IRA militanları yola barikat kurmuşlar, gelip geçenleri sorguluyorlarmış. Militanlardan biri, tedirgin hâllerinden kuşkulandığı bir yolcuya sormuş:
— "Katolik misin, Protestan mı?"
İki ucu pis bir değneği neresinden tutarsınız? Elbette tam ortasından! Adam da çaresiz işin ortasını bulmaya çalışmış. Çünkü Protestan olduğunu söylese canına okuyacaklar, Katolik olduğunu söylese bir yığın soru soracaklar, ne yapsın, çaresiz, "Ben ateistim!" diye karşılık vermiş.
IRA militanı, "Ateist olup olmaman beni ilgilendirmiyor," demiş;
— "Söyle bakalım, Katolik ateist misin, Protestan ateist mi?"
* * *
İrlandalılarla İngilizler arasında bir savaş olmasaydı, acaba o Katolik militan, muhatabının tanrıtanımazlığını bu denli paranteze almayı başarabilir miydi?
Sanmıyorum.
O askerin merak ettiği muhatabının inancı değil ki, onun hangi safta yer tuttuğu. Katolik ve Protestan sözcükleri, savaş sırasında bir inancın değil, bir duruşun simgesi! Nerede duruyorsun? Kimlerdensin? Hangi taraftasın? Bütün bu soruları korkunç hâle getiren, bizatihi savaşın kendisi, yani düşünce ve inancın siyasî ve askerî mânâsı!
Savaşın ve mücadelenin baskısı olmasaydı, o takdirde bir düşünce ve inancın yanında yer almak da muhtemelen siyasî ve askerî bir sıfatla (ihanetle) nitelenme korkusuna yol açmazdı.
Siyasî ve askerî çatışma ortadan kalktığında, muhatablarının Katolik ateist mi, Protestan ateist mi oldukları, İrlandalı militanları ne kadar ilgilendirir?
Hatırlanırsa, Soğuk Savaş döneminde, 1962'de, II. Vatikan Konsili, sadece Hıristiyan mezheblerini değil, dünyanın tüm dinlerini de ateizmle mücadeleye davet edince, ateizm bu sefer çok farklı bir bağlama yerleşmiş, ister istemez yine siyasî ve askerî bir mânâ kazanmıştı.
Bugüne gelindiğindeyse, durum biraz farklı görünüyor. Çünkü şu anda ateizmin temayüz etmiş siyasî ve askerî bir mânâsı bulunmuyor.
Postmodernizmin marifetidir bu! Yeni dünya düzeninin.
* * *
Serdar Turgut'un savunduğu şekliyle, bir tanesi de metodolojik ateizm!
Geçenlerde kaleme aldığı bir yazıda, "Türkiye'nin hızla post-laik bir toplum olmaya doğru yol aldığına" işaret ediyordu:
— "Şurası kesindir ki Türkiye, artık eski anlamıyla laik kalamayacaktır; ya post- seküler bir toplum olmayı kabul edecektir, ya da laikliğin eski tanımını değiştirecektir." (Akşam, 27 Nisan 2010)
Yazar, kendi kişisel hayatında da bu yeni duruma uygun davranmaya çalıştığını belirtiyor ve diyor ki:
— "Ben bu konuşmalarımda, yazışmalarımda bir metodolojik ateist gibi davranırım. Habermas'ın anlattığına göre metodolojik ateist, üzerinde düşündüğü, yazdığı inanç ve din ile ilgili hiçbir önyargıya sahip olmadan işe girişen insandır."
* * *
Serdar Turgut, esprilerini dahî ciddiye aldığım bir yazar. Bu nedenle düşüncelerimi doğrudan ve açıkça dile getirmeye çalışacağım.
Kendilerinin sahiplendiği sevimli yönteme 'bilimsel' değil, olsa olsa 'psikolojik' bir kıymet atfedilebilir. Çünkü kimse önyargılarından sıyrılamaz. Üstelik buna gerek de yoktur.
Önyargılarını daha kalıcı olanlarıyla değiştirmek için, sayın Turgut'un dediği gibi, "inanç ve din ile ilgili hiçbir önyargıya sahip olmadan" düşünmeye gerek de yoktur, imkân da. Zira muhatabımızı anlamayı mümkün kılan zaten önyargılarımızdır.
Zihnimiz, ne John Locke'ın zannettiği gibi, bir boş levha'ya (tabula rasa) benzer, ne de Descartes'ın iddia ettiği gibi, içindeki bütün elmaların istenildiği takdirde boşaltılabileceği bir sepete. Biz hesap makinesi değiliz ki.
Bilâkis insanoğlu herşeye önyargılarının ufkundan bakar. Bu onun en doğal hakkıdır. İnsan hakikati idrak sürecinde bu yargılarını zaman zaman değiştirir, tekrar tekrar gözden geçirir, bazıları güçlenir, bazıları zayıflar, ama yine de önyargılar bu sürecin her safhasında devrededir. Düşünmenin özü gereği, böyle olmak da zorundadır.
Gerekli özeni gösterdiği takdirde, hiç kimse, ama hiç kimse, değil inanç ve dinle ilgili olarak, daha sıradan konularda bile "hiçbir önyargıya sahip olmadan" düşünmeyi başaramaz. En azından diyalektiğin yasaları böylesi bir konformizme izin vermez.
Düşünmek demek, çatışmak demektir çünkü!
* * *
"Düşünce üretmek" ile "düşünceyi ifade etmek" arasındaki farka gelince, başkalarını ilgilendiren, düşüncelerin nasıl üretildiğinden çok, nasıl ifade edildiğidir. Yani doğruluk/kesinlik öncelikle düşünürün kendisini ilgilendirir; muhatabları ilgilendirense hitabın nezaket tarafıdır.
İnanç ve din gibi insanlık tarihiyle yaşıt sahalarda bu meselelerin muhatabından beklediği ciddiyeti göstermenin lüzûmunu, inanıyorum ki sayın Turgut da tasdik edecektir.
Bu ciddiyetin göstergesi nedir? Elbette öncelikle gerekli mesaiyi ayırmak. Yani gerektiği kadar çaba, gerektiği kadar zaman, gerektiği kadar tutku.
Sorun şurada ki düşünmenin hakkı verildiği takdirde, önyargılar bu kadar uzun süre askıda kalmaya tahammül edemezler. Edebildikleri takdirde de o yargılara zaten 'önyargı' denemez.
Önyargının psikolojik karşılığı, 'direnç göstermek'tir. Direnç göstermekse, sağlıklı bir ilişkinin öncelikli koşuludur. Hem de kişinin başkasıyla değil, kendisiyle ilişkisinin...
Yok saymak kolaydır bu yüzden. Asıl zor olan, var iddiasında bulunmak. Görmekle yetinmeyip bir de göstermek zorunda kalmak; yani hem kalb-i selim (görmek), hem akl-ı selim (göstermek)...
Eh bir de zevk-i selim var ki orada değil ön-yargı, son-yargı da bulunmaz.
Unutma ey talib, yargı yoksa, askı da yoktur.
Ve insanoğlu, ne yazık ki kendisine nâdiren boyun eğer!
***
Yorum:
DÜZENİN DİN’DEN FARKI NE ?
Yeni dünya düzeni, insanlık, medeniyetler çatışması, doğu, batı, insanlık son zamanlarda duyulan ve çok sık anılan kavramlar ve söylemler. Bu kelimeler aslında tek bir meselenin kapılarını aralamakta hak ve hukuk meselesi. Tarih boyunca üretilen tüm ideolojiler paylaşmanın nasıl olacağını ele almış ve bunlar neticesinde partizanlaşmıştır. Çünkü insanlar üretir ve tüketirler fakat üretirken beklenilenden fazla ya da eksik üretimler meydana gelir. Peki bu durumlarda varolanlar nasıl paylaşılacak? Artı değer kimin olacak? Rant kimin olacak?
Bu soruların cevabı ise tek bir sözcükte aranır DÜZEN peki nasıl bir düzen kapitalist mi, komunist mi, sosyalist mi, liberalist mi, devletçi mi? Bunların hepsini sayarken acaba biz doğu toplumları nasıl bir paylaşıma sahibiz ya da hangi fikri esas alırız Karl Marx’ın A.T.Ü.T dediği asya tipi üretim tarzı, modern olmayan gayrı meşru bir paylaşım mı? Yoksa ilahi kitablardan bahseden peygamberlerin getirdiği ve onunla oluşan bir düşünce biçiminden mi?
Biz burada ikinci soruya evet der ve çünkü diyerek ispata gireriz. Çünkü tarihsel verileri de değerlendirdiğimiz zaman aslında batı uygarlıklarının çöküp yerini doğu uygarlıklarının aldığını gördüğümüz tarihler doğuda ki peygamberlerin ortaya çıkış tarihleridir. Bunun yanı sıra aslında batı ve doğu medeniyetleri birbirlerini tamamlama özelliğiyle de dikkat çekerler şöyle ki batı tarih boyunca ve her daim teknikte ve güçte ön plana çıkmış ve tekniği geliştirmiştir. Lakin batı gelişip yükseldikçe uygarlığında bir paylaştırma sorunu çıkmıştır. Ve buna mukabil batı uygarlığının tekniği hukuk meselelerini çözemeyerek bir kaosla yerini doğunun Adil düzenine teslim olmuştur. Bu noktada iki kavrama dikkat edilmesi gerekir; uygarlık ve medeniyet. Batının tekniğini alıp onun ürettiklerine adil bir paylaşım tarzı sunan doğu ise uygarlıktan medeniyete yükselmiştir. Çünkü uygarlık sadece mülkiyetle var olan bir durum ve vaziyettir. Fakat medeniyet; mülkiyeti, adil bir paylaşım neticesinde kurduğu hakimiyetle kendisini gösterir. Öyle ki Mezopotamya,Mısır,İbrâni,Yunan,Hristiyanlık,Roma, İslam(Kur'an) ve bugünkü çökmekte olan Avrupa. İşte bunlar sırayla medeniyet ve uygarlık diye giderler çünkü uygarlık tekniği medeniyet ise o tekniğin ürettiği paylaşımı tesis eder. yani medeniyet kamildir. Uygarlık ise nakıs. ve medeniyeleri tesis edenler peygamberlerdir. O halde burada bir kaç soru sormak gerekiyor.
Peygamberler din getirmezlermiydi bu Adil paylaşımı sağlayan düzende neyin nesi? Normal 0 21 false false false TR X-NONE AR-SA Yoksa din sadece inanç değil mi? Tabii ki hayır çünkü hele İslam için asla çünkü Roma uygarlığının Hz. Peygamberin getirdiği içtihad düzeniyle kendisini doğuda renklendirdiğini görürüz. Bu da İslamın dünyaya yepyeni bir düzen getirdiğini gösterir. Zaten Kur’an da الدين kelimesi hep bir düzen olarak kendisini gösteriri. Hatta öyle ki bu kelimenin kökü borç demektir. Borç ise yapılan sözleşmeler taahütler ve gerkleri yaptırımları ile bir sistemi ifade eder. Bunun yanı sıra hadisçilerimizin de bize naklettiğine göre ve Kur’an bilimcilerinin Hz. Peygambere son nazil olan ayet maide 3. Ayettir ki bu ayette geçen bir ifade bize dinin düzen olduğunu salt bir inanç olmadığını psikolojik bir hal yada bir ruhani boyut olmadığına çok ispatlı ve bir o kadar iddialı bir şekilde delalet eder.
أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا الْيَوْمَ
“bugün size dininizi olgunlaştırdım. Ve üzerinizde ki nimetimi tamamladım. Ve sizin için herhangi bir düzen olarak barıştan razı oldum”. Evet bu ayet dini nekra, islamı ma’rife alarak düzenin zaman içinde değişebileceğini ama esasının barış olmasını şart koşar. Eğer klasik manada bir tercüme ile ayeti anlamlandırırsak bu kitabı sadece tarihsel bir okumaya tabi tutarız ki bu da Kur’anı Mıhammed yazdı demekten ve yerli oryantalist olmaktan başka bir şey değildir. Kısacası ;
Ey insanlar bu kitab sadece ahiret için değil dünya için inmiştir.
Bu kitab, kuru bir inanç için değil inancın onu koruyup süsleyeceği bir nizam kurmak için inmiştir.
Bu kitab, sadece Hz. Peygamber’e değil bu yazıyı yazan acize bunu okuyan ve okumayan herkese inmiştir.
Bu kitab, yaraları sarmak için inmiştir.
Bu kitab, yeni bir dünya için inmiştir.
Bu kitab, bir dünya düzenini anlatır.
Bu kitab, bir insanlık anaysasının delillerini kapsar.
Bu kitab, ninemi nazmında ki ahenkle ağlatır. Üniversite gencini anlatığı mefhumla şaşırtır. Bir tüccarı tedayün ayetiyle hoplatır. Bir siyasiyi Al-i İmran 97 ile coşturur. Bir iktisatçıyı fatihanın ilk ayetiyle uçurur. Öyle ki الحمد لله derken adeta “rant toplumundur” diye bağırtır namazda!!!
Ve son olarak yazara bir atıf olarak eğer dini bir düzen olarak algılamak müsliman ateist olmaksa, elhamdülillah ben Müslüman ateistim . . .