bizim içimizde oluşturduğu etkilerdir. Oysa irade ve ünsiyet bizim dışarıya olan etkilerimizdir. Dışarıya olan etkilerimizle ya karşımızda bize benzeyen kimselere etkimiz olur ve o da bize benzer, etkide bulunur, ki buna ünsiyet deriz. Yahut bize benzemeyen etkiler alırız. Karşımızdaki bize benzemiyor. Mesela, denize elimizi koyup çalkalasak o da bize dalgalanarak cevap verir. Ama bizim ona verdiğimiz türden cevap vermez. Oysa insana bir şey söylersek bize bir şey söyleyerek cevap verir. Ünsiyet ile iradeyi böyle ayırdıktan sonra his ile fikri de ayırmaya çalışmalıyız. Hislerde biz tarafız. Olmasını istemekteyiz. Veya olmasına karşıyız. Oysa fikirlerde biz taraf değiliz. Demin verdiğimiz misalde 5 değil de 6 çıksaydı, bizim için bir şey değişmezdi. Bu tanımlardan şunu anlıyoruz.

His demek insanların taraf olduğu dört melekeden biri demektir. Meleke de insanın dışarıyla ilişki kurduğu kanal, yol demektir. İnsana dışarıdan gelen ve insanın taraf olduğu yani olmasını veya olmamasını istediği meleke demektir. Hislerin kaynağı dışarıdan gelen etkilerdir. Bunları organlarımıza göre düzenleyebiliriz.

1- İÇTEN GELEN HİSLER VARDIR:

Bir)                          İç organlarımızdan gelen konum algısı. Ben ayakta mıyım, oturuyor muyum? Elim açık mı, kapalı mı? Biliyorum. İnsan bazı organların durumlarından haberdardır. Bazılarından değildir. Mesela, kalbin atışlarından, damarda akan kandan, hücrelerinde cereyan eden pek çok olaylardan hislerle haberdar değildir. Ama bugün ilmimizle bu olayları biliyoruz.

İki) Yine iç organlarımızın rahatsız oldukları yani sağlıklarını kaybettikleri zaman acı duyarız, sızı duyarız ve biliriz ki bu yerde arızamız vardır, onu gidermeye çalışırız. Demek ki, elimizin konumunu sürekli bildiğimiz halde ağrıyı anormallik varsa duyarız. Ağrı gittikten sonra bu rahatlığı hissederiz. Tamam, düzeldi diye haber alırız. Ondan sonra ise yine oralardan habersiz oluruz.

Üç)Bir haber aldığımız zaman o haber üzerine sevinir veya üzülürüz. Bu da içten gelen bir duygudur. Ancak burada bu etkinin kaynağı beynimizdeki bilgisayar devreleridir. Oralardaki hafızalardır, oralardaki muhakemedir.

Dört)                     Bundan başka, biz kendimizden haberdarız, bilinç içindeyiz. Varolduğumuzu biliyoruz. Bunu uykumuzun dışında biliyoruz. Sonra, bir iş yaparken de yaptıklarımızdan haberdarız. Bu uzuvlarımızın konumları dışında zekâmızı çalıştırırken de bilinç içinde oluruz. Belleğimizi çağırdığımızda yine haberli oluruz. Görülüyor ki, insanın kendi içinde cereyan eden ruhsal ve bedensel olaylardan kısmen haberdardır. Algılamaktadır.

2-        DERİ ARACILIĞI İLE ALDIĞIMIZ DUYULAR VARDIR:

a)    Konum algımız bazı dış algılara da yardım eder. Mesela, ellerimizi açıp mesafeyi ölçebiliriz. Bir kulaç deriz. Buradaki konum algısında derinin rolü ile iki ucuna vardığımızı onunla bilmekteyiz.

b)    Deriden aldığımız ikinci duygu ise sıcaklık - soğukluk duygusudur. Bütün vücudumuzda yine deri ile sıcaklık - soğukluğu anlarız. Ayrıca elimizi suya sokunca veya bir şeye değdirince de anlamaktayız.

c)    Sertlik - yumuşaklıkla ilgili duygumuz vardır. Yine bunu derimizle anlamaktayız. Bu sıvı veya katı olduğunu bize bildirdiği gibi, pürüzlü olup olmadığını, yumuşak veya sert olduğunu da anlatır.

d)    Özel tanıma bilgisini de anlamış oluruz. Mesela, bir yerimiz kaşınır, bunu diğer iç organlardaki ağrı benzeri algılarız. Böcek yürüdüğü zaman onun farkında oluruz. Başka insanlarla derilerin değmesi halinde algıladığımız duygular vardır. Bunlar özel duygulardır.

3-        DİL İLE ALDIĞIMIZ DUYUMLAR VARDIR: Dilimizle sıvıların kimyasal yapılarını biliriz. Mesela, ağzımıza aldığımız maddenin şeker olduğunu bilmekteyiz. Sıvı hâlinde olan maddeleri böylece dilimiz yardımı ile bilmiş oluruz. Bunlardan bir kısmı bize tatlı gelir. Bunlar dört çeşittir.

a)    Ağzımıza gelen tatlı veya acı olur. Bu daha çok ana gıdamız olan şeker ile şekere çevrilebilen gıda maddelerinde görülür.

b)    Ekşi veya tuzlu olur. Ekşi H iyonun çok olduğu tarafta olur. Tuzlu ise madeni iyonların fazla olduğu maddelerde olur.

4-        BURUNLA ALDIĞIMIZ KOKULARDIR: Bunlar da gaz olan maddeleri bize algılatır. Bunlarla da maddeleri tanırız. Genellikle bize yarayanlardan hoşlanırız, yaramayanlardan hoşlanmayız.

Kulakla sesleri algılarız. Seslerle harfleri birbirinden ayırırız. Ayrıca ince ve kalınları tefrik ederiz. Bir de sesin ritmini biliriz.

Gözümüzle de renkleri ayırırız. Mesafeleri ve konumları ayırırız. Şekil hakkında bilgi sahibi oluruz.

şarıdan gelen bu etkilere veya içte oluşan olaylara karşı tepkilerimiz doğar. Bunlardan bir kısmından hoşlanırız, bir kısmından hoşlanmayız. Bu melekeye zevk melekesi denir. Bunlar psikolojide tanımlanmıştır. Mesela, kardeşinizin öldüğünü duyduğunuz zaman üzülürsünüz. Bu insanın yaşama arzusunun veya dayanışma arzusunun ortaya çıkışıdır. Biri size hakaret ettiği zaman kızarsınız. Bu da savunma arzusunun bir karşılığıdır.

Zevklerin yanında arzular vardır. İnsanın geleceğini düzenleyebilmesi için birtakım şeylerin olmasını ister. Acıkınca açlığını duyar, ama karnını doyurmayı da arzular. İşte insanlarda mevcut olan bu tür melekelerin toplamına hisler diyoruz. Fikirlerin içtimaileşmiş şekline ilim, hislerin içtimaileşmiş şekline din diyoruz. Din sosyal bir müessesedir.

Bir melekenin içtimaileşebilmesi için ortak vasata ihtiyaç vardır. Bir bardağa su koyun. Ondan sonra da torbadaki çayı sarkıtın. Karıştırmadan seyrediniz. Poşetin etrafı yavaş yavaş renklenmeye başlar. Sonra bu renk tüm bardağa yayılır. Önce torbanın çevresindeki su daha kırmızıdır. Yeter zaman geçtikten sonra artık bardağın içindeki çay tamamen dağılmıştır. Yemeğe tuz atarsanız. Yeter zaman geçmezse tuz her tarafa yayılmaz. Sonra size bütün yemeğin tuzu aynı olur.

Zaman kazanmak için ne yaparız? Çayı kaşıkla karıştırırız. Tencereyi de kepçe ile karıştırırız. Böylece daha çabuk yayılmasını sağlarız. Burada bir hususu açıklamamız gerekir. Şimdi mikroskobu alalım ve şeker veya su moleküllerini ayrı ayrı görelim. Acaba bütün moleküller aynı hızla mı hareket ederler? Görürüz ki moleküller farklı hareket ederler. Kimi yavaş kimi ise hızlı hareket eder. Ama bunların ortalama hareketi birdir. Bu ne demektir? Bir anda bütün moleküllerin hızlarını ölçersek, hız sayı grafiğini çıkarabiliriz. Bu bir çan eğrisidir. Yani sıfır hızda molekül sayısı sıfır gibidir. Hız arttıkça sayıları da artar. Bir hız vardır ki orada sayı en fazladır. Ondan sonra hız arttıkça sayıları da azalmaya başlar. Buna dağılım sayıları denir. Mesela, insanı boylara göre sıralasak aynı çan eğrisi çıkar. Cebimizdeki paralara göre sıralasak yine aynı eğri çıkar.

Toplulukların özellikleri çan eğrisi ile ifade edilir. Ancak özellikleri farklıdır. Kiminde eğri sivridir. Kiminde eğri yayvandır. Kiminde de sınıflıdır. Yani iki çıkıntı vardır. İki tepe noktası vardır. Birbirine karışmamış topluluklarda böyle çok tepelilik vardır. Sınıflar vardır. Bir topluluğun dört melekesinin içtimaileşebilmesi için bunları karıştıran ve birbirleri ile buluşturan vasata ihtiyaç vardır. O zaman o topluluk sivri tek dağılım gösterir.

Şimdi yine molekül hikâyesine dönelim. Bir anda durdurduğumuzda ölçtüğümüz hızların dağılımı ne ise uzun zaman içinde bir molekülün hayat hikâyesi de odur. Yani molekül bazan yavaşlar, bazan hızlanır ama uzun zaman içinde bulunduğu vasatın maceralarını yaşar. İşte bu molekül o bardağın üyesidir. Onun bu andaki hızı diğer hızlarla birleşir, ona göre basınç ve sıcaklık oluşur. Ama basınç ve sıcaklık da bu molekülün hayat hikâyesini çizer.

Şimdi bir topluluğun nasıl oluştuğunu ele alalım. Önce bir bardağa ihtiyaç vardır. İşte bu da vatandır. Sınırlar çizili olmalıdır. Sonra onun içine sıvı konmalıdır. Bu da halktır. Bu sıvı molekülleri birbirleri ile karşılaşabilmelidir. Yani hareket sahasıdır. İşte toplulukta bunlar fikirde basındır, ilmi oluşturur. Histe sanattır, dini oluşturur. İşte ulaşımdır, ekonomiyi oluşturur. Yaşamda muhaberedir, yönetimi oluşturur.

Burada işaret etmemiz gerekli olan bir şey vardır. Basın, yayın, ulaşım ve haberleşme hizmetleri ne düşüneceklerine, ne duyacaklarına, ne yapacaklarına, nasıl yaşayacaklarına karar veren mekanizmalar değildir. Bunlar düşünenleri, duyanları, yapanları ve yaşayanları karşılaştıran araçlardır. Ortak düşünce, duygu, iş ve hayat ise insanların serbest karşılaşmaları sonucu oluşan bir dağılımdır. Yani ortak demek eşit demek değil, aynı demek değildir. Tam tersine, kişilerden kişilere göre değişen, bir kişide de her zaman değişen bir olgudur.

İşte müsbet ilim budur. Demokrasiye neden ihtiyaç olduğu yine burada ortaya çıkmaktadır. Madem ki gayemiz Türkiye Cumhuriyetini yaşatmak ve ileri götürmektir. Bu topluluğun serbest münasebetiyle, kendi dili, kendi sanatı, kendi hukuku ve kendi tekniği olacaktır. Burada sosyal müesseseler oluşacak; din, ilim, ekonomi ve siyaset ortaya çıkacaktır. O zaman Türkiye varlığını sürdürecek ve geliştirecektir. Baskı ise bunu önleyen bir unsurdur.

O halde basın serbest olmalıdır. Yayın serbest olmalı, ulaşım serbest olmalı, haberleşme serbest olmalıdır. Ama bunlar olmalıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda yapılan inkılâplar yanlış mı olmuştur? Önce şunu bilmeliyiz ki, olan her şey Allah’ın iradesi ile olmuştur ve iyidir. O bizim için iyi olmayabilir. Çünkü suçumuz olur, cezamızı çekmiş oluruz. Ama bizatihi hayırdır. İnkılâpları şöyle yorumlayabiliriz. Saltanat zamanında baskı vardı. Derebeylik yoktu. Bu baskı yönetimden gelmiyordu. Halktan geliyordu. Mesela, kimse şapka örtemezdi. Bu halkın baskısını dengelemek için geçici olarak devletin karşı baskısı uygulanmıştır. Hedef baskıyı kaldırmaktı. Şimdi halkın baskısı kalkmıştır. Devletin baskısı gelmiştir. Mesela, o zaman Lâtin harflerle yazamazdınız. Karşı baskı yapıldı. Şimdi de Arap harflerini yazamıyorsunuz. Devlet baskısı vardır. Eğer bir asırda uyguladığımız bu baskı sonuç vermemişse, demek ki bu metot işe yaramıyor demektir. Eğer vermişse, artık devlet baskısı kalkmalıdır. Yani şimdi Arap harfleri ile yazılabilsin dersek, Lâtin harfleri tekrar baskı altında kalacaksa inkılâp yerine ulaşmamıştır demektir. Ama serbest bıraktığımızda her iki yazı sürüp gidecekse, inkılâp hedefe ulaşş demektir. Başörtüsü de böyledir. Eğer serbest bıraktığımızda insanlar başörtüsü örtmeyecekse inkılâp yerini bulmamıştır, ama örtüyorsa artık hedef yerini bulmuştur demektir.

Muasır medeniyetin üstüne çıkmaya başlayıp başlayamadığımızı işte bu anlayışın gelip gelmemesinden anlamalıyız. Her türlü baskı kalkmalıdır. Halk kendi kültürünü kendisi oluşturmalıdır. Türkiye yeni bir ulustur. Azeriler hariç diğer Orta Asya Türkleri ile aynı dili konuşmamaktadır. Topraklarımız ayrıdır. Devletimiz ayrıdır. Zamanla Türkçemiz diğer dillerden daha da farklı olacaktır. Sanatımız farklılaşacaktır. Bunları normal kabul etmeliyiz. Amerikalılarla İngilizler aynı dili konuşuyorlar. Ama aynı ulus değiller. Mesela, Amerika’da bir lordlar sınıfı yoktur. İleride çok daha fazla farklılaşacaklardır. Bu onlar için de insanlık için de yararlıdır.

Yarın ile ilgili başka bir özelliği burada belirtmemizde yarar vardır. Şimdi bir kimse kalksa ve size bir şiir okusa; “Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?” diye terennüm etse, ancak bunu okurken gerçekten karşısında dağ olsa, kişi de oraya bakıyor olsa. Bulutlar da kararmış, nerede ise yağmak üzere. Ortalığı kasvet sarmış. Bu şiiri okuyan kişi gurbette haber almış. Sevdiği anası ölmüş. Hüzünlü hüzünlü Yunus Emre’nin şiirini terennüm ediyor. Bu size ne gibi etki eder? Yahut, sesi kasete alınmış birisi duymadan okuyor. Bu size ne etki eder? İşte hislerle fikirler arasındaki fark budur. Biri yaşanır, hafızaya alınmaz. Diğeri ise saklanır, sonra kullanılır.

Siz şiir kitaplarını yazabilirsiniz, siz şarkıları kasete alabilirsiniz. Ama siz duyguları basamazsınız. Duyguları kasete geçiremezsiniz. Duygular olaylar içinde bizzat yaşanır. Ne var ki, bu şiirler, bu plaklar size o duygu anlarını hatırlatır ve sizde yeni duyguların doğmasına sebep olur. Buradan anlatmak istediğim, şudur; sadece basın yeterli değildir, yayına da ihtiyaç vardır.

Başka bir önemli husus da, kişiler birbirine etki ederek duygulandırırlar. Üzülen kişi sizi de üzer. Kızan kişi sizi de kızdırır. Bunun için duyguları yaşarken birlikte olmak gerekir. Stadyuma gidiyor, insanlar top seyredip heyecanlanıyorlar. Tek başlarına gitseler ve seyretseler, birkaç dakika sonra canları sıkılır ve bırakıp giderler. Orada insanları heyecanlandıran top değil, oradaki insan kitlesinin ortak duygularıdır. Televizyonda bir haber duyulduğu zaman önemli oluyor, çünkü o haberi başkaları da duymuştur.

Tarih boyunca mâbetler bu işi görmüştür. İnsanları bir araya getirip onların ortak duygularını oluşturmuştur. İbadet ederken aynı inanç ve huzur içindedirler. Madem ki herkes inanıyor, o zaman o da inanıyor. Madem ki herkes aynı sesleri çıkarıyor , o zaman o da çıkarıyor. Onun duyguları da coşuyor. Koro halinde söylenen bir müzik insanları heyecana getiriyor, zevklendiriyor. Herkesi bir tarafa götürüyor. Savaşlarda vurulan davul, Allah Allah sesleri insanlara ölmeyi zevk hâline getirmektedir. İnsandaki bu his melekesini harekete geçirip onların karşılaşmalarını sağlamak için yayınevleri tesis edilecektir. Basın evleri de benzer yerlerdir. Sanatkârlar olacaktır. Bunlar da yazarlar gibidir.

 

SANAT ÇEŞİTLERİ

Sanatın başka bir özelliği ise tüm hayatımızın içine girmiş olmasıdır. Elbisemizi giyerken, hatta saçlarımızı yıkarken, bıyıklarımızı keserken hep sanat içinde bulunuyoruz. Mesela, bir minare bize caminin nerede olduğunu gösterirken bir bilgi aracıdır. Ama tarih boyunca minarenin hep etkili olması istenmiş, onun güzelliği için, heybeti için pek çok sanatçı çalışştır. Evimizdeki koltuk ve sandalyeleri koyarken hep onların estetik olmasını isteriz. Tabiatta her şey yerli yerindedir ve işe yarayacak şekildedir. Ama aynı zamanda çok güzeldir. Bir ağaç, bir çiçek, bir dağ insana ne kadar hoş görünüyor. Hayatımızın her safhasında nefes alır gibi sanatla karşı karşıyayız. Sanatın en önemli özelliği bize kişiliğimizi kazandırmasıdır. Herkes aynı renkte ve aynı çeşit elbise giyseydi biz birbirimizi nasıl ayırt edecektik. Sanat sayesinde kimliğimizi ortaya koyarız. Bizim kendi kişiliğimizi onunla ortaya koyarız.

Giydiğimiz elbise bizim erkek mi kadın mı olduğumuzu gösterir, Mesleğimizi gösterir, yaşımızı gösterir, mensup olduğumuz cemaati gösterir. Tarım döneminde veya göçebe döneminde yaşayan insanlar giysileri ile kendilerini başkalarından ayırırdı. Savaşta dost ve düşman giysilerle tanınırdı. Sanayileşme döneminde bir karışıklık oldu. Eski tarım dönemi teşkilatlanması ortadan kalktı. Kıyafet mânâsını kaybetti. Sokakta giyilen elbisenin mânâsı bilinmez oldu. Sadece geri topluluklar ve ileri topluluklar diye ayırıcı olmaya başladılar. Bu sebepledir ki halk kendisini geri kişi olarak görmesin diye kendi millî kıyafetlerini bıraktılar. Avrupa’nın geliştirdiği hâkim kıyafet dünyaya hâkim oldu. Kapitalistlerin moda anlayışları da özel kıyafeti oluşturmayı engellemeye devam etmektedir.

Önce insanlığın çağın medeniyetini gösteren ortak kıyafeti olacaktır. Bu kıyafet Batı Medeniyeti için oluşmuştur. Ne var ki, daha yeni doğmakta olan medeniyetin kıyafeti oluşmamıştır. Bununla beraber İslâmiyet yeni bir kıyafet getirmemiştir. Ancak Sâmilerin cübbe kıyafeti bugün hâlâ dünyaya etkisini götürmektedir. Üniversiteler hâlâ Arap cübbeleri ile eğitim yapmaktadır, hâkimler hâlâ Arap cübbeleri ile duruşmalarda bulunmaktadırlar. İmamların giydikleri cübbe de odur.

Yeni medeniyette kıyafet tamamen farklı olacaktır. Kıyafet her şeyden  önce ilmî mertebeleri gösterecektir. Yani başlangıç, temel, ilk, orta ve yüksek ehliyetliliğe göre bütün dünyada geçerli ortak kıyafetler oluşacaktır. Çünkü kişi gittiği her yerde kendisini kıyafeti ile göstermelidir. Sahip olmadığı derecenin kıyafetini giyen kimse karşı tarafı ve topluluğu kandırmış olur, doğacak zararları ona göre tazmin eder. Suç işlemiş olur. Siyasi dayanışma çözer.

Hangi devletin vatandaşı olduğunu, hangi ilden ve bucaktan bulunduğunu gösteren özellikleri olacaktır. Elbisenin üzerinden bu bilinecektir.

Başka bir özelliği de, eğer bir hizmeti yüklenmişse, mesleğinin yani beş meslekten hangi mesleğe sahip olduğunu da göstermelidir. Birini gördüğüm zaman onun mesleğini bilmeliyim.

Bir başka özellik de, kadın veya erkek olduğu, kadın olsun erkek olsun evli mi bekâr mı olduğu da belirli olmalıdır. Görülüyor ki, artık insan bir elbise diktirirken onu tanımayan insanlar kendisinin ne olduğunu belirleyen özelliklerini taşıyacak şekilde diktirecektir. Adeta herkes askeri üniforma giymiş gibi olacaktır. Bunu giymeyen insanlar karşı tarafa bir zarar verirlerse tazmin ederler. Böyle kıyafeti olmayan kimselere insanlar rağbet göstermeyecektir.

Bu resmî fonksiyonları taşıyan kıyafetler oluşturulmasının yanında, yine de estetikliğini sağlayan özellikler de taşımalıdır. Bunlar kişinin zenginliğini de gösterebilir. Kişinin dünya anlayışını da gösterebilir. Dolayısıyla sanat müessesesinin zor tarafı, sanatı işe monte etme işlevini de gösterme zorluğudur. Bir mimar yaptığı binanın ne olduğunu dışarıdan göstermelidir. Mesela, cami midir, okul mudur, fabrika mıdır, sanat merkezi midir? Geçmiş ile bugün arasındaki fark budur. ‘Sağda kilise var’ dediniz mi herkes bilir. Kilise diye levhaya gerek yoktur. Şimdi ise levhayı okursunuz. O da karmakarışık bir biçimdedir. Gelecekte mimari şekillenecek, standartlaşacaktır. Yapılar fonksiyonlarına göre kendisini tanıtacaktır. Ama aynı zamanda estetiğini ve estetikteki devamlı değişmeyi de içinde taşıyacaktır.

Standart şehirler oluşacaktır. Bir bucağa girdiğiniz zaman, mesela yiyeceklerin nerelerde olduğunu bileceksiniz. Bütün bucaklar benzer şekilleri alacaktır. İlçe merkezlerinin projeleri ayrı olacaktır, bölgelerin ayrı olacaktır. Bunlar tek tip standart yapılara göre inşa edilecektir. İnsan bir yere vardığı zaman nerede neyin olduğunu bilecektir. Bu standartlama evler için de sözkonusudur. Ancak bütün bu standartların yanında özellikler de korunacaktır. Nasıl hiçbir insan diğerine benzemiyorsa, bunun gibi her kent, bucak, ilçe, bölge gibi kentler de birbirine benzemeyecektir.

İnsanın nasıl burnu ve kulağı yerinde ise, bunlar yerlerini değiştirmiyorsa, bunlar kendi yerlerinde kalacak, kendi işlerini görecek, ama yine de o kente bir özellik verecektir. Giren kişi, ben şu kentteyim diye rahatlıkla bilecektir. Bu konu da sanat konusudur. Sanattaki değişikliktir.

 

YAYIN HİZMETİ

Yayın hizmeti basın hizmetinden çok zordur. Bir insan fikirlerini söyleyerek veya yazarak beş dakikada anlatır. Ama duygularını anlatmak mümkün değildir. Size iğne batırdıkları zaman acı duyarsınız, ama bu acıyı başkasına duyurmanız mümkün değildir. Bunun yolu ancak ona da iğne batırılmışsa o zaman, işte size iğne batırdılar, ben onun acısını çekiyorum deyince, onun hafızası o acıyı hatırlar ve o da sizin acınızı anlar gibi olur. O halde duyguları birbirine aktarmak için birlikte bulunmak ve faaliyet göstermek şarttır. Bir semtte ortalama 500 kişi yaşamaktadır. On sanatçı olduğuna göre her sanatçıya 50 kişi düşer. Sanat etkinliğine katılanların sayısı bunun yarısından az olacaktır. Her semtte yirmiye yakın insanın katıldığı bir sanat ekolü olacak ve bunlar on ekol olacaktır. Bugün henüz insanlık organize olmamıştır. Ancak ileride bu böyle olacaktır.

İleride insanlar günde 6 saat çalışarak normal hayatlarını sürdüreceklerdir. Geri kalan 6 saatlerini ise ilim veya kültür etkinlikleri içinde geçireceklerdir. Hele bunun yarısı kesin olarak böyle olacaktır. İşte bunlardan bir kısmı ilimle uğraşırken, bir kısmı da sanatla uğraşacaktır. Sanatla uğraşanlar kendilerine birer sanatçı seçeceklerdir. Bu sanat dalından birini benimsemiş olacak, semt halkından o sanatı benimseyenler o sanat dalında çalışacaklardır. Bunlar mesela resim yapabilirler, bunlar şiir yazabilirler, bunlar müzik söyleyebilirler. Bunlar desenler üretebilirler. Roman ve hikâye gibi edebî metinler yazabilirler. Bir müsamere hazırlayabilirler. Tabii ki, bu durum onların içinden yetişen sanatçının durumuna bağlıdır. İşte bu birlikte çalışma ortak duygular oluşturur, o ortak duygular sanata geçmiş olur.

Sanat temsilcileri haftada bir gün ilçede buluşur ve yine ortak çalışmalar yaparlar. Böylece sanat temsilcileri ile ilçedeki sanat görevlileri arasında da ortak duygular doğar ve ortak sanat eserleri ortaya çıkar. Onlar illerinde bir araya gelir ve orada ortak sanat çalışmalarını yaparlar. Bu il icralarına bölgedeki mütehassıslar katılır ve onlarla duygularını paylaşırlar. Sanatta bir araya gelmeyince araçlarla ortak duygu yaşanmaz. Ancak bir sanat eseri birilikte dinlenirse onu dinleyenler arasında ortak duygu uyandırır. Fikirler aynen aktarılmış olur. Duygular ise farklı olacaktır.

Yerinde hizmet ilkesini esas alarak, ilçe merkezindeki sanat görevlileri semtleri dolaşarak onların sanat çalışmalarına katılırlar. İlçelerde sanat icra edilmez. Sanat il merkezlerinde icra edilir. O ilin bütün bir koldaki sanatçıları bir araya gelir ve ortak sanat icra ederler. Merkezdeki yüksek sanatçılar da buraya katılarak ortak duyguların oluşmasında yardımcı olurlar. Bölge sanatçıları yani aynı dayanışmaya mensup olanlar değişik bölgelere gider ve ortak sanat çalışmalarını oralarda yaparlar. Oradaki halkın veya ilçe görevlilerinden isteyenlerin de katıldığı etkinlik yaparlar. Değişik bölgeleri ziyaret eden sanatçılar o bölgelerle kaynaşarak ortak bir millî sanat oluştururlar.

Kıta merkezlerindeki sanatçılar kendi aralarında zaten sanat çalışmalarını yapmaktadırlar. Kıtalararası dolaşmalarla insanlığın sanat üzerindeki araştırmalarını yapmaktadırlar. Gerek notada gerekse sanat araçlarındaki buluşları oluşturmaktadırlar. Ancak bunlar da bölge sanat etkinliklerine katılarak karşılıklı etkileşimi de sağlamış olurlar.

Sanatçılar arasında ancak ortak icra yapılması ve birlikte faaliyet gösterilmesi sanat taşımasını mümkün kılacaktır. Bu suretle oluşmuş olan sanat eserlerinin yayınlanması ve saklanması konusu da elbette yayın vakfının esas hizmetidir. Her hizmetin bir hizmetlileri ve bir de vakfı vardır. Vakıf hizmetlilerin emrindedir. Hizmetliler de halkın emrindedir. Çünkü hizmet verenleri halk seçmekte, aldığı oy kadar sanat fonundan yararlanmakta ve vakıfta kullanma payı olmaktadır. Böylece sanatçılar halka kendilerini beğendirmek zorundadırlar. Vakıflar da imkânlarını hizmet verenlerin emrine sunmaktadırlar. Kim daha çok kişiye danışman olmuşsa, o daha çok vakıf imkânlarından yararlanmaya sahiptir.

Sanat etkinlikleri önce salonlarda cereyan etmektedir. Mesela, bir müzik önce salonda icra edilmektedir. Sonra o icra yayın organlarına intikal etmektedir. Bu icrayı yapan halkın temsilcileridir. Dolayısıyla bu sanat millîdir. Evden başka yerde icra edilmeyen bir sanat halka gürültüden başka bir şey vermez.

Bir topluluk eğer kendi sanatını oluşturmamışsa o topluluk yok olmuş demektir. Sanatın önemini artırmak için yine biyolojiden bir misal verelim. Her insanda hücre vardır. Bu hücreler DNA asitleri ile normlanmıştır. Tüm maddeler ve yapılar benzerdir. Ama vücudun içinde antijenler vardır. Bunlar dışarıdan gelen herhangi bir hücreyi veya maddeyi derhal tanır, onları hemen dışarı atma faaliyetine geçer. Organ nakli bunun için zor olmaktadır. Sanatın özelliği de bu olmalıdır. Yabancı olan her şeyi tanımalıdır. Onu ya sindirmeli ya da dışarıya atmalıdır. Bunu yapmayan sanat sanat olmaz, olamaz.

Ülkemizin halk şairleri, türkücüleri böyle içten millî sanatı üretmişlerdir. Bunun yanında saray müziği ve saray edebiyatı halka kadar inememiştir. Cumhuriyet dönemi daha kötüdür. Kör ve okumamış bir Aşık Veysel seviyesinde şairimiz yoktur. Halk onların şiirlerini yolda, sokakta, sağda-solda terennüm etmiyor. 

 

YAYINLAR

Ocak merkezlerinde günde beş saatte buluşulur. Sabah güneş doğmadan 2 saat önce halk gelmeye başlar, güneşin doğması ile sabah toplantısı biter. Bu toplantı yeri video yayını ile evlerden izlenebilmektedir. Sonra öğle vaktinde toplanılır. İkindiye kadar yayın yapılır. Sonra akşamleyin toplanmaya başlanır. Akşamdan sonra dört saat yine toplanılır. Yayın devam eder. Yani toplantıya katılmayanlar bile isterlerse evlerinden toplantıyı takip ederler. Benzer toplantı bucak merkez ocağında yapılır. Bucak semt merkezlerinde ise günün diğer saatlerinde yayın yapılmaktadır. Halk bu yayınları da takip etmektedir. Her semt ayrı program yapmakta, sıra ile değişik semtlerdeki program yayınlanmaktadır. Bunların bulunduğu yerlerde seyir salonları vardır. Etkinlikler gidip yerinden de seyredilmektedir. Bunları semtlerdeki yayın temsilcileri yönetmektedirler. Videodan yararlanılmaktadır.

İlçelerde de il merkezinin yayın organlarıdır. Bu yayınlar antenlere direk ulaştırılmaktadır. Yansıtıcı veya aracı anten kullanılmamaktadır. İlçelerdeki merkezlerde birbirine bağlı bulunmakta, istediği zaman diğer ilçe merkezindeki programı aktarabilmektedir. Etkinlikler ilçe yayın hizmet görevlileri tarafından hazırlanmaktadır. İl merkezindeki yayın merkezi koordinasyonu yapmaktadır. Halkın kendi seslerini duyurma imkanı hep yayın hizmetçileri tarafından yapılmaktadır.

Bölgelerde devlet televizyonları vardır. Bunlar aktarıcı antenlerle ülkenin her tarafına ulaşmaktadırlar. Bölgedeki yayın vakfı ve bölgelerdeki yayın hizmetliler tarafından doldurulmaktadır. Bunların uygun gördüğü kimseler ve programlar yayında yer almaktadır. Burada unutulmaması gereken husus şudur. Yayın hizmetçilerini halk seçmekte ve istediklerini onlara kabul ettirmektedirler. Halk on kadar yayıncıyı seçme imkanına sahiptir. Rekabet imkanı vardır. Kişi istediğini bir hizmetçiye duyuramazsa başkasına gider, ona da duyuramazsa başka hizmetçiye gider ve onların hiçbirisine duyuramazsa başka ilçeye gider. Nihayet anlatabildiği birisini bulmuş olur. Hizmet verenler hizmet verdikleri kimseleri darıltmamak için en çok imkânla hizmet vermeye çalışırlar.

Ulusal programların dünyaya yayılması ancak Arapçaya tercüme halinde mümkündür. Bunlar kıta merkezlerinde yapılır. Bölgelerdeki ulusal televizyonlardan haberler alınır. Arapçaya tercüme edilerek yayınlanır. Böylece insanlık hem birbirlerinden haberdar olur, hem de dünyanın diğer yerlerinde sanat uygulamaları ortaya çıkar. Çevre yayınları uydudan çok kablo ve uzay yayınları ile yapılır. İnsanlık yayınlarını uzay merkezlerinden yapacaktır.

Bunlara resmen frekanslar tahsis edilir ve bu frekanslarda halkın yayın temsilcileri aracılığı ile yayın yapmaları sağlanır. Bunun yanında halk serbest yayın organları kurabilir. Burada neşriyat yapılır. Bu neşriyat tamamen serbesttir. Resmi yayıncılar buralarda her zaman faaliyet gösterebilirler. Buralarda yapılan neşriyatın özetleri ve izahları bir yayın organında yayınlanır. Yani her ses veya görsel yayının özetini veren dergi çıkarılır. Bu derginin kuponları çıkarılır. Halk bu dergiyi almışsa bu televizyonu seyrediyor kabul edilerek nakde sahip olmuş olur. Yani yayınevleri çıkaracakları özel dergi ile bunu sağlarlar. Bu dergiler kuponlarla satılacağı ve bu dergi almayanlar yayın kuponlarından yararlanamayacakları için halk dergileri alacaktır. Yayınlar da bu yoldan beslenmiş olacaklardır.

Yayında çıkanlar duyulması ve anlaşılması için elverişlidir. Ancak burada çıkanlar kalıcı değildir. Kalıcılık basın yoluyla sağlanmaktadır. Ders kitapları ve haberler de buralarda yayınlanır. Böylece günlük haberleri yayın götürmektedir, ama bunları kalıcı yapan ve tarihe mal eden ise basındır. Bu dergiler de vergiden muaftır, bu dergilerin dağıtımı yine kamu tarafından yapılmaktadır.

Yayın merkezlerinin yayınlanacak programlara müdahaleleri olmalıdır. Özel yayınların varlığı resmi yayınları denetlemesidir. Onların da kuponla dergi satabilmiş olmaları resmi hizmet kuruluşlarına bir rakip çıkarması demektir. Bu da resmi kuruluşun halkı sömürmesini önleyecektir. Hizmet kuruluşları hizmetlerini bedava yapmaktadırlar, ancak halkı da serbest bırakmaktadırlar. Bu da vakıflara sürekli olarak kendilerini yenilemeleri imkanını bağışlamaktadır.

Yayın vakıflarının tesisleri altyapı hizmetlerinden yapılmıştır. Yayın vakıflarının gelirlik yerleri var eder. Müessese zamanla oturacaktır. Şimdi oluşturacağımız yayınevleri bu sistemlerle bin yıl varlıklarını sürdüreceklerdir. O zaman medeniyet eskimiş olacak, bizim söylediklerimiz o gün geçerli olmayacaktır. Tarihten gelen bilgilerle ileride denizlere açılınacak, gezegenlere gidilecek, daha sonra uzaya açılıp hidrojenle hayat sürdürülecektir. Belki de cennetin hayatı da böyle hidrojenin helyuma dönüşmesiyle elde edilecek enerjiden yararlanılarak o bahçeler meyvelikler olacaktır.

 

YARIŞMALAR

Sanat yarışlarla ma’şeri değer kazanır. Sanat çeşitli alanlarda gösterilir. Bunları bir bir ele alalım:

a)    Şiir yarışması şiir yazmanın yanında şiir okumakla başlar. Şiir ezberleyen ve kendi kuralları içinde okuyan kimseler yarışa katılmış olur. Şiiri okuyanlar kendileri seçerler. Şüphesiz ki bu yarışlar başlangıçta semtlerin televizyonunda yani bucakta olur. Bu yarışlar her hafta tekrarlanabilir. Yarışa isteyenler katılır. Seyirciler sıralarlar. Sıralama usûlü ile bunlara ödül dağıtılır. Bucaklarda elenip seçilen şiirler sonra il içinde ilçe televizyonlarında yayınlanır. Seyirciler hemen telefonda sıralama yaparlar. İlçedeki ödül burada dağıtılır. Sonra bu yarışmalar ülke çapında yapılır. Burada derece alanlar Arapçaya çevrilir. Ama Türkçe okunarak uluslararası yarışmaya katılınmış olur. Gelişecek teknikle dinleyen herkes oyunu kullanabilecektir. Şiir yarışmalarında kazananlar dergilerde yayınlanmış olacaktır. Okunan şiirler eski şiirler olacağı için aynı şiir çok kere derece alırsa o ulusun şiir kitaplarına girer. Aynı şairin değişik şiirleri okunursa o şair de ulus şairleri arasında yer alır.

b)    Fıkra da bir yarışma konusudur. Yine fıkraların kişiler tarafından uydurulması gerekmez. Mevcut fıkralardan seçilmiş olur. Ancak bu fıkraların takdimi ile sıralama yapılmış olur. Şiir gibi fıkralar da genişletilerek insanlık seviyesine çıkarılır. Yahut bucak, il veya ülkede halk şiirleri arasına girer.

c)    Roman veya hikâyeler de anlatılır. Özet verilir. Halk bu romanları satın alırsa o zaman derecelere girmiş olur. Sorun halkın katkısı ve halkın takdisinin yayında etkili hâle getirilmesidir. Bugün elenen eser ileride değerlendirilebilmelidir.

d)    Senaryolar. Bunların oynanması sanattır. Başkaları yazmış olabilir. Konunun halka götürülmesidir. Sanatta teliften çok icra önemlidir. Çünkü duyguları telif değil de icra aktarır. Telif edenler icra edenlere duygularını ifade malzemesini verirler. Duyguları aktaramazlar.

e)    Resim sanatı da önemli bir husustur. Resim yapanlar veya güzel resim bulup seyrettirenler, fotoğraf gösterenler de ödüllendirilir. Bir fotoğrafçı çıkmış ve bir yaylayı dolaşş, güzel güzel manzaralar çekmiş, gelmiş göstermiş. İşte bu bir sanat eseri olacaktır. Yahut başkası dergileri ve mecmuaları taramış, güzel resimler ortaya koymuş ve gösteriyor. Onları tanıtıyor, anlatıyor. Halk seyrediyor ve etkileniyor. Sonunda sıra veriyor.

f)     Desenler. Her desenin mutlaka işlenip uygulamasının yapılması gerekmez. Ama biri bir desen çizer. O deseni halka gösterir. Yahut güzel desen koleksiyonlarını bulur, onlardan seçer, etkileyecek şekilde takdim eder. Böylece halka sanat gösterisini yaptırmış olur, yarışlara katılma imkanı aranır.

g)    Mimari şekillerin resimlerini veya maketlerini sergileyebilir. Mikro mahiyette şehir oluşturabilir. Hayalinde kurduğu kentlerin örneği verilmiş olabilir.

h)    Kıyafetler, kıyafetlerde modacıların ürettiği nesneler oluyor. Dış kültürün etkisiyle oluşuyor. İran’dan dönüyorduk. Süleyman Akdemir ile beraberdik. Sokakta çarşaflı bir kadına rastladık. Çarşafını o kadar estetik hâle getirmişti ki, uzun zaman bakakaldım. Akdemir, bu kıyafet Vakko’da teşhir edilebilir, demişti. İşte sanat budur. Anlatmak mümkün değildir. Onu üreten kendisi de bilinçsiz bir şekilde üretir. İşte böyle oluşan kıyafetler millîdir. Dayatma olmaz. Moda evleri ise halkın hislerini dile getiren kıyafetlerden ziyade halka kendi duygularını empoze etmek istemektedir. Bu da mümkün olmayınca bütün neşriyat seksten ibaret kalıyor. Oysa bir halk şairinin yüzyıllar önce söylenmiş sözleri hâlâ halkın ağızlarında dolaşmaktadır.

i)      Heykelcilik çok zor ve pahalı bir sanattır. Onun için de ruhsuz diktatör heykelleri veya kadın heykelleri üretilmektedir. Resim biraz daha gerçek sanat olabilmiştir. Bir heykel yaparsınız. Bir kanser hastasının hâlet-i ruhiyesini, bunu öğrendiği zamanki hâlini tasvir edersiniz. Heykel yaparsınız, rüya gören bir kimsenin uyur hâlini gösterirsiniz. Bunları halk yapmayacak. Bunları yapanları bulup seçecek ve onları halka arz edecektir. Çok güzel yapılmış suni bitkiler, çiçekler, tohumlar ve hayvanlar vardır. Bunları tasvir edersiniz. Değişik ırklar vardır, onların tipleri vardır. Yan yana koyar onları tanıtırsınız. Hâsılı, değişik sanat etkinlikleri ile karşı karşıya olabilirsiniz.

j)     Müzik ve onun halka icra edilişi var. Mesela, halkın katılmasıyla koro hâlinde ilâhiler söyletirsiniz, zikirler yaptırırsınız. Bunlar insanları mest eder. Bir diğeri de pop müziği yapar. Bunlar yararlıdır. Halkın vicdanlarında yer alan eserler ortaya çıkar. Halka siz kendi müziğinizi dayatamazsınız. Ses müziği dışında çalgı müziğini dinlemek de yarışlarda yer alacaktır.

Burada üstünde duracağımız şey şudur. Sanat eserlerini bulup ortaya çıkarmak ve sanat eserlerini halka sunmak herkesin hakkıdır. Ancak bunları arz etmek de yayın temsilcilerinin ve görevlilerin işidir. Sanatçıların ürettikleri sanat icra edildiğinde alınan ödüllerin yarısını sanatçılara veririz, diğer yarısını da onu sunan ve icra eden kimseye veririz. Böylece sanat halkın beğenisine bağlanmış olur. Bu arada zararlı ve kötü sanat icrası da yasaklanmış olabilir. Bunları icra eden kimseler cezalandırılabilir. Ancak sanatın baskı içinde olmaması için dinî dayanışma ortaklığının izin verdiği sanatlarda sorumluluk gerekir. Bu sorumluluğu dinî dayanışma ortaklığı tazmin eder.

 

KOOPERATİFLERDE YAYIN

Kooperatiflerin yayın hizmetlileri olacaktır. Marketin bir yayın salonu olacaktır. Alışverişe gelen veya dolaşmaya gelen kişiler bu yayın yerine gireceklerdir. Buralarda bir taraftan devamlı olarak kooperatif ve mallar tanıtılacaktır. Ancak bunlar sanat içinde tanıtılacaktır. Mesela, bir Nasrettin Hocanın fıkrası anlatırken, denize maya çalarken, markete girecek ve dolaşacak. Yoğurdun bulunduğu yere gidecek, orada tezgahlarda yoğurdun kalitesi, ayrıcalığı, farklı yapısı anlatılacaktır. Satılan bütün markalar üzerinde durulacak, üreticiler tanıtılacak, sonunda bir kâse yoğurdu beğenecek. Markete gidip kepçe alacak, bunun içinde pazarlık ve tartışma yapacaktır. Parayı peşin ödemediği için Nasrettin Hoca tezgahtan kasaya dönecektir. Parayı verecek, yoğurdunu ve kaşığını alacaktır. Göle gidecek, vesaire. İşte böylece bir taraftan sanat yapılacak, bir taraftan da eşyanın reklamı yapılacaktır.

Reklamın görevi malı tanıtmak ve kullanmayı öğretmektir. Halk ondan nasıl yararlanacağını bilmesidir. İşte bu salonda bunun için sanat eserleri teşhir edilecek, ama annesi ile gelen çocuk da orada sıkılmayacaktır. Bu teşhir salonunda yalnız halk istediği sanat eserini gelip teşhir edecektir. Hatta burada icra edilecektir. Bunun için mağazada yayıncılar olacak, onlar bunları seçecek, sıralayacak, düzenleyeceklerdir. Yani bunun için istediği yayıncı ile anlaşma sözkonusu olacaktır. Mesela, bir şiir duvara asılabilir. O şiir salonda okunabilir. Okuyucu kendisi de çıkıp okuyabilir. Bir resim teşhir edilebilir. Bu satış amacıyla yapılmaz, sadece göstermek için yapılır. Burada sunulan sanat eserlerini seyirciler sıralarlar. Buna göre eserler derecelendirilir. Alan olursa satış da yapılır.

Bu sanat salonundan maksadımız, bir taraftan halkı mağazamıza alıştırmak, gelip gitmelerini sağlamaktır. Böylece bir taraftan müşterimizi artırmış olacağız, diğer taraftan halkın sanat ihtiyacını gidermeye çalışacağız. Müşterilerimiz yavaş yavaş bir topluluk hâline geleceklerdir. Yarışmalara katılmakla da etkilendikleri gibi etkileyici de olacaklardır.

Marketlerde yalnız sanat salonunda teşhir olmayacaktır. Mağazamız mala - mal esasına göre işlem görmektedir. Mesela, el dokuması halısını getirecek, alıcı tüccarla pazarlık ederek satacaktır. Bu halı mağazanın duvarına asılmış olacaktır. Konan fiyat büyük olabilir. Onun için geç satılır. Ne var ki, mağazanın estetiğini artırır, çekiciliğini artırır. Başka bir el sanatçısı iplik yapar, son derece güzel bir şekil verir. Bu da satılığa çıkarılır, mağazamızı süsler. İşte burada sanatçıların devreye girmeleri gerekir. Elleri üretmeye elverişli olan bu insanlara yardımcı olunacak, sanatın ustaları şeklinde yardımcı olacaklardır.

Kooperatifin ortakları olan sanatçılarımız bu tür üretime elverişli bir saha oluşturmak durumundadır. Tekrar edelim ki, sanat demek benzerlikle ayrılıkları içeren bir terkiptir. Vatandaş bir seccade alacaktır. Bu seccade onun bildiği seccade olacaktır. Alınan seccade sevilen seccade olacaktır. Ancak evine gelen hiç kimse bu seccadeyi başka yerde de görmemiş olacaktır. İşte bunu yakalayan kimse sanatçıdır. Bunun yakalanması üretici ile sanatçının birlikte çalışması ile mümkün olacaktır.

Demek ki kooperatifimiz bir yandan standart malları selem senedi ile satarken, diğer taraftan standart olmayan el ürünü malları da pazarlamakla, el sanatlarının gelişmesini de sağlayacaktır. Böylece sanat çalışmaları teknoloji ile birleşecektir. Bu birleşme seri üretimdeki fabrika üretimine benzemeyecektir. Nazımla şiir arasındaki fark gibi bir fark olacaktır. Diğer taraftan özel dikilmiş elbiseler olacaktır. Tamamen ev terzisinin kendi beyni ve sanatçımızın işbirliği ile üretilmiş olacaktır. Onun benzeri başka bir yerde bulunmayacaktır. Burada sanatla beraber eşya satılacaktır. Bu sanat aynı zamanda insanlar arasındaki duyguları birleştirecektir.

Çevrenin coğrafyası maket haline getirilir. Bu manzaralar maketlere aktarılır, yahut tablolara aktarılır. Haritalara aktarılır. Bunlar bir taraftan çevreyi tanıtacak, diğer taraftan evlerin duvarlarını süsleyecektir. Eskiler kitapların çevrelerini süslerler, böylece kitabı sanat eseri hâline getirirlerdi. Mekanik hayat bu sanatı ortadan kaldırdı, insanlar arasındaki rûhi bağları da yok etti. İşte tüm halkımızı buna yöneltirsek insanlar arasında yeniden sevgiyi, yeniden inancı ve ümidi getirebiliriz. Artık yerlerimiz ve eşyalarımız bize doğruyu, iyiyi, adaleti, ve ihsanı sevdirmeye başlar. Huzurlu hayatımızı kurmuş oluruz.

Kooperatif bunları mağazalardaki marketlerle yaptığı gibi; üreteceği ahşap evlerin yapısında, duvarlarında, çatısında da yapacaktır. Bunu halktan uzak bir mimar anlayışı içinde değil de halkın duygularını ve anlayışlarını da aktaran bir mimar ve tezyin içinde yapacaktır. Bunları halk üretecek, mimarlar ve tezyinciler ise halka yardımcı olacak ve bunların tanıtımı teşhir ile, sanat değerlendirmesi ile meşgul olacaktır. Fonksiyon kısmı mimarların, sanat kısmı halkın ve estetikçilerin olacaktır.

 

KOOPERATİFTE YAYIN

Hizmet Kooperatifi” kurulmuştur. Bunun kurucuları vardır. Bir kısmı devam etmektedir. Bir kısmı devam edememektedir. Bu kooperatif şimdilik haftada bir gün Cumartesi sabahları toplanabilmeye çalışmaktadır. Devam edenlerin adlarını yazıyorum. Devamı aksatanlar da vardır.

1.       Süleyman Karagülle

2.       Reşat Erol

3.       M. Lütfi Hocaoğlu

4.       Hasan Özket

5.       Hasan Hacıbektaşoğlu

6.       Nazmi Demirtaş

7.       Mehmet Hikmet Umut

8.       Ekrem Fildişi

9.       İsmail Erbacak

10.    Şener Keskin ...

Ve Abdurrahman Erol,

Muhammed Zübeyr Erol ile

Ahmet Yasir Erol.   

Bu devamlı kurucuların sayısı 25’e tamamlanmalıdır. Hatta birer de yardımcı olmalıdır. Haftalık toplantılarımızı bunlarla yapmalıyız. Bunu başarabilmemiz için; öncelikle kuruculardan her biri bir arkadaş getirmeye çalışsın. İkincisi de, maddî destekte bulunduğu halde devam edemeyenler de devam yollarını arasınlar.

Bunların adlarını da aşağıya çıkarıyoruz.

Bu 25 tek veya ikili arkadaş kooperatifin 25 hizmetini bölüşmelidirler. Biz hizmetleri tamamladıkça bu bölüşmede herkes hizmetini seçmeye çalışsın. Herkes seçtiği hizmette ihtisas sahibi olacaktır. Ben hizmetleri anlatırken her hizmette farklı konuları işliyorum. Hizmeti yüklenen bu farklı konuları birleştirip hizmetle ilgili konuyu tamamen işlemelidir.

Bu teşkilâtlanmada yayın hizmetini alan kimse 10’a yakın arkadaş bulmalıdır, yayın hizmet ortaklığını kurmalıdır. Bu ortaklar kendileri sanat eserleri üretmelidirler. Başkalarına ürettirmelidirler. Sonunda koleksiyon oluşmalıdır. Kooperatifte bunlar depolanmalıdır. Kurucu da eser üretebilir. Eser altın-gram üzerinden değerlendirilip koleksiyona konmalıdır. Diğer kurucuların eserlerini yayın sorumlusu ortak değerlendirmelidir. Halkın getireceği sanat eserlerini de kurucu ortak değerlendirmelidir. Böylece bir sanat mağazası oluşacaktır. Mesela, şiir mağazası, ilahi mağazası, resim mağazası, desen mağazası, benzer eserler oluşacaktır.

Bizim bunları saklayacak teşhir edeceğimiz bir yerimiz olacaktır. İleride bu yerimizi Bahşayış Köyü’nde yapacağız. Bu eserlerden yararlanmak isteyenler yararlanacaktır. Böylece sanat galerisi üretilen sanat eserleri ile dolmaya başlar. Buraya gelir genel hizmet payından sağlanacaktır. Market t açtığımızda veya evlerin imaline başladığımızda genel hizmet payımız olacaktır. Bu pay 25’e bölünecek ve biri sanatçılara ait olacaktır.

Böylece toplanmış olan sanat eserleri desteklemek için almak isteyenler olabilir. Yahut bunları kullanarak kaset yapmış olabilir. Kitap basılabilir. Böylece sanat fonuna gelir gelemeye başlayacaktır demektir. İşte bu gelirin yarısı vakfın gideri olacaktır. Yerin kirası, orada çalışan insanların ücreti. Sanat üretiminde kullanılan malzeme bedeli bunlarla karşılanacaktır. Diğeri de sanat sahiplerine ait olacaktır. Değerlenen eserin sahibine değil de tüm sanat sahiplerine bölüştürülecektir. Bu sanatçılar arasındaki dayanışmadır. Değer takdiri konarken yapılacaktır. Satarken yapılmayacaktır.

Burada takdir yapan kurucunun payı % 5 olacaktır. Bunun beşte biri de yayın sorumlusuna ait olacaktır. % 5 de ortak fonda toplanacak ve ortaklarımızın sanat danışmanı olan kurucu sanatçıya ait olacaktır. Bütün bunlar pay sentleri ile verilecektir. Bir sanat payının nakit olarak değeri ise bankada toplanan nakit veya mağazaya giren başka mal karşılığı olmak üzere toplam satılmışların değerinin toplam dışarıdaki paylara bölümü ile elde edilecektir.

Böylece her an sanat payının nakit olarak değeri belli olacaktır. İsteyen bu değeri ile her zaman alabilecektir. İsteyen ise ileriye bırakacaktır. Karşılığını alan kimsenin dışarıdaki sanat payı kadar eksilmiş olacaktır. Sanat payının değeri değişmeyecektir. Ancak bundan sonraki gelirden bu pay alamayacaktır. Kalanlar kâr etmiş olacaklardır. Yani eskilerin emeği ile oluşan eserler değerlendiği halde, geliri yalnız kalanların olacaktır. Bir sanatçının eserleri satılıyorsa onun eserleri daha kıymetli alınmaya başlanacaktır. Böylece sanat mağdur olmayacaktır. Bunun dışında mevcut olan eserler için bir beğeni sıralaması yapılır. Bunu orada eserleri bulunanlar yapar. Burada da takdir ve telif değerlendirilmesi yapılır. Ona göre eserler her yıl yeniden fiyatlandırılır. Yıl içinde satılan ise üst dereceyi almış olur. Müelliflere ona göre pay verilir. Üst derecede sıralama ise eser konulduktan sonra en az günde satılmış olması ile değerlendirilir.

İleride sanattan gelen gelir normal geliri ile denkleştiği zaman denge oluşacaktır. Şöyle ki, bir adam bir günde çalıştı ve bir tablo yaptı. Götürdü, kuruculardan birine sattı, değerlendirilen sanat payını aldı. Bu payda yevmiyesini çıkardı. Bu başka iş aramayacak, bu işe devam edecektir. Ama yevmiyesini çıkaramadı. O zaman bu ara resim yapmaya devam edecek ama kendisini daha fazla gelir getiren bir iş arayacaktır. Sanat kadrosundan elenmiş olacaktır. Bundan sonra paylar daha fazla kıymetli olacaktır. Aksine gelir dışarıdaki gelirden fazla ise insanlar diğer işleri bırakarak sanat işlerine başlayacaklardır. Bu da sanatçıları artıracaktır. Böylece denge kurulup gidecektir.

Denge düzeninin esası iyilikte yarışmayı sağlamak ve tekeli önleyecek dengeyi korumaktır.

 

 


ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER
1-ADİL DÜZENE GİRİŞ
2038 Okunma
2-BAŞKAN
1427 Okunma
3-EVRAK KAYITLARI
1520 Okunma
4-YAPI KAYDI
1376 Okunma
5-MUHASEBE
1299 Okunma
6-İLMÎ DAYANIŞMA
1270 Okunma
7-MESLEKÎ DAYANIŞMA
1372 Okunma
8-DİNÎ DAYANIŞMA
1269 Okunma
9-SİYASÎ DAYANIŞMA
1185 Okunma
10-TESCİL HİZMETİ
1194 Okunma
11-TESBİT HİZMETİ
1215 Okunma
12-TAHKİK HİZMETİ
1234 Okunma
13-TAHKİM HİZMETİ
1229 Okunma
14-BASIN HİZMETİ
1207 Okunma
15-YAYIN HİZMETİ
1378 Okunma
16-ULAŞIM HİZMETİ
1219 Okunma
17-HABERLEŞME HİZMETİ
1237 Okunma
18-UYARI HİZMETİ
1211 Okunma
19-ARAŞTIRMA HİZMETİ
1237 Okunma
20-AMBAR HİZMETLERİ
1195 Okunma
21-BANKA HİZMETLERİ
1262 Okunma
22-PLANLAMA HİZMETLERİ
1188 Okunma
23-BAKIM HİZMETLERİ
1219 Okunma

© 2024 - Akevler